Döngeller Konağında kahvaltı içeriklerinin çoğunu, Anadolu’nun geleneksel yemeklerinin ise tümünü kendimiz üretiyoruz.
Mantı hamuru ve hamurun katlanması:
Tüm içeriklerimizin malzemelerini özenle, bol malzemeli olarak hazırlıyoruz. Böylece, kahvaltı ve yemek sofrasında size sunduğumuz tüm lezzetleri satın alabilirsiniz.
Mantı, erişte; reçel, tereyağı, peynir, zeytin ve zeytinyağı, zahter gibi…
Bazı güzel şeyler, eskimiş ince yumuşak pijamanın tendeki hissi, serin bir havada pikeye sarılmak, yaz meyveleri gelince manav önündeki kokusu, yeni yıkanmış çarşaflar, kırma zeytin, salamura zahter, yaprak sarma… Şiddetli yağmur, gök gürültüsü, chester koltuk, banker lambası, ince kadeh, sahilde gündüz birası, uzun yolda ayçiçeği tarlası görmek, denizi seyretmek, yaptığın saçma harekete bebeklerin gülmekten katılıp yana devrilmesi.
Şu karışımı yemek o kadar lezzetli yani ilk zeytinyağına sonra şu karışıma batırıyorsun. Evet o sırada dünyada cenneti yakalıyorum. Adı da zahter 🤝🏻 yediğim şey ile memleketimi de ifşaladım
Entarili, kıfayelisi de var, taytlısı, uzun saçlısı da Marunisi de Nusayrisi de, Mesihisi de...
Hepsi neşeli, hepsi gülümseyen, hepsi yüksek sesle konuşan, hepsi özgüvenli, bir çoğu özgürlüğün rüzgarıyla sermest, hoş görülecek olmanın bilinciyle sarhoş...
Gruplar halinde yürüyorlar.
Aralarında tek başına yürüyen mutsuz yüzlü, suskun, ürkek Türkler fark ediliyor.
. . .
Lokantalarda ful, felafel humus...
Gar sabunu ve zahter yığınları...
Her köşe başında egzotik kokular satan dükkanlar.
İnsanın üstüne üstüne yürüyen, sokaktaki kadınlara aç nazarlarla bakakalan sporcu gençler, halinden tavrından şaşırtıcı bir özgüven dökülen kadınlar, köyündeymişçesine kaşınarak dolaşan entarili yaşlılar, sokak aralarında gürültüyle koşturan çocuklar....
Dedim ki 'Selahaddin'den beri fütuhat görmeyen Arab'ın en son fethi bu.'
Kuşatmayla aldığımız şehri farkında olmadan başkalarına verdik.
. . .
Arapça konuşan kalabalıkların içinden geçip Akdeniz Caddesine döndüm...
İki delikanlı küskün küskün konuşuyorlar birbirleriyle, yanlarından geçerken gülümsedim.
'Caddenin başından bu tarafa yürüyorum. Bir Türkçe söz değmedi kulağıma... Sizi görünce mutlu oldum' dedim.
'Sorma abi, biz Türkçe konuşan biri geçince çevirip öpüyoruz.' diye karşılık verdi esprime gençlerden biri.
. . .
Ara sokaklarda onlarca satılık tabelası.
Fatih'te satılık tabelası görmek nadirattandı.
Arapça 'İcar' tabelaları asılı camlarda.
. . .
Fatih'in eskisi Siirt Arabı bir tanıdığa uğradım.
'Bir binada beş altı daireye Araplar oturunca binada kalan yerli aileler satıp gidiyor. Zaten iç sokaklarda apartman katlarında yaşlı insanlar var. Dışarı çıkamaz oldular. Yerliler buraları terk edip gidiyor' dedi.
Akşemsettin Caddesine Şam Caddesi der olmuşlar.
. . .
Şimdi bu yazdıklarımın altına yorumlar döşenir... Ne ırkçılığım kalır ne imansızlığım ne muhalifliğim...
Hiç biri değil...
Makul olmaya çalışıyorum.
Hiç bir devlet kendi iradesi ve kendi tasarrufu ile ülkesinin demografik, etnik ve sosyal yapısını değiştirmez.
Türkiye'nin etnik yapısı geri dönülemez bir şekilde değişti.
Hiç bir devlet kalbi mesabesindeki tarihi şehri bir başka halkın istilasına açmaz.
Mesela İtalya'ya giden mültecilerin Roma'nın şehir merkezinde, İngiltere'nin Buckingam'ında, şehrin yerlilerini dışarı çıkaracak ölçüde homojen bir şekilde yerleşmelerine izin verilemez.
Hiç bir ülkenin gözbebeği olan şehirde o ülkenin yabancısına yerleşecekleri yerde ezici çoğunluğu oluşturacak şekilde ticari imtiyaz tanınarak orayı ele geçirme imkanı verilmez.
Osmanlı büyük göç dalgaları yaşamıştı.
Ne 1850'lerde Kırım'dan imparatorluğa akan milyonlarca insana, ne 1864 Kafkasya Sürgünlerine, ne 1912 Balkan bozgununda savrulan insanlara ne de mübadillere İstanbul'da topluca oturabilecekleri bölgeler göstermedi.
Devletlerin iskan politikası olmalıdır.
her devletin nazarında göçmenler yeni arı kolonileridir.
doğru yerde petek gösterirseniz balından istifade edersiniz,
doğru yerde yer gösteremezseniz o arılar sizi sokar.
. . .
Demem o ki;
Arap'tan Fars'tan rahatsız olduğum yok.
Ömer Seyfettin'in Efruz Bey'i gibi 'Bila tefrika-i cins ü mezhep' kriterini esas alan bir adamım ben.
Savaş mağduru bir halka yardım etmek, kucak açmak insani bir şeydir.
Ama böyle olmamalıydı...
Böyle olmaz...
. . .
Bu şuna benziyor...
Sokakta karşılaştığınız bir ihtiyaçlı kişiye karnını doyurması için para verebilirsiniz.
Ama onu alıp evinize getirmezsiniz.
Evinize getirseniz de kendisine yatak odanızı vermez, eline kumandayı tutuşturmaz, baba koltuğuna oturtmazsınız.
Eğer bunu yaparsanız her türlü istismara razı olduğunuz anlamına gelir bu.
İhtiyaçlı kişi sizi istismar etmek zorunda kalır.
. . .. . .
Türkiye'ye gelen Suriyeliler, Iraklılar, Libyalılar, Afganlılar, Pakistanlılar, İranlılar, Ürdünlüler, Mısırlılar...
'Gelenlerin her biri memnun ki yerinden, çok seneler geçti dönen yok seferinden...'
Bir tek politik tasarrufla içeri alınan bunca insanı hiç bir politik tasarrufla buradan geriye döndüremezsiniz...
Vatanlarından çıkmak için birbirini çiğneyen bu kitle, ülkelerine geri dönmemek için karşılarına çıkan her türlü gücü ezer geçer.
Nitekim duymuşluğum var,
'Allah razı olsun Suriye'de savaşı çıkaranlardan... O savaş çıkmasaydı Türkiye'ye gelemezdik' diyeni...
. . .
Türk, Avrupa ve Asya'nın arasında bin yıldır icra edilen bir görevin adıdır.
Ve Türk dünya politiği açısından varlığı zorunlu bir aktördür.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim...
Türk, bu göç ile kimliğini oluşturan en temel yapıtaşlarını yükselen bir balondan aşağı atmıştır.
Önümüzdeki yüzyıllardan sonra bu topraklarda Türk'ün varlığını koruyup koruyamayacağı tartışılır hale gelmiştir.
BU bir hissiyat değil, çok temel bir sabit delilim var.
İstanbullu kimliği nasıl son otuz kırk yıl içinde hiç var olmamışçasına yok olmuşsa...
Türk kimliği de böylesi bir yok oluş sürecine girmiştir.
Kırk yıl elli yıl değil ama üç kuşak sonra bu kimlik bu topraklarda varlığını bu şekilde sürdüremez.
Tarihin temel aktörlerinden birisi olan bu halk, geçmişte tarihin temel aktörlerinden olan bir çok halk gibi İskitler gibi, Keltler gibi, Hunlar gibi eriyip dönüşür.
Balkanlarda Bulgarlar ne ise Anadolu'da da Türk o olur.
. . .
Tabii biz kimiz ki öngörümüz ne ola...
Onca kitap okuduk da bir şey mi olduk...
Onca kitap yazdık da ne ettik...
Onca mektep medrese tahsil ettik, onca mesele etüt ettik, onca gezdik gördük de ne oldu.
Tabii ki biz bilmeyiz işin doğrusunu...
Konuşuyoruz işte...
. . .
Aylardır karar vermişliğim var; baktığım şeyde olumsuzluğu fark etmeyeceğim diye.
Olumsuzu, eksiği ve endişe verici olanı değil olumlu olanı, Tamam olanı ve güzelliği görmeye çalışacağım,
Bu prensip doğrultusunda bakacak olursak olumlu bir takım yanları da var bu işin.
Artık kakuleli kahveyi her yerde bulmak mümkün.
Eskiden ramazandan ramazana tattığımız humus da felafel de her yerde var...
Tek dilli idik çocuklarımız iki dilli olmak durumunda.
Doğuda mı batıda mıyız belli değildi.
İçinde bu kadar Arab'ın olduğu gemi batıya gidemez gayri.
mavi ve yeşil renkler alfabelere sıkıştırılmış dökülüyor harfler, bir biri ardına dizeyle çikolata sürülmüş dilimlenmiş ekmekler ve her acıktığımda taze çikolata kokuları.Burnumun tellerine serilir bir başak bir zahter,artık dilim dönmüyor desem inkâr ediyor olurum ve ne kadar göğe baksam kocaman biri vardı tanrıydı, bir tabak kırıldı baş roldeki adam tarafından ve orası kırıklıkların tarlasıydı,bir sabah hüzünlü bir pazar sabahı yalnız ve mutsuz bir kahvaltı camlar da çay buğuları ve sessizlik-
Hayat dan söz ediliyor ve susuluyor sahiden siz mi yarattınız bugünleri -
Soğuk bir yalnızlık bu bolca kum taneleri ve sanki toprağın ağırlığı çekiyor ve sonra nar taneleri tertemiz günlerden kalan sanki salı günü
Ama bak işte yine susuyoruz ölüm insanın için de bir kapı daha olmayan bir evin acele etme belki de yoksun belki de yokuz bilirsin işte yürek çarpar yürek görür ve sonra görünmez olarak raflara kaldırılır hep o kanlı ellerle sadece onlar diyorum bilmeden gaddar olan kimseler ve kırmızı bir göğü görüyorum fırtınalar rüzgarlar ellerinin tersiyle yittiler beni sanırım tanrıydı seninle bir günü kutlamak ve sonra saatlerce aynı koltuk da sevişmek.
Dün Fatih'teydim. Suriçi'nde yürümek benim için tarihin içinde seyahattir.Tarihi kişiliklerle yoldaşlık, ecdadımla sohbet, ilk gençlik yıllarımı yad etmek, okul dönemlerini hatırlamak, evliliğim, ilk çocuğum...
Her sokağı, her köşe başı ya yaşanmış, ya okunmuş, ya duyulmuş hatıraların mekanıdır. Dün Dülgerzade'den Zeyrek'e, Yavuzselim'den Balipaşa'ya yürüdüm..
Fatih bambaşka bir yer olmuş. Rayihası değişmiş, yasemin ve öd ağacı kokuyor. Sokakta Türkçe konuşan kimse yok...
Haleb'in köylüsünden, Lübnan'ın Dürzisine, Iraklısından Libyalısına, Tunuslusundan, Ürdünlüsüne kadar Arab'ın envai çeşidi oradaydı.Entarili, kıfayelisi de var, taytlısı, uzun saçlısı da, Marunisi de Nusayrisi de, Mesihisi de...Hepsi neşeli, hepsi gülümseyen, hepsi yüksek sesle konuşan, hepsi özgüvenli, bir çoğu özgürlüğün rüzgarıyla sermest, hoş görülecek olmanın bilinciyle sarhoş..!
Gruplar halinde yürüyorlar. Aralarında tek başına yürüyen mutsuz yüzlü, suskun, ürkek Türkler fark ediliyor. Lokantalarda ful, felafel humus...Gar sabunu ve zahter yığınları...
Her köşe başında egzotik kokular satan dükkanlar.
İnsanın üstüne üstüne yürüyen, sokaktaki kadınlara aç nazarlarla bakan gençler, halinden tavrından şaşırtıcı bir özgüven dökülen kadınlar, köyündeymişçesine kaşınarak dolaşan entarili yaşlılar, sokak aralarında gürültüyle koşturan çocuklar...
Dedim ki 'Selahaddin'den beri fütuhat görmeyen Arab'ın en son fethi bu.'
Kuşatmayla aldığımız şehri, farkında olmadan kendi elimizle başkalarına verdik.
Arapça konuşan kalabalıkların içinden geçip Akdeniz Caddesine döndüm...İki delikanlı küskün küskün konuşuyorlar birbirleriyle, yanlarından geçerken gülümsedim.
-''Caddenin başından bu tarafa yürüyorum. Bir Türkçe söz değmedi kulağıma. Sizi görünce mutlu oldum'' dedim.
-''Sorma abi, biz Türkçe konuşan biri geçince çevirip öpüyoruz.'' diye espriyle karşılık verdi gençlerden biri.
Ara sokaklarda onlarca satılık tabelası.
Fatih'te satılık tabelası görmek nadirattandı.
Arapça 'İcar' tabelaları asılı camlarda.
Fatih'in eskisi, Siirt Arabı bir tanıdığa uğradım. ''Bir binada beş altı daireye Araplar oturunca binada kalan yerli aileler satıp gidiyor. Zaten iç sokaklarda apartman katlarında yaşlı insanlar var. Dışarı çıkamaz oldular. Yerliler buraları terk edip gidiyor'' dedi.
Akşemsettin Caddesine Şam Caddesi der olmuşlar. Hiç bir devlet kendi iradesi ve kendi tasarrufu ile ülkesinin demografik, etnik ve sosyal yapısını değiştirmez.
Türkiye'nin etnik yapısı geri dönülemez bir şekilde değişti. Hiç bir devlet, kalbi mesabesindeki tarihi şehri bir başka halkın istilasına açmaz. Mesela İtalya'ya giden mültecilerin Roma'nın şehir merkezinde, İngiltere'nin Buckingam'ında, şehrin yerlilerini dışarı çıkaracak ölçüde homojen bir şekilde yerleşmelerine izin verilemez.
Hiç bir ülke, göz bebeği olan şehirlerde o ülkenin yabancısına, yerleşecekleri yerde ezici çoğunluğu oluşturacak şekilde ticari imtiyaz tanıyarak orayı ele geçirme imkanı vermez..
Osmanlı büyük göç dalgaları yaşamıştı. Ne 1850'lerde Kırım'dan imparatorluğa akan milyonlarca insana, ne 1864 Kafkasya Sürgünlerine, ne 1912 Balkan bozgununda savrulan insanlara, ne de mübadillere İstanbul'da topluca oturabilecekleri bölgeler göstermedi.
Devletlerin iskan politikası olmalıdır..Her devletin nazarında göçmenler yeni arı kolonileridir. Doğru yerde petek gösterirseniz balından istifade edersiniz,
Doğru yerde yer gösteremezseniz o arılar sizi sokar. Savaş mağduru bir halka yardım etmek, kucak açmak insani bir şeydir.
Ama böyle olmamalıydı...Böyle olmaz...
Bu şuna benziyor...
Sokakta karşılaştığınız bir ihtiyaçlı kişiye karnını doyurması için para verebilirsiniz.
Ama onu alıp evinize getirmezsiniz.
Evinize getirseniz de kendisine yatak odanızı vermez, eline kumandayı tutuşturmaz, baba koltuğuna oturtmazsınız.
Eğer bunu yaparsanız her türlü istismara razı olduğunuz anlamına gelir. İhtiyaçlı kişi sizi istismar etmek zorunda kalır.
Türkiye'ye gelen Suriyeliler, Iraklılar, Libyalılar, Afganlılar, Pakistanlılar, İranlılar, Ürdünlüler, Mısırlılar...
'Gelenlerin her biri memnun ki yerinden, çok seneler geçti, dönen yok seferinden...'
Bir tek politik tasarrufla içeri alınan bunca insanı hiç bir politik tasarrufla buradan geriye döndüremezsiniz...Vatanlarından çıkmak için birbirini çiğneyen bu kitle, ülkelerine geri dönmemek için karşılarına çıkan her türlü gücü ezip geçmeye çalışır.
Nitekim duymuşluğum var, 'Allah razı olsun Suriye'de savaşı çıkaranlardan. O savaş çıkmasaydı Türkiye'ye gelemezdik' diyeni...
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim...
Türk, bu göç ile kimliğini oluşturan en temel yapıtaşlarını yükselen bir balondan aşağı atmıştır. Yüz yıllardan sonra bu topraklarda Türk'ün varlığını koruyup koruyamayacağı tartışılır hale gelmiştir. İstanbullu kimliği nasıl son otuz, kırk yıl içinde hiç var olmamışçasına yok olmuşsa...Türk kimliği de böylesi bir yok oluş sürecine girmiştir.
Üç kuşak sonra bu kimlik bu topraklarda varlığını bu şekilde sürdüremez. Tarihin temel aktörlerinden birisi olan bu halk, geçmişte tarihin temel aktörlerinden olan bir çok halk gibi, İskitler gibi, Keltler gibi, Hunlar gibi eriyip dönüşür.
Balkanlarda Bulgarlar ne ise, Anadolu'da da Türk o olur.
Tabii biz kimiz ki öngörümüz ne ola...
Onca kitap okuduk da bir şey mi olduk...
Onca kitap yazdık da ne ettik...
Onca mektep medrese tahsil ettik, onca mesele etüt ettik, onca gezdik gördük de ne oldu.
Tabii ki biz bilmeyiz işin doğrusunu... Konuşuyoruz işte...
Aylardır karar vermişliğim var; baktığım şeyde olumsuzluğu fark etmeyeceğim diye.
Olumsuzu, eksiği ve endişe verici olanı değil olumlu olanı, tamam olanı ve güzelliği görmeye çalışacağım, Bu prensip doğrultusunda bakacak olursak olumlu bir takım yanları da var bu işin. Artık kakuleli kahveyi her yerde bulmak mümkün. Eskiden ramazandan ramazana tattığımız humus da, felafel de her yerde var...
Doğuda mı batıda mıyız belli değildi. İçinde bu kadar Arab'ın olduğu gemi batıya gidemez gayri.
Dia wanita hebat yang tak pernah tersentuh oleh dosa menjijikan. Hidupnya penuh perjuangan dan ilmu pengetahuan dari kakek sang profesor gurun sahara.
Aku ingin seperti merzangus. Pergi dari kehidupan yang memuakkan. Menghabiskan umur dengan sumber ilmu dan perhatian. Mempelajari peta bintang, filosofi kehidupan.
Aku ingin bersama Zahterku. Aku hanya ingin menjadi anak kecil yang hidupnya penuh dengan cerita cerita dari Zahter.
Siapa aku sekarang?
Tak ada mirip miripnya sama sekali dengan dia yang kuimpikan.
Yaa Allah, bisakan aku hidup dalam buku saja?
Bisakah aku hidup di gurun sahara saja?
Aku lelah jatuh terbangun dengan luka yang terus bertambah dan sedikit yang sembuh