Tumgik
#ulusalcılık
gazetelinkmedya · 1 year
Text
Veli BEYSÜLEN: Emperyalizm, kapitalizmin ileri aşamasıdır
EMPERYALİZM, KAPİTALİZMİN İLERİ AŞAMASIDIR! Veli BEYSÜLEN yazdı: Feodalitenin yerini kapitalist sisteme bırakmasıyla birlikte, 18. yüzyılın ortalarından başlayarak 19. ve 20. yüzyıllarda ulus devlet yapılanması dünya düzeninin yeni devlet tipi olarak uygulandı. Ulusal devlet yapılanmasının, o günün dünyasında ulusal sınırların belirlenmesinin yanı sıra, sömürgeciliğe karşı verilen ulusal…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
bazenmahir · 4 months
Text
Kadınlığın Dayanılmaz Ağırlığı Üzerine
Erkeklik gibi kadınlık da ideolojik bir kimliktir; topluma egemen olan ideolojik akıl üzerinden tarifi yapılır, rol verilir; bu rol üzerinden ödüle ya da cezaya layık görülür.
Tabii ki bu hep böyle değildi, özel mülkiyetin, ailenin ve devletin tarih sahnesine çıkmasıyla ortaya çıkmasıyla vücut bulmuştur. O günden bu yana kadın önce babanın, sonra kocanın, sonra geniş ailenin (aşiret, sülale) sonra da toplumun malı olarak görülür. Tabii bunların en tepesinde de devlet ve eğer dindar bir toplum ise din bulunmaktadır; zira kadının hukuk ve sosyal yaşamdaki yeri din ya da devlet tarafından "yasal" bir hal alır.
Kadın, esasında içine doğduğu topluluk açısında tıpkı herhangi bir mülk olarak kabul görür; alınabilir, satılabilir, el konulabilir, kullanılabilir ve hediye edilebilir.
Tarihte ülkeler, aşiretler, kılanlar birbirleriyle dostluk kurmak ya da aralarındaki düşmanlıklara son vermek için kadın takası yapmışlar. Keza birbirlerinden intikam almak için de karşı taraftan kadınlara tecavüz etmişler, el koymuşlar. Neyse ki bu saydıklarım dünyanın birçok bölgesinde artık yaşanmıyor, biçim değiştirerek kadının meta hali devam etse de bu bile kadınlar bakımından bir kazanımdır.
Ortaçağ üretim ilişkiler tasfiye edilmiş olsa da kültürü birçok toplumda, toplulukta varlığını sürdürmeye devam ediyor.
Aşiret, ulus, din, gelenek adı altında Ortaçağ değerleri yaşatılmak istenmekte; kadınlara nasıl yaşamaları gerektiği, ne giyecekleri, kimlerle arkadaş, sevgili olacakları, ne için içmeyecekleri vaaz edilmektedir. Mesela 6 yaşındaki bir kız çocuğunun bir erkekle evlendirilmesini kendi kültürü açısından kabul edilir bulan bu zihniyet, yetişkin bir kadının başka milletten ya da dinden bir erkekle evlenmesini "ahlaksızlık, ihanet, günahkârlık" olarak ilan ediyor. Aynısını bir erkek yapsa, bu bir övünç vesilesi oluyor; çünkü bu zihniyete göre kadın ele geçirilen ganimettir; dolayısıyla da erkek, başka toplumdan bir kadınla birlikte olursa, bu durumda düşmandan bir toprak parçası fethedilmiş oluyor.
Ebru Gündeş bunun bir örneğidir: Bilindiği gibi Ebru Gündeş, MHP'li bir Türk Milliyetçi, yeminli bir Kürt düşmanıdır, şimdilerde Güney Kürdistanlı zenginlerden Rassan Khoshnaw ile birlikte. Bu haber basında yer aldığında birçok Kürt, sanki savaşta bir mevzi kazanılmış gibi keyif almıştı. Eğer Ebru Gündeş Kürt, sevgilisi de Türk bir zengin olsaydı, o vakit ağza alınmayacak hakaretlere maruz kalacaktı. Bu tepkinin sömürge ulus olmakla değil, sömürge ulus erkeği olmakla alakası var.
Tabii ki sömürge ulustan kadınların (eğer kadın kendisini sömürge ulusun bir ferdi olarak görüyorsa) sömürgeciliği savunan sömürgeci ulustan erkeklerle İlişki kurmaları yanlıştır ama aynı şey kendisini sömürge ulusun bir ferdi olarak gören erkekleri için ahlak, kadını "orospu, düşkün" ilan ediyor; bu da "ulusalcılık" olarak pazarlanarak meşru kılınmak isteniyor.
Geneleve giden erkeğe göz kırpan, genelevdeki kadını "orospu" ilan eden erkek ahlakıdır bu, bunun ulusalcılıkla alakası yoktur.
Aynı ahlak, kendisinin uygun görmediği bir hayat yaşayan kadını "fahişe" ilan ederken, sokakta karşılaşıp da zihninde onlarca kez tecavüz ettiği kadının kendi milletinden olup olmadığıyla ilgilenmiyor. Geneleve gidince hiç de kendi milletinden olan kadınları ayırmıyor; "Bacım, sen bizim millettensin, seninle olmaz" demiyor." Sonuç olarak demek istediğim şudur: Kadınlar şu ya da bu milletin, babanın, kocanın, erkek kardeşin, mahallenin, dinin mülkü ya da "namusu" değildirler; her şeyde önce her kadın bir bireydir; hiçbir kadın, ne adına olursa olsun bedeni, cinselliği ya da yaşamı dolayısıyla hiçbir erkek tarafından yargılanamaz, zora, zorbalığa maruz bırakılmaz. İranlı kadınlar ne güzel ifade etmişler: "İnsanları zorla kendi cennetinize götüremezsiniz." Evet, kimse kimseye "öteki dünyadaki cennetini" de bu dünyadaki cehennemini de dayatamaz.
5 notes · View notes
judasizm1 · 10 months
Text
Atatürk düşmanı bir tetikçi cahil ajan..
Tumblr media
CHP'nin koltuğuna yapışıp kalmayan bay kemal "yalan söylemiş!". 90 küsür danışmanının görevine son vermiş ama bu cahil ajanın görevinde olduğunu biliyor muydunuz?
Cumhuriyetimizin ve Atatürkçülüğün temeli "ulusalcılık"tır. Bu tetikçi cahil (açıktan bitirmiş üniversiteyi) ajan, Atatürk'ü ve laik Cumhuriyetimizi faşistlikle suçluyor... Ne güzel değil mi? Atatürk'ün partisi denen partide o partinin başındaki hain tarafından hala chplilerin aidatlarıyla ve devletten aldığı paralarla bu Atatürk düşmanları besleniyor.
Ben Atatürkçüyüm, ben Ulusalcıyım.. Seni besleyen partinin başındaki dikdatör bay kemal dahil hiçbirinize bırakmayacağız Atatürk'ün miraslarını. Bizden çok rahatsız olacaksınız.. Ar damarı çatlamış, pişkinlerin o partinin kapıısından bir daha girmesine izin vermeyeceğiz.. Partiyi, asıl sahipleri olan Atatürkçüler ve "Ulusalcı"lar yönetecek...
Kemal, biz geliyoruz, sen ve çeten gidiyorsunuz...
Bay kemal, sana yakışan en yerinde tarif olsa olsa "BOP Eşbaşkanı yardımcılığı"dır. 13 yıldır BOP Eşbakanı ikdarda kalsın diye elinden geleni yaptın! "Anayasa'ya aykırı ama evet diyeceğim" dediğin yasanın çıkması ile kendi vekilin Enis Berberoğlu'nu hapse sen gönderdin sonra kahraman edalarıyla alkış bekledin! Alkış mı? Hadi ordan pişkin!. CHP tarihinde Baykal ve sen kara leke olarak tarihe çoktan yazıldınız...
Not: "Atatürk'ün askerleriyiz.." sloganından rahatsız olan Kaftancıoğlu'nu da giderken al, unutma!...
6 notes · View notes
pateralba · 7 months
Text
Tumblr media
DÜNYA HEPİMİZE YETER
Peki o zaman sorun ve çözüm nedir?
Bugün yaklaşık 780.000 km² yurtta yaklaşık 80 milyon nüfus müstakil evde konaklarsa yaklaşık 8.000 km² alanı, yaklaşık 500.000.000 km² dünyada yaklaşık 8 milyar nüfus müstakil evde konaklarsa 800.000 km² alanı, küresel toplum araç ve konforuyla dünyanın yaklaşık 1/625'ini kaplar. Tüm insanlar konforu, araçları ve müstakil evleriyle Türkiye yurduna, tüm Türkiye yurttaşları ise aynı durumda Karaman ili ya da Kıbrıs adasına rahatça sığar. Sorun halkın olanın özel mülkiyeti, finans oligarşisi ve tekelci burjuvazinin kâr için dünyayı çöplüğe dönüştürme yarışı ve bu uğurda doğayı ve insanlığı birbirine düşmanlaştırmak için kullandığı türcülük, ırkçılık (milliyetçilik, ulusalcılık) ve sömürüyü sürdürmek için bunları yaratan, kullanışlı bir araç olan inanç bağlamında yaratıcı ve yaratılış efsanesidir. Ve söz konusu kurtuluş reçetesi, yaratılışçının sebep olduğu, inancın, ırkçılık ve cinsiyetçiliğin kendisiyle birlikte çöküşüdür. Adına ister "tanrı, rab, allah, vb." deyin ya da isterseniz metafizikle değil de fizikle ilişkilendirin, bu durum saçmalığın çözümünü ve aklın özgürlüğünü engelleyemeyecek ve gerçeğin önüne geçemeyecektir. Bu konuda evrimden ve klasik yaratılış efsanesi üzerindeki dolaylı etkisinden, yaratılış efsanesini kısmen çürüttüğü için sıkça söz edilmeyecektir.
Konuyu birden çok açıdan az da olsa detaylarıyla incelemeden ve en basit haliyle toplumun her bireyinin anlayabileceği temel bir bakış açısı durumuna getirmeden bana rahat yok. Bu sebeple ilkin tanıştığımız maddelere ve yarattığımız cisimlere, masallara ve hikayelere vb. göre yarattığımız adlar ve yüklediğimiz anlamlarla, yaratılış efsanesinin yaratıcısının "türümüz insan" olduğunu belirtmekte fayda var. Bu reddiye, en az kullanılan olanıyla birlikte çok genel ve basit olarak anlaşıldığı gibi insanı seküler yaratılışın yaratıcı bir bileşeni yapmakla kalmıyor, doğayı-evreni bütünsel olarak ele alışıyla yine doğayı-evreni bir bütün olarak seküler yaratıcının kendisi yapıyor. Bu bizi kendi içinde kendini yaratan bir doğa anlayışına, doğanın bütünselliğiyle kendi içinde kendini yaratan evren anlayışına, "doğa evrendir" anlayışına götürüyor. Elinde sihirli bir değneği olan gökteki sinirli bir adamdan daha akılcı bir anlayış olduğu kesin.
Bir başka reddiye ise etimoloji aracılığıyla ulaşılandır; etimoloji, yani köken bilimi ırkçılık ve cinsiyetçilik bağlamında insanlığa ve dünyaya büyük zararlar verdiyse de dil-bilimsel yönüyle yaratılış efsanesini kendi yarattığı ırkçılık ve cinsiyetçilikle birlikte "kolay yoldan" çöpe dönüştürdü. Etimolojik olarak ele aldığımızda ne kadar "tanrı, rab, allah, vb." bir otorite belirten kelime varsa zamanının materyalist anlamda efendisi anlamına geldiği görülmekte. Bu da akılcı bir reddiye ama Marx'ın "Radikal olmak, şeylerin kökenini kavramaktır." tespiti ve tarihin her şeyi kapsayan bütünselliği ile birlikte buna eklemlenmesiyle birlikte sonuncu reddiyemizi diğerlerine göre daha da muhteşemleştirecek.
Önce sorunu varlık ve süreğenlik sebebiyle birlikte ele alıp, sonra çözüm odaklı düşünelim. Ne de olsa bu konuyu birden çok açıdan inceleyebiliyor oluşumuz konuyu her anlamda çözüme gebe bırakıyor, özgürlükten kaçış yok. Bu konuda en büyük hata, hatayı olduğu gibi, toplumun ve bireyin kökenini ve yapısını sorgulamadan miras olarak iyisi, kötüsü, doğrusu, yanlışı, gerçeği, yalanı ve yanılgısıyla kabul edip yinelemektir. Diğeri ve en çok yapılanı ise içi boş bir reddiye olarak "göremiyorum, o halde yoktur" diyerek Marx'ın "Görünen gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı." sözüne kulak vermeden konuyu doğrudan bir kenara bırakmaktır. Aslında bu özgürlüğe karşı özgür taklidi yapmaktır, henüz çözümsüz bir inançtır.
Oysa inanç öğrenmeyi baltalar, bilginin önüne geçer ve kimilerinin dediği gibi bilmek huzursuz etmez, her çözüm insan aklını daha da rahatlatır, inanç ise rahatlatsa da iyi gelmez, tıpkı maddenin bağımlısına iyi hissettirmesi gibi iyi hissettirir ama yarattığı kafa karışıklığıyla akıl sağlığını bozar. Dahası "inancın yerine bilinci ve güveni" koymayan bir toplumda inanç iyi insanlara kötü eylemler yaptıran bir araç olabilir. Örnek olarak ilkin hümanist, sevgi dolu ve inançsız bir insanı düşünelim, bu insan öldürmeyi içeriğinde barındıran bir öğretiyi inanç biçimi olarak kabul görürse kötü eylemler yapabilir. Dahası inanç odaklı yaşayan bir toplum düşünelim, bu toplumda kalabalığın bulunduğu bir ortama dürüstlüğüyle tanınan bir yalancı gelerek "buradaki kalabalığın yedisi ..." diye yalan dolayısıyla hakaret ederse sözün muattapları yalanın altında kolaylıkla ezilebilir. Sonuç olarak insanın kötüsü olmaz ama insana kötü eylemler yaptıran inanç kötüdür! Marx'ın da dediği gibi "Din halkın afyonudur!" Burada, akıl sağlığı açısından bilince ve güvene karşı olan inancın reddiyesi, sağladığı özgürlük kapsamını da ele alırsak oldukça etkilidir.
Bir başka reddiye ise "adı var, kendisi yok" akılcılığının "adı ve kendine aldananlara etkisi var ama kendisi yok" boyutuyla varlığıdır. "Evet, bir kavram olarak kullandığımız inanç, yaratıcı, yaratılış, tanrı, allah, rab vb." kelimeler bugün eskiden olduğu anlamıyla içini dolduramasa da var, yani aslında bunlara bugün yüklenilen anlamlarıyla psikolojik rahatsızlık boyutuna evrilen "adı var kendi yok" şeyler diyebiliriz ama bunların yerine geçen "finans oligarşisinin" bunların her türlü etkisini kendi çıkarları uğruna kullandığını söyleme dürüstlüğünü göstererek "adı var kendi yok" demeliyiz. Bunu bir önceki paragrafta ve en çok yapılan reddiyeden sonra tercih edersek kafalardaki bulanıklığı gidermiş oluruz.
Bir başka reddiye ise sözü edilen otorite ya da otoriteleri korku vb. iktidarı olarak ele alıp yapılandır ama tek başına kabul görüldüğünde birey açısından rahatsız edici eylemlere neden olabilir, ne de olsa yalan da olsa aklında korku otoritesi olması kimsenin yararına değildir. Beynin bağlantısallık, birleştirme ve çağrışım yaparak geliştiğini ve yapılandığını bilen çoğu insan beynindeki travmalar bütününe yaratıcı dediğini fark eder.
Evde aile, sokakta serseri, okulda eğitimci, mecliste şoven, televizyon, radyo ve sosyal medyada vb. terör ve suçun her türlüsüyle bir korku otoritesi. Zaten terör kelime anlamıyla baskı ve yıldırma anlamına geldiği için söz konusu otoriteye sermayenin ve terörün bekası için ihtiyaç duyulduğu da basitçe anlaşılır. Dolayısıyla sermaye güçlerinin iç çatışmaları da bu kullan-at gibi görünen araçlara yer yer ve zaman zaman yön veriyor. Bir de beynin yapısını çok zaman önce çözerek onda köleci yollar örüp tarikatlara bağlayanlar var. Artık adlarına ne dersiniz bilemem ama bu şey insan emeğine, aklına ve özgürlüğüne karşı çığırından çıkmış görünmektedir. Sonuç olarak inanç "net olarak" kötüdür; o şarlatanların ekmek kapısıdır. Son reddiyemiz tümleşik durumda olandır. Bu reddiyede korku iktidarının oluşumunu, gelişim sürecini ve ne için kullanışlı olduğunu bütünselliğiyle ortaya koymak gerekiyor. İlkin sözünü ettiğimiz "ad verme yeteneğimizi" sorgulamalıyız.
Bu zaman, buzul çağında mağaralara avlarımızın resimlerini çizerek hiyeroglifler oluşturduğumuz zamanlara uzanıyor. Yani kimse dili yüklü gelmedi, dolayısıyla hiçbir insan doğuştan bir ulusu olarak doğmadı, ulus insandan sonra ve buzullar eridikten sonra avcı-toplayıcı atalarımızın aynı nesnelere doğadan etkilenerek farklı adlar takmasıyla ve yine insanın sistemleştirdiği bir dili öğrenmesiyle var olan insan yaratımı bir şeydir, yenisini yaratmak da büyütülecek bir şey değildir, bu durum fantastik ya da bilim kurgu roman ya da filmlerde de karşımıza çıkabilecek bir şeydir. Ulusların avcı-toplayıcı ya da yerleşik hayat süreçlerine bakarsak, köleci (ilk sınıflı toplum) topluma geçmeden önce doğalarına yabanc��laşmadan ilkel de olsa "komün yaşadıkları" görülmektedir.
Aynı uluslar eşitsiz-bileşik gelişme yasasına (her yerde farklı zamanlarda ve aynı olması sebebiyle) uygun olarak doğacı din insanlarının etkisinde, her faklı doğacı din insanının tohumu vb. keşfiyle, bu keşif sonucunda yüce vb. sanılmasıyla, dolayısıyla ileride kendisini planlamadan, çoğunlukla bedeni güçlü avcı-toplayıcıyı ürün deposundan, geriye kalanları da bahçeden sorumlu kılmasıyla iş bölümü yaparak ilk sınıflı toplum olan köleci topluma geçiş süreçlerini başlattı. Dahası insan da tohumlara benzetilerek ve kimi insanlar yüceltilerek zamanla ırkçılığın temelleri de atıldı.
Oysa aynı doğacı din insanı ki din aslına uygun olarak tin diye akıl anlamına gelirken yalnızca doğayı yüce ilan ediyordu ve toplumun duyguları doğaya göre şekilleniyordu. Bu geçiş süreçlerinde sorun yaşanmadı ama kuraklık ya da ürün çürümesi başladığında ve bu din adamı çözüm için "yaratıcı ya da yaratıcılarla" iletişime geçmesi gerektiğini iddia edip şarlatanlığa başvurduğunda sorun başlamak üzereydi. Bahçe emekçisi bu şartlarda hakkını istediğinde, planlamadan sorumlu olan din adamı avcı-toplayıcı depo sorumlusunu tıpkı "asker doğdun" der gibi "sen onlardan yücesin, isyanı bastır" deyip kendi yüceliğine ortak ettiğinde sorun büyüdü ve asker halkı bastırdı. Sınıflı toplum, ilk örneği köleci toplum olarak farklı versiyonlarıyla böyle başladı diyebiliriz.
Ama uluslar yerlerinde durmadılar, büyüdüler, karşılaştı ve rekabet edip, dövüşüp kaynaştılar. Bütün bunların sonucu olarak da günümüz anayasalarına varana kadar emek-sermaye çatışmasının etkisinde toplum sözleşmeleri oluşturma gereksinimi duydular. Örneğin henüz köleci topluma geçmeden ama iş bölümü varken, bir figür olarak Lilit ve eşi yaklaşık olarak aynı fiziksel kuvvetlerdedir, bu sebeple kadının erkekle eşit bir figürü olarak Lilit üretim araçlarından uzaklaştığında, üretim ilişkisi değiştiğinde ilişkide sorun yaşanır. Yaratılışçı ve planlamadan sorumlu şarlatan din adamı cinsiyetçiliği başlatarak kadına "eve git ve çocuk bakımıyla sınırlan" dediğinde üretim araçlarından da uzaklaşan kadının üretim ilişkilerinde yeri olmadığı için zamanla toplum sözleşmesinde (sözde kutsal kitaplarda) miras hakkı da elinden alınır, çünkü üretim biçimi ve üretim ilişkileri toplum yapısını her zaman değiştirir.
Ayrıca bu durum kadının zamanla evrim geçirmesine ve fiziksel olarak erkeğe göre zayıf kalmasına da sebep oldu. Farklı bir süreçte ise, örneğin köleci toplumun başlarında, emekçiler yasalarla boğulurken, sözde ilk kadın ve ilk erkek (bunlar yalnızca figürdür), rabdan "bahçedeki meyveyi yemeyeceksiniz" uyarısını alır ama yılan figürüyle şeytan (İbranice'de düşman anlamına gelir) "'bilme ağacındaki meyveyi yemeyin' diyor, çünkü yerseniz siz de onun gibi her şeyi bileceksiniz" der. (Tıpkı düzgün beslendiğimizde bireysel ve toplumsal başarı seviyemizin artmasına karşı yeme orucu telkini gibi.) Rab ise Tevrat'a göre yürüyerek gelir ve "ben yeme dedim, siz yediniz" diye belirtir, yani rabbın ayağı vardır, o bir bireydir ve etimolojide (köken biliminde) de tıpkı tanrı, allah vb. gibi efendi anlamına gelir. Bu olay daha önce bahsettiğim halkın hakkını araması durumunun öncesi gibidir ve bahçeden kovulurlar, bu da yazılı tarihe tıpkı önceki toplum sözleşmelerine yansıdığı gibi değişerek yansır, suç yasayı var eder.
Önceki durumda yüce sanılan din adamının, depodan sorumlu bekçi avcı-toplayıcıyı da yüce kılması tıpkı Kuran'da "biz yaptık, biz yarattık, biz kıldık" gibi cümlelerdeki gibi toplum sözleşmelerinde etkili olan ulusiçi ve ulusdışı rekabetlerde efendiler arasında ya da asker ve din adamları arasında paylaşılan iktidar sebebiyledir. (Örneğin Zuhruf suresinin 32. ayetinde "biz kimini, kimine, iş gördürebilmeleri için derecelerle üstün kıldık" der ki bu açıkça biz toplumu mülkiyete göre patron ya da işçi yaptık demektir. Dine metafizik açıdan bakanların bu konuda düşünceleri burada da çöpe gider, çünkü sınıflı toplumda önceden burjuva olup sonradan emekçi olan ya da önceden emekçi olup sonradan burjuva olan birçok insan vardır. Açıkçası onlar kutsal dedikleri kitaplara bütünsel olarak bakmalı ve tek yanlışta silip atmalılardır ama ne yazık ki sermayenin tedaviye müsade etmediği takıntıları sebebiyle anlamsızlığı yol edinmişlerdir.)
Rekabet (savaş, ticaret vb.) diyorum, çünkü kutsal kitap dedikleri bildiğiniz günümüz anayasaları gibi emek-sermaye çatışmasından var olan, zaman zaman emek cephesinin, zaman zaman da sermaye cephesinin sözünü işlediği, ağırlıklı olarak sermaye tekelinde oluşturulduğu için çoğunlukla sermayeden yana toplum sözleşmeleridir ve oluşturulduğu sürecin bilincini yansıtır. Ulusların dünyanın farklı yerlerinden gelip aynı coğrafyalarda buluşmasıyla toplum sözleşmelerinde etkili olan rekabetçi sermaye, bu süreçteki finans oligarşisi gibi o sürecin efendisi allah, tanrı ya da rab vb. birbirleriyle olan her türlü rekabet sonucu birbirlerine örneğin Arapça resul ya da Farsça peygamber denilen ve aynı anlama gelen elçi sıfatıyla sözcüler yolladı ve sürecin kurallarını oluşturmada etkili olup halk ya da sermaye çıkarına yasalar oluşturdular.
Örnek olarak bu sözcüler ya da doğrudan efendiler sermayenin ya da halkın çıkarına kazanımlar elde edince, halk ya da sermaye, diğerine muhammet (övülmeye layık) ya da ali (yüce) gibi sıfatlar taktı. Tüm bunlar, örneğin Kuran'da alfabenin Arapça olmasına karşı birden çok dilden kelimelerin bulunması, bize bu toplum sözleşmesinde uluslararası rekabetin etkisi olduğunu gösteriyor. Ama dahası bu toplum sözleşmeleri başkalaşım geçirdi ve bunlara var olan ya da olmayan bireylere dair birçok anlam yüklendi, bin yıllarca değiştikten sonra, tek kitapta kalıcılaşıp, bir de yetmezmiş gibi etkinliklerini tam olarak sermaye çıkarına çalışan ve beyne köleci kilitler kuran yine köleci tarikatlara bıraktılar.
"Peki tüm bunlar neden hala varlar?" Bu cevabı önceden verilmiş bir sorudur. Marx "Yaşadıklarımızın yanında, çağı geçen üretim tarzlarının devam etmesi sonucu olarak 'dünün mirasının' beraberinde getirdiği bir sürü derdi, çağımıza ait sosyal ve siyasi ilişkilerle birlikte yüklenmek zorundayız. Yalnız yaşayanlardan değil, ölülerden de çekeceğimiz var." derken bugünleri önceden yorumlamış ve "Dinler halk yığınlarının dine gereksinimlerini sezen insanlar tarafından yaratılır." diyerek soruyu cevaplamış. Biz de buna ek olarak ilgili başka soruları yine ilgili alıntılarla cevaplayalım.
Din nedir?
Mao : Din bir zehirdir.
Marx: Marksizm bütün modern dinleri, kişileri ve her türlü dinsel örgütü, işçi sınıfının sömürülmesini ve ezilmesini savunmaya hizmet edecek burjuva gericiliğinin birer aracı olarak görür.
Din neyi öğütler, ne işe yarar ve neye sebep olur?
Engels: Hristiyanlığın toplumsal ilkeleri korkak olmayı, kendini aşağı görmeyi, kendini alçaltmayı, boyun eğmeyi, düşkünlüğü öğütler; ayak takımı yerine konmak istemeyen proletarya, bu durumda, ekmeğinden çok cesaretini, onurunu, gurunu ve bağımsızlık duygusunu gereksemektedir.
Engels: Halkı manevi yollarla dizginlemek gerektiği zaman, din, yığınlar üstünde ilk ve başlıca etkileme aracı olmuş ve hala da olmaya devam etmektedir.
Lenin: Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkasının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar.
Lenin: Ömürleri boyunca didinip yokluk içinde yaşayanlara, bu dünyada iken "boyun eğer olmak ve tanrısal bir ödül umuduyla avunmak" din ile öğretilir.
Mao: Bir ülkede sık sık dinden ve tanrıdan söz ediliyorsa ya malınıza ya da canınıza kasıt vardır.
Yaratıcıyı kim yarattı?
Lenin: Tanrıları yaratan korkudur.
Din ve kapitalizm arasındaki ilişki nedir?
Marx: Nasıl ki dinde insan, kendi beyninin ürünü olan şeylerin egemenliği altına girmişse, kapitalist üretimde de insan, kendi elinin ürünü olan şeylerin hükmü altına girer.
Lenin: "Yenilenmiş, daha kurnaz bir din verin." İşte burjuvazinin otokrasiden talep ettiği budur.
Din etkisini en çok kime ve ne için gösterir?
Lenin: Din etkisini neden en çok geri kalmış kent proletaryası, yarı-proletarya ve köylü kitlesi üzerinde göstermektedir? Burjuva ilerici aydınları, radikaller ve burjuva maddecileri bu soruya "cahil oldukları için" diye cevap verirler. O zaman da "Kahrolsun din, yaşasın dinsizlik! Ateist görüşleri yaymak başlıca görevimizdir." diye haykırmaya başlarlar. Marksistler ise, bunun doğru olmadığını, aldatıcı bir görüş olduğunu, dar görüşlü burjuvaların fikri olduğunu söylerler.
Bu görüş dinin kökenini yeterince açıklamaz, açıklar da, maddeci biçimde değil, ülkücü biçimde açıklar. Modern kağitalist ülkelerde bu kökler genellikle toplumsaldır. Bugün dinin en derine uzanan kolu, emekçi kitlelerin toplumsal ezikliği ve hergün her saat emekçilere dayanılmaz acıları, savaş, deprem vb. doğal afetlerden çok daha beter kahırları çektiren kapitalizmin karanlık güçleri karşısındaki çaresizliğidir. İşte dinin en derin kökleri bu toplumsal gerçekte aranmalıdır.
Dine karşı ne yapmalıyız ve harekete geçtiğimizde ne ile karşılacağız?
Erich Fromm: Bir öğreti ne kadar mantıksız olursa olsun, toplum tarafından kabul edilerek güç kazandığında, milyonlarca insan toplum tarafından dışlanmayı hissetmektense o öğretiyi kabullenmeyi tercih edecektir.
Marx: Boğuşacak ne kadar çok düşman var. Önce her şekliyle, her cismiyle gericilik.
Marx: İnsanların mutluluğu için ilk şart dinin ortadan kaldırılmasıdır.
Marx: Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini aşmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek demektir.
Marx: Dini ön gerektiren devlet, henüz gerçek ve doğru devlet değildir.
Marx: Devlet Hristiyan, Yahudi de Yahudi olarak kaldıkça birinin özgürleşmeyi bahşetmeye güç yetiremezliği gibi, diğeri de elde etmeye güç yetiremezdir. (...) Yahudi, Hristiyan devletten özgürleşmek istemekle, Hristiyan devletin kendi dinsel önyargısını bir kenara bırakmasını istiyor. Peki Yahudi, kendi dinsel önyargısından vazgeçiyor mu? O zaman bir başkasının kendi dininden vazgeçmesini istemeye hakkı var mıdır?
Marx: Ortada ayrıcalıklı bir din yoksa, din de yok demektir. Dinin gücünü çekip alırsanız din diye bir şey kalmaz.
Lenin: Dine karşı savaşmalıyız, bu, her türlü maddeciliğin ve doğal olarak marksizmin ABC'sidir.
Lenin: Gericilik baskıyla değil, insanların eğitilmesiyle yok edilir. Baskılamak, onu canlandırmaktan başka bir işe yaramaz.
Örneğin Sovetlerin ilk yıllarında müslüman işçilere ve köylülere şu çağrı yapılıyordu: İnanç, örf ve adetleriniz, milli ve kültürel kurumlarınız şu andan itibaren serbest ve dokunulmazdır. Kendi milli hayatınızı tam bir özgürlük içerisinde düzenleyin.
Lenin: Dinsel önyargılarla savaşırken son derece dikkatli olmalıyız; kimileri, dinsel duyguları inciterek bu savaşımda çok zarara yol açıyorlar. Propagandayı ve eğitimi kullanmalıyız. Savaşımı aşırı sertleştirmekle yalnızca halkın öfkesini uyandırabiliriz; böyle savaşım yöntemleri, halkın dinsel yollar boyunca bölünmesinin sürmesine vesile olur, oysa bizim kuvvetimiz birliktedir. En derin dinsel önyargı kaynağı yoksulluk ve bilgisizliktir; savaşmamız gereken kötülük de budur.
Lenin: "Din, kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir." Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet açısından ele alındığı sürece, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak partimiz açısından dini kişisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle ilişkisi olmaması, dinsel kurumların hükümete değin yetkileri bulunmaması gerekir. Herkes istediği dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak tüm sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalıdır.
Lenin: Proletarya, dinin devletten ayrılması için, dini kişisel sorun durumuna getirecektir. Proletarya, ortaçağ kalıntısı küflenmiş görüşlerden arınan bu siyasal düzende, din aldatmacasının kaynağı olan ekonomik köleliğin kalkması için açık ve yaygın mücadele edecektir.
Lenin: Din konusunda marksizmin görünüşteki "ılımlılığının" kimseyi ürkütmemek vb. endişesinden doğduğunu düşünmek çok yanlış olur. Tam tersine bu konuda da marksizmin siyasal çizgisi, felsefe ilkeleriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır.
Lenin: Burada elbette tanrıya inanmadığımızı söylüyoruz ve bizler; din adamları, çiftlik sahipleri ve burjuvazinin sömürücü çıkarlarını korumak için tanrı adına konuştuklarını çok iyi biliyoruz.
Lenin: Yurttaşlar arasında dinsel inançları nedeniyle ayrım yapılmasına kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir yurttaşın dininden söz edilmesine de son verilmelidir.
Engels: Din eleştirisinin sonucu şudur: İnsanın en yüksek özü insandır. İnsanı, aşağı, köle, terk edilmiş, acınacak bir öz yapan tüm ilişkiler yok edilmelidir.
Konuyu farklı bir açıdan da ele alalım, birbirleriyle ilişkili en çok anılan dinlerin kitaba bağıl anlayışlarını, kurtuluş ve mülkiyet ilişkisini inceleyim. Konuyu da huzur verici bir varsayımdan sonra yaratılışçılığın sebep olduğu cinsiyetçilik ve ırkçılığa (milliyetçiliğe, ulusalcılığa) alıntılarla bağladıktan sonra kapatalım. Örneğin yahudilik, mezmur 24'e göre "mülk rabbindir" ve levililer 25'e göre "mülk satılmayacaktır, çünkü benimdir" der ve bir yandan "her şeyi rabbe bırak" derken diğer yandan da "kötü amaçlarına kavuşanlara kızma ve üzülme" diye öğütler. Bu durumda egemen sınıf, mülkü de, bunlara inanıp tevekkül eden işçinin emeğini de, onu mezara gömene kadar kolaylıkla sömürür. Nihai öğüdü "bu dünyadaki acılarına ve acı çektirenlere sabret" olarak ortada. Bu dinde bir çeşit yaratıcının bireyi yaşarken de kurtarabileceği belirtiliyor.
Hristiyanlığın kilise tipi manorlara "rabbin malikanesi" diyerek emek gasp ettiği süreçler biliniyor. "Lazarus ve Zengin Adam" hikayesinden hristiyanlığın yoksullara "bu dünyadaki acılarına boyun eğersen, öteki dünyada cennet senindir" öğüdünü çağrıştırdığını biliyoruz. Nihai öğüdü "acı çektirenlere, yani egemen sınıfa da sabret ki ölünce kurtulasın" olarak ortada. Bu din daha kurnaz bir hal almış, rabbe ait olanı "kilise tipi manor" dediğimiz malikanelere indirgemiş ki dinin etkisini gösteremediği kimi egemenler de rahat mülk edinsin. Ayrıca bireyin öldükten sonra kurtulabileceğini belirtiyor.
Müslümanlık ise tevbe suresinin 116. ayetine, mümin suresinin 16. ayetine ve mülk suresinin 1. ayetine göre "mülk allahındır" der. Ama bu konuda daha önce belirttiğimiz Zuhruf suresinin 32. ayetine göre "biz, kimini, kimine iş gördürebilmeleri için derecelerle üstün kıldık" derken "kiminizi patron, kiminizi işçi yarattık" der. Mülk suresinin 2. ayetine göre de "allah hanginizin daha iyi iş yapacağını sınamak için ölümü ve yaşamı yarattı" der. Furkan suresinin 20. ayetine göre "bir kısmınızı, diğer kısmınıza imtihan vesilesi kıldık; bakalım sabredecek misiniz" der ve sonuç olarak nihai öğüdü "sen sınavdasın, biri yer biri bakarken sabır ve şükür ile sebat edersen cennet senindir" olarak ortada
Bir yandan da "cehennem korkusu" ile işçileri sindirmeye çalışarak egemen sınıfın dayatmalarını kabullenilir duruma getirmeye çalışır. Bu din daha kurnazlaşmış durumdadır. Hem egemen sınıfın hem de ezilenlerin konumunu değişmez kılmaya çalışırken, hem de "ama zaten mülk benim değil" yanıltmasıyla ezilen işçileri uyuşturarak, ezilenlere "kaderimiz böyle" safsatasını yutturmayı amaçlar. Yine egemenlere konforu, ezilenlere acıyı ve öldükten sonra egemen sınıfın belirlediği koşullara göre kurtuluşu vaat ediyor.
Finans oligarşisinin otokrasiden neden "küresel ve daha kurnaz olan tek bir din" istediğini ve bu sebeple inanç sistemlerini sentezlemeye çalıştığını, hatta kimilerinin kutsal denilen kitaplar için "kendi dillerinde okunmasınlar, çünkü ateist yapıyorlar" dediğini şimdi daha iyi kavradıysanız, artık nitelikli robotlar vb. gibi korku-kontrol aygıtları üretip dünyanın yörüngesinden insanlığı bir çeşit ortak frekansla o aygıta da bağlasalar, emeğin, bilimin ve dolayısıyla gerçeğin tüm yalanlar karşısındaki zaferini engelleyemezler. Umuyorum ki artık hepiniz inançsızsınız ve yalnızca kimileriniz bunun farkında değil.
Daha önce yukarıda belirttiğim gibi konuyu cinsiyetçiliğe, daha sonra da ırkçılığa (milliyetçiliğe, ulusalcılığa) bağlayarak sorularımıza alıntılarla cevap verelim. Cinsiyetçiliğin kökeninden yine yukarıda söz ettik ama kadın neden hala 2. sınıf insan olarak anılıyor? Lenin "Nerede mülk sahipleri, kapitalistler ve tacirler varsa, orada yasa önünde erkek ile kadın arasında eşitlik olamaz." diyerek bu sorunun cevabını çok önceden yanıtladı.
Kadın ne zaman köle oldu?
Engels: Analık hukukunun yıkılışı kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi oldu. Evde bile yönetimi elinde tutan erkek oldu; kadın aşağılandı, köleleşti ve erkeğin keyif ve çocuk doğurma aleti haline geldi.
Kadının bugünkü ekonomik-toplumsal durumu nedir?
Marx: Kadınlar tarlada çalışıyor, çocuk doğuruyor, kocalarına, çocuklarına, diğer akrabalara bakıyor. Bu nedenle eğer ailesel bir sorun ortaya çıkarsa tüm dünyaları başlarına yıkılıyor. Bunların yanında, tüm dünyada ezilen kadınların karşılaştığı benzer baskı ve şiddet, kırsal kesimde daha da yoğunlaşmakta ve yaşamı çekilmez kılmaktadır, özellikle de genç kadınlar için.
Marx: Gençler üzerinde, dışarıdaki gelenek otoritesi ve ev içerisinde baba otoritesi yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Kendini yaşayamayan, ifade edemeyen gençlik bunalıma girmektedir. Kente göç sonucunda küçük konutlarda kendisine ait odası bulunmayan, yalnız kalamayan, yaşıtlarıyla, özellikle de karşı cinsle iletişim kurması engellenen gençlerin tüm yaşamsal istem ve enerjileri erkek egemen baskı sonucu engellenmekte ve yok edilmektedir. Genç erkekler daha şanslıdır, çünkü "çalışma bahanesiyle büyük şehirlere" giderek aile otoritesinden kaçabilmektedirler, ancak genç kızların tek kurtuluşu evliliktir ve evlilik de kadının gerçekten özgürleşmesini sağlamamaktadır, erkek egemen feodal ilişki bu evlilikte yeniden üretilmektedir. Aile içi otoriteden kurtulmak için evlenen genç kız çoğu zaman aynı özellikli bir aileye gitmektedir. Evlilikte özgürlüğüne müdahale edenlerin sayısı artmaktadır.
Marx: Çapkın burjuva evliliğe yan çizer ve gizlice zina eder; tacir mülkiyet kurumuna yan çizer, spekülasyon, dolaylı iflas yoluyla başkalarını mülkiyetlerinden eder, genç burjuva kendisini ailesinden bağımsızlaştırır, elinden gelirse, kendisi için pratik olarak aileyi dağıtır; ama evlilik, mülkiyet, aile, teorik olarak, dokunulmadan kalır; çünkü onlar, pratik olarak, burjuvazinin üzerlerine egemenliğini kurduğu temellerdir; çünkü onlar, burjuva biçimleriyle burjuvayı burjuva yapan koşullardır; tıpkı durmadan yan çizilen yasanın dindar yahudileri dindar yahudiler yapması gibi.
Engels: M. H. yirmi yaşında, iki çocuğu var; ikincisi henüz bebek ve ona biraz daha büyük olan kardeşi bakıyor. Anne fabrikaya sabah saat beşi biraz geç gidiyor, akşam saat sekizde dönüyor; tüm gün göğsünden süt geliyor, giysileri de sırılsıklam oluyor. (...) Çocukları sakin tutmak için uyuşturucu kullanılmasını da bu rezil sistem besliyor ve fabrika yörelerinde çok yaygınlaşmış bulunuyor.
Marx - Engels: Modern karı-koca ailesi kadının üstü açık ya da kapalı ev köleliği üzerine kurulur. İşte modern toplum, adeta kendi moleküllerini oluşturan bu tip ailelerin biraraya geldiği bir kitledir.
Lenin: Bütün uygar ülkelerde, en ilerilerinde bile, kadınlar gerçekten evcil kölelerden başka bir şey değildir. Hiçbir kapitalist devlette, en özgür cumhuriyetlerde bile, kadınlar tam eşitlikten yararlanmaz.
Lenin: Kadınları da çekmeden kitleleri siyasete çekemezsiniz. Çünkü kapitalizm altında insan türünün kadın yarısı iki kat baskı altındadır. Çalışan kadın ve köylü kadın, sermaye tarafından ezilir, ama bunun ötesinde, en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, her şeyden önce, yasa onlara erkeklerle eşitlik vermediği için bazı haklardan yoksun kalırlar; ve ikincisi (ve asıl mesele bu) hane esaretinde kalırlar, "ev köleleri" olmaya devam ederler, çünkü mutfakta ve aile evindeki en sefil, yıpratıcı ve boğucu emeğin ağır yükü altında ezilirler.
Kadın - erkek çatışması doğal mıdır, sınıfsal mıdır?
Engels: Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içinde gelişmesiyle; ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana rastlar. (...) Aile içinde erkek burjuvadır, kadın proletarya rolünü oynar.
Kadının aşağılanması erkek için ne ifade etmelidir?
Marx - Engels: Kadın cinsinin aşağılanması aynı zamanda hem uygarlık hem de barbarlığın özsel bir özelliğidir, şu tek ayırımla ki, uygar düzen, barbarlığın yalın biçimde uyguladığı kusurlardan her birini, çift yönlü, belirsiz ve ikiyüzlü, bileşik bir varoluş biçimine yükseltir. (...) Kadının kölelik içinde tutulması olgusundan kimse, erkekten daha derin biçimde cezalandırılmamıştır.
Marx - Engels: Tarihsel bir dönem içindeki değişim, kadının özgürlüğe doğru ilerleyişiyle belirlenebilir çünkü burada zayıfın güçlüye ya da insanın vahşete olan ilişkisi apaçıktır. Kadının erkeğin egemenliğinden kurtuluş derecesi, özgürlüğün en doğal ölçütüdür.
Kadının kurtuluşu nasıl gerçekleşebilir?
Marx: (...) kadınların ve gençlerin üretime sokulması özü bakımından ilerici bir olaydır. Şüphesiz iş gününün düzenlenmesi, sağlıklı çalışma koşulları vb. onlar için çok gereklidir ama kadınların ve gençlerin sanayide çalışmasını yasaklama ya da bu çalışmayı dışlayan ataerkil yaşam düzenini ayakta tutma çabası gericilik olur ve ütopyadır.
Engels: Kadının kurtuluşunun gerçekleşebilir bir duruma gelmesi için, önce; geniş bir toplumsal ölçek üzerinde üretime katılabilmesi ve ev işlerinin onu yalnızca çok önemsiz bir ölçüde uğraştırması gerekir. Bu da, ancak, yalnızca kadınların geniş ölçüde çalışmasını kabul etmekle kalmayıp, ayrıca bunu kesinlikle gerektiren ve özel ev işini gitgide bir kamu sanayii yapmaya yönelen modern büyük sanayi ile olanaklı duruma geldi.
Lenin: İşçi kadınların özgürlüğe kavuşmaları bizzat kendi davaları olmalıdır.
Lenin: Yasa önünde eşitlik, henüz yaşamda eşitlik değildir. Emekçi kadın, yalnız yasa önünde değil, bilakis yaşamda da erkekle hak eşitliğini kazanmalıdır. Bu amaçla, emekçi kadınların kamu kurumlarının yönetimine ve devletin yönetimine gittikçe daha güçlü katılmaları zorunludur.
Lenin: Proletarya, kadınlar için tam özgürlük sağlamadıkça özgür olamaz.
Lenin: Milyonlarca kadın bizimle olmaksızın, proletarya diktatörlüğünü yürütemeyiz, komünist inşaya girişemeyiz. Onlara ulaşmanın yolunu aramalıyız, bu yolu bulmak için incelemeli ve denemeliyiz.
Lenin: Biz, kapitalizm altında büyümüş, kapitalizm tarafından yoksun bırakılmış ve bozulmaya uğramış ama kapitalizmle mücadelenin çelikleştirdiği o erkek ve kadınlarla sosyalizmi kurmak istiyoruz.
Toplumsal kurtuluş için demokratikleşme adı altında özgürlük yeterli midir?
Lenin: Onlara sorun! Hangi cinsin hangi cinsle eşitliği? Hangi ulusun hangi ulusla eşitliği? Hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği? Hangi boyunduruktan ya da hangi sınıfın boyunduruğundan kurtuluş? Hangi sınıf için özgürlük?
Lenin: Demokrasi, kapitalizmin ezdiği yığınlar için, bu arada ezilmiş cinsiyet için olan bir demokrasi bile, bize yetmez.
Kapitalizm milliyetçiliği nasıl kullanır?
Lenin: Savaş proletaryayı bölüp sindirir, kapitalistlerse savaşla zenginleştikleri, ulusal ön yargıları kışkırttıkları ve tüm ülkelerde, en özgürlükçü ve cumhuriyetçi olanlarında bile hortlayan gericiliği güçlendirdikleri için bundan faydalanırlar.
Engels: Liberal iktisat, ulusları çözerek düşmanlığı evrenselleştirmek, her biri ötekilerle özdeş çıkarlara sahip diye insanları birbirini yiyen canavar sürülerine (Rekabetçiler başka nedir ki?) dönüştürmek için elinden geleni yaptı. Bu hazırlık çalışmasından sonra amacına, ailenin çözülmesine ulaşmak için atılacak yalnızca bir adım kalmıştı. Bunu gerçekleştirmek üzere, ekonominin kendi güzel icadı "fabrika sistemi" yardımına geldi.
Ulusun egemenliği, bağımsızlığı mıdır?
Lenin: Sermaye özgürlük değil egemenlik ister.
Lenin: Ezen ulusların işçilerine okulda ve yaşamda, ezilen ulusların işçilerine tepeden bakmaları, onları küçük görmeleri öğretilir.
Lenin: Bir ulusun bağımsızlığı onun egemenliği ile karıştırılmamalıdır.
Manifesto: Burjuvazi tıpkı köyleri kentlere bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı-barbar ülkeleri uygar ülkelere, köylü ulusları burjuva uluslara, doğuyu da batıya bağımlı kılmıştır.
Manifesto: Bir ulusun kendi içindeki sınıflar arasındaki karşıtlık yok olduğu ölçüde, o ulusun başka bir ulusa olan düşmanlığı da yok olacaktır.
Ezilen ulus sorunu nasıl ortadan kalkar?
Marx: İnsanın insan tarafından sömürülmesi ortadan kaldırıldığı ölçüde, bir ulusun başka bir ulus tarafından sömürülmesi de ortadan kaldırılmış olacaktır.
Lenin: Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir. Çünkü her ulusta, yaşam koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, sömürülen bir emekçi yığını vardır.
Lenin: Ulusal kültür sloganı (çoğu kez kara yüzlerin ve papazların ilham ettiği) bir burjuva aldatmacasıdır. Bizim sloganımız, demokratizmin ve dünya işçi hareketinin enternasyonal kültürü sloganıdır.
Lenin: Bizim amacımız, insanlığın sınıflara bölünmesini yeryüzünden silerek, insanın insanı ve bir ulusun başka ulusları sömürmesini yeryüzünden silerek, bütün "savaş olasılıklarını" zorunlu olarak ortadan kaldıracak olan sosyalist (komünist) toplum düzenini kurmaktır.
12 Mart 1952 SSCB Kanunu'nda "Savaş çıkarmak, savaş propagandası yapmak insanlık suçudur." yazıyordu.
Lenin: Bizim sosyalizme bağladığımız şey "ulusların hürriyet ve birliğinin politik biçimi" olan dünya birleşik devletleridir.
Mao: Ulusal mücadele, eninde sonunda bir sınıf mücadelesi meselesidir.
Milliyetçilik neden yok oluyor?
Manifesto: Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık her geçen gün biraz daha olanaksızlaşmakta, çok sayıda ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı doğmaktadır. Milliyetçiliğin yok oluşunu hızlandırmak için neden yurtsever olmalıyız?
Mao: Enternasyonalist olan bir komünist, aynı zamanda bir yurtsever de olabilir mi? Biz sadece olabileceğini değil, olması gerektiğini de savunuyoruz. Yurtseverliğin somut muhtevası, tarihi şartlar tarafından belirlenir.
Lenin: Herhangi bir toplumsal sorun incelendiğinde, o sorunun, belirli tarihsel sınırlar içinde formüle edilmesi ve eğer özel olarak bir yurt söz konusuysa (örneğin belli bir ülke için yerel program gibi) o yurdu öteki yurtlardan aynı tarihsel dönem içinde ayırteden özelliklerin hesaba katılması, marksist teorinin kesin bir gereğidir.
Lenin: Yalnız bir tek gerçek "enternasyonalizm" var; o da insanın ana yurdunda devrimci hareket ve savaşımın gelişmesi için özveriyle çalışmasına, istisnasız tüm yurtlarda, aynı savaşımı-çizgiyi ve yalnız onu (propaganda, yakınlık, maddi yardımla) desteklemesine dayanır.
Lenin: Başlangıç yaptık. Ne kadar zamanda ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu işi sonuna vardırırlar bu soru önemsizdir. Önemli olan buzun kırılmış, yolun gösterilmiş ve açılmış olmasıdır.
Engels: Mezopotamya'da, Yunanistan'da, Anadolu'da ve başka yerlerde, ekin yeri açmak için ormanları kökünden söken insanların, bu suretle, bu ülkeleri rutubetin birikme ve korunma merkezlerinden mahrum bırakarak, onların bugünkü boşluğuna (ve çoraklığına) sebep oldukları rüyalarına bile girmemişti. Alp dağlarında yaşayan İtalyanlar, dağların kuzey yamacındaki çamlıkları (güney yamaçlarda büyük bir gayretle korunmasına rağmen) kökünü kestiklerinin farkına bile varmamışlardı. Onlar, bu hareketleriyle aynı zamanda dağ kaynaklarını, vadiyi yağmurlarda çılgın sellerin basacağının da farkında değillerdi. Avrupa'da patates ziraatini önerenler, aynı zamanda bu unlu yumrularda tüberküloz hastalığını da önerdiklerini bilmiyorlardı. Böylece her adımda ister istemez fark ediyoruz ki, biz doğa üzerinde, bir istilacının yabancı bir ulus üzerindeki egemenliği gibi, doğanın dışında bulunuyormuşçasına hüküm süremeyiz.
YURTTA SOSYALİZM, CİHANDA KOMÜNİZM!
0 notes
hetesiya · 10 months
Text
İşçi Sınıfının Vatanı varmış galiba – Türk Solunun Milliyetçiliği
Roni Margulies
Millî değerlerimizin, tam bağımsızlığımızın ve bölünmez bütünlüğümüzün yılmaz bekçileri olan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı Türk solunun geniş kesimlerinde duyulan göz yaşartıcı sevgiyi bilmiyor değildim elbet. Ama AKP hükümetinin erken dönemlerinde açılan Ergenekon ve darbe davaları sonucunda generallerin epeyce bir kısmının cezaevlerine tıkılması karşısında ulusalcıların sergilediği sınırsız öfke, seferberlik ve cazgırlık gerçekten etkileyiciydi. Sanki asker burjuva devletinin değil işçi sınıfının bir unsuruydu! Sanki Lenin devleti en özet şekliyle “silahlı müfrezeler” diye tanımlamamıştı! Sanki Türkiye 12 Eylül darbesini yaşamamıştı!
Darbe sevdalılarının asker sevgisi etkileyiciydi, ama yeni değildi. Bu sevgi en özlü ifadesini 1960’larda İlhan Selçuk’ta bulmuştu: “Nerede ordu sosyalist akımın yanında ise orada sosyalizm gerçekleşiyor, nerede karşısında ise orada faşizm galip geliyor. Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı konusunda tereddüde düşen sosyalist akım başarıya ulaşamaz. Türkiye’de millî kurtuluş savaşı geleneğinde bir ordu var.” (“Devrim stratejisi üzerine açık oturum”, Ant dergisi, sayı 56, 23.01.1968).
Türkiye’de “ulusalcılık” diye bir kavramın icat edilmesine ihtiyaç duyulmuş olması, zaten tüm diğer verilerden bağımsız olarak bir ilginçlik/gariplik olduğunun göstergesi: Solun bir kesimi has milliyetçilerden, has faşistlerden ve has darbecilerden kendini ayırdedebilmek için Arapça kökenli bir kelime yerine eşanlamlı öztürkçe bir kelime uydurmak zorunda kaldı. Burada açıklanması gereken, gerçekte has milliyetçilerden ayırt edilmesi imkânsız olan bir hareketin varlığı değil, bu hareketin niye kendini has milliyetçilerden ayırt etmek ihtiyacı hissettiği, niye kendini solcu zannettiği.
“Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı” makul bir düşüncedir. Ama “Ordunun milliyetçi güçler safında yer alacağı konusunda tereddüde düşen sosyalist akım başarıya ulaşamaz” düşüncesini savunan bir kişi, bu düşüncesini niye “sosyalizm” bağlamında savunabilmektedir, niye görüşlerinin “sosyalizm” çerçevesinde yer aldığını düşünebilmekte ve başkalarınca da on yıllarca “sosyalist” olarak algılanabilmektedir?
Veya Attila İlhan 10 Mart 1999’da Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan şu sözlerini anlamak kolay, ama bu sözleri yazan kişinin kendisini “solcu” olarak düşünmesini anlamak çok zor:
“Yön dergisinin, -hiç olmazsa- beş yıllık serüvenindeki ‘köşe taşları’ yazıların yeniden yayınlanması; – hem Sosyalist, hem Kemalist, hem Türkçü kesimden – ‘Ulusal Solcular’ın fevkalade mütecessis ve faal oldukları bugünlerde yayınlanması, ne büyük bir hizmet olurdu!”
Hem “Türkçü kesime dahil” veya “Kemalist” hem de “solcu” nasıl olunabiliyor?
Kemalizm ve Stalinizm
Kısa cevabın iki ayağı var.
Birincisiayak, Kemalizm’in işgalci güçlere karşı bir Kurtuluş Savaşı vermek zorunda kaldığı için zaman zaman anti-emperyalist bir söylem kullanmış olması ve solculuğu anti-kapitalizm olarak değil anti-emperyalizmden ibaret olarak anlayanların Kemalizm’i (ve dolayısıyla kendilerini) solcu olarak değerlendirebilmesi. Üstelik, emperyalizmi Lenin’den yola çıkarak “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak değil de, “Amerika’nın (veya Batı’nın) diğer ülkelere yaptıkları” şeklinde anlayan kişi anti-emperyalizmi (ve solculuğu) bazen kaba bir yabancı düşmanlığından farksız olan bir anti-Amerikancılığa ve Türkiye’nin millî çıkarlarını savunma refleksine indirger.
İkinci ve ilişkili ayak, Sovyetler Birliği’nde Stalin döneminde Marksizm’in milliyetçiliği içeren bir şekilde yeniden tanımlanmasıyla birlikte, dünyaya sınıfsal değil ulusal gözlüklerle bakanların, yani sosyalizmi anti-kapitalizmden arındırarak sadece anti-emperyalizme indirgeyenlerin de solcu olarak kabul edilebilir hâle gelmesi.
Anti-emperyalizmi Mustafa Kemal’den, Marksizm’i de Stalin Rusya’sından öğrenen bir solun, Kemalizm ile Marksizm’i ne denli kolaylıkla bir araya getirdiğini görmek zor değil.
Burada “Marksizm” derken, Stalinist bürokrasinin 1920’lerin sonlarından, 1930’ların başlarından itibaren kendi çıkarları doğrultusunda yeniden formüle etmeye başladığı “Marksizm”i kastediyorum. Bürokrasi, iktidarını pekiştirme sürecinde, önce “gerçekçileşerek” dünya devriminden vazgeçmiş ve tek ülkede “sosyalizm”i inşa etme yöntemi olarak ulusal kalkınma ve sanayileşme hedefini öne çıkarmış, ardından ve buna uygun olarak, milliyetçiliği Marksizm’in içsel ve doğal bir unsuru olarak teorize etmiştir. Marksist literatüre, bu tarihten itibaren, on yıl öncesinin hiçbir Marksist’inin tanıyamayacağı, “İşçi sınıfının vatanı yoktur” diyen Marx’ın kendisini dehşet içinde bırakacak bir “vatan, millet” söylemi girmiştir. (İlginçtir, komünistlerin övgü vesilesi ettiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’nda SSCB’nin Alman faşizmini yenmekte başrolü oynadığı doğrudur, ama Stalinist bürokrasi Sovyet halkını anti-faşizm temelinde değil, “Büyük Yurtsever Savaş” için seferber etmiştir).
Komünizm, 1930lardan başlayarak, proletaryanın iktidarıyla ilgili bir şey olmaktan çıkmış, ulusal sınırlar içinde hızlı sanayileşme (“elektrifikasyon”) anlamına indirgenmiştir. Sovyet devriminin öznesi olan işçi sınıfını iktidardan uzaklaştırarak kendi iktidarını kuran ve büyük kapitalist ülkelerle rekabet içinde olan bir egemen sınıfın temel ihtiyacı, doğal olarak, içe kapanmak, ekonomisini hızla geliştirmek ve silahlanmaktır. Bunun gereklerinden biri sömürü oranlarını, iş disiplinini, üretimi arttırmak için olağanüstü baskıcı bir rejim, diğeri ise bu baskıyı meşrulaştıran bir ulusal gurur, “dünyaya karşı biz”, “vatanını seven komünisttir” söylemidir. Siyasetle 1930’larda, 1940’larda tanışan Türk kömünistleri, bu rejimi “sosyalizm”, bu söylemi “komünizm” olarak öğrenmiştir.
Aynı şey dünyanın her yanında o kuşağın komünistlerinin başına gelmiştir elbet ve resmî komünist partiler bu nedenle politikalarına milliyetçiliği, söylemlerine vatan sevgisini dahil etmiştir. Günümüz komünist partilerinin (ve elbet bizdekilerin) politika ve söyleminde hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.
Dünyanın her yanında aynı şey oldu, ama Türkiye’de daha da bir katmerli oldu. Yabancı ordulara karşı savaş vererek kurulan ve “muasır medeniyet” seviyesine çıkma mücadelesi veren Cumhuriyet’in ideolojisiyle, yani Kemalizm’le büyüyen bir genç, Stalinizmin yukarıda özetlediğim öğretileri karşısında hiçbir yabancılık, hiçbir rahatsızlık yaşamayacaktı elbet ve yaşamadı. Suçlamamak gerek o genci: Emperyalist Batı ülkelerine karşı duruş, millî gurur ve ulusal kalkınma telkin eden, sınıf içeriğinden yoksun, militarist ve tepeden inmeci bir “Marksizm” gerçekten de Kemalizm ile çelişmez, büyük ölçüde örtüşür.
Örneğin, Mihri Belli Marksizm’e nasıl vardığını şöyle anlatır: “Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nın başına geçmek üzere Samsun’a çıkışının tarihi olan 19 Mayıs’ın Gençlik Bayramı olarak ilk kutlanışı 1935 yılında oldu. Okullar ve spor kulüpleri İstanbul’da Fenerbahçe Stadyumu’nda toplandılar. Geçit merasimi orada yapılacaktı. Kolej jimnastik takımı olarak biz de oradaydık. Kol başında ben vardım ve kocaman bir Türk bayrağı taşıyordum… Geçit resminde bizim yerimiz gerilerdeydi. Geldiler, ‘Bayrağın başta geçmesi gerek, bayrağı ver’ dediler. ‘Bayrağı vermem… Bayrağı biz taşırız’ dedim ve direndim… Sonunda… razı oldular. Evet o ilk gençlik bayramında ayyıldızlı al bayrağı kol başında taşıyan ben oldum… O dönemin ulusal gururunu körükleyen sloganlar, bizim duygularımızı da ifade ediyordu. Okul arkadaşlarım için aynı şeyi söyleyemem ama o ulusal gurur beni derin bir anti emperyalist görüşe vardırdı. Oradan da Marksizme zaten bir adım…”.
Yine Mihri Belli 1999’da yayınlanan anılarında şöyle der: “1968’de SBF’de verdiğim ‘Türkiye’de karşıdevrim’ konulu konferansta Kurtuluş Savaşı ruhuna bağlılık anlamında ‘Kemalistlik ile Marksizm arasında aşılmaz duvar yoktur… diye söze başlamış[tım]… Tekrar ediyorum: tutarlı bir Türk yurtseveri, bugünkü dünyada ve Türkiye gibi bir toplumda yurtseverliğine gölge düşürmeyecekse mutlaka, er geç çağımızın devrimci düşüncesini, yani Marksizmi benimsemek zorundadır”.
Günümüzde de, Marksizm hâlâ “yurtseverlik”, “anti-emperyalizm” ve “bağımsızlık” kavramlarıyla iç içe. Rasgele seçersek, işte bir sol partinin Genel Başkan Yardımcısı: “Gerçek anti-emperyalizm ve yurtseverlik ise solun tarihsel damarlarında mevcuttur… 68 kuşağının önderleri iddia edildiği gibi milliyetçi değil anti emperyalisttir. İçsel bir olgu olan emperyalizme karşı savaşımda oligarşi diye nitelendirilen güçlerle tüm Türkiye halklarının ortak mücadelesini savunmuşlardır… Halkın kendi kaderini tayin edemediği, ülke yönetiminde hiçbir şekilde söz sahibi olamadığı, siyasetin emperyalist sistem içerisinde dizayn edildiği bir ortamda hangi demokrasiden söz edilebilir ki? Öyleyse bugün demokrat olmanın koşullarından birisi de bağımsızlıkçı antiemperyalist bir perspektife sahip olmaktır”.
İşte, bizim komünist partilerden biri: “Türkiye Cumhuriyeti, bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma iddiasıyla yola çıktı. Arkalarına bağımsızlık mücadelesinin meşruiyetini alan Kemalist kadrolar, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan ederek tarihsel bir sıçramaya imza atmışlardır. Bu sıçramanın kendisi de, bağımsızlık, egemenlik, laiklik ve halk iradesine dayanma fikri de komünistler için bugün tarihsel değerini fazlasıyla korumaktadır”.
Geçirgen bir çizgi
Yukarıda Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve İlhan Selçuk’tan alıntılar yaptım. “Sol” hareketten söz ederken, sosyal demokrasiyi dışarıda bırakıp onun hemen solundan en sola kadar geniş bir yelpaze ele alındığında bile, bu iki ismin dahil olup olmayacağı tartışma konusu edilebilir. Yakup Kadri’nin gençliğinde “bir ihtilalin başına geçmek ve halk kitlelerini bir rüzgârın bir ormanı dalgalandırışı gibi harekete getirmek” istediğini bilen pek az olsa gerek. Ne var ki, ikisi de Türk solundaki ilginç ve önemli bir olguya işaret eden bir özelliğe sahip.
Yakup Kadri 1930’ların Kadro dergisinin, İlhan Selçuk ise 1960’ların Yön dergisinin önemli isimlerinden. Türk solunun en etkin ve nüfuzlu üç dört yayınından ikisi olan bu dergiler, kendilerini aslen Kemalist olarak tanımlayanlarla aslen sosyalist olarak tanımlayanların ortak bir düşünce platformunda ne kadar kolay buluştuklarının, birlikte ne kadar uyumlu çalıştıklarının ve iki grup arasında hiçbir düşünsel çalkantı yaşamadan ne kadar sorunsuz geçiş yapılabildiğinin eşsiz göstergeleri.
Kadro ekibinin kurucu üyesi ve ruhu olan Şevket Süreyya Aydemir’in Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde okuduktan ve TKP merkez komitesi üyeliği yaptıktan sonra Kemalizm’in daha da seçkinci, merkeziyetçi, tepeden inmeci bir sürümünün teorisyenliğini yapması; Vedat Nedim Tör’ün TKP Genel Sekreterliği’ne kadar yükseldikten sonra Kadro’nun kurucu nüvesine dahil olması ve ardından Kemalist devletin kültür politikalarının önemli bir ismi olması garip de değil, tutarsız da.
Yön dergisi ise, Kadro’dan çok daha kapsamlı bir biçimde Türk solunun en geniş yelpazesini hiçbir temel çatışma yaşanmadan bir araya getirebilmiştir. Derginin kurucusu, yayın yönetmeni ve başyazarı Doğan Avcıoğlu’nun “Türk ordusu ne Batı’daki örnekler gibi kiralanmış askerlerle ne de gene bazı Batı ülkelerinde olduğu gibi kumanda kademelerinde sadece ve sadece belli asalet sınıflarından harp okuluna alınmış, yetiştirilmiş insanlardan teşekkül etmiştir. Kısacası Türk ordusu halkın ordusudur, halk ordusudur. İlericiliği, Atatürkçülüğü buradan gelir” (“Sosyalist Gerçekçilik”, Yön, Sayı 39, sf. 20) sözlerine belki derginin tüm yazarları ve Yön Bildirgesi’nin tüm imzacıları katılmıyordu, ama “sosyalizm, hürriyet düzeni içinde hızla kalkınmak isteyen memleketimiz için tek çıkar yoldur” görüşüne hepsinin katıldığı, sosyalizmi hepsinin bir kalkınma modeli olarak düşündüğü tahmin edilebilir.
Şevket Süreyya’dan Doğan Avcıoğlu’na, Yakup Kadri’den İlhan Selçuk’a, Mihri Belli’den Erkan Baş’a… bütün bu isimler Türk solunun geniş kesimlerinde Kemalizm ile sosyalizm arasındaki çizginin ne kadar silik ve geçirgen olduğunu simgeler.
Oysa Kemalizm’in ne Marksizm’le alakası var, ne sosyalizmle, ne de solculukla.
Sosyalizm, işçi sınıfının çıkarlarıyla, bugünü ve yarınıyla ilgilidir. Bu ilgi, egemen sınıfların çizdiği millî sınırları tanımaz. Sosyalistler, Türk, Yunan, Ermeni, Kürt ve Zanzibarlı işçilerin çıkarlarının ve geleceğinin aynı olduğuna inanır. Türk işçisiyle Türk işvereninin, Türk işçisiyle Türk orgeneralinin hiçbir ortak çıkarı olmadığına inanır. Sosyalistler, Kürt işçilerinin ulusal baskı görmesine katkıda bulunan veya kayıtsız kalan bir Türk işçi sınıfının kendi özgürlüğünü de hiçbir zaman kazanamayacağına inanır, dolayısıyla “misak-ı milli sınırları”, “ülkenin bütünlüğü”, “vatanın bölünmesi” gibi kavramlar umurlarında bile değildir. “Ülke”, “vatan”, “ulus”, “bayrak” kelimeleri bizim sözlüğümüzde yoktur.
İşçi sınıfının, Türk değil, dünya işçi sınıfının çıkarları için mücadele edene sosyalist denir. Ülkesinin, ulusunun çıkarları için mücadele edene, buyrun seçin, fark etmez, isterseniz ulusalcı, isterseniz milliyetçi denir.
0 notes
theheartofmuses · 11 months
Text
Tumblr media
Latin ırkından bi bok olmaz cidden
Sonra bi de anti emperyalistiz derler ulusalcılık işte
Meksikayla ne alakası var bu ülkenin
0 notes
hanargelisim · 1 year
Text
Tumblr media
A523 ... OSMANLI'NIN ARAPLARA İYİLİĞİ
.
.
Ulusalcılık ORTAYA çıkmadan, Araplığı korumak gibi bir görevle gönderilmiş gibi, Arapçayı benimseyerek, İslamı hizmetine soktuğunu sanıp, İslam'a hizmet ederek bir ulusun bütünlüğünün korunmasında büyük bir rol ile iyilik yapmıştır, OSMANLI!
.
HİÇ bir uygarlık geriden gelen bir uygarlığın itici gücü ile gelmesi GEREKEN yere gelmedi.
Osmanlı devleti ve ardından imparatorluğu tüm toplamacı karakterine rağmen KENDİNE fayda sağlamak YERİNE başkalarına fayda sağlamıştır.
.
Buna göre bir bukalemun olmak, insan ve toplum hayatını kurtarmaz eritir! Bunun kanıtı ise para sömürüsü varken kültür emperyalizmine teslim olmaktır.
Her ne kadar İslam Arap âlemi Türkleri sömürmek yerine onları devlette makam sahibi yaptıysa da, Türkler sömürmek hedefi ile giriştikleri yolda, maalesef sömürüye uğrayarak bir bedel ödemişlerdir.
Bedel zamandır, ve telafisi yoktur, ne para ne şimdi sahip olunan güç, prestij, itibar! Hiçbir şey zaman içerisinde,, yaşamak adına dahi olsa bile,, kaybedilenlerin yerini tutamaz.
Kabul edilir yada edilmez, bu düşüncede, algıda sınırlanmış olanın sorunudur. Bizim değil!
.
Korumanın yanında birde dinlenmelerini sağlamış, hayatı sorgulayıp gerçekleri daha açık girmelerini sağlayacak münzevi bir yaşama zorlayarak, bütün hareket ve koruma yükünü Osmanlıya taşıtmış, bunun karşılığında ise vergi vermiş, Osmanlı'nın büyüklük hülyalarını yaşamasına imkan verecek topraklarından faydalanmalarının önünde engel olmamıştır.
.
Araplar arasına girip, Araplar arasında bin yıldır devam eden çatışmaları, çatışmaların nedeni olan ve artık pek bir geçerliliği olmayan halifelik kurumunun alınması ile oluşan bilinç değişimine katkıda bulunmuştur.
.
Arapların modern devletlere parçalanmalarına yardımcı olmuş, hem tarihi birliktelik fikrini destekleyen bir geçmiş yaratılmasında etken olmuş, hem de tek bir merkeze bağlı olmayıp emperyalizmin darbelerinden çok az etkilenmenin önünde bir ışık olmuştur.
Şimdi sorsanız ortak politik dönem en dipte oldukları, ancak bütün oldukları Osmanlı dönemidir.
Emevilerde, henüz alevlenmiş taraftarlık bilinçleri iki parçaya ayırıyordu. Her grup ötekini ötekileştirmek için her türlü argümanı kullanıyordu.
Abbasiler döneminde de yabancılara karşı bir ötekileştirme politikası üzerinden bir İslami parçalanmışlığın temelleri atılıyordu.
Osmanlı'da ise siyasi iktidar, dini iktidar, askeri merkez hep aynı yerde ve uzak bir yerdeydi.
Ona erişmek olanaksız gibiydi.
Buna göre kaybedilenlerin ne kadar değerli olduğu, bu münzevi yaşam döneminde bilince çıkmış, görünür olmuştur.
Bu yüzden özgürlük artık bütün iyi değerler ile birlikte en üstte olacaktı.
Bu DUYGUNUN özleminin oluşması bu şekilde Osmanlı eliyle gerçekleşmiş oldu.
.
.
HaNAR
.
.
        #thehanardevelopment #personalconstutionaltrials #hanargelisim #HaNARgelisim #hanargelisimtakvimi #theroad #birey #kişiselanayasadenemeleri #dive #kişiselanayasa #God #bakışaçısı #tasarım #religionofnewworldpeace #религиюмира
0 notes
listemakale · 2 years
Text
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
İki yıl aradan sonra Karaburun’da üzüm şenliği coşkusu   İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen 13. Karaburun Üzüm Şenliği renkli görüntülerle başladı. Pandemi nedeniyle verilen iki yıllık aranın ardından düzenlenen geleneksel etkinliğe İzmirliler büyük ilgi gösterdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Yurtseverlik, milliyetçilik, ulusalcılık adına ne derseniz deyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
habergecesi · 2 years
Text
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
İki yıl aradan sonra Karaburun’da üzüm şenliği coşkusu   İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen 13. Karaburun Üzüm Şenliği renkli görüntülerle başladı. Pandemi nedeniyle verilen iki yıllık aranın ardından düzenlenen geleneksel etkinliğe İzmirliler büyük ilgi gösterdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Yurtseverlik, milliyetçilik, ulusalcılık adına ne derseniz deyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
haberyerelcom · 2 years
Text
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
İki yıl aradan sonra Karaburun’da üzüm şenliği coşkusu   İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen 13. Karaburun Üzüm Şenliği renkli görüntülerle başladı. Pandemi nedeniyle verilen iki yıllık aranın ardından düzenlenen geleneksel etkinliğe İzmirliler büyük ilgi gösterdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Yurtseverlik, milliyetçilik, ulusalcılık adına ne derseniz deyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
sondakikabu · 2 years
Text
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
İki yıl aradan sonra Karaburun’da üzüm şenliği coşkusu   İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen 13. Karaburun Üzüm Şenliği renkli görüntülerle başladı. Pandemi nedeniyle verilen iki yıllık aranın ardından düzenlenen geleneksel etkinliğe İzmirliler büyük ilgi gösterdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Yurtseverlik, milliyetçilik, ulusalcılık adına ne derseniz deyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
saglikliorg · 2 years
Text
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
İki yıl aradan sonra Karaburun’da üzüm şenliği coşkusu   İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen 13. Karaburun Üzüm Şenliği renkli görüntülerle başladı. Pandemi nedeniyle verilen iki yıllık aranın ardından düzenlenen geleneksel etkinliğe İzmirliler büyük ilgi gösterdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Yurtseverlik, milliyetçilik, ulusalcılık adına ne derseniz deyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
haberkat · 2 years
Text
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
İki yıl aradan sonra Karaburun’da üzüm şenliği coşkusu   İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen 13. Karaburun Üzüm Şenliği renkli görüntülerle başladı. Pandemi nedeniyle verilen iki yıllık aranın ardından düzenlenen geleneksel etkinliğe İzmirliler büyük ilgi gösterdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Yurtseverlik, milliyetçilik, ulusalcılık adına ne derseniz deyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
mevcutbilgi · 2 years
Text
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
İki yıl aradan sonra Karaburun’da üzüm şenliği coşkusu   İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen 13. Karaburun Üzüm Şenliği renkli görüntülerle başladı. Pandemi nedeniyle verilen iki yıllık aranın ardından düzenlenen geleneksel etkinliğe İzmirliler büyük ilgi gösterdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Yurtseverlik, milliyetçilik, ulusalcılık adına ne derseniz deyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
baskatipnet · 2 years
Text
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
İki yıl aradan sonra Karaburun’da üzüm şenliği coşkusu   İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen 13. Karaburun Üzüm Şenliği renkli görüntülerle başladı. Pandemi nedeniyle verilen iki yıllık aranın ardından düzenlenen geleneksel etkinliğe İzmirliler büyük ilgi gösterdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Yurtseverlik, milliyetçilik, ulusalcılık adına ne derseniz deyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
medyadergisi · 2 years
Text
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
Başkan Soyer: Önce toprağımıza sahip çıkacağız
İki yıl aradan sonra Karaburun’da üzüm şenliği coşkusu   İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle düzenlenen 13. Karaburun Üzüm Şenliği renkli görüntülerle başladı. Pandemi nedeniyle verilen iki yıllık aranın ardından düzenlenen geleneksel etkinliğe İzmirliler büyük ilgi gösterdi. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Yurtseverlik, milliyetçilik, ulusalcılık adına ne derseniz deyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes