Tumgik
#konuşurken zikret
kuranvesunnet2e · 2 years
Text
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
dilekmustafaeren · 2 years
Text
EY ALLAH A ULAŞMAK İSTEYEN MUBAREK İNSANOĞLU,,,,
🌺Herhangi bir şey için insanlara yük olma ,!
🌺Hiçkimseyi usandıracak harekette bulunma
🌺Yar ol bar olma
🌺Gönülleri gafletli ölümü düşünmemiş insanlardan ne kendin nede başkaları için lutuf ve iyilik bekleme
🌺Kazancında sözünde bütün haraketlerinde rızaya takvaya yapış
🌺İsraftan kaçın çünkü helal mal israfa müsait değildir
🌺Helal lokma ara zira islamın esası helal maldır
Dinin direği helal mal üzerinde durmaktadır
Helal lokma yemek gönüle ferahlık verir,
İbadet şevkini artırır , tembelliği giderir
🌺Açlık gelmeden yemek yeme,
🌺Zamanını boş ve abes işlerle geçirme
🌺içinde bulunduğun her vakti iyi değerlendir
🌺İnsanlar arasında bulunurken kişinin haline göre davran , sende bulunan güzel ahlakları kişilerle konuşurken
Kırmadan , aşağılamadan sevgiyle söyle
Zira güzel ahlaktan biri terk edilirse kötü huylu sayılırsın
🌺Kişilerin emin olacağı davranışta bulun
Kötülüğe kötülükle karşılık verme
Böyle davranışa Cenabı Hak seyyiye ismi vermiştir
🌺Salih kimselerle sohbet etmeye çalış
🌺Senin düşüncelerine zıt düşen kimselerle söz alış verişinde bulunma
Böylesi hallerde olaylar çıkar
🌺Nefsinin arzularını tatminden başka birşey düşünmeyenlerle
Arkadaşlık etme,şayet bulunmak zorunda isen onlara Cenabı Hakkın mev ızalarından nasihatta bulun
🌺Aman ha ihanet etmekten sakın Çünkü bu hareketin doğru olmaz Allahın güzel mevızaları ile söz söylersen güzel ahlaklıların yoluna sevk etmiş olursun
🌺Sakın olaki öfkeli olma,Daima öfkeni yenmeye çalış
Bu sayede Allahu Teala yı hoşnut edersin
Şeytanıda perişan edersin
Hemde nefsini terbiye edersin
🌺Allahı çok zikret Kur anı Kerimi çok tilavet eyle
🌺Hak yolundan sapmış olanları irşada çalış
🌺Dargınları barıştırmak için gayret sarfet
🌺Sadakaya teşvik gibi hususlara riayet eyle
🌺Hayra delalet etmeden geri kalma
🌺Doğru olan bütün hareket ve davranış lara sahip olmaya çalış
🌺Bunlar Allahımızın emirleridir
🍀Rabbimiz buyurduki ,,,
BENDEN KORKAN KULLARIMIN KÖTÜLÜKLERİNİ ÖRTERİM
MUKAFATLARINI ARTIRIRIM
🌺🌺🌺sayılan kıymetli nasihatları yerine getirenler
Hakiki mü minlere söyleyin,,,
🌺ONLAR BENİM EV HALKIMDANDIR
Eş Şeyh Es Seyyid Hafız Yaşar Baba hz lerinin dilinden,,
1 note · View note
horozmehmetemin · 4 years
Text
Tumblr media
ATATÜRKÜN SONU
Nasıl yaşadığına bakmadan nasıl gömüldüğüne bir bakalım..
En meşhur(!) imamı getirdiler cenazesine.
Mevlit ekiplerinin sıralanmasında birinci derecede bu­lunan birinci sınıf bir hoca. Mevlitlerde en çok parayı alan, parsayı toplayan adam. Sesi davudi, makamı ünlü, şöhreti yurt dışında tanınmış adam..
Hem neden olmasın ki! Masraftan mı kaçılacaktı? Meyyit dünyadan ayrılmıştı ama dünyanın servetini bırak­mıştı varislerine.
Çiçekçilere de gün doğmuştu.
Bir katliam sonrası kazıklara geçirilen binlerce kelle gibi binlerce çiçek dalından koparılmış ve kargılara geçiri­lerek çelenklere bağlanmıştı.
Mevtanın tanımadığı daha doğrusu mevtayı tanıma­yan pek yoktu. Onun ölümüyle boşalan koltuğuna yine ölmeye namzed olan başka kimseler oturacak ve hiç ölmeyeceklermiş gibi sosyal, siyasal ve ekonomi ilişkilerini devam ettireceklerdi. Bu nedenle cenazeye gönderilen çelenklerin siyasal ve ekonomik önemi vardı.
Binlerce firmanın ve kuruluşun gelecekteki menfaat­leri açısından büyük büyük çelenkler gönderilmiş ve bu çelenklerin üzerinde parti isimleri, holding isimleri, firma ve kuruluş isimleri yazılmıştı.. Aynı zamanda bu isimlerle rek­lam da yapılmış oluyordu. Çünkü ünlüler oradaydı, basın oradaydı, televizyon oradaydı. Reklama bağlı bir dünyada yaşandığı için bu fırsat tabi ki değerlendirilmeliydi.
Atatürk'ün ölümüne çiçekçilerle birlikte, onun zul­münden bıkan mustazaflar da sevinmişti. Nitekim hiçbiri cenazeye gelmemişti. Gerçi onların gelmesine de gerek yoktu. Çünkü her yer zaten dolmuştu.
Cenaze törenine gelip de cenaze namazına katılma­yanlar büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Hem neden kılsınlar ki! Farz-ı ayn’ı yaşamayan bu bir yığın nursuz insan, farz-ı kifayeye mi katılıcak?
Caminin avlusuna kadar geldiler ya! Bayramlarda bile camiye gelmeyen bu insanlar, büyüklerini öte dünyaya yolcu ederken camiye kadar geldiler, yetmez mi!.
Ölümden sonraki hayatı inkar eden ve konuyla ilgili safsatalarını birçok mecmuada tehşir eden ve mevtanın en yakın arkadaşı olan ilerici profesör de oradaydı. Yakın­dan yüzüne baktım. Yüzü karanlıktı. Belki de inkarının pis gölgesi yüzüne vuruyordu. Yoksa ölüme getirdiği materya­list yorum ile fıtratındaki duygular mı çatışıyordu!.
Zavallı profesör, mevtayı ne kadar çok severdi. Üç gün önce makamında kabul gördüğü, görüştüğü ve çok sevdiği bu adam şimdi az ilerde tahta bir kutunun içinde upuzun yatıyordu.
Bu adam toprağa karışıp, yok olup gidecek miydi?
Yaptıklarının karşılığı yok muydu?
Ölümle her şey bitiyor muydu?
Bütün bunları inkar eden profesör acaba şimdi ne düşünüyordu? Yanına gelen bir talebesi benim de duyabildiğim bir sesle fısıldadı.
“Hocam, bu şimdi yok olmadı mı?”
Öğrencinin tabutu gösteren elini eliyle indiren profesör başını sallayarak “Evet” dedi.
Öğrenci gözlerini hayretle açarak tekrar sordu:
“Bir yok için bunca merasim niye? Niye geldik bura­ya?”
Soruya canı sıkılan profesör Öğrenciye omuzunu çe­virerek benden tarafa döndü. Kendisini tanıyanların yaptıkları gibi hafifçe başımı salladım ve başını sallayarak kar­şılık verdi. Beni tanıyabilmek için bana bakarken tabutun üzerindeki örtüyü göstererek sordum;
“Beyefendi tabutun üzerindeki örtüde” Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür.” yazı­lı. Mevtanın bu ifadeyi kabul etmediğini siz de biliyorsu­nuz, Bunun yerine mevtanın sık sık tekrarladığı “Ne mutlu demokratım diyene” yazılı bir örtü konsaydı daha iyi değil miydi?
Yüzünü buruşturarak uzaklara bakmasından cenaze merasimine geldiği için pişman olmaya başladığı anlaşılıyordu.
Cenaze namazı için hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu tür merasimlerde cami cemaatinin tavırlarını hep hayretle seyretmişimdir. Ölen adamın oğlu, kardeşi, akrabası, dostu ve bir yığın insan kazık gibi dinelip, cenaze namazını kıl­mazlar iken cami cemaati ölenin kimliğine önem verme­den büyük bir iştahla namaza dururlar!.
Namaz kılacaklar saflardaki yerlerini alırlar. Kılma­yanlar ise en arkada sessiz bir bekleyişte.
“Er kişi niyetine…” dedi müezzin efendi!. Gür sesli imamın “Allâhuekber” tekbiri, en arkada duranlar, Allah’tan başka büyükler tanıyanlar ve kendileri­nin büyük olduğuna inananlar tarafından da duyuldu.
“Allah büyüktür” tekbiri imamın gür sesiyle üç kez tekrarlandı. Namazı kılanlar da içinden tekrarladı bunu.
Ve imam döndü
“Merhumu nasıl bilirsiniz? Hakkı hu­kuku olan helal etsin” dedi.
Bütün ağızlar gayri ihtiyari açıldı.
“İyi biliriz,”
“Helal olsun,”
“Allah rahmet etsin, “Ruhu için Fatiha” denildi.
Canlılar için bir dua, bir şükür olan Fatiha, bilinçsiz ağızlar tarafından bilinçli bir insana tekrar okundu.
Askerler yerlerini aldı. Bando ölüm marşını çalıyor­du. Arabalar doluydu. Bir gurup yürüyordu. Cenaze resmi tören için makamın olduğu binaya getirildi, Bayraklar yarıya indi. Üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ve oradan gö­rülmemiş bir kalabalık sel gibi mezara aktı.
Kimler yoktu ki bu cenazede merasiminde!
Meclis üyeleri, bazı milletvekilleri, resmi din görevlile­ri, artistler, yazarlar, tüccarlar, parti yetkileri, kanun koyu­cular, kanunları koruyanlar ve kanunlara uyanlar hep ordaydı.
Binlerce dönüm araziye sahip mevta için iki metre uzunluğunda elli santim genişliğinde yani toplam bir met­rekare olan bir çukur kazılmıştı. Mutad olduğu üzere cenaze defnedildi. Herkes son görevini yapmanın verdiği huzur ile kabirden yavaş yavaş ayrılıyordu.
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kim­se bırakılmadı.
İmamın yalnız başına kabrin başında kalışı bazı me­raklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya baş­ladı;
“Kabrin başındaki imam ne yapıyor?”
“Telkin veriyor…”
“Anlayamadım. Biraz açar mısınız?”
“Efendim, ölüye bazı hatırlatmalarda bulunacak.”
“Neyi hatırlatacak?”
“Allah’ı Peygamberi Kitabı, Dini…”
“Bu hatırlatma ona ulaşıyor mu?”
“Ümit ediyorum efendim.”
“Yani diriden ölüye mesaj mı?”
Din görevlisi konuşurken suç işliyormuş gibi cevap veriyordu gazeteciye. Gazetecinin bunaltıcı soruları karşısında en sonunda susmayı yeğlemişti.
Esasen telkinde yapılan şuydu. Ölen adam olur ki ölümden sonra münker ve nekir gelip kendisine sual sorduğunda hatırlayamaz. Diri imam, ölünün kabri başında ölüye bunları hatırlatmaya çalışır.
“Ey filan kadının oğlu falanca. Hatırla, zikret, şaha­deti söyle. Hatırla, Allah’tan başka İlah yoktur. Allah’tan başka yaratıcı, rızk verici, öldürücü, diriltici yoktur.
Ey filan kadının oğlu, de ki.,
Ben yegane yaratıcı, rızık verici, öldürücü ve mutlak hakim olarak sadece Allah’ı tanıyorum. Allah’tan başka İlah yoktur.
De ki.
Rabbim Allah, dinim İslam, peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)..
De ki.,
Bana rehberlik eden Kitab’ım, Kur’an’ı Kerim’dir.
Hatırla bunları ey ölü, ve de ki.
Terbiye edicim, koruyucum, kendisine itaat ettiğim, hüküm ve yetki sahibi bildiğim Sen’sin Rabbim.
Ey filan kadının oğlu de ki.
Ya Rabbi ben ancak Sana kulluk edileceğine, Sen’ den yardım dileneceğine, Sana itaat edileceğine inanırım.
Sen benim yegane Rabbimsin.
Hatırla ey ölü, hatırla bunları…
Verilen telkin ile bunlar hatırlatılır ölüye.
İslam’ı bilen kardeşlerimiz “Bu telkinden ziyade açık tebliğdir” diyeceklerdir.
Evet, açık tebliğdir bu!.
Ölülere açık tebliğ!.
Ölülere olduğu için bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi rahat. Hiç korkmuyor telkin verirken.
Oysa aynı imamı bir hafta önce mevtanın makamına göndererek “Adam sağ iken bunları anlat” deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak “Siz benim ek­meğimle mi oynuyorsunuz?” diyecekti.
Fakat artık rahattır!. Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Bu rahatlıkla telkin vermeye devam etmektedir.
Telkin veren imama bakarak toprağın altındaki ölüyü düşündüm. İmam ikide bir “Hatırla.. De ki” diyordu. Neyi, nasıl hatırlayacak ve nasıl diyecekti ki!..
Sağlığında kimi Rab kabul etmişti?
İlahı kimdi? Kime kulluk yapıyordu?
Hangi dine bağlıydı? Hangi dini yaşıyordu?
Kabirde yatan gerçek bir Müslüman ise Rahman ve Rahim olan Allah zaten onu zor durumda bırakmazdı. Böyle bir sorgulamayla karşılaşacaksa zaten onun için kor­ku yoktu. Yaşadığı din İslam ise ebetteki “Dinim İslam” cevabını verecekti.
Diyelim ki şaşırdı, söyleyemedi.
Söyleyemedi diye ebetteki Hristiyan veya Budist ka­bul edilmeyecekti!. Yaşadığı din İslam ise tabi ki gayrimüs­lim muamelesi görmeyecekti. Fakat yaşadığı din İslam de­ğilse, diriyken İslam’da değilse ölümünde verilen telkinin veya ölüsüne verilen tebliğin ne faydası olacaktı?
Bu telkin İslam’a ne zaman ve nerede girmişti?
Dünya Müslümanları için mümtaz Önder ve örnek olan Resulullah (s.a.v.) dirilere tebliğ ediyor, dirileri uyarıp korkutuyordu. Kur’an’ı Kerim, Yasin suresinde beyan edil­diği gibi dirileri uyarmak için indirilmişti.
Peki bu din görevlileri ne yapıyordu?
Ölülere telkin verip, dirilerden bahşiş toplayan bu şaşkınlar kimdi?
Yoksa gerçek ölüler bunlar mıydı?..
1 note · View note
musstuffsworld · 5 years
Text
Tumblr media
ATATÜRKÜN SONU
Nasıl yaşadığına bakmadan nasıl gömüldüğüne bir bakalım..
En meşhur(!) imamı getirdiler cenazesine.
Mevlit ekiplerinin sıralanmasında birinci derecede bu­lunan birinci sınıf bir hoca. Mevlitlerde en çok parayı alan, parsayı toplayan adam. Sesi davudi, makamı ünlü, şöhreti yurt dışında tanınmış adam..
Hem neden olmasın ki! Masraftan mı kaçılacaktı? Meyyit dünyadan ayrılmıştı ama dünyanın servetini bırak­mıştı varislerine.
Çiçekçilere de gün doğmuştu.
Bir katliam sonrası kazıklara geçirilen binlerce kelle gibi binlerce çiçek dalından koparılmış ve kargılara geçiri­lerek çelenklere bağlanmıştı.
Mevtanın tanımadığı daha doğrusu mevtayı tanıma­yan pek yoktu. Onun ölümüyle boşalan koltuğuna yine ölmeye namzed olan başka kimseler oturacak ve hiç ölmeyeceklermiş gibi sosyal, siyasal ve ekonomi ilişkilerini devam ettireceklerdi. Bu nedenle cenazeye gönderilen çelenklerin siyasal ve ekonomik önemi vardı.
Binlerce firmanın ve kuruluşun gelecekteki menfaat­leri açısından büyük büyük çelenkler gönderilmiş ve bu çelenklerin üzerinde parti isimleri, holding isimleri, firma ve kuruluş isimleri yazılmıştı.. Aynı zamanda bu isimlerle rek­lam da yapılmış oluyordu. Çünkü ünlüler oradaydı, basın oradaydı, televizyon oradaydı. Reklama bağlı bir dünyada yaşandığı için bu fırsat tabi ki değerlendirilmeliydi.
Atatürk'ün ölümüne çiçekçilerle birlikte, onun zul­münden bıkan mustazaflar da sevinmişti. Nitekim hiçbiri cenazeye gelmemişti. Gerçi onların gelmesine de gerek yoktu. Çünkü her yer zaten dolmuştu.
Cenaze törenine gelip de cenaze namazına katılma­yanlar büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Hem neden kılsınlar ki! Farz-ı ayn’ı yaşamayan bu bir yığın nursuz insan, farz-ı kifayeye mi katılıcak?
Caminin avlusuna kadar geldiler ya! Bayramlarda bile camiye gelmeyen bu insanlar, büyüklerini öte dünyaya yolcu ederken camiye kadar geldiler, yetmez mi!.
Ölümden sonraki hayatı inkar eden ve konuyla ilgili safsatalarını birçok mecmuada tehşir eden ve mevtanın en yakın arkadaşı olan ilerici profesör de oradaydı. Yakın­dan yüzüne baktım. Yüzü karanlıktı. Belki de inkarının pis gölgesi yüzüne vuruyordu. Yoksa ölüme getirdiği materya­list yorum ile fıtratındaki duygular mı çatışıyordu!.
Zavallı profesör, mevtayı ne kadar çok severdi. Üç gün önce makamında kabul gördüğü, görüştüğü ve çok sevdiği bu adam şimdi az ilerde tahta bir kutunun içinde upuzun yatıyordu.
Bu adam toprağa karışıp, yok olup gidecek miydi?
Yaptıklarının karşılığı yok muydu?
Ölümle her şey bitiyor muydu?
Bütün bunları inkar eden profesör acaba şimdi ne düşünüyordu? Yanına gelen bir talebesi benim de duyabildiğim bir sesle fısıldadı.
“Hocam, bu şimdi yok olmadı mı?”
Öğrencinin tabutu gösteren elini eliyle indiren profesör başını sallayarak “Evet” dedi.
Öğrenci gözlerini hayretle açarak tekrar sordu:
“Bir yok için bunca merasim niye? Niye geldik bura­ya?”
Soruya canı sıkılan profesör Öğrenciye omuzunu çe­virerek benden tarafa döndü. Kendisini tanıyanların yaptıkları gibi hafifçe başımı salladım ve başını sallayarak kar­şılık verdi. Beni tanıyabilmek için bana bakarken tabutun üzerindeki örtüyü göstererek sordum;
“Beyefendi tabutun üzerindeki örtüde” Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür.” yazı­lı. Mevtanın bu ifadeyi kabul etmediğini siz de biliyorsu­nuz, Bunun yerine mevtanın sık sık tekrarladığı “Ne mutlu demokratım diyene” yazılı bir örtü konsaydı daha iyi değil miydi?
Yüzünü buruşturarak uzaklara bakmasından cenaze merasimine geldiği için pişman olmaya başladığı anlaşılıyordu.
Cenaze namazı için hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu tür merasimlerde cami cemaatinin tavırlarını hep hayretle seyretmişimdir. Ölen adamın oğlu, kardeşi, akrabası, dostu ve bir yığın insan kazık gibi dinelip, cenaze namazını kıl­mazlar iken cami cemaati ölenin kimliğine önem verme­den büyük bir iştahla namaza dururlar!.
Namaz kılacaklar saflardaki yerlerini alırlar. Kılma­yanlar ise en arkada sessiz bir bekleyişte.
“Er kişi niyetine…” dedi müezzin efendi!. Gür sesli imamın “Allâhuekber” tekbiri, en arkada duranlar, Allah’tan başka büyükler tanıyanlar ve kendileri­nin büyük olduğuna inananlar tarafından da duyuldu.
“Allah büyüktür” tekbiri imamın gür sesiyle üç kez tekrarlandı. Namazı kılanlar da içinden tekrarladı bunu.
Ve imam döndü
“Merhumu nasıl bilirsiniz? Hakkı hu­kuku olan helal etsin” dedi.
Bütün ağızlar gayri ihtiyari açıldı.
“İyi biliriz,”
“Helal olsun,”
“Allah rahmet etsin, “Ruhu için Fatiha” denildi.
Canlılar için bir dua, bir şükür olan Fatiha, bilinçsiz ağızlar tarafından bilinçli bir insana tekrar okundu.
Askerler yerlerini aldı. Bando ölüm marşını çalıyor­du. Arabalar doluydu. Bir gurup yürüyordu. Cenaze resmi tören için makamın olduğu binaya getirildi, Bayraklar yarıya indi. Üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ve oradan gö­rülmemiş bir kalabalık sel gibi mezara aktı.
Kimler yoktu ki bu cenazede merasiminde!
Meclis üyeleri, bazı milletvekilleri, resmi din görevlile­ri, artistler, yazarlar, tüccarlar, parti yetkileri, kanun koyu­cular, kanunları koruyanlar ve kanunlara uyanlar hep ordaydı.
Binlerce dönüm araziye sahip mevta için iki metre uzunluğunda elli santim genişliğinde yani toplam bir met­rekare olan bir çukur kazılmıştı. Mutad olduğu üzere cenaze defnedildi. Herkes son görevini yapmanın verdiği huzur ile kabirden yavaş yavaş ayrılıyordu.
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kim­se bırakılmadı.
İmamın yalnız başına kabrin başında kalışı bazı me­raklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya baş­ladı;
“Kabrin başındaki imam ne yapıyor?”
“Telkin veriyor…”
“Anlayamadım. Biraz açar mısınız?”
“Efendim, ölüye bazı hatırlatmalarda bulunacak.”
“Neyi hatırlatacak?”
“Allah’ı Peygamberi Kitabı, Dini…”
“Bu hatırlatma ona ulaşıyor mu?”
“Ümit ediyorum efendim.”
“Yani diriden ölüye mesaj mı?”
Din görevlisi konuşurken suç işliyormuş gibi cevap veriyordu gazeteciye. Gazetecinin bunaltıcı soruları karşısında en sonunda susmayı yeğlemişti.
Esasen telkinde yapılan şuydu. Ölen adam olur ki ölümden sonra münker ve nekir gelip kendisine sual sorduğunda hatırlayamaz. Diri imam, ölünün kabri başında ölüye bunları hatırlatmaya çalışır.
“Ey filan kadının oğlu falanca. Hatırla, zikret, şaha­deti söyle. Hatırla, Allah’tan başka İlah yoktur. Allah’tan başka yaratıcı, rızk verici, öldürücü, diriltici yoktur.
Ey filan kadının oğlu, de ki.,
Ben yegane yaratıcı, rızık verici, öldürücü ve mutlak hakim olarak sadece Allah’ı tanıyorum. Allah’tan başka İlah yoktur.
De ki.
Rabbim Allah, dinim İslam, peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)..
De ki.,
Bana rehberlik eden Kitab’ım, Kur’an’ı Kerim’dir.
Hatırla bunları ey ölü, ve de ki.
Terbiye edicim, koruyucum, kendisine itaat ettiğim, hüküm ve yetki sahibi bildiğim Sen’sin Rabbim.
Ey filan kadının oğlu de ki.
Ya Rabbi ben ancak Sana kulluk edileceğine, Sen’ den yardım dileneceğine, Sana itaat edileceğine inanırım.
Sen benim yegane Rabbimsin.
Hatırla ey ölü, hatırla bunları…
Verilen telkin ile bunlar hatırlatılır ölüye.
İslam’ı bilen kardeşlerimiz “Bu telkinden ziyade açık tebliğdir” diyeceklerdir.
Evet, açık tebliğdir bu!.
Ölülere açık tebliğ!.
Ölülere olduğu için bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi rahat. Hiç korkmuyor telkin verirken.
Oysa aynı imamı bir hafta önce mevtanın makamına göndererek “Adam sağ iken bunları anlat” deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak “Siz benim ek­meğimle mi oynuyorsunuz?” diyecekti.
Fakat artık rahattır!. Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Bu rahatlıkla telkin vermeye devam etmektedir.
Telkin veren imama bakarak toprağın altındaki ölüyü düşündüm. İmam ikide bir “Hatırla.. De ki” diyordu. Neyi, nasıl hatırlayacak ve nasıl diyecekti ki!..
Sağlığında kimi Rab kabul etmişti?
İlahı kimdi? Kime kulluk yapıyordu?
Hangi dine bağlıydı? Hangi dini yaşıyordu?
Kabirde yatan gerçek bir Müslüman ise Rahman ve Rahim olan Allah zaten onu zor durumda bırakmazdı. Böyle bir sorgulamayla karşılaşacaksa zaten onun için kor­ku yoktu. Yaşadığı din İslam ise ebetteki “Dinim İslam” cevabını verecekti.
Diyelim ki şaşırdı, söyleyemedi.
Söyleyemedi diye ebetteki Hristiyan veya Budist ka­bul edilmeyecekti!. Yaşadığı din İslam ise tabi ki gayrimüs­lim muamelesi görmeyecekti. Fakat yaşadığı din İslam de­ğilse, diriyken İslam’da değilse ölümünde verilen telkinin veya ölüsüne verilen tebliğin ne faydası olacaktı?
Bu telkin İslam’a ne zaman ve nerede girmişti?
Dünya Müslümanları için mümtaz Önder ve örnek olan Resulullah (s.a.v.) dirilere tebliğ ediyor, dirileri uyarıp korkutuyordu. Kur’an’ı Kerim, Yasin suresinde beyan edil­diği gibi dirileri uyarmak için indirilmişti.
Peki bu din görevlileri ne yapıyordu?
Ölülere telkin verip, dirilerden bahşiş toplayan bu şaşkınlar kimdi?
Yoksa gerçek ölüler bunlar mıydı?..
0 notes
horozmehmetemin · 3 years
Text
Tumblr media
OKUMADAN YORUM YAZMAYIN!
ATATÜRKÜN SONU
Nasıl yaşadığına bakmadan nasıl gömüldüğüne bir bakalım..
En meşhur(!) imamı getirdiler cenazesine.
Mevlit ekiplerinin sıralanmasında birinci derecede bu­lunan birinci sınıf bir hoca. Mevlitlerde en çok parayı alan, parsayı toplayan adam. Sesi davudi, makamı ünlü, şöhreti yurt dışında tanınmış adam..
Hem neden olmasın ki! Masraftan mı kaçılacaktı? Meyyit dünyadan ayrılmıştı ama dünyanın servetini bırak­mıştı varislerine.
Çiçekçilere de gün doğmuştu.
Bir katliam sonrası kazıklara geçirilen binlerce kelle gibi binlerce çiçek dalından koparılmış ve kargılara geçiri­lerek çelenklere bağlanmıştı.
Mevtanın tanımadığı daha doğrusu mevtayı tanıma­yan pek yoktu. Onun ölümüyle boşalan koltuğuna yine ölmeye namzed olan başka kimseler oturacak ve hiç ölmeyeceklermiş gibi sosyal, siyasal ve ekonomi ilişkilerini devam ettireceklerdi. Bu nedenle cenazeye gönderilen çelenklerin siyasal ve ekonomik önemi vardı.
Binlerce firmanın ve kuruluşun gelecekteki menfaat­leri açısından büyük büyük çelenkler gönderilmiş ve bu çelenklerin üzerinde parti isimleri, holding isimleri, firma ve kuruluş isimleri yazılmıştı.. Aynı zamanda bu isimlerle rek­lam da yapılmış oluyordu. Çünkü ünlüler oradaydı, basın oradaydı, televizyon oradaydı. Reklama bağlı bir dünyada yaşandığı için bu fırsat tabi ki değerlendirilmeliydi.
Atatürk'ün ölümüne çiçekçilerle birlikte, onun zul­münden bıkan mustazaflar da sevinmişti. Nitekim hiçbiri cenazeye gelmemişti. Gerçi onların gelmesine de gerek yoktu. Çünkü her yer zaten dolmuştu.
Cenaze törenine gelip de cenaze namazına katılma­yanlar büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Hem neden kılsınlar ki! Farz-ı ayn’ı yaşamayan bu bir yığın nursuz insan, farz-ı kifayeye mi katılıcak?
Caminin avlusuna kadar geldiler ya! Bayramlarda bile camiye gelmeyen bu insanlar, büyüklerini öte dünyaya yolcu ederken camiye kadar geldiler, yetmez mi!.
Ölümden sonraki hayatı inkar eden ve konuyla ilgili safsatalarını birçok mecmuada tehşir eden ve mevtanın en yakın arkadaşı olan ilerici profesör de oradaydı. Yakın­dan yüzüne baktım. Yüzü karanlıktı. Belki de inkarının pis gölgesi yüzüne vuruyordu. Yoksa ölüme getirdiği materya­list yorum ile fıtratındaki duygular mı çatışıyordu!.
Zavallı profesör, mevtayı ne kadar çok severdi. Üç gün önce makamında kabul gördüğü, görüştüğü ve çok sevdiği bu adam şimdi az ilerde tahta bir kutunun içinde upuzun yatıyordu.
Bu adam toprağa karışıp, yok olup gidecek miydi?
Yaptıklarının karşılığı yok muydu?
Ölümle her şey bitiyor muydu?
Bütün bunları inkar eden profesör acaba şimdi ne düşünüyordu? Yanına gelen bir talebesi benim de duyabildiğim bir sesle fısıldadı.
“Hocam, bu şimdi yok olmadı mı?”
Öğrencinin tabutu gösteren elini eliyle indiren profesör başını sallayarak “Evet” dedi.
Öğrenci gözlerini hayretle açarak tekrar sordu:
“Bir yok için bunca merasim niye? Niye geldik bura­ya?”
Soruya canı sıkılan profesör Öğrenciye omuzunu çe­virerek benden tarafa döndü. Kendisini tanıyanların yaptıkları gibi hafifçe başımı salladım ve başını sallayarak kar­şılık verdi. Beni tanıyabilmek için bana bakarken tabutun üzerindeki örtüyü göstererek sordum;
“Beyefendi tabutun üzerindeki örtüde” Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür.” yazı­lı. Mevtanın bu ifadeyi kabul etmediğini siz de biliyorsu­nuz, Bunun yerine mevtanın sık sık tekrarladığı “Ne mutlu demokratım diyene” yazılı bir örtü konsaydı daha iyi değil miydi?
Yüzünü buruşturarak uzaklara bakmasından cenaze merasimine geldiği için pişman olmaya başladığı anlaşılıyordu.
Cenaze namazı için hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu tür merasimlerde cami cemaatinin tavırlarını hep hayretle seyretmişimdir. Ölen adamın oğlu, kardeşi, akrabası, dostu ve bir yığın insan kazık gibi dinelip, cenaze namazını kıl­mazlar iken cami cemaati ölenin kimliğine önem verme­den büyük bir iştahla namaza dururlar!.
Namaz kılacaklar saflardaki yerlerini alırlar. Kılma­yanlar ise en arkada sessiz bir bekleyişte.
“Er kişi niyetine…” dedi müezzin efendi!. Gür sesli imamın “Allâhuekber” tekbiri, en arkada duranlar, Allah’tan başka büyükler tanıyanlar ve kendileri­nin büyük olduğuna inananlar tarafından da duyuldu.
“Allah büyüktür” tekbiri imamın gür sesiyle üç kez tekrarlandı. Namazı kılanlar da içinden tekrarladı bunu.
Ve imam döndü
“Merhumu nasıl bilirsiniz? Hakkı hu­kuku olan helal etsin” dedi.
Bütün ağızlar gayri ihtiyari açıldı.
“İyi biliriz,”
“Helal olsun,”
“Allah rahmet etsin, “Ruhu için Fatiha” denildi.
Canlılar için bir dua, bir şükür olan Fatiha, bilinçsiz ağızlar tarafından bilinçli bir insana tekrar okundu.
Askerler yerlerini aldı. Bando ölüm marşını çalıyor­du. Arabalar doluydu. Bir gurup yürüyordu. Cenaze resmi tören için makamın olduğu binaya getirildi, Bayraklar yarıya indi. Üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ve oradan gö­rülmemiş bir kalabalık sel gibi mezara aktı.
Kimler yoktu ki bu cenazede merasiminde!
Meclis üyeleri, bazı milletvekilleri, resmi din görevlile­ri, artistler, yazarlar, tüccarlar, parti yetkileri, kanun koyu­cular, kanunları koruyanlar ve kanunlara uyanlar hep ordaydı.
Binlerce dönüm araziye sahip mevta için iki metre uzunluğunda elli santim genişliğinde yani toplam bir met­rekare olan bir çukur kazılmıştı. Mutad olduğu üzere cenaze defnedildi. Herkes son görevini yapmanın verdiği huzur ile kabirden yavaş yavaş ayrılıyordu.
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kim­se bırakılmadı.
İmamın yalnız başına kabrin başında kalışı bazı me­raklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya baş­ladı;
“Kabrin başındaki imam ne yapıyor?”
“Telkin veriyor…”
“Anlayamadım. Biraz açar mısınız?”
“Efendim, ölüye bazı hatırlatmalarda bulunacak.”
“Neyi hatırlatacak?”
“Allah’ı Peygamberi Kitabı, Dini…”
“Bu hatırlatma ona ulaşıyor mu?”
“Ümit ediyorum efendim.”
“Yani diriden ölüye mesaj mı?”
Din görevlisi konuşurken suç işliyormuş gibi cevap veriyordu gazeteciye. Gazetecinin bunaltıcı soruları karşısında en sonunda susmayı yeğlemişti.
Esasen telkinde yapılan şuydu. Ölen adam olur ki ölümden sonra münker ve nekir gelip kendisine sual sorduğunda hatırlayamaz. Diri imam, ölünün kabri başında ölüye bunları hatırlatmaya çalışır.
“Ey filan kadının oğlu falanca. Hatırla, zikret, şaha­deti söyle. Hatırla, Allah’tan başka İlah yoktur. Allah’tan başka yaratıcı, rızk verici, öldürücü, diriltici yoktur.
Ey filan kadının oğlu, de ki.,
Ben yegane yaratıcı, rızık verici, öldürücü ve mutlak hakim olarak sadece Allah’ı tanıyorum. Allah’tan başka İlah yoktur.
De ki.
Rabbim Allah, dinim İslam, peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)..
De ki.,
Bana rehberlik eden Kitab’ım, Kur’an’ı Kerim’dir.
Hatırla bunları ey ölü, ve de ki.
Terbiye edicim, koruyucum, kendisine itaat ettiğim, hüküm ve yetki sahibi bildiğim Sen’sin Rabbim.
Ey filan kadının oğlu de ki.
Ya Rabbi ben ancak Sana kulluk edileceğine, Sen’ den yardım dileneceğine, Sana itaat edileceğine inanırım.
Sen benim yegane Rabbimsin.
Hatırla ey ölü, hatırla bunları…
Verilen telkin ile bunlar hatırlatılır ölüye.
İslam’ı bilen kardeşlerimiz “Bu telkinden ziyade açık tebliğdir” diyeceklerdir.
Evet, açık tebliğdir bu!.
Ölülere açık tebliğ!.
Ölülere olduğu için bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi rahat. Hiç korkmuyor telkin verirken.
Oysa aynı imamı bir hafta önce mevtanın makamına göndererek “Adam sağ iken bunları anlat” deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak “Siz benim ek­meğimle mi oynuyorsunuz?” diyecekti.
Fakat artık rahattır!. Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Bu rahatlıkla telkin vermeye devam etmektedir.
Telkin veren imama bakarak toprağın altındaki ölüyü düşündüm. İmam ikide bir “Hatırla.. De ki” diyordu. Neyi, nasıl hatırlayacak ve nasıl diyecekti ki!..
Sağlığında kimi Rab kabul etmişti?
İlahı kimdi? Kime kulluk yapıyordu?
Hangi dine bağlıydı? Hangi dini yaşıyordu?
Kabirde yatan gerçek bir Müslüman ise Rahman ve Rahim olan Allah zaten onu zor durumda bırakmazdı. Böyle bir sorgulamayla karşılaşacaksa zaten onun için kor­ku yoktu. Yaşadığı din İslam ise ebetteki “Dinim İslam” cevabını verecekti.
Diyelim ki şaşırdı, söyleyemedi.
Söyleyemedi diye ebetteki Hristiyan veya Budist ka­bul edilmeyecekti!. Yaşadığı din İslam ise tabi ki gayrimüs­lim muamelesi görmeyecekti. Fakat yaşadığı din İslam de­ğilse, diriyken İslam’da değilse ölümünde verilen telkinin veya ölüsüne verilen tebliğin ne faydası olacaktı?
Bu telkin İslam’a ne zaman ve nerede girmişti?
Dünya Müslümanları için mümtaz Önder ve örnek olan Resulullah (s.a.v.) dirilere tebliğ ediyor, dirileri uyarıp korkutuyordu. Kur’an’ı Kerim, Yasin suresinde beyan edil­diği gibi dirileri uyarmak için indirilmişti.
Peki bu din görevlileri ne yapıyordu?
Ölülere telkin verip, dirilerden bahşiş toplayan bu şaşkınlar kimdi?
Yoksa gerçek ölüler bunlar mıydı?..
10- Kadın, kocasını düşünürken şehvetlense, sonra titreyerek, kasılarak sarımtırak bir akıntı yani meni gelse, gusül gerekir.
Guslü gerektirmeyen hâller
Sual: Guslü gerektirmeyen haller nelerdir?
CEVAP
Halk arasında guslü gerektirdiği sanılan bazı hâller, guslü gerektirmez. Guslü gerektirmeyen haller:
1- Bir erkek, bir kadını yahut bir erkeği çıplak görse, gusül gerekmez. Bakarken şehvetlenip meni gelirse gusül gerekir, mezi gelirse, yine gusül gerekmez.
2- Bir kadın, kendi kocasını veya bir kadını çıplak görse gusül gerekmez.
3- Karı-koca oynaşırken, çıplak resme bakarken veya düşünürken mezi gelse, fakat meni gelmese gusül gerekmez.
4- İdrar yaptıktan sonra veya büyük abdestten sonra gelen yapışkan prostat sıvısı ve vedi guslü gerektirmez.
5- Ağır bir şey kaldırmak veya bir yerden düşmek gibi bir sebeple meni çıkınca, Şafii’de gusül lazım olur, diğer üç mezhepte lazım olmaz.
6- İhtilâm olduğunu hatırlayan, uyanınca çamaşırında meni görmezse gusletmesi gerekmez. İhtilam olan, uyanınca, yatakta, elbise veya bacağında yaşlık görürse, bunun mezi denilen beyaz akıcı sıvı olduğunu anlarsa veya uyanık iken mezi akarsa, gusül gerekmez.
7- Cünüp olup guslettikten sonra, kadından kocasının menisi çıksa gusül gerekmez.
8- Kadın veya erkek, etek [kasık] tıraşı olsa gusül gerekmez.
9 - Kadınların süründüğü kokuyu erkekler koklarsa, koku sürünene de, koklayana da gusül gerekmez. Abdesti bile bozmaz. Ancak bayanların kocalarından başka kimseler için koku sürünmesi caiz değildir.
10- Cünüpken giyilen kıyafeti, üstünde necaset yoksa, tekrar giymekte ve o elbiseyle namaz kılmakta mahzur yoktur.
Meni, vedi, mezi nedir?
Sual: Meni, vedi, mezi, prostat salgısı nedir? Guslü gerektirir mi?
CEVAP
Meni, cinsel ilişki veya mastürbasyon sonunda haz ve heyecanla gelen yapışkan sıvıdır. Erkek menisine sperm denir. Kadından gelen meni sarımtıraktır.
Vedi, idrardan sonra çıkan beyaz, bulanık, koyu, yapışkan bir sıvıdır.
Mezi, zevk zamanında çıkar. Şehvetlenince, açık resimlere bakınca veya şehvetle öpüşünce ve sürtününce veya böyle şeyler düşününce gelen birkaç damla renksiz yapışkan sıvıdır.
Prostat salgısı, genelde idrardan sonra gelen, koyu, yapışkan bir sıvıdır.
Şehvetle gelen meni hariç, hiç biri guslü gerektirmez. Kadınlarda meni gelmesi daha zor olur. Meni gelmez de, mezi denen akıcı sıvı gelirse gusül gerekmez. Meni, titreyerek gelir, kasılmalar olur. Gelenin mezi mi, yoksa meni mi olduğu bu şekilde de, anlaşılabilir.
Meni gelmezse
Sual: Prostat ameliyatı oldum. Sperm torbacıklarımı aldıkları için testislerde sperm birikemiyor. Eşimle beraber olduğum zaman sperm gelmiyor. Rüyada ihtilam oluyorum; ama dışarı bir akıntı çıkmıyor. Bazen herhangi bir sebep olmadan idrarda koyu bir akıntı görüyorum, acaba sperm mi diye merak ediyorum. Cünüp oluyor muyum, gusletmem gerekiyor mu?
CEVAP
Eşle beraber olunca sperm gelmese de, yine gusül gerekir. Rüyada ihtilam olunca dışarı bir akıntı çıkmamışsa, gusül gerekmez. Gusül için meninin şehvetle dışarı çıkması gerekir. Meni herhangi bir sebeple şehvetsiz çıksa Hanefi’de gusül gerekmez. İdrarda görülen prostat sıvısı olabilir. Tahlil ettirmek iyi olur. Meni bile olsa, şehvetsiz gelince guslü gerektirmez. Eğer şehvetle yerinden kopup, daha sonra şehvetsiz olarak çıksa, gusül gerekir.
Meni görülmezse
Sual: Ameliyatla meni kanalı idrar torbasına bağlandı. İhtilamda meni idrar torbasına akarmış. İdrarda meni göremiyorum. Gusül lazım mı?
CEVAP
Meni görülmezse gusül gerekmez.
Muayene olunca
Sual: Kadın, kadın hastalıklarından dolayı, erkek doktora, rahminden muayene olsa, gusletmesi gerekir mi? Ültrasonla muayene olunca gusül gerekir mi? Kadın ön veya arkasına parmak sokunca gusletmesi gerekir diyenler var, gerekmez diyenler var. Hangisi doğrudur?
CEVAP
İkisi de doğru sayılmaz, açıklamaya ihtiyaç vardır. İçeri parmak girince, lezzet duymazsa gusül gerekmez. Lezzet duyarsa gusül gerekir. Lezzet almak, şehvet duymak demektir. Seadet-i Ebediyye’de Redd-ül-muhtar’dan alarak diyor ki:
Çocuk zekeri, hayvan zekeri, ölü zekeri, zeker gibi her şey veya parmak kullanınca içeri girdiği zaman, lezzet duyarsa, gusletmesi lazım olur. Lezzet duymazsa, gusletmesi iyi olur.
Cünübün âdet görmesi
Sual: Cünüp kadın, hayz olursa yıkanması gerekir mi?
CEVAP
Yıkanması şart değildir. Cünüp iken tırnak ve saç kesmesi mekruh, hayzlı iken mekruh değildir. Bunun için yıkanması iyidir.
Doğum yaptırmak
Sual: Erkek veya bayan kadın doktoru veya ebe, Ramazanda, abdestli iken bir kadına doğum yaptırsa, doktorun orucu, guslü veya abdesti bozulur mu?
CEVAP
Hanefi mezhebindeki kadın doktorunun veya ebenin, Ramazan-ı şerifte doğum yaptırmakla orucu, abdesti ve guslü bozulmuş olmaz. Zaruretsiz erkek doktora doğum yaptırmak caiz olmaz.
Bir kere gusledilir
Sual: Hayzı bittiği halde, gusletmeden beyiyle beraber olup yatan, sonra rüyada ihtilam olan, yani gusletmeden önce, iki kere daha cünüp olan, şimdi, kaç kere gusletmesi gerekir?
CEVAP
Kaç kere cünüp olunursa olsun, bir kere gusletmek yeterli olur. Namaz vakti çıkmadan, hemen gusledilmesi gerekir. Namaz kılmadan vakit çıkarsa, namazını kazaya bıraktığı için de, ayrıca büyük günah olur.
Tuğla eriyinceye kadar
Sual: Livata yapınca veya Çingene’yle zina edince, tuğla eriyinceye kadar yıkanmak mı gerekir?
CEVAP
Hayır, öyle bir şey yok, hurafedir. Livata ve zina, büyük günahsa da, bir kere gusleden temiz olur.
0 notes
musstuffsworld · 5 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
OKUMADAN YORUM YAZMAYIN!
ATATÜRKÜN SONU
Nasıl yaşadığına bakmadan nasıl gömüldüğüne bir bakalım..
En meşhur(!) imamı getirdiler cenazesine.
Mevlit ekiplerinin sıralanmasında birinci derecede bu­lunan birinci sınıf bir hoca. Mevlitlerde en çok parayı alan, parsayı toplayan adam. Sesi davudi, makamı ünlü, şöhreti yurt dışında tanınmış adam..
Hem neden olmasın ki! Masraftan mı kaçılacaktı? Meyyit dünyadan ayrılmıştı ama dünyanın servetini bırak­mıştı varislerine.
Çiçekçilere de gün doğmuştu.
Bir katliam sonrası kazıklara geçirilen binlerce kelle gibi binlerce çiçek dalından koparılmış ve kargılara geçiri­lerek çelenklere bağlanmıştı.
Mevtanın tanımadığı daha doğrusu mevtayı tanıma­yan pek yoktu. Onun ölümüyle boşalan koltuğuna yine ölmeye namzed olan başka kimseler oturacak ve hiç ölmeyeceklermiş gibi sosyal, siyasal ve ekonomi ilişkilerini devam ettireceklerdi. Bu nedenle cenazeye gönderilen çelenklerin siyasal ve ekonomik önemi vardı.
Binlerce firmanın ve kuruluşun gelecekteki menfaat­leri açısından büyük büyük çelenkler gönderilmiş ve bu çelenklerin üzerinde parti isimleri, holding isimleri, firma ve kuruluş isimleri yazılmıştı.. Aynı zamanda bu isimlerle rek­lam da yapılmış oluyordu. Çünkü ünlüler oradaydı, basın oradaydı, televizyon oradaydı. Reklama bağlı bir dünyada yaşandığı için bu fırsat tabi ki değerlendirilmeliydi.
Atatürk'ün ölümüne çiçekçilerle birlikte, onun zul­münden bıkan mustazaflar da sevinmişti. Nitekim hiçbiri cenazeye gelmemişti. Gerçi onların gelmesine de gerek yoktu. Çünkü her yer zaten dolmuştu.
Cenaze törenine gelip de cenaze namazına katılma­yanlar büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Hem neden kılsınlar ki! Farz-ı ayn’ı yaşamayan bu bir yığın nursuz insan, farz-ı kifayeye mi katılıcak?
Caminin avlusuna kadar geldiler ya! Bayramlarda bile camiye gelmeyen bu insanlar, büyüklerini öte dünyaya yolcu ederken camiye kadar geldiler, yetmez mi!.
Ölümden sonraki hayatı inkar eden ve konuyla ilgili safsatalarını birçok mecmuada tehşir eden ve mevtanın en yakın arkadaşı olan ilerici profesör de oradaydı. Yakın­dan yüzüne baktım. Yüzü karanlıktı. Belki de inkarının pis gölgesi yüzüne vuruyordu. Yoksa ölüme getirdiği materya­list yorum ile fıtratındaki duygular mı çatışıyordu!.
Zavallı profesör, mevtayı ne kadar çok severdi. Üç gün önce makamında kabul gördüğü, görüştüğü ve çok sevdiği bu adam şimdi az ilerde tahta bir kutunun içinde upuzun yatıyordu.
Bu adam toprağa karışıp, yok olup gidecek miydi?
Yaptıklarının karşılığı yok muydu?
Ölümle her şey bitiyor muydu?
Bütün bunları inkar eden profesör acaba şimdi ne düşünüyordu? Yanına gelen bir talebesi benim de duyabildiğim bir sesle fısıldadı.
“Hocam, bu şimdi yok olmadı mı?”
Öğrencinin tabutu gösteren elini eliyle indiren profesör başını sallayarak “Evet” dedi.
Öğrenci gözlerini hayretle açarak tekrar sordu:
“Bir yok için bunca merasim niye? Niye geldik bura­ya?”
Soruya canı sıkılan profesör Öğrenciye omuzunu çe­virerek benden tarafa döndü. Kendisini tanıyanların yaptıkları gibi hafifçe başımı salladım ve başını sallayarak kar­şılık verdi. Beni tanıyabilmek için bana bakarken tabutun üzerindeki örtüyü göstererek sordum;
“Beyefendi tabutun üzerindeki örtüde” Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür.” yazı­lı. Mevtanın bu ifadeyi kabul etmediğini siz de biliyorsu­nuz, Bunun yerine mevtanın sık sık tekrarladığı “Ne mutlu demokratım diyene” yazılı bir örtü konsaydı daha iyi değil miydi?
Yüzünü buruşturarak uzaklara bakmasından cenaze merasimine geldiği için pişman olmaya başladığı anlaşılıyordu.
Cenaze namazı için hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu tür merasimlerde cami cemaatinin tavırlarını hep hayretle seyretmişimdir. Ölen adamın oğlu, kardeşi, akrabası, dostu ve bir yığın insan kazık gibi dinelip, cenaze namazını kıl­mazlar iken cami cemaati ölenin kimliğine önem verme­den büyük bir iştahla namaza dururlar!.
Namaz kılacaklar saflardaki yerlerini alırlar. Kılma­yanlar ise en arkada sessiz bir bekleyişte.
“Er kişi niyetine…” dedi müezzin efendi!. Gür sesli imamın “Allâhuekber” tekbiri, en arkada duranlar, Allah’tan başka büyükler tanıyanlar ve kendileri­nin büyük olduğuna inananlar tarafından da duyuldu.
“Allah büyüktür” tekbiri imamın gür sesiyle üç kez tekrarlandı. Namazı kılanlar da içinden tekrarladı bunu.
Ve imam döndü
“Merhumu nasıl bilirsiniz? Hakkı hu­kuku olan helal etsin” dedi.
Bütün ağızlar gayri ihtiyari açıldı.
“İyi biliriz,”
“Helal olsun,”
“Allah rahmet etsin, “Ruhu için Fatiha” denildi.
Canlılar için bir dua, bir şükür olan Fatiha, bilinçsiz ağızlar tarafından bilinçli bir insana tekrar okundu.
Askerler yerlerini aldı. Bando ölüm marşını çalıyor­du. Arabalar doluydu. Bir gurup yürüyordu. Cenaze resmi tören için makamın olduğu binaya getirildi, Bayraklar yarıya indi. Üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ve oradan gö­rülmemiş bir kalabalık sel gibi mezara aktı.
Kimler yoktu ki bu cenazede merasiminde!
Meclis üyeleri, bazı milletvekilleri, resmi din görevlile­ri, artistler, yazarlar, tüccarlar, parti yetkileri, kanun koyu­cular, kanunları koruyanlar ve kanunlara uyanlar hep ordaydı.
Binlerce dönüm araziye sahip mevta için iki metre uzunluğunda elli santim genişliğinde yani toplam bir met­rekare olan bir çukur kazılmıştı. Mutad olduğu üzere cenaze defnedildi. Herkes son görevini yapmanın verdiği huzur ile kabirden yavaş yavaş ayrılıyordu.
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kim­se bırakılmadı.
İmamın yalnız başına kabrin başında kalışı bazı me­raklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya baş­ladı;
“Kabrin başındaki imam ne yapıyor?”
“Telkin veriyor…”
“Anlayamadım. Biraz açar mısınız?”
“Efendim, ölüye bazı hatırlatmalarda bulunacak.”
“Neyi hatırlatacak?”
“Allah’ı Peygamberi Kitabı, Dini…”
“Bu hatırlatma ona ulaşıyor mu?”
“Ümit ediyorum efendim.”
“Yani diriden ölüye mesaj mı?”
Din görevlisi konuşurken suç işliyormuş gibi cevap veriyordu gazeteciye. Gazetecinin bunaltıcı soruları karşısında en sonunda susmayı yeğlemişti.
Esasen telkinde yapılan şuydu. Ölen adam olur ki ölümden sonra münker ve nekir gelip kendisine sual sorduğunda hatırlayamaz. Diri imam, ölünün kabri başında ölüye bunları hatırlatmaya çalışır.
“Ey filan kadının oğlu falanca. Hatırla, zikret, şaha­deti söyle. Hatırla, Allah’tan başka İlah yoktur. Allah’tan başka yaratıcı, rızk verici, öldürücü, diriltici yoktur.
Ey filan kadının oğlu, de ki.,
Ben yegane yaratıcı, rızık verici, öldürücü ve mutlak hakim olarak sadece Allah’ı tanıyorum. Allah’tan başka İlah yoktur.
De ki.
Rabbim Allah, dinim İslam, peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)..
De ki.,
Bana rehberlik eden Kitab’ım, Kur’an’ı Kerim’dir.
Hatırla bunları ey ölü, ve de ki.
Terbiye edicim, koruyucum, kendisine itaat ettiğim, hüküm ve yetki sahibi bildiğim Sen’sin Rabbim.
Ey filan kadının oğlu de ki.
Ya Rabbi ben ancak Sana kulluk edileceğine, Sen’ den yardım dileneceğine, Sana itaat edileceğine inanırım.
Sen benim yegane Rabbimsin.
Hatırla ey ölü, hatırla bunları…
Verilen telkin ile bunlar hatırlatılır ölüye.
İslam’ı bilen kardeşlerimiz “Bu telkinden ziyade açık tebliğdir” diyeceklerdir.
Evet, açık tebliğdir bu!.
Ölülere açık tebliğ!.
Ölülere olduğu için bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi rahat. Hiç korkmuyor telkin verirken.
Oysa aynı imamı bir hafta önce mevtanın makamına göndererek “Adam sağ iken bunları anlat” deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak “Siz benim ek­meğimle mi oynuyorsunuz?” diyecekti.
Fakat artık rahattır!. Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Bu rahatlıkla telkin vermeye devam etmektedir.
Telkin veren imama bakarak toprağın altındaki ölüyü düşündüm. İmam ikide bir “Hatırla.. De ki” diyordu. Neyi, nasıl hatırlayacak ve nasıl diyecekti ki!..
Sağlığında kimi Rab kabul etmişti?
İlahı kimdi? Kime kulluk yapıyordu?
Hangi dine bağlıydı? Hangi dini yaşıyordu?
Kabirde yatan gerçek bir Müslüman ise Rahman ve Rahim olan Allah zaten onu zor durumda bırakmazdı. Böyle bir sorgulamayla karşılaşacaksa zaten onun için kor­ku yoktu. Yaşadığı din İslam ise ebetteki “Dinim İslam” cevabını verecekti.
Diyelim ki şaşırdı, söyleyemedi.
Söyleyemedi diye ebetteki Hristiyan veya Budist ka­bul edilmeyecekti!. Yaşadığı din İslam ise tabi ki gayrimüs­lim muamelesi görmeyecekti. Fakat yaşadığı din İslam de­ğilse, diriyken İslam’da değilse ölümünde verilen telkinin veya ölüsüne verilen tebliğin ne faydası olacaktı?
Bu telkin İslam’a ne zaman ve nerede girmişti?
Dünya Müslümanları için mümtaz Önder ve örnek olan Resulullah (s.a.v.) dirilere tebliğ ediyor, dirileri uyarıp korkutuyordu. Kur’an’ı Kerim, Yasin suresinde beyan edil­diği gibi dirileri uyarmak için indirilmişti.
Peki bu din görevlileri ne yapıyordu?
Ölülere telkin verip, dirilerden bahşiş toplayan bu şaşkınlar kimdi?
Yoksa gerçek ölüler bunlar mıydı?..Hz. Muhammedin s.a.v. Hz.Ayşe ile 9 yaşında evlendiği ile ilgili hadislere itiraz eden kefereler bu ayete ne diyecekler bakalım.
TALAK SÜRESİ
1- Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri içinde boşayın ve iddeti de sayın. Rabbiniz Allah'tan korkun. Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali bir yana, onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilmezsin, olur ki Allah, bundan sonra bir durum ortaya çıkarıverir.
2- Sürelerinin sonuna vardıklarında onları güzelce tutun, yahut güzellikle onlardan ayrılın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun. Şahidliği Allah için yapın. İşte Allah'a ve son güne inanan kimseye öğütlenen budur. Kim Allah'tan korkarsa Allah ona bir çıkış yolu yaratır.
3- Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.
4- Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdetini görmemiş bulunanlardan eğer şüphe ederseniz (iddetlerinin nasıl olacağında tereddüt ederseniz), onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları, doğum yapmalarıdır. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.
Bilhassa 4 üncü ayete dikkat edin
Adet görme yaşını ortalama 10 alırsak demekki 9 yaşındaki kız çocuklarının evliliğine kurani kerim izin veriyor .Eğer kuran 9 yaşındaki ergenlik çağına giren kız evlenir diyorsa insanlar evlenemez diyemez. Kurani kerim buluğ çağına giren kız evlenir diyor.Bu ayete itiraz edip 9 yaşındaki kız evlenemez diyenler ayeti inkar ederler ve dinsiz imansiz kâfir olurlar.
0 notes
musstuffsworld · 5 years
Text
Tumblr media
OKUMADAN YORUM YAZMAYIN!
ATATÜRKÜN SONU
Nasıl yaşadığına bakmadan nasıl gömüldüğüne bir bakalım..
En meşhur(!) imamı getirdiler cenazesine.
Mevlit ekiplerinin sıralanmasında birinci derecede bu­lunan birinci sınıf bir hoca. Mevlitlerde en çok parayı alan, parsayı toplayan adam. Sesi davudi, makamı ünlü, şöhreti yurt dışında tanınmış adam..
Hem neden olmasın ki! Masraftan mı kaçılacaktı? Meyyit dünyadan ayrılmıştı ama dünyanın servetini bırak­mıştı varislerine.
Çiçekçilere de gün doğmuştu.
Bir katliam sonrası kazıklara geçirilen binlerce kelle gibi binlerce çiçek dalından koparılmış ve kargılara geçiri­lerek çelenklere bağlanmıştı.
Mevtanın tanımadığı daha doğrusu mevtayı tanıma­yan pek yoktu. Onun ölümüyle boşalan koltuğuna yine ölmeye namzed olan başka kimseler oturacak ve hiç ölmeyeceklermiş gibi sosyal, siyasal ve ekonomi ilişkilerini devam ettireceklerdi. Bu nedenle cenazeye gönderilen çelenklerin siyasal ve ekonomik önemi vardı.
Binlerce firmanın ve kuruluşun gelecekteki menfaat­leri açısından büyük büyük çelenkler gönderilmiş ve bu çelenklerin üzerinde parti isimleri, holding isimleri, firma ve kuruluş isimleri yazılmıştı.. Aynı zamanda bu isimlerle rek­lam da yapılmış oluyordu. Çünkü ünlüler oradaydı, basın oradaydı, televizyon oradaydı. Reklama bağlı bir dünyada yaşandığı için bu fırsat tabi ki değerlendirilmeliydi.
Atatürk'ün ölümüne çiçekçilerle birlikte, onun zul­münden bıkan mustazaflar da sevinmişti. Nitekim hiçbiri cenazeye gelmemişti. Gerçi onların gelmesine de gerek yoktu. Çünkü her yer zaten dolmuştu.
Cenaze törenine gelip de cenaze namazına katılma­yanlar büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Hem neden kılsınlar ki! Farz-ı ayn’ı yaşamayan bu bir yığın nursuz insan, farz-ı kifayeye mi katılıcak?
Caminin avlusuna kadar geldiler ya! Bayramlarda bile camiye gelmeyen bu insanlar, büyüklerini öte dünyaya yolcu ederken camiye kadar geldiler, yetmez mi!.
Ölümden sonraki hayatı inkar eden ve konuyla ilgili safsatalarını birçok mecmuada tehşir eden ve mevtanın en yakın arkadaşı olan ilerici profesör de oradaydı. Yakın­dan yüzüne baktım. Yüzü karanlıktı. Belki de inkarının pis gölgesi yüzüne vuruyordu. Yoksa ölüme getirdiği materya­list yorum ile fıtratındaki duygular mı çatışıyordu!.
Zavallı profesör, mevtayı ne kadar çok severdi. Üç gün önce makamında kabul gördüğü, görüştüğü ve çok sevdiği bu adam şimdi az ilerde tahta bir kutunun içinde upuzun yatıyordu.
Bu adam toprağa karışıp, yok olup gidecek miydi?
Yaptıklarının karşılığı yok muydu?
Ölümle her şey bitiyor muydu?
Bütün bunları inkar eden profesör acaba şimdi ne düşünüyordu? Yanına gelen bir talebesi benim de duyabildiğim bir sesle fısıldadı.
“Hocam, bu şimdi yok olmadı mı?”
Öğrencinin tabutu gösteren elini eliyle indiren profesör başını sallayarak “Evet” dedi.
Öğrenci gözlerini hayretle açarak tekrar sordu:
“Bir yok için bunca merasim niye? Niye geldik bura­ya?”
Soruya canı sıkılan profesör Öğrenciye omuzunu çe­virerek benden tarafa döndü. Kendisini tanıyanların yaptıkları gibi hafifçe başımı salladım ve başını sallayarak kar­şılık verdi. Beni tanıyabilmek için bana bakarken tabutun üzerindeki örtüyü göstererek sordum;
“Beyefendi tabutun üzerindeki örtüde” Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür.” yazı­lı. Mevtanın bu ifadeyi kabul etmediğini siz de biliyorsu­nuz, Bunun yerine mevtanın sık sık tekrarladığı “Ne mutlu demokratım diyene” yazılı bir örtü konsaydı daha iyi değil miydi?
Yüzünü buruşturarak uzaklara bakmasından cenaze merasimine geldiği için pişman olmaya başladığı anlaşılıyordu.
Cenaze namazı için hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu tür merasimlerde cami cemaatinin tavırlarını hep hayretle seyretmişimdir. Ölen adamın oğlu, kardeşi, akrabası, dostu ve bir yığın insan kazık gibi dinelip, cenaze namazını kıl­mazlar iken cami cemaati ölenin kimliğine önem verme­den büyük bir iştahla namaza dururlar!.
Namaz kılacaklar saflardaki yerlerini alırlar. Kılma­yanlar ise en arkada sessiz bir bekleyişte.
“Er kişi niyetine…” dedi müezzin efendi!. Gür sesli imamın “Allâhuekber” tekbiri, en arkada duranlar, Allah’tan başka büyükler tanıyanlar ve kendileri­nin büyük olduğuna inananlar tarafından da duyuldu.
“Allah büyüktür” tekbiri imamın gür sesiyle üç kez tekrarlandı. Namazı kılanlar da içinden tekrarladı bunu.
Ve imam döndü
“Merhumu nasıl bilirsiniz? Hakkı hu­kuku olan helal etsin” dedi.
Bütün ağızlar gayri ihtiyari açıldı.
“İyi biliriz,”
“Helal olsun,”
“Allah rahmet etsin, “Ruhu için Fatiha” denildi.
Canlılar için bir dua, bir şükür olan Fatiha, bilinçsiz ağızlar tarafından bilinçli bir insana tekrar okundu.
Askerler yerlerini aldı. Bando ölüm marşını çalıyor­du. Arabalar doluydu. Bir gurup yürüyordu. Cenaze resmi tören için makamın olduğu binaya getirildi, Bayraklar yarıya indi. Üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ve oradan gö­rülmemiş bir kalabalık sel gibi mezara aktı.
Kimler yoktu ki bu cenazede merasiminde!
Meclis üyeleri, bazı milletvekilleri, resmi din görevlile­ri, artistler, yazarlar, tüccarlar, parti yetkileri, kanun koyu­cular, kanunları koruyanlar ve kanunlara uyanlar hep ordaydı.
Binlerce dönüm araziye sahip mevta için iki metre uzunluğunda elli santim genişliğinde yani toplam bir met­rekare olan bir çukur kazılmıştı. Mutad olduğu üzere cenaze defnedildi. Herkes son görevini yapmanın verdiği huzur ile kabirden yavaş yavaş ayrılıyordu.
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kim­se bırakılmadı.
İmamın yalnız başına kabrin başında kalışı bazı me­raklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya baş­ladı;
“Kabrin başındaki imam ne yapıyor?”
“Telkin veriyor…”
“Anlayamadım. Biraz açar mısınız?”
“Efendim, ölüye bazı hatırlatmalarda bulunacak.”
“Neyi hatırlatacak?”
“Allah’ı Peygamberi Kitabı, Dini…”
“Bu hatırlatma ona ulaşıyor mu?”
“Ümit ediyorum efendim.”
“Yani diriden ölüye mesaj mı?”
Din görevlisi konuşurken suç işliyormuş gibi cevap veriyordu gazeteciye. Gazetecinin bunaltıcı soruları karşısında en sonunda susmayı yeğlemişti.
Esasen telkinde yapılan şuydu. Ölen adam olur ki ölümden sonra münker ve nekir gelip kendisine sual sorduğunda hatırlayamaz. Diri imam, ölünün kabri başında ölüye bunları hatırlatmaya çalışır.
“Ey filan kadının oğlu falanca. Hatırla, zikret, şaha­deti söyle. Hatırla, Allah’tan başka İlah yoktur. Allah’tan başka yaratıcı, rızk verici, öldürücü, diriltici yoktur.
Ey filan kadının oğlu, de ki.,
Ben yegane yaratıcı, rızık verici, öldürücü ve mutlak hakim olarak sadece Allah’ı tanıyorum. Allah’tan başka İlah yoktur.
De ki.
Rabbim Allah, dinim İslam, peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)..
De ki.,
Bana rehberlik eden Kitab’ım, Kur’an’ı Kerim’dir.
Hatırla bunları ey ölü, ve de ki.
Terbiye edicim, koruyucum, kendisine itaat ettiğim, hüküm ve yetki sahibi bildiğim Sen’sin Rabbim.
Ey filan kadının oğlu de ki.
Ya Rabbi ben ancak Sana kulluk edileceğine, Sen’ den yardım dileneceğine, Sana itaat edileceğine inanırım.
Sen benim yegane Rabbimsin.
Hatırla ey ölü, hatırla bunları…
Verilen telkin ile bunlar hatırlatılır ölüye.
İslam’ı bilen kardeşlerimiz “Bu telkinden ziyade açık tebliğdir” diyeceklerdir.
Evet, açık tebliğdir bu!.
Ölülere açık tebliğ!.
Ölülere olduğu için bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi rahat. Hiç korkmuyor telkin verirken.
Oysa aynı imamı bir hafta önce mevtanın makamına göndererek “Adam sağ iken bunları anlat” deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak “Siz benim ek­meğimle mi oynuyorsunuz?” diyecekti.
Fakat artık rahattır!. Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Bu rahatlıkla telkin vermeye devam etmektedir.
Telkin veren imama bakarak toprağın altındaki ölüyü düşündüm. İmam ikide bir “Hatırla.. De ki” diyordu. Neyi, nasıl hatırlayacak ve nasıl diyecekti ki!..
Sağlığında kimi Rab kabul etmişti?
İlahı kimdi? Kime kulluk yapıyordu?
Hangi dine bağlıydı? Hangi dini yaşıyordu?
Kabirde yatan gerçek bir Müslüman ise Rahman ve Rahim olan Allah zaten onu zor durumda bırakmazdı. Böyle bir sorgulamayla karşılaşacaksa zaten onun için kor­ku yoktu. Yaşadığı din İslam ise ebetteki “Dinim İslam” cevabını verecekti.
Diyelim ki şaşırdı, söyleyemedi.
Söyleyemedi diye ebetteki Hristiyan veya Budist ka­bul edilmeyecekti!. Yaşadığı din İslam ise tabi ki gayrimüs­lim muamelesi görmeyecekti. Fakat yaşadığı din İslam de­ğilse, diriyken İslam’da değilse ölümünde verilen telkinin veya ölüsüne verilen tebliğin ne faydası olacaktı?
Bu telkin İslam’a ne zaman ve nerede girmişti?
Dünya Müslümanları için mümtaz Önder ve örnek olan Resulullah (s.a.v.) dirilere tebliğ ediyor, dirileri uyarıp korkutuyordu. Kur’an’ı Kerim, Yasin suresinde beyan edil­diği gibi dirileri uyarmak için indirilmişti.
Peki bu din görevlileri ne yapıyordu?
Ölülere telkin verip, dirilerden bahşiş toplayan bu şaşkınlar kimdi?
Yoksa gerçek ölüler bunlar mıydı?..
0 notes
musstuffsworld · 5 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
OKUMADAN YORUM YAZMAYIN!
ATATÜRKÜN SONU
Nasıl yaşadığına bakmadan nasıl gömüldüğüne bir bakalım..
En meşhur(!) imamı getirdiler cenazesine.
Mevlit ekiplerinin sıralanmasında birinci derecede bu­lunan birinci sınıf bir hoca. Mevlitlerde en çok parayı alan, parsayı toplayan adam. Sesi davudi, makamı ünlü, şöhreti yurt dışında tanınmış adam..
Hem neden olmasın ki! Masraftan mı kaçılacaktı? Meyyit dünyadan ayrılmıştı ama dünyanın servetini bırak­mıştı varislerine.
Çiçekçilere de gün doğmuştu.
Bir katliam sonrası kazıklara geçirilen binlerce kelle gibi binlerce çiçek dalından koparılmış ve kargılara geçiri­lerek çelenklere bağlanmıştı.
Mevtanın tanımadığı daha doğrusu mevtayı tanıma­yan pek yoktu. Onun ölümüyle boşalan koltuğuna yine ölmeye namzed olan başka kimseler oturacak ve hiç ölmeyeceklermiş gibi sosyal, siyasal ve ekonomi ilişkilerini devam ettireceklerdi. Bu nedenle cenazeye gönderilen çelenklerin siyasal ve ekonomik önemi vardı.
Binlerce firmanın ve kuruluşun gelecekteki menfaat­leri açısından büyük büyük çelenkler gönderilmiş ve bu çelenklerin üzerinde parti isimleri, holding isimleri, firma ve kuruluş isimleri yazılmıştı.. Aynı zamanda bu isimlerle rek­lam da yapılmış oluyordu. Çünkü ünlüler oradaydı, basın oradaydı, televizyon oradaydı. Reklama bağlı bir dünyada yaşandığı için bu fırsat tabi ki değerlendirilmeliydi.
Atatürk'ün ölümüne çiçekçilerle birlikte, onun zul­münden bıkan mustazaflar da sevinmişti. Nitekim hiçbiri cenazeye gelmemişti. Gerçi onların gelmesine de gerek yoktu. Çünkü her yer zaten dolmuştu.
Cenaze törenine gelip de cenaze namazına katılma­yanlar büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Hem neden kılsınlar ki! Farz-ı ayn’ı yaşamayan bu bir yığın nursuz insan, farz-ı kifayeye mi katılıcak?
Caminin avlusuna kadar geldiler ya! Bayramlarda bile camiye gelmeyen bu insanlar, büyüklerini öte dünyaya yolcu ederken camiye kadar geldiler, yetmez mi!.
Ölümden sonraki hayatı inkar eden ve konuyla ilgili safsatalarını birçok mecmuada tehşir eden ve mevtanın en yakın arkadaşı olan ilerici profesör de oradaydı. Yakın­dan yüzüne baktım. Yüzü karanlıktı. Belki de inkarının pis gölgesi yüzüne vuruyordu. Yoksa ölüme getirdiği materya­list yorum ile fıtratındaki duygular mı çatışıyordu!.
Zavallı profesör, mevtayı ne kadar çok severdi. Üç gün önce makamında kabul gördüğü, görüştüğü ve çok sevdiği bu adam şimdi az ilerde tahta bir kutunun içinde upuzun yatıyordu.
Bu adam toprağa karışıp, yok olup gidecek miydi?
Yaptıklarının karşılığı yok muydu?
Ölümle her şey bitiyor muydu?
Bütün bunları inkar eden profesör acaba şimdi ne düşünüyordu? Yanına gelen bir talebesi benim de duyabildiğim bir sesle fısıldadı.
“Hocam, bu şimdi yok olmadı mı?”
Öğrencinin tabutu gösteren elini eliyle indiren profesör başını sallayarak “Evet” dedi.
Öğrenci gözlerini hayretle açarak tekrar sordu:
“Bir yok için bunca merasim niye? Niye geldik bura­ya?”
Soruya canı sıkılan profesör Öğrenciye omuzunu çe­virerek benden tarafa döndü. Kendisini tanıyanların yaptıkları gibi hafifçe başımı salladım ve başını sallayarak kar­şılık verdi. Beni tanıyabilmek için bana bakarken tabutun üzerindeki örtüyü göstererek sordum;
“Beyefendi tabutun üzerindeki örtüde” Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Resulüdür.” yazı­lı. Mevtanın bu ifadeyi kabul etmediğini siz de biliyorsu­nuz, Bunun yerine mevtanın sık sık tekrarladığı “Ne mutlu demokratım diyene” yazılı bir örtü konsaydı daha iyi değil miydi?
Yüzünü buruşturarak uzaklara bakmasından cenaze merasimine geldiği için pişman olmaya başladığı anlaşılıyordu.
Cenaze namazı için hazırlıklar tamamlanmıştı. Bu tür merasimlerde cami cemaatinin tavırlarını hep hayretle seyretmişimdir. Ölen adamın oğlu, kardeşi, akrabası, dostu ve bir yığın insan kazık gibi dinelip, cenaze namazını kıl­mazlar iken cami cemaati ölenin kimliğine önem verme­den büyük bir iştahla namaza dururlar!.
Namaz kılacaklar saflardaki yerlerini alırlar. Kılma­yanlar ise en arkada sessiz bir bekleyişte.
“Er kişi niyetine…” dedi müezzin efendi!. Gür sesli imamın “Allâhuekber” tekbiri, en arkada duranlar, Allah’tan başka büyükler tanıyanlar ve kendileri­nin büyük olduğuna inananlar tarafından da duyuldu.
“Allah büyüktür” tekbiri imamın gür sesiyle üç kez tekrarlandı. Namazı kılanlar da içinden tekrarladı bunu.
Ve imam döndü
“Merhumu nasıl bilirsiniz? Hakkı hu­kuku olan helal etsin” dedi.
Bütün ağızlar gayri ihtiyari açıldı.
“İyi biliriz,”
“Helal olsun,”
“Allah rahmet etsin, “Ruhu için Fatiha” denildi.
Canlılar için bir dua, bir şükür olan Fatiha, bilinçsiz ağızlar tarafından bilinçli bir insana tekrar okundu.
Askerler yerlerini aldı. Bando ölüm marşını çalıyor­du. Arabalar doluydu. Bir gurup yürüyordu. Cenaze resmi tören için makamın olduğu binaya getirildi, Bayraklar yarıya indi. Üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Ve oradan gö­rülmemiş bir kalabalık sel gibi mezara aktı.
Kimler yoktu ki bu cenazede merasiminde!
Meclis üyeleri, bazı milletvekilleri, resmi din görevlile­ri, artistler, yazarlar, tüccarlar, parti yetkileri, kanun koyu­cular, kanunları koruyanlar ve kanunlara uyanlar hep ordaydı.
Binlerce dönüm araziye sahip mevta için iki metre uzunluğunda elli santim genişliğinde yani toplam bir met­rekare olan bir çukur kazılmıştı. Mutad olduğu üzere cenaze defnedildi. Herkes son görevini yapmanın verdiği huzur ile kabirden yavaş yavaş ayrılıyordu.
Mezar imamından başka meyyidin kabri başında kim­se bırakılmadı.
İmamın yalnız başına kabrin başında kalışı bazı me­raklı gazetecilerin dikkatini çekmişti. Gazetecilerden birisi orada bulunan bir din görevlisine yanaşarak sormaya baş­ladı;
“Kabrin başındaki imam ne yapıyor?”
“Telkin veriyor…”
“Anlayamadım. Biraz açar mısınız?”
“Efendim, ölüye bazı hatırlatmalarda bulunacak.”
“Neyi hatırlatacak?”
“Allah’ı Peygamberi Kitabı, Dini…”
“Bu hatırlatma ona ulaşıyor mu?”
“Ümit ediyorum efendim.”
“Yani diriden ölüye mesaj mı?”
Din görevlisi konuşurken suç işliyormuş gibi cevap veriyordu gazeteciye. Gazetecinin bunaltıcı soruları karşısında en sonunda susmayı yeğlemişti.
Esasen telkinde yapılan şuydu. Ölen adam olur ki ölümden sonra münker ve nekir gelip kendisine sual sorduğunda hatırlayamaz. Diri imam, ölünün kabri başında ölüye bunları hatırlatmaya çalışır.
“Ey filan kadının oğlu falanca. Hatırla, zikret, şaha­deti söyle. Hatırla, Allah’tan başka İlah yoktur. Allah’tan başka yaratıcı, rızk verici, öldürücü, diriltici yoktur.
Ey filan kadının oğlu, de ki.,
Ben yegane yaratıcı, rızık verici, öldürücü ve mutlak hakim olarak sadece Allah’ı tanıyorum. Allah’tan başka İlah yoktur.
De ki.
Rabbim Allah, dinim İslam, peygamberim Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)..
De ki.,
Bana rehberlik eden Kitab’ım, Kur’an’ı Kerim’dir.
Hatırla bunları ey ölü, ve de ki.
Terbiye edicim, koruyucum, kendisine itaat ettiğim, hüküm ve yetki sahibi bildiğim Sen’sin Rabbim.
Ey filan kadının oğlu de ki.
Ya Rabbi ben ancak Sana kulluk edileceğine, Sen’ den yardım dileneceğine, Sana itaat edileceğine inanırım.
Sen benim yegane Rabbimsin.
Hatırla ey ölü, hatırla bunları…
Verilen telkin ile bunlar hatırlatılır ölüye.
İslam’ı bilen kardeşlerimiz “Bu telkinden ziyade açık tebliğdir” diyeceklerdir.
Evet, açık tebliğdir bu!.
Ölülere açık tebliğ!.
Ölülere olduğu için bir sakıncası yok. Ölülere olduğu için telkin veren imam efendi rahat. Hiç korkmuyor telkin verirken.
Oysa aynı imamı bir hafta önce mevtanın makamına göndererek “Adam sağ iken bunları anlat” deseydik, ne mümkün efendim!. Bize korkuyla bakarak “Siz benim ek­meğimle mi oynuyorsunuz?” diyecekti.
Fakat artık rahattır!. Korkmasına gerek yoktur. Nasıl olsa ölüdür kabirde yatan, kabirden kalkıp kendisini işten atacak veya sürgüne gönderecek değil ya!
Bu rahatlıkla telkin vermeye devam etmektedir.
Telkin veren imama bakarak toprağın altındaki ölüyü düşündüm. İmam ikide bir “Hatırla.. De ki” diyordu. Neyi, nasıl hatırlayacak ve nasıl diyecekti ki!..
Sağlığında kimi Rab kabul etmişti?
İlahı kimdi? Kime kulluk yapıyordu?
Hangi dine bağlıydı? Hangi dini yaşıyordu?
Kabirde yatan gerçek bir Müslüman ise Rahman ve Rahim olan Allah zaten onu zor durumda bırakmazdı. Böyle bir sorgulamayla karşılaşacaksa zaten onun için kor­ku yoktu. Yaşadığı din İslam ise ebetteki “Dinim İslam” cevabını verecekti.
Diyelim ki şaşırdı, söyleyemedi.
Söyleyemedi diye ebetteki Hristiyan veya Budist ka­bul edilmeyecekti!. Yaşadığı din İslam ise tabi ki gayrimüs­lim muamelesi görmeyecekti. Fakat yaşadığı din İslam de­ğilse, diriyken İslam’da değilse ölümünde verilen telkinin veya ölüsüne verilen tebliğin ne faydası olacaktı?
Bu telkin İslam’a ne zaman ve nerede girmişti?
Dünya Müslümanları için mümtaz Önder ve örnek olan Resulullah (s.a.v.) dirilere tebliğ ediyor, dirileri uyarıp korkutuyordu. Kur’an’ı Kerim, Yasin suresinde beyan edil­diği gibi dirileri uyarmak için indirilmişti.
Peki bu din görevlileri ne yapıyordu?
Ölülere telkin verip, dirilerden bahşiş toplayan bu şaşkınlar kimdi?
Yoksa gerçek ölüler bunlar mıydı?..
0 notes