Tumgik
#göğe bakan kız ☆
okyanustakibulut969 · 9 months
Text
Bu gece meteor bişeysi varmış gökyûzûnde. Îzleyememek ama bulunduğum yerden yine de göğe bakan o kız olmak...
Herkez kadrajlayabilelim dilek tutabilelim yada story atabilelim diye izliyor eminim. Benim olduğum yerde de bulutlardan ötesi görûnmûyor böyle dûmdûz manzarasız tek tûk seçtiğin yıldızlar var...
Gel birde böyle izleyebil hemde her gece bıkmadan.O zaman göğû sevdiğine ikna edersin beni.
4 notes · View notes
mesutbahtiyarolacak · 2 years
Text
Tumblr media
21-
Şu dünyaya geldiğimden buyana, hükümlü müydüm gerçekten hayata, yoksa, yok muydu hükmüm bir parça?
Yalnızlığıma sorduğum sorunun cevabını düşüne dursun, karşımdaki kişinin artık gerçekten konuşmaya başlamasını istiyordum.
- Ben boş işleri sevmem. Yok işte zamanım. Ben buradayken sorun sorabildiğinizi, çevirmeyin, döndürmeyin boş yere kelimeleri. Kimmiş bedenim, ismimi kim koymuş, müsamma mı ismim anlamıyla, kaç yıl nefes tüketmişim, neymiş mesleğim… size ne?!!!
Sorun bana, ne yaşadım bu dünyada, kimleri tanıdım, kimlere kapattım gözümü, ellerim neden soğuk, yara izlerim nerede, gecenin koynunda ne yapar insan, nefes almadan nasıl yaşar, neden dudaklarım kıpırdar da dökülmez kelimeler, neden çıktım yıllar sonra odamdan, neden görmezden gelir insanlar?…
Hem kime ne tüm bunlardan, kim şikayet etmiş beni? Kim kâale almış bizi, kim görmüş, kim duymuş sesimizi?!!!
Sordum. Sordukça anlattım, anlattıkça sordum yeniden. Soruya soruyla cevapladım. Cevabı soruyla sordum devamlı.
Anlamadı.
Boş gözlerle bakmaya devam etti gözüme. Ama sonunda başa dönmüştüm yine. Bir soruyla başlayan aydınlanma, birbiri ardından sorulan sorularla kapanıyordu yeniden.
Neden kimse soru sormuyor ki? Diye mırıldandı yalnızlığım.
Ne kadar üzüldüm onu böyle görünce. Küçük bir çocuk gibi sus pus oturuyordu yanımda. Ne söylesem, ne anlatsam dudaklarımdan dökülecek kelimeleri gözlüyordu, ne zaman kendisine sıra gelecek, ne zaman kelimeleri anlayacak bilmiyordu. Sessizce, bir suçlu gibi bekliyordu.
Sır, sırra ermek mi, sırrı çözmek mi? Diye sordum. Sır üstüne sır, soru üstüne soru sormak gibiydi.
Herkese karşı bir duvar ardından konuşmamdandı belki duyulmamışım, anlaşılmayışım. Ama duyan, duymak isteyen, anlamak isteyen insanlardı benim istediklerim. Bundandı belki sessiz sessiz yürüyüşlerim. Herkese değildi sözlerim. Anlayan bir kişi yeterdi bana.
Elinde çiçek dağıtan bir kız çocuğu gibi gülümsemedim ben. Herkesten bir bedel istemedim. Çiçeğe değil kıza gülümseyenleri istedim. Herkese dağıtmadım öyle anlamlarını, alanları alkışlamadım, almaları için gözlerine bakmadım, çenelerinden tutup gözlerine bakmadım.
Başı önde sessizce yürüyenlerin peşinden koştum, nefes nefese tutuşturdum ellerine bir bir harfi ve kayboldum gözden nefes nefese yine. Sokak başında göğe bakanları, kaldırımda oturup gözü dalanları aradım, kahkahaların arasında hüzünle bakan gözleri aradım, elindeki çayı eliyle ısıtanları…
Olmadı yine diyerek elimle dokundum yalnızlığıma. Hadi gidelim boş yere getirdim seni buraya. Hataydı bendeki ama denemedik demeyiz değil mi? Özür dilerim herkes adına senden. Ben bir merasim tertip ederim istersen.
Yavaşça odadan çıktık ikimizde. Kabalığın en büyüğünü yaptım bilerek, bir hoşçakal bile demedim çıkarken. Merak etmezdi ama merakta bıraktım onu. Ama yalnızlığıma yapmamalıydı bunu.
Yanına sokularak herşeyden, tüm konuştuklarımızdan bahsettim yalnızlığıma. Bilmeliydi. Bilmeli ve bana hak vermeliydi. Sonra soğuk yemek gibi kordu önüme bu yaşadıklarımı. Herkes gibi.
Ne yapalım olmayınca olmuyor dedim yavaşça. İnsanlar böyle işte. Ama hata bende, çok erkendi seni o odaya getirmem de. Onlar, konuşurlar herkes gibi seninle, herkese de sen gibidirler aslında. Herkesin özel olduğu bir dünya orası. Sen yapamazsın orada.
Rüzgarın çıkmasıyla, yüzümüzü kapadık ikimizde yakamızla. Gülümsedik koca bir güne. Ne güzel maceraydı aslında, ya anlasaydı bizi, konuşsaydı ikimizle, tanısaydı?…
Ya anlatsaydı bizi herkese, herkese kendini anlattığı gibi…
Odamıza girerken kapattık kapıyı ardımızdan. Bu saate kadar gelemeyen herşey o kapının dışında kalmalıydı, öyle de oldu.
Tümseğin üzerinde hafifçe diz çöktük.
Ve sustuk her şeye.
22 notes · View notes
kalopsiaha · 7 months
Text
Kumda oynayan küçük kız çocuğuna...
Yürüyemeyen küçük kız çocuğuna...
Nefes alamayan küçük kız çocuğuna...
Cesur küçük kız çocuğuna...
Annesinin kucağında ölmek üzere olan aciz, cılız kız çocuğuna...
Göğe bakan küçük kız çocuğuna...
Çoğu yerde ağlayan ve büyümekten korkan küçük kız çocuğuna...
Bugünü ona ithaf ettim. Bugün, içimdeki hayal ve gökyüzü dolu kız çocuğunun günüydü.
0 notes
ggoodbyefall · 1 year
Text
Uyusaydım
Bu katı bu sert kente gelmeseydim
Giydiklerin öyle ölümsüz büzülmüş ki
Seni bir bardakta kanayan
Abıhayat sandım
Elim uzandığı yerde kaldı.
Şimdi Ayı bekliyorum
Ay doğunca onu yerime gözcü bırakacağım
..
Aradığım bu ülkede de yok
..
Taşlar hatıra yazılamayacak kadar
Fazla kararmış
Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz
Sayıklayan çiçekleri taşıyacaklar yüreklerinde
Şahitler: bütün oğularım
Yüzü yeni gelmiş bir vahiy gibi
Konuşması Hint ilahisi
Ürküntüsü çocuk çilesi
Ay kaç kere tanıklık etti
Taşıdığım yoksul kadınlar tabutuna
Meleğe öykünen
Bir gülü yetiştirmek için
Yaratılmışız
Şükür Tanrıya
Doğu sabahları
Işıldayan meşaleler
Çocukları gece yarısı
Ayakları ters dönük
Çağıran ve sonsuz kar çöllerine alıp götüren
Melek surlarına yaklaştık,,
İşte o vakit kadınlar belirdi
Hepsinin adı Meryemdi
Bu ölü hangi batmış imparatorluğun bayrağı
Tutunacaksın doğurmamış bir anne gibi hurma ağacına
Ey en yumuşak isimli kardeşim
Ben kışın kefen gelini
Çanların diri ölüm toplumundan da
Üzüm kürelerinin benzerliğindeki yalnızlığından da asmaların
Kurtulmuşum kaynayan bir çölüm belki
Birden doğup büyüyen içine insan sesi karışmış
Sonra ansızın küçülüp kaybolan
Kum tepeleri
Genellikle ben oyarım göğe minareleri
Hep gece kutsar beklenmedik bir çeşmeyi
Geceleri namazım
Sabahları ezanım
Ama ben karanlıklarda yittim
Musa ışığa vardı
Baharı gecikmiş kentler
Ey gece, ayını ve yıldızlarını yak
Saçlarım yağmurda uzar
Yaraya dayanmak sanatı
Güzü mü andırır göz bebekleri?
Bir Tanrı mahkumunu arar
İğde ve gül kokuları, çeşme gümüşleri
Güneşin kovaladığı bir yol
Bunlar kır papirüsleri
Bir şiirin ipek sayfalarıdır
Uykumuzu en ulu ders olarak anlatacaklar çocuklara
-sizi bir alacakaranlık uykusuna çağırırım
Hepimizin çocuğu geri dönecektir
Bir külün içinde yüzyıllarca duran
Biçimini yakalayıp geri dönecektir
Uyudular uyuyarak nardıları
Işıttılar insan yüreğini
Islak bir ortaçağ yolunu andıran iç sokaklar
Peşinden sürüklediğin lanetleri bir kitap yaprağına çevirmek
Gün gelecek su kıyısındaki o türbe ışıyacaktır.
Bozulmuş saatleri ölümle iyi etmek
Yorgun bir şam öğlesi
Şemsin ayrılığı
Kuran okuyan yüreğinden bir ışık koparabilir miyiz
Durmamacasına açılmış bir kabiriz
Surlara işlemiş bir ölüyüz
Kendini kutsal yapraklar gibi
Uçuşur sanan değil miyiz
Eflatun büyüsünün yankısı
Çevresinde bir darağacının
Koparabilir miyiz acaba
Etinden çileli etinden
Döğmeli ciğerinden bir parça
En çetin savaşımı verdim o gece
İki dünya savaşı ondan bir yapraktı neredeyse
İlkin anne ölümünü kullanarak geldi üstüme
Sonra aklı kınamış bir kardeş yedeğinde
Ne anne anneydi ne kardeş kardeşti gerçekte
Anne ve kardeş biçiminde
Bilmem hangi ülkeden devşirilmiş iki imge
Kendi hayalinden iki kesitti belki de
Ama ben güvenmedim bu belgelere
Teslim olmadım yine de
Eridi kollarım ayaklarım en yılışık asitte
Cama çevirip gövdemi de
Okumaya çalıştı en yılgın kuşkularımı
Ama bir nokta kaldı ki
Yüreğimin yüreğimin yüreğimin yüreğinde
Öyle baştan çıkarıcıydı ki yüzü
{Yeni cennetten sürülmüş diyebilirdiniz}
*yeni sürülmüş diyebilirdiniz cennetten*
Deniz kıyısında duruyormuşçasına
Bakan çocukların
Kalp çarpınıtısı
Bir kızın son hayali
Birinci Cihan Savaşının
Rastladığı bir kız entarisine
Siler bengisudan arı
Gözyaşlarını
Anlat anlat bu gözyaşlarını anlat
Bir gül gibi açan
Her çocukta
Vakti gelince
Biri çöle dönüktü
Çöl uzayan bir gençlikti
Yeni bir şiire acıkmışçasına
Develer de aya bakmaktaydılar
..biz dudaklarımızla değil
Yüreklerimizle fısıldayalım
Ey ay bölün ey dolunay bölün
Doğudan batıdan
Birden görün
..sana okuduklarımı anladıysan
…bölün
Ay çarpışmaları
Ay bölün
..
Baharda 
Tanrı aşkına bölün 
...
Ay ayrılır
Ay akar 
İncir yaprağındaki süt gibi 
iki elimize
Ay savaş gömleğidir 
Yırtılır kılıcımızın ucundaki 
bir hız buğusundan 
Ay yayılır 
Doğumumuzun doğusuna 
...
Ay yeni doğmuş
Ölü anneli
Bir çocuk gibi 
Teslim edilmiştir bize 
Biz ölümden 
Ve yalımdan arıttık 
Ay yerleşecektir 
Yerimize 
Manastır damından ayı gözleyen 
Çocuklar gündüzün
Bıraktığını ararken ağaçlarda
Bir güneş daha batmada
Bir gün daha solmada
Heykeller yaprak yaprak kurumada
Ay bir iftar gibi üzüm salkımında
Dolaşan bir mimar mermer bir mimberde
Döne döne inen
Bir minareden
Ayın bölünmesinden doğan Elhamra
Ay bir zeytin dalı Kurtubada
Mısırda ışıklı bir hurma
Öyle bir içki içildi ki
Kırılan ay bardağında
Ağaran gün tılsımı
Haziran iğreti bir mevsim bu yerlerde
Bu yıllarda
Bir kadın ölmektedir
Peygamberler de
Birer deniz avcısı değil miydi
Bir çöl önünde yalnız kalan peygamber
Bizans sarayında kristal bir kadeh kırıldı
Ay bölen bir bilginin dili
Tanrı sesi
Tanrı deyişi
Şairlerin örtüsüne özendiği
Gölgesiz peygamber
Bu üşütme ne güz ne bahar üşütmeleri
Çile mağarası
Gök çiğinin tüveyçleri çocuklar
Yeni bir yürüyüşün
Yer sarsan gök titreten
Yürek yumuşatan bir yürüyüşün marşıyla
—Bir gün doğdu üstümüze ay doğdu
Ufuktan
Yükselen ve hep parlayan—
Annesinin ölümünden önce tabutlaşan
Karyolasının başı ucunda
Ağlama duvarından
Ağlayarak çekilen
Bir gül ansızın patlayıp açılacak bir saksıda
..
Ve ışık ışık ışık
Arkasında solunda ve sağında
Ve uzatacak ellerini dışarıya
Ah bu ne beyaz ne beyaz
Musanın elleri
Ve yüzü İsa yüzünün benzeri
Doğmamış ve ölmeyen
Gelmemiş ve gitmeyen
HIZIRLA KIRK SAAT, sezaikarakoç
1 note · View note
songul-c · 4 years
Text
Tumblr media
hele hele göğe bakan kadınları uzun sevin, gökyüzü gibi sevin yani, çantasında biber gazı taşıyan kadınları korkmadığına inandırarak sevin, kaosa girip saçını kesecek duruma gelmiş kadınları umudunun olduğuna inandırarak sevin, tılsımlı gözleriyle boşluğa bakan kadınları boşluktan çekerek sevin, güzel gülenlerin gözlerini sevin, sinirlendiğinizde ağlayan kadınları, ağlayınca sevin. hani bir deniz kenarında hayallerini size anlatan kadınları rengarenk sevin. her kadını kız çocuğu gibi sevin, bazen küsse de darılsa da. bazılarını farklı sevin, şiirden anlayanlarını, asi olanlarını. alelade sevmeyin, nefretle sevmeyin... emekçilerini alnındaki terlerinden sevin... göçüp gideni, ayrılanı da sevin. mimoza çiçeği gibi, öncesi veya sonrası olmadan, sevin gayrı. dünyanın hiçbir yerinde güvende olmayan kadınları sevin.
40 notes · View notes
surrealistmekanlar · 4 years
Text
Penceresi senin hayatına bakan bir kız olmak isterdim.Şimdi benim karşımda duygusuz bir duvar var ve senin karşı apartmanın ne denli şanslı olduğunu bilmeden uzanıyor göğe
19 notes · View notes
zarokeaxapiroz · 4 years
Text
hele hele göğe bakan kadınları uzun sevin, gökyüzü gibi sevin yani, çantasında biber gazı taşıyan kadınları korkmadığına inandırarak sevin, kaosa girip saçını kesecek duruma gelmiş kadınları umudunun olduğuna inandırarak sevin, tılsımlı gözleriyle boşluğa bakan kadınları boşluktan çekerek sevin, güzel gülenlerin gözlerini sevin, sinirlendiğinizde ağlayan kadınları, ağlayınca sevin. hani bir deniz kenarında hayallerini size anlatan kadınları rengarenk sevin. her kadını kız çocuğu gibi sevin, bazen küsse de darılsa da. bazılarını farklı sevin, şiirden anlayanlarını, asi olanlarını. alelade sevmeyin, nefretle sevmeyin... emekçilerini alnındaki terlerinden sevin... göçüp gideni, ayrılanı da sevin. mimoza çiçeği gibi, öncesi veya sonrası olmadan, sevin gayrı. dünyanın hiçbir yerinde güvende olmayan kadınları sevin.
2 notes · View notes
justkurd · 4 years
Text
Hele hele göğe bakan kadınları uzun sevin, gökyüzü gibi sevin yani, çantasında biber gazı taşıyan kadınları korkmadığına inandırarak sevin, kaosa girip saçını kesecek duruma gelmiş kadınları umudunun olduğuna inandırarak sevin, tılsımlı gözleriyle boşluğa bakan kadınları boşluktan çekerek sevin, güzel gülenlerin gözlerini sevin, sinirlendiğinizde ağlayan kadınları, ağlayınca sevin. hani bir deniz kenarında hayallerini size anlatan kadınları rengarenk sevin. her kadını kız çocuğu gibi sevin, bazen küsse de darılsa da. bazılarını farklı sevin, şiirden anlayanlarını, asi olanlarını. alelade sevmeyin, nefretle sevmeyin... emekçilerini alnındaki terlerinden sevin... göçüp gideni, ayrılanı da sevin. mimoza çiçeği gibi, öncesi veya sonrası olmadan, sevin gayrı. dünyanın hiçbir yerinde güvende olmayan kadınları sevin.
1 note · View note
cnnycl · 4 years
Text
hele hele göğe bakan kadınları uzun sevin, gökyüzü gibi sevin yani, çantasında biber gazı taşıyan kadınları korkmadığına inandırarak sevin, kaosa girip saçını kesecek duruma gelmiş kadınları umudunun olduğuna inandırarak sevin, tılsımlı gözleriyle boşluğa bakan kadınları boşluktan çekerek sevin, güzel gülenlerin gözlerini sevin, sinirlendiğinizde ağlayan kadınları, ağlayınca sevin. hani bir deniz kenarında hayallerini size anlatan kadınları rengarenk sevin. her kadını kız çocuğu gibi sevin, bazen küsse de darılsa da. bazılarını farklı sevin, şiirden anlayanlarını, asi olanlarını. alelade sevmeyin, nefretle sevmeyin... emekçilerini alnındaki terlerinden sevin... göçüp gideni, ayrılanı da sevin. mimoza çiçeği gibi, öncesi veya sonrası olmadan, sevin gayrı. dünyanın hiçbir yerinde güvende olmayan kadınları sevin.
Tumblr media
9 notes · View notes
aysenilla · 2 years
Text
Tumblr media
Bazılarını farklı sevin!
Hele hele göğe bakan kadınları uzun sevin; gökyüzü gibi sevin yani..
Çantasında biber gazı taşıyan kadınları; korkmadığına inandırarak sevin..
Kaosa girip saçını kesecek duruma gelmiş kadınları, umudunun olduğuna inandırarak sevin..
Tılsımlı gözleriyle boşluğa bakan kadınları boşluktan çekerek sevin; güzel gülenlerin gözlerini sevin..
Sinirlendiğinizde ağlayan kadınları, ağlayınca sevin...
Hani bir deniz kenarında hayallerini size anlatan kadınları rengarenk sevin..
Her kadını kız çocuğu gibi sevin; bazen küsse de darılsa da bazılarını farklı sevin..
Şiirden anlayanlarını, asi olanlarını alelade sevmeyin, nefretle sevmeyin...
Emekçilerini alnındaki terlerinden sevin; göçüp gideni, ayrılanı da sevin..
Mimoza çiçeği gibi, öncesi veya sonrası olmadan sevin gayrı..
Dünyanın hiçbir yerinde güvende olmayan kadınları sevin..
Özgür Bacaksız
0 notes
dusunumsel · 4 years
Text
Edebiyat, Kolonyalizm ve Postkolonyalizm
Tumblr media
“…Burada senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası/ Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırken ki/ Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok/ Aklıma kadeh tutuşların geliyor/ Çiçek Pasajında akşamüstleri/ Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor/ Bütün kara parçalarında/ Afrika hariç değil,” diyor şair, bir girizgah yapmanın zorluğunu sezinleyince hemen onun dizelerine sığınıyorum fakat genişletmek gerek, ‘dahil’ olanları; Asya, Okyanusya belki Güney Amerika, vesaire... Yelkenler fora edilmiş, büyük bir iştahla ilerliyor batılı us, dünyanın bilmem neresine, karanlığın bağrına, baharatın kokusuna, ipeğin yumuşacıklığına. Küreklerin yerini buharlı çarklar alıyor, iskorbütten ölen denizci sayısı giderek azalıyor, büyüyor küçük kıtanın hoyrat elleri, zihni, midesi. Kendine yeni ufuklar bulmak hasretiyle dolup taşıyor, merak ediyor; yabanı, vahşiyi, ilk insanı! Avrupa kendi tinini bilgiyle keşfediyor. Bilgi, hem bir kalem hem bir kılıç batının elinde, hem ışık, hem karanlık, hal böyle olunca işin seyri değişiyor. Uygarlık, üst bilinç, modernite… Batı ahlaki bir görev üstlendiğini bahane ederek, kendi içinin karanlığını keşfe çıkıyor. Çok öncesi, daha Ortaçağ’ın karanlık bulutları henüz Avrupa’nın üzerindeyken, yeni kıta Amerika keşfediliyor ve nice keşif, talan, yağma. Bu keşifler sayesinde bir başkası ile karşılaşıyorlar, ötekiyle. Kıyım sürüyor, kıyım dinince asimilasyon başlıyor. Gayatri Spivak bu süreci “ötekinin asimilasyon yoluyla tanınması” olarak betimliyor, dünyanın “uygarlaşması,” etnosantrik bir temsil ya da sahneye koyma yoluyla gerçekleşiyor. Batılı us, epistemolojik ve ontolojik olarak ayrı biri olarak tanımlıyor ötekiyi ve onu ‘insan’ kılma gayretine girişiyor! Sonra bir daha büyük bir merak baş gösteriyor, seyahatler artık sadece kolonileşmek üzere, zenginliği sömürmek adına yapılmıyor, böylelikle ‘öteki’ imgesi zihinlerde dolaşmaya başlıyor, zihinlerden kitaplara, resimlere, heykellere taştıkça temsilleri çeşitleniyor ‘öteki’lerin. Haremler, arzusu dinmeyen kadınlar, hamamlarda sürdürülen sefahat… Hugo, Goethe, Nerval, Flaubert kalemleri ile bu yeni keşfi ölümsüzleştiriyor. Louis Massignon gibi kimileri Doğu’nun tahayyül edilen, resmedilen gibi olduğunu kabul etmeyip bunların birer önyargı olduğunu ileri sürüyor ama arzunun çığlıklarına yenik düşüyor cılız sesleri. Oryantalizm, Doğu'yu işaretleyerek Batı'yı merkez haline getiriyor. Ereği gerçek oluyor böylelikle. Koloniler, sömürünün, zulmün başkenti oluyor. Kan oluk oluk akıyor. Kara kıta, tamtamlarına vurarak şarkılarını söyleyen insanların kıtası olmaktan çıkıyor. Werner Herzog’un ‘Fitzcarraldo’ filminde olduğu gibi, halatlara yapışan eller yalazlanıyor, nasır tutuyor öfkeler. Vaziyetleri ve bahtları en az derileri kadar kara insanlar bu zulmü yaşıyorlar uzun yıllar. Batının batı ile savaşında bile kurban ediliyor nicesi, milyonlarca insanın kanı, kara toprağın üzerinde kan çiçeklerini yeşertiyor. Batı sahillerinden Afrika’nın içine bir hançer gibi saplanan Kongo Nehri, bütün zehrini avına boca etmek isteyen bir yılan gibi kıvrılarak özgürce akarken, batılı us onu gafil avlıyor, zehri kendi içine akıtıyor kara kıta. İkinci Leopold’un gemileri nehir yatağında, beyaz gövdeleri sık ormanların arasında dolanmaya başlıyor. Bir vakit sonra Joseph Conrad, uçları mızrak gibi sivriltilerek göğe bakan bıyıkları ile bu coğrafyaya ayak basıyor. Uzun, yorucu yürüyüşler, notlar, dinlenilenler, görülenler… 1902 yılında Conrad, seyahatinden bir hikaye yaratarak yayınlıyor “Karanlığın Yüreği.” Yazdıklarım boyunca vurguladığım ‘karanlık’ Conrad’ın ilhamıyla... Kitap büyük tartışmalara sebep oluyor. “Manzara resminde ressamın ağacın büyüdüğü toprakla olan ilişkisini, toprağınsa gökyüzüyle ilişkisini yakalamış olması gibi, Karanlığın Yüreği’nin sanatı da beyaz adamın Afrika’nın sömürülmüş barbarlığıyla olan huzursuz, rahatsız ve gerçekdışı ilişkisini sonsuz sayıdaki perdeleriyle yakalamasından kaynaklanır; Avrupa’nın dizginlerinden kurtulmuş, tamamen silahlandırılmış ve tropik ülkelere “aydınlık güçlerin elçisi” olarak “sömürge ırklardan” kar sağlamak için gönderilmiş beyaz adamın disiplininin çürüyüşünün ince bir tahlilini yapar,” diyor Edward Garnett kitap ile ilgili olarak. Böylelikle yazarın bir hiciv girişiminde bulunduğunu söylüyor, buna benzer birçok yaklaşım geliştiriliyor. Edebiyat eleştirmenleri ve konunun uzmanları Conrad’ın eserinin muazzamlığını vurgulasalar da hikayenin temeli olan sömürgecilik meselesinden ziyade, dilin, üslubun harikuladeliği üzerine eğiliyorlar ya da Conrad’ın ustaca sömürgecilik eleştirisi yaptığını yazıyorlar. 18 Şubat 1975’te Massachusetts Üniversitesinde Nijeryalı yazar Chiuna Achebe, batı edebiyat kanonunun övgülere mazhar olan eseri “Karanlığın Yüreği”ni yerden yere vuruyor, Conrad’ın “kör olasıca bir ırkçı” olduğunu ve romandaki ırkçı göndermelere duyarsız kalan eleştirmenlerin de bu ırkçılığa ortaklık etiğini söylüyor. “Karanlığın Yüreği Afrika’yı “öteki dünya” olarak gösterir: Avrupa’nın ve dolayısıyla medeniyetin karşıtı; insanın yüce zekasının ve adabının coşkulu bir hayvanlık tarafından alay konusu edildiği bir yer. Kitap Thames Nehri’nde başlar; bu sakin ve huzurlu ırmak “günbatımında kımıltısız, kıyılarında yaşayan ırka çağlar boyunca yaptığı hizmetlerden sonra (…) dingin ağırbaşlılığı içinde yayılıyordu.” Ancak asıl hikaye Kongo Nehri, yani Thames’in tamamen zıttı olan bir yerde geçmektedir. Kongo Nehri bir “muhterem nehir” değildir. Kimseye hizmet etmemiştir ve tatlı bir emeklilik hayatı sürmemektedir. Irmak boyunca ilerlemenin, “dünyanın yaradılışının ilk günlerine (…) doğru yol almak gibi” olduğunu yazar. Yani Conrad iki nehrin birbirinden çok farklı olduğunu, birinin iyi, birinin kötü olduğunu mu söylemektedir? Evet, ama asıl mesele o değil. Conrad’ı kaygılandıran farklılık değil, altında yatan hısımlık, ortak soy düşüncesidir. Çünkü Thames de bir zamanlar “dünyanın karanlık yerlerinden biriydi.” Şimdi ise o karanlığı alt etmiştir, gün ışığındadır ve huzur içindedir. Ancak ilkel akrabasını, Kongo’yu ziyaret edecek olsa unutmuş olduğu karanlığının ucube yankılarını işitmesi, doğduğu dönemin cinnet haline geri dönmesi işten bile değildir,” diyen Achebe tartışmalara kapı aralıyor. Bana kalırsa metnin ırkçılık dozu bir hayli fazladır, esasen yazarın eleştirmek yerine bu fikirlere sahip olanın kendisi olduğunu sezinlememe karşın Conrad’ın diğer yapıtlarını esaslı bir biçimde değerlendirmeden doğrudan bir saptama yapmak bir hayli zor. Conrad’ın kitabındaki ‘kuzeyin güneyi fethi’ temasını tersine döndüren ise Tayeb Salah’ın “Kuzeye Göç Mevsimi” adlı yapıtı. Salah, ustaca bir kurgu ile kara kıtanın fatihini yaratıyor. Kimi eleştirmenlere göre Salah’ın karakteri İsa peygambere benzer; kitapta bahsi geçen bir babası yoktur, akrabası, komşusu yoktur, yalnızca annesinden bahsedilir kitapta, dolayısıyla tanrının oğludur fakat dünyaya iyilik, güzellik ve doğru ahlakı buyurmaya gelmemiştir. Bütün güneyliliği ve egzotikliğine rağmen batının şeytani aklına sahiptir o tıpkı “Karanlığın Yüreği”ndeki Kurtz’un sömürme iştahının, bütün aklına rağmen ilkel benliğinin vahşiliğine dayanması gibi. Sömürgeciliğin bıraktığı mirası sorunsallaştıran bir yapıttır. Sorunsallaştırırken bir tersine okumaya başvurur. Kitapta şöyle bir bölüm bulunmaktadır: “…Diz çöktü ve ayağını öptü. ‘Sen, Mustafa, benim sahibim ve efendimsin’ dedi. ‘Ve ben Suzan, senin kölenim.’ Ve böylece, sessizce, ikimiz de kendi rolümüzü seçtik. O köle kız olmuştu ben de onun sahibi. Banyoyu hazırladı, içine gül esansı döktüğü sularla yıkadı beni. (…) aba giydi ve başörtüsü taktı, göğsüme, bacaklarıma, boynuma ve omuzlarıma masaj yaptı. Emir verircesine ‘Gel buraya’ dedim. ‘Emredersiniz efendim’ dedi ince bir sesle. Fantezinin, sarhoşluğun ve deliliğin içinde can çekişirken onu aldım o da kabul etti.” Mustafa Said’in buyurgan hali onu Kuzeyli kadınlar karşısında bir tanrı kılar, tıpkı Conrad’ın kahramanın güneyli kadınlar nezdinde tanrılaşması gibi fakat tanrılaşarak ironik bir biçimde sömürgeciye dönüşür. Ania Loomba, sömürülen siyahi halkın sömürgeciye dönüşmesinin sebebini Frantz Fanon’un tespitine başvurarak açıklar: “Fanon, eril çocuğun annesini arzuladığı Ödipal senaryo yerine, siyah adamların beyaz kadınlara sahip olma fantezisini kolonyalizmin birinci sahnesi olarak önerir: ‘Kıpır kıpır ellerim şu beyaz göğüsleri okşadıklarında, beyaz medeniyeti ve saygınlığı kavramakta ve onları bana ait kılmaktadır.” Böylelikle siyahi adam beyaz kadına sahip olarak, beyaz kadına ait kültüre ve onun üzerinde yaşadığı topraklara da sahip olduğu kanısına varmaktadır. Mustafa Said, zekası ile büyüleyerek etrafını sardığı beyaz dünyayı ‘penisi ile fethetmeye girişecektir.’ Mustafa Said gücünü batılı ustan alır ve yine onun bedenini ve zihnini ele geçirmeye girişmiştir. Kitaplığı batı kaynakları ile doludur, Edward Said’in ifadesiyle Mustafa Said “İngilizlere, İngilizce okuyup yazarak meydan okuyan savaşçıdır.” Kimi düşünürler Mustafa Said’in “kendi cinsel fetihlerini, sömürgeciliği tersine çeviren, sömürgecilik karşıtı bir direniş aracı olarak” yorumlanması taraftarıdır. Edebiyatın bu iki başyapıtı üzerinden bir dönüşümü izlemek elbette ufuk açıcı ancak tarihin kanlı mirasının yansımalarını bugün hala başka biçimlerde görmek mümkün, kesin kopuşlardan, ayrılışlardan ziyade bir süreklilik arz eden tarihsel serüvenimizde oryantalizmin, kolonyalizmin ve postkolonyalizmin meselelerinin tartışılır olması ve insanlık serüveninin bu geçmiş birikimi tartarak ilerlemesi büyük önem arz etmektedir. Read the full article
0 notes
gajder · 4 years
Text
Muhteşem Bir Hikaye; "KAR ÜSTÜNDE KAN DAMLASI"
Tumblr media
Muhteşem Bir Hikaye; "KAR ÜSTÜNDE KAN DAMLASI"
Apansızın bastıran kar, her yanı doldurmuştu. Dün hava kapatmış, ayaza çekmişti. Bugün düzlüklerde ancak tutunabilmiş, diz boyuna ulaşmıştı. Yağdıkça karanlık geceyi ağartan kar, bütün her şeyi beyaza çevirmiş, sabaha donduran, düşündüren, sevindiren veya kahreden bir sessizlik bırakıvermişti. Damların çatıları, ulu ağaç dalları, neredeyse üzerlerindeki beyaz yükü taşıyamayacaklar. Sanki bir ürküten çıksa, hafif bir rüzgâr da esse, yüklerini bırakıp kaçacaklar. Güneş, renginden mi utanmış ne, kar bulutları arkasında limon sarısına bürünmüş bir halde, saklanıyor. Eyüp Dayı, dam altına indi. Hayvanlarının alafını, köpeklerinin yalını verdi. Çeyrek asırlık eşeğini semerledi. Yem torbasını tıka basa doldurdu. Daha sonra, yalını temizleyip tüketen köpeklerini yerlerine bağladı. Aklından; - “Kurt, dumanlı havayı sever!” diye geçirdi. Sever ya, ne yapalım? Boş bıraksam, bu kış kıyamette peşim sıra seğirtirler, şehre kadar arkamdan gelirler. Çocuklara da söylerim: Biz, şehir yoluna düşmeden, onları bırakmasınlar. Kendince durdu, düşündü. Yola düşmek için vakit oldukça erkendi. Sağa sola baktı. Sarı öküzün boynuzlarını derinlemesine kesen yular ipini gevşetti. - Bir işi ehline bırakmazsan, böyle olur! dedi. Hoş, kişi kendi işini kendisi görmeli ya... Fakat başka türlüsü de olmuyor. Her işe kendim koşsam, çocuklar neyi, nasıl öğrenir? Sonunda hangi işin üstesinden gelebilirler? Yapacağı işi kararlaştırdıktan sonra, yukarıya seslendi: - Kız, Esma! Bir koşu yağdanlığı getiriver. - Yağdanlık nerde, baba? - Elinin köründe! Bana soracağına, anana danış. Eyüp Dayı, belki daha konuşacaktı. Fakat yolculuk öncesi, evde bir tatsızlık çıkmasından çekindi. Sarı öküzün sırtını, boynunu sıvazladı. Besbelli bu iş, öküzünün hoşuna gitmişti. Eyüp Dayı’nın okşayan eli boynuzlara yaklaştıkça, öküz huysuzlanıyor, başını sağa sola kaçırıyordu. Bu sırada burun delikleri büyüyor, nefesi alev alev çıkıyordu. Elinde yağdanlık, Esma çıktı, geldi. Karanlıkta babasını hemen seçemedi, uzun uzun gözlerini ovuşturdu. Sonra yağdanlığı babasına uzattı. Sarı öküzünü yularından tuttu. Öküzün başını kendine çekti. Eyüp Dayı, açılan yaraları bir güzelce yağladı. Öküzün başındaki yuları söküp aldı. Boşalan iple, ön ayaklarından birini bağladı, kazığın yerini değiştirdi. İşini bitirince, kızı arkasında, abdestliğe çıktı. Peşi sıra yetişen Esma, bulup getirdiği ibrikten babasının ellerine su döktü. Dökülen su, ayazın etkisinden olmalı, hemen buharlaşıyor, Eyüp Dayı’nın ellerinden, kollarından, yüzünden doğruca havaya yükseliyordu. Gıcırdayarak açılan mutfak kapısı, kahvaltı kokusunu olanca tatlılığıyla dışarıya bıraktı. Güzelim çorba kokusu ortalığı sardı. Ayşe Ana, ocakta çorbanın üstüne gezdireceği yağı eritirken, bir yandan da dışarıdakileri çağırdı: - Kız, Esma! Kız, adı batasıca! Sabah sabah hangi deliğe gizlendin? Baban, ne cehenneme gitti? Haydi, çabuk olun, davranın! Çorba soğuyor. Çağrılanlardan önce, Ayşe Ana’ya oğlu Yusuf cevap verdi: - Geliyorum, ana! De bakalım, sabahın bu vaktinde ne çorbası yaptın? - Bak hele, daha konuşuyorlar. Ne çorbası olacakmış? Zıkkım çorbası, zıkkım! Dam altındakiler, ahşap, karanlık ve artık dökülmeye başlayan merdivenden gacır gucur yukarıya çıktılar. Sofaya kurulan yer sofrasının başına geçtiler. Hazır çorbaya büyük bir iştahla kaşık çaldılar. Yusuf; - Baba, dedi, seninle birlikte bugün şehre ben de gelmek istiyorum. - Niçin? - Kendime tarak ve ayna alacaktım da! Eyüp Dayı, “tarak ve ayna” sözlerine takıldı. Gönlünü, kırk yıl öncesine bıraktı. Gençliğini, ilk delikanlılığını yeniden yaşamaya başladı. Yer yer silik olan film şeridinde, Ayşe Ana’ya tuttuğu aynayı hatırladı. Hatırlamak ne kelime? Onu, yeni baştan gördü. Dalıp gidecekti ki, Yusuf’un sorusuyla uyandı. - Baba, ne diyeceğini söylemedin ya? - Madem gelmek istiyorsun, gel haydi! Yusuf, yaşadığı duyguların heyecanından olacak, hemen dışarı fırladı. Gacır gucur merdiven basamaklarını aştı. Dam altına, çeyrek asırlık eşeğin yanına indi. Arkasından babası da geldi. Köpek havlamalarını, tavuk gıdaklamalarını, sarı öküzün böğürtüsünü geride bırakarak, çeyrek asırlık eşekle birlikte, baba oğul, yola çıktılar. Bütün gece, durmaksızın yağan kar, dal uçlarında ağırlaşmış, esinti aldıkça, “gürp!” diye yere dökülüyordu. Karşı yamaçlar, sağ sol, dört yan beyaza kesmiş, bütün tabiat tertemiz olmuştu. Yer yer karaağaç yeşili, beyaz örtüyü yırtıyor, donuk manzaraya renk katıyordu. Kasabadan şehre çıkan yol, döne döne yükseliyor, meşe, köknar ve ladin, gürgen ağaçlarının arasından, Karadeniz’e doğru uzanıyor, şehre varıyordu. Etinden ayrılmış balık kılçıklarını bilirsiniz. Ormanı dolduran binlerce ağaç, beyaz karla yüklenmiş olduklarından, kar tutmayan yüzleriyle, balık kılçıklarını andırıyor. İlkin, yolculuk başlangıcında hemen hiç konuşmadılar. Eyüp Dayı ile Yusuf, baba oğul bu iki kişi, uzun zaman kendi gönüllerini dinlediler. Yusuf şehre varır varmaz, kendisine tarak ile ayna alacak, kasabaya dönüşlerinde akranlarına caka satacaktı. Onlardan fırsat buldukça da, bir bahçenin kuytu köşesindeki ağaçların altına çekilecek, uzun uzun saçlarını tarayacak, aynası ile kaşını, gözünü, yüzünü inceleyecekti. Eyüp Dayı’nın içinde tarifsiz sıkıntılar. Yolculuk ilerledikçe de yüreğini dolduran sıkıntılar, peşini bırakmıyor. Körün Hanı’nı geçtiler. Kasabaları oldukça geride kalmıştı. Eyüp Dayı: - Bir terslik var, be Yusuf! dedi. Başka zaman, kar ne kadar yağarsa yağsın, bu yolun izi tükenmezdi. Karşılıklı inadı elden bırakmazdık. Şehre oluk oluk akardık. Bugün de ne-dense, bizden başka kimsecikler yok. - Öyle baba. Her hâlde biz, yola erken çıkmış olmalıyız. - Bu iyi, işte Yusuf! - Neden baba? - Neden olacak? Erken kalkan yol alır. Görüyorsun, biz de yolun çeyreğini aştık. Varsın yanımızda, yakınımızda kimse olmasın. Ne edelim? - Yürüyelim. - He, ya! Yürüyelim. Çeyrek asırlık eşek, terden sırılsıklam olmuştu. Zaman geliyor çığırdan çıkıyor, karın altına kadar kara batıyor. Böyle durumlarda Yusuf, öne atılıyor, çeyrek asırlık eşeği, yeniden çığıra çekiyor, doğabilecek tatsız durumları önlemeye çalışıyordu. Onun, bu şekilde davranması da Eyüp Dayı’nın hoşuna gidiyordu. O da: - Höst! Dokunak! diyerek, oğluna arka çıkıyor. Kar, bütün yolu yorgan gibi kaplamıştı. Hava ayaza geç çektiğinden henüz daha don tutmamıştı. Bu yüzden baba oğul, yürümekte küçük güçlüklerle karşılaşıyorlardı. Çığır bitince, yeni çığır açmak için, kâh Eyüp Dayı, kâh Yusuf ileri geçiyor, önde yürüyordu. Yusuf’un pabuçları, çorapları, pantolonu dizlerine kadar, kar suyu ile ıslanmıştı. Zaman zaman esen rüzgâr, ıslak yerlerine vurdukça, Yusuf’u da üşütüyordu. Yusuf, aklına geleni yapmak için geri kaldı. Soğuktan kalınlaşan parmaklarının yardımıyla, pabuçlarının bağını çözdü. Ayakkabılarını çekti, çıkardı. Islanan çoraplarını sıyırdı. Ayak parmaklarını ovuşturdu. Parmakları ısınır gibi oldu. Çoraplarını sıktı, ayağına giydi. Yürüdü. Yol, sağından solundan, koca koca, iri gövdeli köknarlarla çevrilmişti. Onlara yaslanan, sanki onlarla birlikte göğe yükselmek isteyen böğürtlenler, yağan karın kapatmasıyla kaybolmuşlardı. Yalnız, yol boyunca uzayıp giden telefon di-rekleri, vefalı bir dost gibi baba oğulu takip ediyordu. Yusuf, binlerce kılçığın doldurduğu Ahmet Sadi Yokuşu’nun arkasından, birdenbire yola inen, önüne çıkıveren köpeğe benzer hayvanları görünce, olduğu yerde çakılıp kaldı. Sayısız köpekler, sessizce yaklaştılar. Yusuf, yüreğinin atışlarının hızlandığını hissetti, korktu. Babasına seslenmeyi de, şerefine yediremedi. Kendi kendine söylendi: - Bağırsam, babamı seslesem, korktuğumu anlayacak! İyisi, bir zaman dişimi sıkayım. Nasıl olsa, tehlikeyi babam da fark edecek. Yanılmamıştı. Eyüp Dayı, çeyrek asırlık eşeğinin kulaklarını dikmesinden, durumun hayra işaret olmadığını sezdi. Araştıran gözlerle, derhal sağına soluna baktı. Yerden, aniden mantar gibi bi-ten tehlikeyi, gördü. Eşeği önüne aldı. Onu, kurtlardan korumak ister gibiydi. Durmadı, oğluna seslendi: - Yusuf’um, bir tanem! dedi. Sakın korkayım deme. Az sonra, çeker gider bu meretler. Yalnız ne olur, ne olmaz, kalınca bir odun al eline. Bakarsın, sana, bana, eşeğe saldırmak isterler. İşte o zaman, odunla varırız üstlerine. Haklarından gelemesek bile, korkuturuz. Yusuf, denileni yapmak için, sağa sola baktı. Gözüne kestirdiği bir kızılağaç dalını kanırdı, kopardı, aldı. Adımlarını hızlandırdı, babasına yetişti. Koca adam, oğlunu, çeyrek asırlık eşeğinin önüne geçirdi. Eşek, oğluyla kendisinin arasında kaldı. Sonra Eyüp Dayı bakındı, gökyüzünde güneşi aradı. Onun kendisine destek olacağını umuyordu. Güneş, tam tepelerindeydi. Isıtmayan, limon sarısı ışığıyla etrafı aydınlatmaya çalışıyordu. Hoş, aslında bu aydınlatma işini, yerde biriken, dal uçlarında çoğalan, dereleri dolduran kar, az da olsa yapıyordu. Güneşi, tam tepesinde gören Eyüp Dayı, az buçuk vakit hakkında bilgi edinebildi. Vakit, öğleye yaklaşmıştı. Limon sarısı güneş, uzayıp giden yol, boğazına kadar kara batmış imdat ister gibi duran telefon direkleri, gürgenler, kayınlar, kızılağaçlar, çeyrek asırlık eşeğe ve yanındakilere iştahla bakan sayısız, analı danalı, enikli kurtlar... Eyüp Dayı’da sabır. Ne söylüyor, ne de bir şeyler yapıyor. Yusuf, tereddütler içinde kalmış, yapması gerekeni bir türlü kestiremiyordu. Damdan düşer gibi sordu: - Baba be, dedi, bu kurtlar adam yer mi? - Yediğini görmedim. Ancak, duymuşluğum var. - Bu işi, açlıktan mı yapıyorlar? - Galiba! - Ben de acıktım, baba! Eyüp Dayı, heybedeki azık torbasını düşündü. “Çüş!” diyerek eşeğini durdurdu. İki yanları sıra, sağlı sollu peşlerini bırakmayan kurtlara çıkıştı. Sert sert bağırdı. Böyle bir hareketi beklemeyen kurtlar, aniden kazık freni yapmış gibi durdular. Analarının peşi sıra bu sonsuz koşuya katılan, beyaz denizde, durmaksızın koşan enikler, şaşıp kaldılar. Hatta bazıları, dırlaşarak, analarıyla dalaştılar. Çeyrek asırlık eşek, korkudan mıdır, nedir, anırdı. Anırdıkça, sanki içindeki yangını, cümle âleme duyurmak istiyordu. Bu sırada, kuvvetli bir rüzgâr esip geçti. Bütün dal uçlarından, biriken karlar, karmakarışık sesler çıkararak yere döküldü. Bu seslere, birkaç kurt da katıldı. Uludular. Eyüp Dayı; - Bekle biraz, oğul! dedi. Açlık, adamı dinden, imandan çıkarır. Az kaldı, unutuyorduk. Kasabadan çıkarken, anan, heybeye azık bırakmıştı. Ne dersin? Biraz soluklanıp, karnımızı doyuralım mı? - Doyuralım! Baba oğul, çeyrek asırlık eşeği, kendilerince güvenli buldukları bir yarın kenarına çektiler. Heybeden çıkardıkları kara zeytini, helvayı ve ekmeği bölüştüler. Daha sonra sırt sırta oturdular. Biraz olsun açlıklarını bastırdılar. Onlarla beraber kurtlar da oturup beklediler. - Anan, ne ederse etsin, düşünüp de yapar, be Yusuf! Baksana, helva ile zeytini yan yana getirmekle, bu karda kıyamette suya olan ihtiyacımızı ortadan kaldırmak istemiş. Çünkü acı ile tatlı, midede birbiriyle boğuşur giderken, adam, suyu neyi düşünmez. - Gerçek. Bu doğru! - Bu sonuca nasıl vardın? - Biraz önce, susamıştım. Yemekten sonra susuzluğum artacağına, azaldı. - Ah, şu kurtlar da bir azalsa! - Baba be, varalım üstlerine. Kovalayalım, gitsinler. Onlar, arkamız sıra geldikçe, heyecandan mıdır, nedir, biraz korkuyorum. - Korkma, oğul! Yalnız, işi kabadayılığa da vermek olmaz. Gurur, adama tedbirli olmayı unutturur. Felâket dediğin de o zaman gelir, çatar. Adamı dört yanından yakalar. Yola yeniden çıkmak için kalktılar. Çeyrek asırlık eşek, onlarla gitmek istemedi. Yusuf yularından asılmasına, Eyüp Dayı da arkasından itmesine rağmen, bir hayli ayak diredi, yerinden oynamadı. Kurtlar da bu davranış karşısında kâh oturdular, kâh ayaklandılar. Homur homur, homurdandılar. Kasaba çok geride, şehir oldukça ilerde. Çeyrek asırlık eşeğin inadı tuttu. Kurtlar baş belâsı. Hava, akşamüzeri serinliğine yatmak üzere. Yeri yalayıp geçen rüzgâr, kar taneciklerinin sağa sola savrulmasına, birbirleriyle oynaşmasına sebep oluyor. Eyüp Dayı, bu defa kendisi öne geçti. Çeyrek asırlık eşeğini yedekledi. Yusuf, elindeki odunla, hem eşeğe, hem kurtlara göründü. Eşek yürüdü. Kurtlardan bazıları kaçar gibi yaptı. Sonu bilinmez, azap dolu yolculuk yeniden başladı. Kaçar gibi yapan kurtlar, biraz daha çoğalmış olarak geri döndüler. Sonuçta, kurtların sayısı birdenbire artıverdi. Homurtular fazlalaştı. Kurtlar, geri döndüler. Yeni gelenler, daha öncekiler gibi sabırlı da değillerdi. Avlarına, çeyrek asırlık eşek ile adam ve oğluna, iştahla bakıyorlar, az sonra başlatacakları ziyafet öncesinde, dişlerini gı-cırdatıyorlardı. Onlardan, daha iri ve işinde tecrübeli olanı, hızla öne çıktı. O, diğerlerine göre daha çalımlı bir şekilde dolaşıyor, avlardan en zayıfına atılmak için fırsat kolluyordu. Kurtların hareketinin nereye varacağını, niyetlerinin ne olduğunu Yusuf’la babası, anlamakta gecikmediler. Niyetin korkunçluğu, Yusuf’un elinin, ayağının boşalmasına sebep oldu. Sanki birçok pençe, Yusuf’u belinden kavramış, arkaya doğru olanca güçleriyle çekiyor, çekiyordu. Bu durum ona sıkıntı verdi. Koltuk altlarından beline kadar, ani bir terdir boşandı. Bütün bunlardan sonra Yusuf, üşümeye, zangır zangır sakırdamaya başladı. Babasını seslemek istediyse de, ne kadar bağırmak isterse istesin, sesi çıkmadı. İmdadına, çeyrek asırlık eşeğin anırması yetişti. Bu ses, bir meydan okuma sesi miydi ne, kurtlar dağıldılar. Eyüp Dayı, çeyrek asırlık eşeğinin anırması üzerine geriye döndü, Yusuf’a baktı. Kurtlar dağılmıştı, dağılmıştı ama Yusuf, yine de korkuyordu. Nedendir bilinmez, ondaki bu korkunun telgrafçıları, az da olsa, babasına da tel çekmeye başlamışlardı. Eyüp Dayı, oğluna çaktırmıyor ama aslında o da korkuyordu. Yüreğinde endişenin bin bir ışığı yanıp sönüyor. Kafasında suçlayan, kınayan sesler dolaşıyor. - “Koca Eyüp! Biz, seni oldukça acar bilirdik. Nasıl oldu da, eşeği kurda bıraktın? Az kalmış, Yusuf’u da kurtlara aldıracakmışsın! Öyle mi?” - “Öyle mi?” - “Öyle mi?” - Öyle! Eyüp Dayı sarsıldı, uyandı. Boş bulunmuş, “Öyle!” deyivermişti. Neden, niçin böyle davrandığını kestirmeye çalıştı. Bulduğu zayıf ışığın ipine yapıştı. Oğluna seslendi: - Öyle, gerilerde kalıp durma Yusuf! Bak, eşeği kollayayım derken, kendin kurtlara paçayı kaptırma! Atik ol! Uyanık ol! Tanıdık bile olsa, duyulan bir insan sesi, şayet farkında olursanız, korku denizini aydınlatıyor, adamın endişelerini yok ediyordu. Şimdi de öyle oldu. Yusuf, korkularından sıyrılmış bir şekilde, babasını cevapladı: - O bakımdan endişen olmasın baba. Hani, korkmuyorum desem, yalan olur. Fakat, seninle olduktan sonra, nerede olursam olayım, hangi şartlar altında kalırsam kalayım, korkunun derin denizleri, vahşi dağları bana vız gelir. Babası, koltuklanmaktan hoşlandı: - Benim aslan oğlum! dedi. Dönemeci aştılar, Gebeula’ya vardılar. Gebeula’da kar, bütün yolları tutmuş, kapatmıştı. Artık bütün çığırlar da kaybolmuştu. Yolun en tehlikeli bölümü de, işte şimdi başlıyordu. Bulundukları nokta, yüksek dağların bel verdiği, sağı solu açık, oldukça da fazla rüzgâr alan bir yerdi. Burada rüzgâra tutulmak, göz göre göre ölüme teslim olmak demekti. Uzayıp giden, uzadıkça insana ıstırap veren beyaz denizde ne bir ses, ne bir iz var. Eyüp Dayı, tereddütler içinde. Yeşile çalan, kabaran Karadeniz aşağılarda, az ilerde. Güzelim şehir, olan bitenden habersiz, nice yolcuları bekliyor. Kasaba çok, çok gerilerde kaldı. Hele hele bu vakitten sonra, geri dönmek olmaz. Zaten dönmeye, kurtlar da fırsat vermez. Görünen gerçek oldukça acı. Kurtuluş, hayâl gibi bir şey. Kar, Eyüp Dayı’nın kocamış gözlerini kamaştırıp yakıyor. Hafif rüzgâr, peşinde taşıdığı, sürükleyip getirdiği akşam soğuğundan olacak, adamın iliklerine kadar işliyor. Yusuf’ta heyecan, kabardıkça kabarıyor. Fidan gibi delikanlıda kol kanat, dal budak bırakmıyor. - Şehir, şu aşağıda görülen değil mi, baba? - Evet, oğul! - Yolun en berbat yerindeyiz. Ayaz da çıktı. Kurt sürüsü peşimizde. Güneş battı, batacak! Şehre varabilecek miyiz? - Elbette oğul! - Yol dediğin ne ki? Yürürsün, tükenir değil mi, baba? - Tükenir be oğul, tükenir. Hep ömürler tükenecek değil ya? Dağılan, avına, az da olsa umut vermek istermiş gibi davranan, gizlenen kurtlar, geri döndüler. Bu dönüşleri de, biraz daha vahşiceydi. Bütün kurtlar, acımasızdılar. Üstesine, adamla oğlundan, sürüye zarar gelmeyeceğini de anlamıştılar. Yapacakları iş hakkında, en küçüğünden en büyüğüne kadar, karar sahibi olduklarından, avlarının etrafında halkalandılar. Ancak avlarındaki hareketsizlik, onları da durdurdu. Zaman ilerledikçe, akşamın koyu gölgeleri karşı yamaçlara düşer düşmez, halkayı, dura yürüye daralttılar. Eyüp Dayı; - Kapana kıstık, oğul! dedi. Gayri bize kurtuluş yok. Sesine karşılık bekledi. Alamayınca, tekrar seslendi. - Yusuf, Yusuf! Korkudan dilin mi tutuldu, ne? Niye cevap vermiyorsun? Ne oldu sana? Can sıkıcı bir sessizlik. Çöken koyu gölgeler. Yaklaşan, halkayı biraz daha daraltan kurtlar. Akşam ayazına rağmen, vıcık vıcık terleyen çeyrek asırlık eşek. Korkunun esiri olmaya başlayan, canı burnunda Eyüp Dayı. - Oğul, oğul! Endişelendiren, kahreden, öldüren bir sessizlik ortasında, yapa yalnız kalmaya başladığını gören Eyüp Dayı, eşeğini de kaderine terk etti. Derhal oğluna döndü. Döne döne, olduğu yerde sallanan, ayakta kalabilmek için çabalayan Yusuf’u gördü. Yusuf’un gözlerinde, uykunun binlerce tonluk askerleri kol geziyor. Bıraksan, aldırmasan, tutmasan, Yusuf düşecek, olduğu yerde kalacak, kurtlara yem olacak. Eyüp Dayı, oğlunu omuzlarından tuttu, var gücüyle sarstı. - Oğul, oğul! dedi. Kendine gel. Bak, şehir orda, aşağıda. Oradan alacağın aynayı neyi unuttun mu? Yusuf’ta ses yok! Oğlan donuyor. Eyüp Dayı, bütün gücünü yeniden topladı. Yaradan’a sığındı. Oğluna, arka arkaya, aralıksız, yedi sekiz tokat attı. Zayıf, cılız fakat yine de insanı umutlandıran bir ses duydu. - Ne vuruyorsun be baba? Birdenbire ortalık, toza dumana karıştı. Gün boyu kurulan, gerilen kurtlar, yaydan kurtulan ok gibi fırladılar, çeyrek asırlık eşeği önlerine katıp Eyüp Dayı ve oğlundan ayırdılar. Donmakla yaşamak arasındaki Yusuf, önceden elinde taşıdığı sopaya davranmak istedi. Gördü, baktı ki elinde sopa mopa yok. Hoş, olsa da kendisinin adım atacak hâli kalmamış. Çaresizlik her tarafından onu da kuşatmış, sarmış, sabahtan bu yana bir türlü yakasını bırakmıyor, kene gibi yapıştıkça yapışıyor. Kurtlar, çeyrek asırlık eşeği, göz açıp kapayana kadar oldu olmadı, tükettiler. Analı enikli, üzerinde et namına ne varsa, yalayıp yuttular. Kemiklerini çatırdatmaya başladılar. Beyaz deniz, yer yer, küçük halkacıklar hâlinde kızardı. Güneş, koca tepenin ardı sıra, denizin ortasında, aniden kayboldu. Açlıklarını gideren kurtlar, baba oğula dokunmadılar. Eyüp Dayı, gökyüzünde güneşi aradı. Karanlıkla kucak kucağa gelince, korktu. Kendinden geçti. Gönlünü, kırk yıl öncesine bıraktı. Gençliğini, ilk delikanlılığını yeniden yaşamaya başladı. Yer yer silik olan film şeridinde, Ayşe Ana’ya tuttuğu aynayı hatırladı. Hatırlamak ne kelime, onu, yeni baştan, tekrar tekrar yaşadı. Daldığı rüyâ âleminden, şehre varır varmaz, kendisine tarak ile ayna alacak olan Yusuf’un sorusuyla uyandı. - Ne vuruyorsun be baba? Akşamla birlikte, kar beyazı ortalığa döküldü. Çok uzaklarda, karşı dağların uçlarında, güneşin son ışıkları görünüyor. Yerde, yer yer kırmızı kan lekecikleri. Az ileride şehir. Çok, çok gerilerde kasaba. Kar, ne iz, ne yol bırakmış. Yerde, kırmızı kan lekecikleri. Yerde, kırmızı kan. Yerde, kırmızı.
Yerde!
SAYFA 5-16 Yazar: Oyhan Hasan BILDIRKİ   Read the full article
0 notes
gelemeyengemi · 7 years
Text
Şairden Şiir'ine..) 🍷
Gecenin zifiri karanlığı, sadece birkaç fotoğrafın önümde, yanan bir ateşin ışığı aydınlatıyor anıları. Hiçbir şey için sana kızmıyorum çocuk, kızamıyorum. Artık hepsi geçmişte kalan sadece benim hatırladığım birkaç anıdan ibaret. Özlüyorum seni her şeyden çok özlüyorum bizi. Hiç var olamayan bizi. Aynı şehirde olmak aynı göğe bakmak bile yetiyordu oysa.. İçimde kaybettiğim bir savaş var, ben seni yenemiyorum bir türlü çocuk, ben senden geçemiyorum. Oysa çok bir şey istememiştim senden ; ellerini bahşetseydin bana, bir çift güzel bakan göz ve ufak bir tebessüm yeterdi. Öyle büyük hayallerimde yoktu seni zora sokacak, Mecnun olmanı istememiştim sadece benim olsaydın, yanımda kalsaydın Tanrıya her gece bunun için şükrederdim inan. Ama sen gittin, hiç yaşanmamış gibi gittin. Hiç acımadan gittin. Kalbi taştan olan kötüler gibi geldin yıktın ve gittin. Hiç mi acımadın bana? Benden çaldıklarına hiç mi acımadın? Bu kadar mı kalpsizdin sen? Bu kadar mı iğrenç vicdansız bir Adamdın? Oysa sen benim gözümde insanoğlunun yaratılış sebebiydin, sen benim canımın varolma sebebiydin. Sen ; bana bahşedilmiş en mukaddes hediyeydin. Kalbini sevdiğim çocuktun sen benim. Şimdi..bu anlattıklarımın asla sen olmayışını bilmek öyle canımı yakıyor ki. Bunlar sana ait değil, bunlar bende ki sene ait. Sen hiçbir zaman öyle yüce olmamıştın aslında, seni o mertebeye koyan bendim. Sen kalpsiz ve sevgisiz bir erkektin, hepsi bu. Sana kızmasam da bu kırgınlığım geçer mi bilmiyorum. Gözlerimden akıttığın yaşlar seni bir gün affederler mi? Sanmıyorum. Şimdi geçmişte kalan bir sızıdan ibaretsin. Bıraktığın yara günden güne büyüyor ve beni hasta ediyor. Ölüyorum çocuk, bana bıraktığın acıyla baş edemiyorum. Eskisi gibi kalmamış gücüm biraz biraz kopmuşum sanki hayattan. Beni ayakta tutan bir kaç dostun kolları, seni anımsatan şarkılar, anılarım ve göğsümde taşıdığım hâlâ sana ait olduğu için nefret ettiğim kalbim. Durduramıyorum bende ki sevgini. Eskiye göre daha derine gömebilmeyi başardım sadece o kadar. Oysa Tanrı, bizlere sevin dememiş miydi? Sevin, sevilin, dünyayı yaşanabilir kılın.. Sen hem beni sevmedin, hem o saf sevgimi istemeyip mahvettin hem de yaşanabilir bir dünya bırakmadın bana. Sen Tanrıya çok ayıp ettin çocuk, sen en büyük günahı işledin bile bile. Yokluğundan her gece ölüp her sabah yeniden doğdum, oysa can almak sadece canı verene mahsustur, sen bir kız çocuğunu yaşarken öldürdün. Umutla göğe bakan gözlerin ferini söndürdün. Hiç mi üzülmedin bana? Hiç mi aklından geçmedim? Sen benim aklımdan bir dakika bile çıkmazken bir kez olsun neredeyim ne haldeyim düşünmedin mi? Sana acımak istiyorum çünkü acınacak bir adamsın. Gecenin kör vakti özlenecek değil lanet okunacak bir insansın. Ne kadar şanslısın ki yüreğim hâlâ buna izin vermiyor. Sana beddualar etmek yerine her Tanrıyla konuşmamda senin için dua ediyorum, o kalbinin varlığını hatırlaman için Tanrıya yalvarıyorum. Hiçbir zaman benim olmadın sen bunu kabulleniyor bedenim artık. Bu denli sevilmeyişini yaptığın şeylere bıraktığın her darbeye rağmen atmaya devam eden o ufacık kalbim de kabulleniyor. Ne acı ki aklım almıyor inatla. Ölmeni diliyorum bazen. Bu dileğin gerçek olma düşüncesi bile tüm ruhumu paramparça ederken ve bedenimi tir tir titretirken, diliyorum inatla. Ölseydi diyorum ; ölseydi mezar taşının soğukluğuna sarılırdım, bana buz gibi duygusuz bakan gözlerine sarılmak istemek yerine. Ölseydi ; toprağının kokusunu çekerdim içime her özlediğimde, yanımda olupta kokusunu içime çekememek yerine. Ölseydi ; mezarının yanında uyurdum gidip, onu uyurken hayal etmek yerine. Ne yazık ki yaşıyorsun çocuk, bıraktığın her hayal kırıklığına rağmen yaşıyorsun. Şükür. Buna da şükür. Başkalarının hayatlarında eşsiz bir parça gibi yaşarken benim hayatımda giderek tozlu raflara kalkıyorsun. Sen yaşıyorsun ama senin sayende ben ölüyorum. Benim artık seninle konuşmaya varmaz dilim. Gözlerim seni aramaz her yerde. Ellerim sızlamaz ellerini gördükçe. Ciğerlerim hissetmez senin kokunu her yerde. Kulaklarım bir zamanlar duymak için deliye döndüğü sesini duymazdan gelirler artık. Karşımda durduğun her an aklımı başımdan alırsın da ayaklarıma bir adım dahi attıramazsın, sana koşmak için can atan bacaklarım bir buz misali donup kalırlar. Dokunup hayat verdiğin o saçlarım kahvelerinde boğulurlar da yine de istemezler parmaklarını. Kalbim..Sevemez ki artık seni. Ben artık bir ölüyüm çocuk, bir ölüden sevgi göremezsin. Evet, çok şükür sen yaşıyorsun ama benden tek yaşam belirtisi alamazsın artık. Belki biraz olsun sızlar vicdanın beni tamamen kaybettiğini görünce. Oysa dilim konuşsa neler anlatır sana, gözlerin gözlerimi bulsa neler gösterir sana, ellerin ellerime değse can bulurlar. Her şey için artık çok geç sevdiğim. Sevdiceğim diyemiyorum artık sana, di'li geçmişten kalan yaram olduğun için. Beni neden sevmedin? Beni neden sevemedin? Bu denli kötülüğü hak edecek ne yapmıştım ki sana sadece seni sevmekten başka? Oysa insan biri beni sevsin diye yaşar, sevilmek için yaşar. Doğar anne sevgisi ister, büyür baba şefkati ister, yaşar başka bir kalpte de yaşamak ister, ölür Tanrının sevgisini ister. Ben sana hepsini vad ederken sen öyle nankördün ki hepsini elinin tersiyle ittin. Öyle bencildinki kendinden başka kimseyi sevemedin. Canın sağ olsun. Senin tek canın sağ olsun, diğer kimsenin canının kıymeti yok ne de olsa değil mi? Oysa şimdi bu satırları yazmak yerine birbirimize o iki eşsiz kelimeyi söyleyerek huzurlu uykularımıza dalıyor olabilirdik. Sen, uyuyorsun değil mi? Uyuyabiliyorsun. Bense yıllardır düzeltemediğim uykumu senden sonra iyice bozdum. Sen bir insandan sadece kalbini çalmadın çocuk. Uykularımı çaldın, uzattığım saçlarımı çaldın, gülüşümü çaldın, huzurumu çaldın. Sen sadece bir insanı üzüp gitmedin çocuk ; sen beni harap ettin, güvenimi kırdın, yaralarımı tuz buz ettin. Şimdi senden, benden geriye hiçbir şey kalmadı. Artık rüyalarda bile bulanık görür oldum o her santimini ezberlediğim yüzünü. "Rüyalarıma neden gelmiyorsun Adam? Bari oradan terk etmeseydin beni, dünyadan uzaklaşıp mutlu olduğum tek yer rüyalar alemiydi çünkü." Derdim birkaç zaman önce oysa şimdi sırf rüyalarımda seni görüp acı çekmemek için uyumuyorum inatla. Çünkü seni görmek amansız bir acı veriyor bana ve altından kalkamıyorum. Nasıl bir kader bıraktın bana çocuk? Seni görmek için deliye dönüp aynı zamanda da görmemek için çırpınır hale geldim. Ölmek isteyip de uçurumdan aşağıya bir adım atamaz haldeyim. Gerçeklerden ne yaparsa yapsın kaçamıyor insan işte. Ne yaparsam yapayım bana yaşattıklarından kaçamıyorum. Ölüm döşeğinde olsam hayatım gözümün önünden geçerken seni göreceğim o kısacık zaman yüzünden bile ölmemek için yalvaracak haldeyim. Ne yaptın bana sen böyle? Kalbimi böyle ne ara parçaladın? O rahat yatağında rengarenk gözlerini kapatıp hemen uykuya dalarken sen, ben kendi kahverengimde senin hayalinle boğuldum her gece. Ay'a anlattım seni, ışığını söndürdü. Suya anlattım seni, yolunu kaybetti. Dağa taşa anlattım seni, yer yüzüne sığamadılar. Hiç tanımadığım ve çok iyi tanıdığım insanlara anlattım seni, anladıklarını sandılar ama anlamadılar. Seni sana anlattım, parıldayan gözlerle baktın bana sonra hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam ettin benim yollarımı yıkarak. Ve ben hâlâ sana olan merhametimi yok edemiyorum. Bir annenin evladını sevmesi gibi seviyorum seni. Güneşin doğması için kendini feda eden Ay gibi feda ediyorum kendimi sana. Savaş içinde olan bir ülkenin halkı gibi çaresizce teslim oluyorum senin karşında. En güzel geçecek günün sabahı gibi her sabah uyanıyorum sana. Yürüdüğüm yolda, içtiğim su da, aldığım nefeste seviyorum seni. İmkansızlıkların güzelliğinde yaşatıyorum bizi. Bütün bunları ben yapıyorum Adam, bu yüzden benim sevgim olmadan senin varlığının hiçbir anlamı yok. Ben olmadan sen koca bir "hiç"sin Adam. Bunun farkına vardığında ise bende de koca bir hiç olacaksın. Sadece bekliyorum, bana geleceğin ve benim de senden gideceğim günü bekliyorum. Çok zamanımız kalmadı Küçüğüm, acılarının başlayacağı ve acılarımın dineceği zamana doğru habersizce ilerliyoruz. Senin adaletin yoktu, dünyanın da adaleti yok ama Tanrının adaleti hiçbir zaman şaşmaz bunu biliyorum. Bendeki senin çok uzun zamanı kalmadı canımın içi, hissediyorum. Dilerim ki o kalbin atmaya başladığı zaman bana bıraktığın acıları sana bırakmazlar. Üzgünüm çocuk ama bir gün sende büyüyeceksin tıpkı benim büyüdüğüm gibi. O gün gelipte beni anladığın vakit adının hakkını ver ve aşık adam ol, ben adımın hakkını verip dimdik ayrılacağım o yoldan. Hâlâ seni sevebildiğim için ben kendimi affedemiyorum ama sen beni affet Küçüğüm, bu gece de kül tablaları seni andı, gök karardı, şairin dizeleri sona geldi. Hoşçakal...
2 notes · View notes
goddessofsadx-blog · 7 years
Text
Boğazım düğüm düğüm.
Bir hafta önce 16 oldun Güzel Adam.
Bir hafta önce beş yılımı tamamı tamamına seni severek geçirdim.
Bir hafta önce beni hiçbir zaman tanımadın yine, yeniden.
Fotoğraflarına baktım, yanında onu gördüm. O çok güzeldi, benden çok daha güzeldi. Sen onunla mutluydun, benimle olabileceğinden çok daha mutluydun.
Mutluydun. Senin mutluluğun benim mutluluğumdu.
Boğazım düğüm düğüm.
Aynı gökyüzüne baktığımızı biliyorum ya, göğe bakmak bile yakıyor canımı.
Yere baksam sen varsın, toprak rengi gözlerinle.
Ona baktığın gibi bakacak mı o güzelim gözlerin gözlerime?
Yoksa gecelerim senin hayalinle haram mı bana yine?
Olsun.
Geceler haram olsun bana, hayalin uykusuz sigarama eşlik edecekse.
Boğazım düğüm düğüm.
Çimen yeşili örme hırkamı giydim yine.
Bana seni hatırlatıyor solgun rengiyle.
Küçük geliyor biraz ama olsun.
O günü hatırlatıyor bana.
Seni en masum hislerle seven o küçük kıza dönüyorum yine.
Senin için düşen o kadın ruhlu kız çocuğu oluveriyorum bu gece, yeniden.
Güzel Adam'ı seven mahzun bakışlı genç kadınım ben.
Sen ise hep soğuk, hep soğuk. Kalbimi dondurana kadar sevdiğim.
Yana yakıla aradığım o soğuk.
Çünkü seni sevmek yanmak demek, güzelim Adam.
Boğazım düğüm düğüm.
Sana söyleyemediğim her bir cümle boğazımda birikip tıkıyor nefesimi.
Seni seviyorum.
Sana aşık olmaya bile kıyamıyorum.
Demedim.
Diyemedim ya, göğüs kafesime sıkışıyor sözcükler, dışarı çıkmak için seni, sadece seni bekliyorlar.
Kimseyi sevemiyorum.
Kimseye seni seviyorum, diyemiyorum.
Acıtıyor.
Sen o kızın güzel gözlerine aşkla bakarken benim onların gözlerine bakarak sevgime ihanet ediyormuş gibi hissetmem, bana inan ki çok, çok...
Acıtıyor.
Boğazım düğüm düğüm.
Sevgim kalbime ağır geliyor artık.
Geceler gündüze değil benim kalbimin üstüne örtülüyor sanki.
Gündüz hiç gelmiyor.
Sen gel bari Adam. Sevmesen de olur. Yerine de severim.
Dayanamıyorum bu sevgiye. Kanser gibi yayılıyor vücuduma, beni tüketerek.
Boğazım düğüm düğüm.
Bir gün daha yitiyor ardında eski binaların.
Geceye kucak açıyorum.
Bir sigara daha yakıp dumanında kayboluyorum.
Seni anlatıyorum doğan geceye, sonra vazgeçiyorum sana aşık olur diye.
Boğazım düğüm düğüm.
Sokakta gördüğün, hiç tanımadığın ancak tüm cesaretiyle sana merhaba, diyen o yabancıdan çok daha yabancıyım sana.
Acıma yabancısın.
Mutluluğuna yabancıyım.
Aynı gökyüzüne bakan iki uzak ülke, aynı kağıdın ön ve arka yüzleri, aynı istasyondan kalkan, istikametleri birbirine zıt trenleriz biz seninle.
Ne kadar aynıysak o kadar ayrıyız.
Bu akşam aşkınla boğazım düğüm düğüm.
1 note · View note
shadow-and-mist · 5 years
Text
Lyra ve Muna: Birinci Bölüm
- Güneş ve Rüzgar 
Baharın tatlı esintisinin ormanlarda bıraktığı iz, genç avcının açık kızıl rengindeki saçlarını savuruyor, yanındaki dostunun ise kabarmış, dağınık yelesini okşuyordu. Kız, ışığın, sığ ağaçların içinden göğe yükselişini izlemek için dostuyla beraber erkenden uyanıp karanlığa atıldı. Kabilesinden çok uzakta olmayan Yasaklı Nehir’e ve ötesindeki uçsuz bucaksız ormanlara bakan küçük tepelerden birine çıktılar. Hiçbir yolculuğunda onu yalnız bırakmayan Muna ile birlikte tepenin üstünde oturmuş, karanlık ve keşfedilmemiş ormanın gizemi içinde kayboluyorlardı. Gökyüzünü, aydınlığın habercisi olan kızıl sardığında, kız keskin gözleriyle uzaklara daldı. Çok geçmeden güneş kendini gösterdi ve ikili, ışığın huzurunda ayağa kalktı.
Lyra, gözlerini kapatıp derin bir nefes alarak ciğerlerini güneşin rüzgardaki ritmiyle doldurdu. Kollarını iki yana açarak iyice gerindi ve ardından yavaşça yayını ve oklarını hazırlamaya başladı. Hazır hissettiğinde, içi kendi elleriyle yaptığı oklarla dolu olan sadağını omzuna geçirdi ve yayını eline aldı. Muna, yükselen güneşin sıcağıyla yerde mayışmış bir şekilde yatarken, kız keskin gözleriyle etraftaki ağaçlara göz attı. Oldukları tepenin on metre yakınındaki bütün ağaçların kahverengi kumaşının üstünde Lyra’nın kabilesine ait yeşil boyadan hedefler çiziliydi. Bütün hedeflerin üzerinde de hali hazırda azımsanmayacak kadar tahta oklar yerini bulmuştu. Genç avcı, okunu yayına geçirdi ve kirişini birkaç kez geri çekerek elini ısıttı. Ağaçlardan birine nişan aldı ve ona ormanın yeşilliğinin yansımasıyla parlayan gözleriyle kitlendi. Muna olduğu yerden yavaşça doğrulup, Lyra’nın baktığı yöne doğru gözlerini çevirdi. İkilinin günü Lyra’nın sert bir rüzgarı bekleyip zor bir atış yapmasıyla başlar ve bu atışın başarısına göre de devam ederdi, bu yüzden ilk atış onlar için önemliydi. Hafif esen rüzgarlara, hafif nefeslerle eşlik eden ikili, dakikalarca ağaçla bakıştılar. Sonunda nehirin etrafından gelen yaprak hışırdama sesi, yoğun bir rüzgarın habercisiydi. Muna, rüzgar henüz tepeye varmadan sessiz bir havlamayla Lyra’yı haberdar etti ve kız nefesini tuttu. Birden suratına çarpan rüzgar, kıvrık saçını gözünün önüne getirdiği saniyede yayını belli bir açıda sola kaydırdı ve okunu bıraktı.  Büyük bir hızla rüzgarı yararak ilerleyen ok, birkaç metre sonra şiddetine yenik düştü ve ağaca varamadan savruldu. Lyra, gürlemeye devam eden rüzgara karşı koluyla siper aldı ve yavaşça yere çömeldi. Muna ise, Lyra’nın yanına hafiften inleyerek geldi ve ona sürtünmeye başladı.
Yaralı sağ eliyle tepenin üstündeki birkaç otu sıkıca avuçladı. Birkaç dakika boyunca yerde öylece kaldıktan sonra aniden kalkıp ok çantasını yere attı  ve yürümeye başladı.
“Hadi kızım, gidiyoruz.”
Gözü kararmış bir şekilde beş, altı adım attıktan sonra Muna’nın onu takip etmediğini fark etti ve arkasına baktı. Muna, yerdeki sadağın hemen arkasında oturmuş bir vaziyette, dili dışarda hevesle sahibini bekliyordu. Lyra, Muna ile göz göze geldiğinde duraksadı ancak hâlâ ikna olmamıştı.
“Hadi. Gidiyoruz dedim.”
Muna, kızın bu sefer söylediklerini anlamazlıktan geldi ve kafasını masumca yana doğru yatırdı. Bunu gören Lyra’nın suratındaki somurtma birden yerini istemsiz gülümsemeye bıraktı.
“Tamam, sadece birkaç tane daha.” diye söylendi ve yayına doğru yürümeye başladı, Muna ise sevinçle birkaç kez havlayıp, kendini sahibine sürtmeye devam etti.
Sadağını yeniden omzuna geçirdi ve tekrar vaziyet aldı. Bu sefer daha hafif rüzgarlarda ardı ardına birkaç atış yaptı ve her atış, iç içe geçmiş kareler ve üçgenler şeklinde belirlenmiş hedeflerin içini buldu. Her başarılı atıştan sonra, Muna sesli bir havlamayla avcıyı kutladı. Lyra’nın pratiği, rüzgar yokken de uzun süre devam etti. Bütün okların bittiğini görünce, yenilerini almak için tepenin üstünde, yere kazdığı çukura baktı ancak hepsinin tükendiğini gördü. Muna, bu sırada yerleri kokluyor ve öylesine geziniyordu.
“Acıktın mı bakalım?” diye hevesle sordu Lyra, Muna ise çok kısa bir inleme ile cevap verdi.
Sırtına geçirilmiş yayı ve boş sadağı, belinde yeşile boyanmış küçük çantasıyla beraber tepeden yavaşça aşağıya kaydı ve bir ağacın üzerindeki  -hedef çizgilerinin içinde olmayan- on, onbeş oku yerine yerleştirdi. Güneş tam üzerlerinde, onları izlerken, Yasaklı Nehir’in kıyısına doğru yöneldiler. Daha önce defalarca burada bulunsalar da, nehirin bu denli yakınında olmak, ikilinin içinde merak, ve belki de bu meraktan doğan büyük bir huzursuzluk yaratıyordu. Kabilesinin olduğu köye en yakın kıyıya geldiler ve ikisi de suyun içinde dans eden balıkları aradı. Muna, dili dışarda, büyük bir hevesle nefes alıyordu, Lyra da ne kadar acıktığını o vakit fark etti.
“Hazır mısın?”
Lyra, çantasından bir ip çıkardı ve birkaç okunun ucuna özenle geçirdi. Muna ise  görebildiği birkaç balığın arasından en büyüğünü ayırt etmeye çalışıyordu. Genç kız üçten geriye doğru saymaya başladı ve “sıfır” dediği anda birbiriyle yarışan ok ve Muna’nın dişleri, suyun altına dalıp birer balığı yakaladılar. Muna, kendi balığını büyük bir zevkle mideye indirdi ve Lyra yakaladığı balığı özel bir deri kılıfın içine yerleştirdi. Birkaç balık daha onların yemeği olduktan sonra, Muna, tok karnıyla etrafı gezmeye başladı. Lyra da işini bitirince kılıfını toplayıp ıslık çaldı ve ikili, nehire ve ardındaki ormana sırtını verip, kabileye doğru yöneldiler.
Gün boyunca büyük bir hevesle Ebedi Orman’ın içinde oradan oraya giden çift, en yavaş adımlarını köye dönüş yolunda atmaya başladılar. Lyra, büyük bir sıkıntı ile, kendi kendine söylenmek ve Muna ile sohbet etmek arasında gidip gelircesine yol boyunca konuştu.
“Her gün bunu duymaktan bıktın, biliyorum, ama yine kesin kötü bir şey olacak.” huzursuzluk kokan bir nefes verdi ve devam etti.
“Ne zaman ilk atışı ıskalarsak, köye döndüğümüzde ya yaşlılar bir şeyler zırvalıyor ya da bana aptalca bir iş veriyorlar. Gerçekten çok sıkıcı.”  Muna, yere bakarak yürürken, asık suratı ve çıkardığı seslerle kızın endişelerine ortak oldu.
“Abim gitmeden önce her şey çok daha farklıydı. Biraz daha kalsa ne olurdu sanki?” dedi ve usulca elini yumruk yapıp sıktı.
Yolun devamında ikiliyi güne başlatan güneş, yavaşça dinlenmek üzere köşesine çekilmeye başlamıştı. Işıkla aydınlanan yolu, köye attığı her adımda daha da bulanıklaşıyordu. Gölgeleri gittikçe uzuyor ve sanki nehre doğru geri dönmeye çalışıyorlardı ancak onun kabilesine, biricik “ailesine” dönmesi gerekiyordu. Şimdilik, uslu bir kız olmaktan başka hiçbir çaresi yoktu.
0 notes
efemeris · 6 years
Text
16.11.2017
xxx
Kocaman oldum artık. Liseyi bitirdim ben hatta üniversiteyi birde iş güç sahibi çalışan üstüne koskoca çok kıymetli bi şirketin tek mühendisi oldum. Ben artık o küçük kız değ
Elim kaldı öyle o cümlede değilim diyemedim yazamadım satırlara.
Ben hala yolun ortasında aynı renk arabayı görünce aynı sayıdaki plaka mı o diye bakan kız kaldım.
Ben hala hep o arabayı görünce gözleri dolan bütün günü zehir zemberek çocuk kaldım.
Önceki gibi sevmiyorum yalnızlığı artık önceki kadar sade kalamıyorum kendimle başbaşa evde sokakta hatta hayatta.
Bi bakıyorum tuz bitmiş kahve bitmiş diye oturup salonun ortasına ağlamak istiyorun bi bakıyorum ben kendimi sevmiyorum diye yolun ortasında durup bi kaldırım taşına çöküp ruhumu bedenimden bedenimi herşeyin içinden çıkararak göğe fırlatmak, hıçkıra hıçkıra bi sahil kıyısında yalnız bulmak istiyorum.
O arabayı bi daha hiç görmiyceğim bi şehre taşınmak istiyorum herhangi bi köşe başından çıkma ihtimalin olmadığı yerlere gitmek. Sonra durup nereye gidiyosun be diyorum kendime gidiceğin gidebileceğin her yerde o var zaten. Bak hile yaptım bu cümlede bi ben anlıycam.
Uykum gelicek yazmaktan sıkılıcam. Hepsini silicem sonra o buna hiç bi zaman değmedi be diycem belki rakı tokuşturmıycam ama daha fenası sek duble bi türk kahvesi içicem senin şerefine. Yanında bir yudum bile su olmadan. !
Ben seninle o tek göz bi evde senelerce yaşayabilirim diye ne hayallere teslim oldum çünkü. Her gece başımı yastığa koyduğumda bu gecede ölmezsem o bana bi gün pişman gelicek dedim diyorum. Zaman yaraları sarıyo çünkü inan unutturuyo ve ben cidden unuttum da fakat insan hücre sayısı kadar yamalı bi burukluk taşıyo hep.
Büyüklenme be. Bu gözler pişmanlıktan inim inim inlediğini görmeden daha titremez başka bi kalbe, baştan ayağa o mayıs ayının son günü gibi.
0 notes