Tumgik
#bu da bir güne bir kütüphane olsun?!??
avalonunezgisi · 2 years
Text
Tumblr media
gazi husrev bey kütüphanesi, saraybosna
9 notes · View notes
lachambreclaire · 4 years
Text
Tumblr media
"Mösyö Poirot, sıkı tutunun," diyorum.
"Tutancak yer olsaydı mon amie," diyor.
Bu ilk konuşmamız. Rüyamdayız. Uykunun saatiyle yaklaşık on dakikadır çok çok hızlı giden bir asansörü diğer dört, beş kişiyle paylaşıyoruz. Onların pek öyle belirgin yüz hatları yok. Kadın ya da erkek olduklarını belli eden kıyafetleri dışında tanımsız ve kimliksizler. Otelde yaşama hayallerim gerçek olmuş. Poirot'yla da otelden komşuyuz. Ama o güne dek ne asansörde karşılaşmışlığımız ne de lobide bana şapka selamı vermişliği var.
Asansöre gelince, giderek yükseliyor olması dışında asansör mefhumuyla bir bağlantısı yok. Yedi sekiz kişilik bir roller coaster vagonu bu. Otelin dış cephesine paralel raylar belli kat aralıklarıyla yekpare döşenmiş. Asansör doorman'in hemen önünden kalkıyor, sizi katınızın yine dış cephedeki kayar kapılı ana girişine bırakıyor ya da fırlatıyor diyelim. Sürekli yükselip hız arttıran bu lunapark vagonu-asansör arada bina cephesinden hafiften uzaklaşan rayların içbükey eğrilerini izleyerek (bir tanesinde Poirot'nun şapkası düz manada uçuyor) kanatlı büyük metal kapıları yarıp devasa bir gümbürtüyle otelin içine dalıyor. Restoran, havuz ya da barların bulunduğu belli katların içinden, mesela kumarhanenin tam ortasından geçiyor. Böylesi talihli anlarda hızını düşürüyor neyse ki, zira dışarıdaki süratine dair bir fikir vermem gerekse, Harry Potter'ı yoldan toplayan Hızır otobüsü örnek verebilirim.
Otelin mimarisi bu rüyayı gören zihnim gibi bir yamalı bohça. Ağırlıklı olarak cam ve sarı metal giydirilmiş cephesi, cüretkar geometrik formlarıyla Dubai rüküşlüğünde. Ama iç mekana girdiğiniz anda dünya, zaman, işin rengi, hepsi değişiyorlar. Mücevher hırsızlığının kült bölgesi Cote d'Azur kıyılarındaki yarı ampir yarı neo-klasik yapıların iç mekanına hoşgeldim. Burası Poirot'nun kainatı. Benim çok hızlı dünyamdan çıkıp onunkine her anlamda sarsıcı bir giriş yaptık. Burada tüm hayaletler uyuşukluklarından kurtulmuş, en son kırklarda giyilmiş kostümler sandıklardan çıkmış. Etrafı öyle bir donatmışım ki rüyanın içinde şöyle azıcık bir zihin gayreti göstersem, Zelda Fitzgerald'a akşam Leydi Ketrin'in partisinde görüşürüz cicim, diye el sallayıp Matisse'e beşlik çakıcam.
Ama benim derdim Poirot'yla. Yan tarafımda, diğer sırada oturuyor. Aramızda yarım metre var yok. Yan gözle ona bakıyorum. Havuzun yanından sakince geçiyoruz, vagon-asansörün gürültü patırtısı kesildi. Onunla bir çift kelam edebileceksem, tam sırası. Sormak istediğim bin merak konusu geçiyor aklımdan. Ama en kof ve zararsız görünenleri de (Yedek şapkanız vardır umarım?), en haddini bilmez olanları da (Hiç seks yaptınız mı Mösyö Poirot?) dehşetle silip atıyorum. Yine de merakımın hiç mi hiç hafiflemediğini hissediyorum. Sonunda mükemmel giriş sorusu gelip kendiliğinden beni buluyor, bu kaçınılmazdı.
"Otelimizde bir cinayet mi işlendi Mösyö," diyorum.
"Amcanız," diyor.
Taşları dehşetle yerine oturtuyorum. Son sahneye götürülen insan taburunun ortasına düştüğümü o an idrak ediyorum. Arkamdakilerden biri şu sözünü ettiği amcamın katili olmalı. Poirot merhumun tüm yakınlarını, yani biz tüm zanlıları kütüphane, havuz başı, gösteri sahnesi ya da balo salonu gibi bir yerde indirecek. Asansörün yüküne eşit miktarda koltuklara dağılıp onun hepimize ayrı ayrı vereceği ayarları dinlemeye başlayacağız. Çünkü her Poirot romanında, son sahnede, katil olsun olmasın herkes bir biçimde bu gazaptan payını alır, çünkü herkesin minik de olsa açığa çıkarılmamış bir günahı ya da maktulü öldürmüş olmak için az çok sebebi vardır. Ve bu son sahnede, Poirot lafı uzattıkça ve katilin ifşası geciktikçe, özellikle "Sadede gelelim Mösyö," diye çıkış yaparak fenalık geçirenler, palanın tüm ailenin ya da dost çevresinin önünde afişe edivereceği kirli sırlarıyla ödüllendirilirler. Bu yüzden epeyce tırsıyorum. Poirot kaçın kurası, anlıyor.
"Korkmanız için başka sebepleriniz mi var," diyor bana. "Çünkü katil olmadığınızı biliyorum."
Katil olmadığımdan benim de şüphem yok da hakkımda neleri açıklayacaksın acaba? Vagon-asansör hızlanıyor yine. Başıma gelebilecekleri aynı hızla aklımdan geçiriyorum:
"Uzun süredir Moda'da depreme dayanıklı bir ev arıyor ve bulamıyordunuz, amcanız Ferit Tek köşkünü restore ettirmiş ve mirasında..."
"Sabah tenis oynarken eşinize dışarıda dediğiniz o top aslında..."
Büyük bir salaklık ederek, orada ürettiğim ipe sapa gelmez sırların açığa çıkacağı endişesiyle asansörde kıvranıp durdum ve nihayetinde kendimi bu eşi bulunmaz rüyadan uyandırmayı maalesef becerdim. Amcamı kimin öldürdüğünü öğrenemedim, Poirot'nun hakkımda bildiklerini de öyle. Belki de mirası alacak ve Leydi Ketrin'in partisinde edineceğim Monte Carlo sakini yeni dostlarımla kotralarımıza binip Akdeniz'i turlayacaktık. Poirot'yu da yanıma alacaktım ki özellikle Kuzey Afrika sahillerinin Avrupalılarca kazılan sit alanlarında başımız boktan kurtulmasın. Artık bir dahaki sefere...
Uyandığımda bu rüyayı niye görmüş olduğumun da gayet farkındaydım. Uyumadan önce, 25 yıl sonra tekrar okumaya karar verdiğim Kara Kitap'ın bir iki paragrafına fena halde takılmıştım. Karısı Rüya sırra kadem bastıktan sonra, Galip evde onun gündeliğinin izini sürüyor ve Rüya'nın fındık fıstık eşliğinde tükettiği dedektiflik romanlarını karıştırıyordu. Anlatıcı, Galip'in bu kitapları tahammülfersa bulduğunu söylüyor ve onun adına iki paragraflık şu argümanı geliştiriyordu.
Tumblr media
Buna göre polisiyenin dünyası yapay bir dünya, ama tüm romanların dünyası kağıt üstünde yapay sayılabileceğine göre belki yapaylığın katmerlendiği bir dünya. Bu da Galip'in fikrince, benim anladığım, kişilerin kanlı canlı ve hacimli roman karakterlerinden çok birer tipleme biçiminde okurun karşısına çıkarılmasından kaynaklanıyor. Tipleme, yani atamaları yazar tarafından gerçekleştirilen memuriyetler. Eğer sekiz isimli Lord Pemberley iseniz, deli halanızın resmettiği bir kuzey manzarasının kanvarsı altında sakladığınız Rembrandt'a tayininiz çıkarılıyor. Zengin bir Amerikalı petrolcünün mahdumeleri iseniz, doğrudan şımarıklık memuriyetine sıkıştırılıyor, boynunuzda dünyanın en pahalı taşıyla pervasızca seyahat etme yükümlülüğünü yerine getiriyorsunuz. Ve eğer İngilizseniz, yazardan, mutfak geleneklerinizdeki ufacık bir sapmanın sizi zanlıya dönüştürebileceği kadar güzel bir İngilizlik maaşı alıyorsunuz. Bu postlardaki asli göreviniz de elbette ipucu ve veri üretmek oluyor. Ve romanlar çoğaldıkça karakterlerin değil, olsa olsa tiplemelerin sayısı çoğalıyor, o da mebzul miktarda değil tabii. Rüya'nın fındık fıstıklı polisiye keyfini senelerce nutella benzeri türlü musibetle zenginleştirmiş biri olarak Galip'e ilk itirazım demeyeyim ama, ilk çamurlaşmam bu noktada cereyan ediyor.
İçinden çıktığım rüyanın da etkisiyle ona söyleniyorum: "Mösyö Galip, bu tespitinizde yanlış demeyeceğim ama kusurlu bulduğum şey, öne sürdüğünüz gerekçelerin dedektif romanları için sıklıkla, bir iddiayla yazılmış tüm kötü romanlar için her daim geçerli olduğu. Kaldı ki bu tevazu sahibi, kanaatkar, sınırları ve yeterliliklerinin her zaman için farkında olmuş türün okuruyla ilişkisi, kuantum mekaniğinin yasalarıyla işler, demem o ki olacak olan her zaman olur, herkes layığını ve de belasını bulur (burada biraz kabalaşıyorum). Okur da yazarın bıraktığı taşları yeri geldiğinde dedektifle birlikte toplayarak romana başladığında ne bekliyorsa son sayfada ona kavuşur. Yazı satın almak söz konusu olduğunda daha hakkaniyetli bir alışveriş düşünemiyorum.
Oysa okurun, roman yazarlarının bıraktığı taşları toplamaya tenezzül dahi etmediği veyahut kafama atsaydın bari siniriyle tutup yazara geri fırlattığı ne edebiyatlar, ne kibirli anlatılar geldi geçti. Eklem yerleri iliklerine kadar gözüken bu gevşek ve bir o kadar kendini beğenmiş metinler, bizi metaforlarla, sıska dolgu malzemeleriyle, şatafatlı döktürme illetiyle, zorlama siyasi mesajlarla, yersiz tarihsel referanslarla oyalamaya kalkıp deniz kumuyla inşa edilmiş olay örgülerini (burada kaçırdığım mirasa gönderme yapıyorum) ve yoksul hikayelerini ve yürüyen ölü karakterlerini bir bir önümüze bırakıp gitmediler mi, evet gittiler. Tek bir polisiye yazarının sesi çıktı mı? İyi valla. Herkes yerini bilsin lütfen (burada düzeyi iyiden iyiye düşürüyor ve ödül törenine aktivizm saatini de sıkıştırıveren dizi oyuncusu gibi salondaki sanatçı dostlarımdan alkış bekliyorum).
Şaka bir yana, oturup düşündüğümde gerçekten de polisiyelerde en sevdiğim şeyin beklentisizlik olduğunu görüyorum. Hikaye anlatmanın edebi hazlardan muaf tutulmuş o en eski yolu. Virginia Woolf buna ateşin başında oturmuş yün eğiren kadınlara, düşüncelere dalmış erkeklere, "yetişkin çocuklara" neşeli, hayali ve lezzetli bir hikaye anlatmak diyordu. Galip beklentilerini hiç düşürmüyor benim anladığım. Bir sonraki paragrafta, yazarın da katilin kim olduğunu bilmediği bir polisiye roman okuyabileceğini söylüyor Rüya'ya. Yazarın atamalarından istifa etmiş serseri mayın karakterler. Yakalarındaki tüm rütbeleri söküp atıyorlar, kontrolsüz ve başına buyruklar.
Ama anlatıcı Galip'i Rüya'nın aklıyla izana davet ediyor. Ayrıntılar, diyor, o koca dünyayı, hayatın binbir çeşit tutarsızlığını nereye sıkıştıracaksın?
Tumblr media
Bu paragraftaki de yalnızca ideal polisiyenin değil (Gülün Adı'ndaki azim buydu) işini iyi yapabilmiş tüm romanların tanımı olabilir. Dikiş yerleri asla belli olmayan, patronu iyi çıkarılmış romanlar, her an her yerde var olabilen birinin silinip gitmesi, arada parmak ucunda oyuna girip müdahale etmesi ama iplerini asla göstermemesi. Böylece tüm o dolgu malzemelerinin, seçilmiş ayrıntıların ve yazarın edebi heveslerinin sırıtmadan, okura el sallamadan, parmağını onun gözüne sokmadan, kusursuz ya da neredeyse kusursuz bir biçimde kendi kusurlu dünyasında var olması. Bir tür başarılı ebeveynlik. Yapaylığı, kitaba kafası kızan okurun yazara değil karaktere yüklenebileceği bir görevlendirme sistemine dönüştürme becerisi. Belki de Kara Kitap'ı bu iki paragraftan sonra böylesi bir iddiayı ne ölçüde yerine getirebildiğine bakarak tekrar okumak lazım.
Tumblr media
1 note · View note
morfox · 6 years
Photo
Tumblr media
“Mahallemizde oturan bir abla vardı, adı Mualla’ydı. Mualla abla otuzlarının başında çok sessiz, sakin bir kadındı. Pek insanlarla konuşmazdı gereksiz olduklarını düşünürdü, kitap okurdu, kahve içerdi bide bol bol. Hani şu evinde kedi ve kitaplar olan kadın tanımı vardı ya Mualla ablamda aynen öyleydi. Zaten mahallede bir benle anlaşırdı, insanlar ona dul olduğu için kötü gözle bakardı. Bir gün saat 02:00 suları falandı herhalde tam hatırlamıyorum, ama tarihi dün gibi aklımda. 29.09’du sabah o saatlerde sokaktaydı bir yere gidiyordu, kolunda çantası falan sordum Abla nereye? diye. Mezarlık vardı bizim mahallenin az aşağısında, oraya gidiyordu öyle söyledi yani. Bende gittim yanında merak ettim işin açıkçası, tek başına biri gecenin o saatinde neden mezarlığa gider? Bunu düşünüyordum yürürken, gittik mezarlığın girişine geldik. Mualla abla duraksadı çantasından bir kitap çıkardı. Cemal SÜREYA – Sevda Sözleri idi kitabın adı. Bir mezarın başına gittik; ‘’Behzat ÖZSOY Doğum – 08.10.1980 Ölüm – 21.01.2015’’ O mezar taşını gördüm boğazım düğümlendi, karanfiller vardı yalnızca pembe karanfiller. Anlamını sormadan söyledi ablam, Behzat abi ona her gün pembe karanfiller alırmış. Anlamı seni sonsuza dek seveceğim, bekleyeceğim demekmiş öyle söyledi ablam. Ardından kitabı çıkardı, en sevdiği şiirmiş Behzat abinin Cemal Süreya İki Kalp; ‘’İki kalp arasında en kısa yol: Birbirine uzanmış ve zaman zaman Ancak parmak uçlarıyla değebilen, İki kol. Merdivenlerin oraya koşuyorum, Beklemek gövde gösterisi zamanın; Çok erken gelmişim, seni bulamıyorum. Bir şeyin provası yapılıyor sanki. Kuşlar toplanmış göçüyorlar, Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.’’ Sesi öyle ezinçliydi ki, bu kasvet, bu kırgınlık ama bir mutluluk vardı gibi… Bunu okuduktan sonra diğerlerine geçti, Rahmetli Süreya’nın amma çok ve güzel şiirleri vardı. Hepsini sırayla okudu ben uzaktan öyle izledim. Kitap bitince, biraz sarıldı Behzat abinin mezarına, biraz mezar taşını öpüp kokladı. O anki acıyı yemin ediyorum size hiçbir şiir anlatamaz. Benim yüreğim burkuldu, ağlamadı Mualla ablam güçlü kadınmış taktir ettim, ben dayanamazdım. Güneş doğduğu sıralarda kalktı ve doğruldu Mualla abla, son kez öptü mezar taşını, Görüşürüz adam! dedi. Sonra bana gel Hakan gidelim dedi, yolda giderken hiçbir şey soramadım. Gel kahvemi iç ablam dedi, çıktık Mualla ablanın evine. Evin her yeri kitap doluydu, Sahaf dükkânı gibiydi ev, ah o buram buram kitap kokusu var ya ev cennete girmiş gibiydi adeta. Dikkatimi çekti evde televizyon yoktu ve çiçek vazoları bira, rakı, votka şişelerindendi. O görüntü çok hoştu, vazolara dikkat ettiğimi görünce dedi ki; Hakanım unutma! En güzel çiçekler bataklıkta yetişenlerdir. Gülümsedim bu sözden sonra, soru soramıyordum ben, kendi anlatmaya başladı sonunda. Hakan şimdi sorarsın bu kadın, neden böyle bir gece vakti çıktı tek başına mezarlığa gitti birine kitap okudu. Ben olsam bende sorarım, anlatayım sen sormadan dedi ve gülümsedi. Ablacım, Behzat abin benim ilk aşkımdı, ilk boğulduğum okyanustu ve son olarak kaldı. Bak bu alkol şişeleri falan Behzat yaşıyorken vardı, ben ilk rakımı onunla içmiştim. Bana hep; bu rakı denen illet, içilecekse senin gözlerine bakarak içilmeli yoksa bir anlamı kalmaz derdi. Rakı içerken genelde şiir yazardı bana veya Süreya okurdu, onun en sevdiği şairdi, ben gülerdim o gülerken öperdi beni. Hayatına nasıl girdi abla dedim. Oğlum dur sezaryen mısın? Anlatacağım sabret az dedi ve devam etti. Ablam biz üniversitede tanıştık Behzat abinle, o çok asi biriydi çokta yakışıklıydı ha, tüm kampüs peşinden koşardı, koşarlardı da yüz vermezdi o. Bir gün kütüphane de karşılaştık, Cemal Süreya – Sevda Sözleri vardı elinde. Bende tanışma bahanesi olsun diye yanına gidip sordum, kitabı önerir misin diye. ‘’ Tanrı; Bin birinci gece şairi yarattı, Bin ikinci gece Cemal’i, Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı, Başa döndü sonra, Kadını yeniden yarattı.’’ Dedi bana. Süreya bir tutku oldu o günden sonra, kitabı verdi okudum. Her gün başka şairlere baktım, tamam kitap okuyordum ama şiirlere bakmamıştım. Oysa şiirler bambaşka bir dünyaymış, hayallerin kelimeleştirilmiş hali gibi. Her bir şiir okuduğumda tekrar âşık oldum Behzat abine, bu böyle devam etti. Samimi olmaya çalıştım başardım da ama korkuyordum. Bakma bana öyle âşık olmaktan korkuyordum, bana korkmayan birini göstersene? Eğer gerçekten sevebilecek biriyse korkar ablam, gözünden bile sakınarak sever, öyle sevsin ki sevdiğine değebilsin. Samimiyetimi kurdum, devam ediyoruz zaten genelde kütüphane de veya kitapçıda karşılaşıyoruz, bana bazen kitap öneriyor, bazen ben ona. Bu böyle çok uzun süre devam etti, kitapçıda karşılaştık Behzat abinle, bir kitap arıyordum, Ümit Yaşar Oğuzcan- Aşka Dair Nesirler idi kitap. Şiir kitabıydı, buldum sonunda kitabı baktım onun elinde de var, gülümsedim oda aynı şekilde gülümsedi. Kitapları satın aldık, bir çay bahçesine gidip oturduk. Çayı katran gibi demli içiyordu, ben pek demli sevmezdim acı geliyordu tadı, sordum tadının acı olup olmadığını. Bana kendine yemin ettiğini ve nedenini anlattı; Mualla ben bu çayı bir gün açık içeceğim, ama karşımdaki insan o çayın arkasından gözüktüğüne değecek, yoksa benim o çayı açık içmem imkânsız, o güne kadar katran gibi demlenmiş içeceğim. Baktım yüzüne gülümsedim, bana açtı bir şiir okudu; ‘’ Bir tas zehir verin bana içeyim, Tek unutmak için acılarımı. Baksana; kırdılar kapılarımı, Yağmalandı kalbim, ömrüm, her şeyim, Kurşuna dizdiler anılarımı. Yenik düştüm bu savaşta neyleyim, Bir mezar nasılsa işte öyleyim. Unuttum en güzel şarkılarımı, Gündüzü yok upuzun bir geceyim. Yitirdim umut kırıntılarımı, Sevgimi, neşemi, bütün varımı… Çaresiz bir yokluğun içindeyim, Gömdüm içime yıkıntılarımı, Arıyor bir yarım öbür yarımı.’’ O son satırı okurken gözlerime baktı Hakan, kurtar beni der gibi gözlerime baktı. Çayımdan bir yudum alıp gözlerine bakıp anlattım hislerimi. Sevdiğimi söyledim, o da bana karşı boş değildi biliyordum. Güldü ve elimi tuttu, yüzümde istemsiz bir gülümseme oluştu. Ben öyle sevgili mevgili işleri bilmem, Behzat abin öğretti. Böyle de devam ettik birkaç sene, bana bakardı, parmak uçlarımdan, avuç içlerimden öperdi. Sonrasında evlendik, Behzat öyle bir adamdı ki, tartışırdık giderdi çay koyardı, yeni kitaplar alıp gelirdi bana. Evin halini görüyorsun ya, her taraf kitap dolu binlerce kitap var. Hepsini beraber okuduk onunla, bazen ben ona bazen o bana… hayatımız güzeldi anlayacağın be Hakan. Her şeyi unutmuştuk, tüm gerçekliği. Sadece o, ben, kitaplarımız ve bu pembe karanfiller vardı. 21.01.2015’ti Hakan, bir telefon geldi. Trafik kazası yapmış Behzat’ım, hastanede durumu kötü olduğu haberi geldi, otobüsteydim apar topar indim gittim. Ben oraya gittiğimde, ambulanstan yeni indirmişlerdi, ruhu tamamen çıkmadı yani, elini tuttum ağlamaya başladım. Bana; Sakın ağlama benim için dedi. Son isteği bu oldu Behzat’ımın, orada onun için ağlayamadım, benim içimde kıyametler kopuyor, ağlayınca geçer diyorlar, ağlasam geçer mi ablam? Ölüyorum ben, onu ilk günkü gibi özlüyorum, avuçlarımdan öpmesi, saçlarımı taraması, canım yanıyor ablam, çok acıyor. Ben onun mezarını öpüyorum, toprağını kokluyorum. Baktım kötü oldu, yat abla dinlen sen dedim. Gitti yatmaya, bende eve giderken oturdum kamelyanın birine ağladım, benim canım böyle yandı o kadın ne yapsın? Sözleri, yaşadıkları, acısı, hayat çok kısa bir kez daha öğrendim. Binlerce boşa yaşayan insan varken, mutluluğa kavuşanlar ölüyor. Hayat neden bu kadar çok fahişesin? O kadın hep eksik kalacak, bir yarısı yok. Yıkık dökük bir harabe orası, yine bir kayboluş, yine bir yıkım orası Mualla ablamın kalbi…”
24 notes · View notes
siirselutopya · 7 years
Quote
Mahallemizde oturan bir abla vardı, adı Mualla’ydı. Mualla abla otuzlarının başında çok sessiz, sakin bir kadındı. Pek insanlarla konuşmazdı gereksiz olduklarını düşünürdü, kitap okurdu, kahve içerdi bide bol bol. Hani şu evinde kedi ve kitaplar olan kadın tanımı vardı ya Mualla ablamda aynen öyleydi. Zaten mahallede bir benle anlaşırdı, insanlar ona dul olduğu için kötü gözle bakardı. Bir gün saat 02:00 suları falandı herhalde tam hatırlamıyorum, ama tarihi dün gibi aklımda. 29.09’du sabah o saatlerde sokaktaydı bir yere gidiyordu, kolunda çantası falan sordum Abla nereye? diye. Mezarlık vardı bizim mahallenin az aşağısında, oraya gidiyordu öyle söyledi yani. Bende gittim yanında merak ettim işin açıkçası, tek başına biri gecenin o saatinde neden mezarlığa gider? Bunu düşünüyordum yürürken, gittik mezarlığın girişine geldik. Mualla abla duraksadı çantasından bir kitap çıkardı. Cemal SÜREYA – Sevda Sözleri idi kitabın adı. Bir mezarın başına gittik; ‘’Behzat ÖZSOY Doğum – 08.10.1980 Ölüm – 21.01.2015’’ O mezar taşını gördüm boğazım düğümlendi, karanfiller vardı yalnızca pembe karanfiller. Anlamını sormadan söyledi ablam, Behzat abi ona her gün pembe karanfiller alırmış. Anlamı seni sonsuza dek seveceğim, bekleyeceğim demekmiş öyle söyledi ablam. Ardından kitabı çıkardı, en sevdiği şiirmiş Behzat abinin Cemal Süreya İki Kalp; ‘’İki kalp arasında en kısa yol: Birbirine uzanmış ve zaman zaman Ancak parmak uçlarıyla değebilen, İki kol. Merdivenlerin oraya koşuyorum, Beklemek gövde gösterisi zamanın; Çok erken gelmişim, seni bulamıyorum. Bir şeyin provası yapılıyor sanki. Kuşlar toplanmış göçüyorlar, Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.’’ Sesi öyle ezinçliydi ki, bu kasvet, bu kırgınlık ama bir mutluluk vardı gibi… Bunu okuduktan sonra diğerlerine geçti, Rahmetli Süreya’nın amma çok ve güzel şiirleri vardı. Hepsini sırayla okudu ben uzaktan öyle izledim. Kitap bitince, biraz sarıldı Behzat abinin mezarına, biraz mezar taşını öpüp kokladı. O anki acıyı yemin ediyorum size hiçbir şiir anlatamaz. Benim yüreğim burkuldu, ağlamadı Mualla ablam güçlü kadınmış taktir ettim, ben dayanamazdım. Güneş doğduğu sıralarda kalktı ve doğruldu Mualla abla, son kez öptü mezar taşını, Görüşürüz adam! dedi. Sonra bana gel Hakan gidelim dedi, yolda giderken hiçbir şey soramadım. Gel kahvemi iç ablam dedi, çıktık Mualla ablanın evine. Evin her yeri kitap doluydu, Sahaf dükkânı gibiydi ev, ah o buram buram kitap kokusu var ya ev cennete girmiş gibiydi adeta. Dikkatimi çekti evde televizyon yoktu ve çiçek vazoları bira, rakı, votka şişelerindendi. O görüntü çok hoştu, vazolara dikkat ettiğimi görünce dedi ki; Hakanım unutma! En güzel çiçekler bataklıkta yetişenlerdir. Gülümsedim bu sözden sonra, soru soramıyordum ben, kendi anlatmaya başladı sonunda. Hakan şimdi sorarsın bu kadın, neden böyle bir gece vakti çıktı tek başına mezarlığa gitti birine kitap okudu. Ben olsam bende sorarım, anlatayım sen sormadan dedi ve gülümsedi. Ablacım, Behzat abin benim ilk aşkımdı, ilk boğulduğum okyanustu ve son olarak kaldı. Bak bu alkol şişeleri falan Behzat yaşıyorken vardı, ben ilk rakımı onunla içmiştim. Bana hep; bu rakı denen illet, içilecekse senin gözlerine bakarak içilmeli yoksa bir anlamı kalmaz derdi. Rakı içerken genelde şiir yazardı bana veya Süreya okurdu, onun en sevdiği şairdi, ben gülerdim o gülerken öperdi beni. Hayatına nasıl girdi abla dedim. Oğlum dur sezaryen mısın? Anlatacağım sabret az dedi ve devam etti. Ablam biz üniversitede tanıştık Behzat abinle, o çok asi biriydi çokta yakışıklıydı ha, tüm kampüs peşinden koşardı, koşarlardı da yüz vermezdi o. Bir gün kütüphane de karşılaştık, Cemal Süreya – Sevda Sözleri vardı elinde. Bende tanışma bahanesi olsun diye yanına gidip sordum, kitabı önerir misin diye. ‘’ Tanrı; Bin birinci gece şairi yarattı, Bin ikinci gece Cemal’i, Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı, Başa döndü sonra, Kadını yeniden yarattı.’’ Dedi bana. Süreya bir tutku oldu o günden sonra, kitabı verdi okudum. Her gün başka şairlere baktım, tamam kitap okuyordum ama şiirlere bakmamıştım. Oysa şiirler bambaşka bir dünyaymış, hayallerin kelimeleştirilmiş hali gibi. Her bir şiir okuduğumda tekrar âşık oldum Behzat abine, bu böyle devam etti. Samimi olmaya çalıştım başardım da ama korkuyordum. Bakma bana öyle âşık olmaktan korkuyordum, bana korkmayan birini göstersene? Eğer gerçekten sevebilecek biriyse korkar ablam, gözünden bile sakınarak sever, öyle sevsin ki sevdiğine değebilsin. Samimiyetimi kurdum, devam ediyoruz zaten genelde kütüphane de veya kitapçıda karşılaşıyoruz, bana bazen kitap öneriyor, bazen ben ona. Bu böyle çok uzun süre devam etti, kitapçıda karşılaştık Behzat abinle, bir kitap arıyordum, Ümit Yaşar Oğuzcan- Aşka Dair Nesirler idi kitap. Şiir kitabıydı, buldum sonunda kitabı baktım onun elinde de var, gülümsedim oda aynı şekilde gülümsedi. Kitapları satın aldık, bir çay bahçesine gidip oturduk. Çayı katran gibi demli içiyordu, ben pek demli sevmezdim acı geliyordu tadı, sordum tadının acı olup olmadığını. Bana kendine yemin ettiğini ve nedenini anlattı; Mualla ben bu çayı bir gün açık içeceğim, ama karşımdaki insan o çayın arkasından gözüktüğüne değecek, yoksa benim o çayı açık içmem imkânsız, o güne kadar katran gibi demlenmiş içeceğim. Baktım yüzüne gülümsedim, bana açtı bir şiir okudu; ‘’ Bir tas zehir verin bana içeyim, Tek unutmak için acılarımı. Baksana; kırdılar kapılarımı, Yağmalandı kalbim, ömrüm, her şeyim, Kurşuna dizdiler anılarımı. Yenik düştüm bu savaşta neyleyim, Bir mezar nasılsa işte öyleyim. Unuttum en güzel şarkılarımı, Gündüzü yok upuzun bir geceyim. Yitirdim umut kırıntılarımı, Sevgimi, neşemi, bütün varımı… Çaresiz bir yokluğun içindeyim, Gömdüm içime yıkıntılarımı, Arıyor bir yarım öbür yarımı.’’ O son satırı okurken gözlerime baktı Hakan, kurtar beni der gibi gözlerime baktı. Çayımdan bir yudum alıp gözlerine bakıp anlattım hislerimi. Sevdiğimi söyledim, o da bana karşı boş değildi biliyordum. Güldü ve elimi tuttu, yüzümde istemsiz bir gülümseme oluştu. Ben öyle sevgili mevgili işleri bilmem, Behzat abin öğretti. Böyle de devam ettik birkaç sene, bana bakardı, parmak uçlarımdan, avuç içlerimden öperdi. Sonrasında evlendik, Behzat öyle bir adamdı ki, tartışırdık giderdi çay koyardı, yeni kitaplar alıp gelirdi bana. Evin halini görüyorsun ya, her taraf kitap dolu binlerce kitap var. Hepsini beraber okuduk onunla, bazen ben ona bazen o bana… hayatımız güzeldi anlayacağın be Hakan. Her şeyi unutmuştuk, tüm gerçekliği. Sadece o, ben, kitaplarımız ve bu pembe karanfiller vardı. 21.01.2015’ti Hakan, bir telefon geldi. Trafik kazası yapmış Behzat’ım, hastanede durumu kötü olduğu haberi geldi, otobüsteydim apar topar indim gittim. Ben oraya gittiğimde, ambulanstan yeni indirmişlerdi, ruhu tamamen çıkmadı yani, elini tuttum ağlamaya başladım. Bana; Sakın ağlama benim için dedi. Son isteği bu oldu Behzat’ımın, orada onun için ağlayamadım, benim içimde kıyametler kopuyor, ağlayınca geçer diyorlar, ağlasam geçer mi ablam? Ölüyorum ben, onu ilk günkü gibi özlüyorum, avuçlarımdan öpmesi, saçlarımı taraması, canım yanıyor ablam, çok acıyor. Ben onun mezarını öpüyorum, toprağını kokluyorum. Baktım kötü oldu, yat abla dinlen sen dedim. Gitti yatmaya, bende eve giderken oturdum kamelyanın birine ağladım, benim canım böyle yandı o kadın ne yapsın? Sözleri, yaşadıkları, acısı, hayat çok kısa bir kez daha öğrendim. Binlerce boşa yaşayan insan varken, mutluluğa kavuşanlar ölüyor. Hayat neden bu kadar çok fahişesin? O kadın hep eksik kalacak, bir yarısı yok. Yıkık dökük bir harabe orası, yine bir kayboluş, yine bir yıkım orası Mualla ablamın kalbi…
Şiirsel Ütopya
6K notes · View notes
demiraysegul · 7 years
Text
buhranlı günler
iki gündür güne başlamak, adapte olmak çok zor geliyor. günlerden 26-27 şubat 2017 
pazar
kalktım. hiç olmadığım kadar isteksiz ve düşünceli hallerim mevcut. kahvaltı etmek mi? yok istemedim. camdan bakmak mı? yok olmadı. bir yandan da Nasuh Mahruki’nin kendi everestinize tırmanın kitabını okuyorum günlerdir. -gerçekten çok ciddi hayatı sorgulatan, “ben neredeyim. kendimde miyim?” sorusunu sorgulatıyor. durup durup hedef diyor. hedefsiz adam isteksiz mi olur, sorgulatıyor bana. sorguladıkça sorgulasın ayşegül. uygundur. başladım, farkında olmadan verimli bir güne. Önce krepli güzel çaylı bir kahvaltıyla enerjimi yükselttim. peşine, aylardır bana bakım yap diye ağlayan iki orkideyi elime alarak başladım. öteki iki orkideyi bir açtırdım ki anlatılmaz, bakılır. aynı bunları da öyle yapmaya niyetliyim. artık elimdeler kurtulamazlar. tamamen ikisini de söktüm, ağaç kabuklarından. sonra ölü dalları, süngerleri temizledim. tekrar yerlerine güzelce yerleştirdim. gerçekten şahane oldular. odama getirdim onları. daha önceden kafama koymuştum yerlerini. kara kuru olan yılda sadece 3 kere kullandığım LCD monitörü yere koydum ve bu güzel renklerini bilmediğim orkideler masamda yerlerini buldular. bence bayağı mutlular, güzel gözüküyorlar. daha sonra döndüm kütüphaneye. en aşağıdan başladım. italyanca ders notları, ingilizce ders notları, fizik lisansım boyuncaki ders notları, boş defterler, abimin kitapları, merve’nin sınırlar kitabı, verilecek bir daha açmak istemediğim kitaplar, güzel defterlerim ve beni geliştiren o güzel kitapları tekrar kategorize ettim. bence insanın ilk baktığı noktadaki gördüğü şeyin ona hissettirdiği duygu çok önemli. huzursuzluk yaratan nesneyi kaldırmak gerekiyor göz önünden. mesela ingilizce notlarının yanında italyanca kitapları var. kafamı çeviriyorum o rafa, ilk ingilizce kitaplarını görüyorum sonra italyancaları. şok. beynim diyor ki sen italyancayı daha çok sevdiğimden hep ilgi alanın ona gider. bu da ne demek şimdi. ben neden beynime böyle bir şey dedirteyim. dedirtmemek, içimdeki ingilizce’yi köreltmemek için ikisinin yollarını ayırdım. ilk baktığım noktada sadece ingilizceler var. beynimin artık yorum yapacağı bir konu yok o rafta. bana hitap etmiş ve kişisel gelişimime katkıda bulunan bazı kitaplar var. bu kitapların sadece kapağına bakmak bile dolu bilgi hatırlatıyor. onları da yan yana koydum konularına göre. derken işte 1 torba verilecek eşya ve çöp çıktı. verilecekleri gittim belediye yardım konteynerine attım. dönerken de markete uğradım un, süt, muz, kakao... muzlu kek yapacağım arkadaşımın plastik kabı hala bende bekliyor. onun için yapacağım. internetteki kek tarifleri gerçekten bana hitap etmiyordu. uydurdum kendime göre parça parça muzlarla bir şey ürettim. çırptım, çırptım karıştırdım, fırına attım. geçtim karşısına bekledim.      -camlı yerden izlemesi çok güzel oluyor. mesela çamaşır makinasının önü de beni çok etkiler, dönüyor, temizliyor- sonra italyan kahvemle annemleri karşıladım onları sofraya kek’e çağırdım. güzelce sohbet ettik. derken anneme dedim ki “kadın gel de saçımı boyayalım, dibim geldi.” hemen bir çırpıda saçımı boyadık. sonra duş almacalar. baya aklımı toparladım bence bunlarla. 
kahvaltı: sevdiğim -  enerji yükselticim
orkide: doğaya olan bağım
kütüphane: kişisel gelişim yolum
ingilizce: hedef koymam gereken konum
muzlu kek: ürettiğim doğal besinim
saç boyası: bakımım
pazartesi
kendime moral olsun diye arabayla gitmeye niyetlendim bir gece öncesinde. sabahına tabi ki zorla, yataktan kendimi sökmem gerekti. sabah kahvaltımda kekim var diye italyan kahvesi yaptım kendime. bir nebze bu kahveye uyandım. termosa koydum, doğruca işe. başladık bir hışım, toplantılar, mailler, stok aşımı, çıkan gemiler, yapılacak işler... derken öğle sporu pilatesle karın çalıştık. derken masamda peynirli roka salatası ve poaça. bir bakmışım ki kafamda SPKI’den arkadaşlar. “çekim yapıcaz, portre hem de! gel şöyle seni koridora alalım.” ık mık, tamam. flaşlar patlıyor. tamamdır. derken çıkış saati ve arabaya atlayıp doğruca ev bakmaya, idealtepe’ye. 2-3 emlakçı, sokak araları derken 1 tane aklıma yatan ev buldum. güzelli. sonra da kartal’da ingilizce kursuna uğramak var aklımda. kursa gittim baya indirim yaptırıp kendime özel dersli bir 48 saat armağan ettim. zihnim açık olsun. kalp.
görüldüğü üzere hızlı geçen bir çalışma günü pazartesinde ve dinginlikle kendi iç savaşımla geçen gün pazarda. pazartesi’de his yok. pazarda ise yaşanmışlık var. ikisinde de zor uyanma, gün içinde düşük yaşam sevinci. günlük hedef mi koymalı acaba insan daha mutlu olur diye düşünmeden edemiyorum. bu yazıya başlama amacım iki günümün çok verimli geçtiğini anlatmaktı. aslında verimliler de kendi içlerinde çok farklılar. ev bakmak; fotoğraftakiler gibi değil maalesef. emlakçılar; hele ki iş çıkışında gidince pek odaklanmıyorlar sana. daha geniş bir vakitte gelin diyorlar. be hıyar bunun için çıktım ya işten geldim buraya, ne içindi ya! maça mı yetişecekti artık gençler orasını anlamadım. ingilizce; akşam pazarlığı yaptım nette 3.000TL özel derse para çıkacak cebimden, düşündüğümde bayağıymış ama ben artık bunu hakettim. daha önce özel ders almadım. grup dersleri falan zaman kaybı. şimdi birebir. istediğim saatlerde. özgürüm. kendimi zayıf hissettiğim bu konuda kendime bu güzelliği yapmış olmaktan gurur duyuyorum. geliştirmek istediğim, kendimle savaş verdiğim bir konuydu bu. hani bazıları zayıflayamaz ya 5 senedir. bende ki de o kadar yılan hikayesi olmasa da, başındaydı o hikayenin. ingilizce dendiğinde birçok insandan akıcı konuşmam var ama %40′ı beynimin kilitli. egolu. eleştirili. şimdi ilk adımı attım. gerisi emeklerim ve konuya odaklanmam karşılığında gelecek, inanıyorum.üzerimden bu yükü nasıl kaldırdığımı izleyip göreceğiz. teşekkürler yöneticim. iyi ki bu konuda açık olduk ve gazladınız beni. merci. herkese her konusu için ilk adımı atacak güç diliyorum.
bir türlü başlayamadığınız konulara gelsin,
youtube
1 note · View note
ihtiyardivit · 7 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime Mektup 33... Soluma kurduğum salıncağıma ... Bu güne dek sana hep "GEL" dediğim yakarışlarımı tuttu kağıt , kalemin ucundan : süzüle süzüle... Bugün sadece seninle dertleşmek olsun çayın demine renk veren bu bitmeyesice rengim,sevgim ve elbette ki Mavilikler... "Umut" ve "unut" arasında bir harf, o harfle aramızda bir harp var. "Gelmez Unut" diyen de olur , "Sabret , ekmeğindir Umut" diyende.. Sormadım kimseye fikrini , çünkü benim hedefim Mavi'nin en başın da : M'de... unut ile umut arasında ki farkı ayyuka çıkaran o güzel harf'te. Elbet UMUT... Zihnime konuşunu sevdiğim... Kanadına sığınıp ısındığım ANKA'm... Seni düşlediğim ve ışığın sıfır noktasına koştuğum geceyi avutabiliyorum ancak şafak sökünce güneşin odama gömülüşü , gözüme doluyor yokluğun birde sen bu günü düşün.. Bunca ısrarlı sevmek , belki de hayal etmek sorun mu bilmem ama, çay kültürü de artırır. Bu benim bahanem.. Tek şeker atışım bundandır... Hanem den atacağım şekeri , gerdanına nefesimi ilk sürdüğüm vakit.. Sorun mu ? ... Sanmam... Senin için sorun olan, bir başkası için büyük sorun olmayabilir; yağmur, bulutu ıslatmaz mesela. Hiç kimse kendi sesini gözyaşıyla ıslatamaz ... Peki hiç yaşadın mı yazamamak duygusunu ? Yazamamak nedir bilir misin oksijen kalem iken ? Yazamamak nedir bilir misin ilhamın kaynağı sen iken ? Hapşırmak gibi yazmak , gelince tutulmuyor.. Sen düşünce zihnime , sözcükler yutulmuyor.. Henüz gerdanına nefes süremediğimden dir , ciğerlerim dolasıya kadar çekemedim içime SEN KOKUSU'nu... Ancak kirpiğime her düşüşün de bir miktar kopardım dalından kokunu... Şimdi her miktarı burnumun direklerinde asılı kokunun... Seni anlatabilmekte ki ısrarımı anlamak mı istiyorsun ? Anlatamam ki sözle .. Çünkü tüm marifet içimde , içinde , diz de , göz de... Benim içim , senin de dışın şiir.. Gönlüm diyor ki içli dışlı olunmalı ... Gece seni özlemek için var... Gündüz seni özlemek için var... Seni sevdikçe benim bir anlamım var... Sevmek sen varsın diye var... Bak , Cahit Zarifoğlu der ki "Yüreği güzel kadınlar sakalları şiir ile karışık adamları sever"... Sakalımı uzatırsam o iş tamamdır sanırım ? Ömrümün tavanı... Ömrümü uzatanım... Ömürdür : Yaprak da düşer, çiçek de açar... Sonbahar'ın ardında ki İLK BAHARIM... Yaprağı düşürüp , yeşertenim... SON ve İLK Baharım... Ömrünün bir karışına ömrümün denk düştüğü rengim... Sahi kaç ömür sürer buluşmamız ? Yolun tamamının yarısına varmamıza birkaç zaman kaldı... Yaşadığımız zamanın dörtte biri kadar vakit kaldı yolun tamamının yarısına varmaya.... Zaman kolay geçiyor biz zor zamanlardan geçiyoruz ... Tüm değerleri ile en zor zamanlardan geçiyor içimiz-dışımız... Gelmeyişin de ısrar etmen bu yüzden anlamsız... Seni aralıksız ve tek nefeste seviyor olmak , inan aklımın aklı ile çatışmasının sonucu... Elimde tuttuğum tarifsiz kıymetlim... Güzel Cevherim , Mürekkebim , Desenim ... "Rabbim ! Biliyorum duyuluyordur katından burada sustuklarım" diyorum sana seni tarif etmeye çalışırken nefesimin tıkandığı vakitler de... ve seni bütün çocuklara, yürüdüğüm kaldırımlara , buluta , göğe , güneşe , yıldıza ve dahasına izah edemediğim zamanlarda... Nitekim nasip etmeyeceğini hayal de ettirmez kudreti yüce Kerim... Sol salıncağımın ilham madeni.. Dizimi titretenim , hayalinde zihnimi yitirdiğim sevdiğim... Alnına söyle , bir ömür kiracım olsun taşınmasın yokluğunun ayazın da çatlayan dudaklarımdan... Bu arada dikkatini çekti mi bilmem ama , çok romantik susuyoruz seninle... Metrelerce susuyoruz. Metrelerce özlem... Sancağım , Tadacağım Zaferim , "Ulusa Sesleniş"imi tek duyabilecek zirvem... Aşkta yaptığın devrimi anlarım ama darbe neden ? Bu keder niye mi ? Bu keder benden uzaktasın diyedir... Bu kader diye mi ? Sanmam... Öyle olsa yanmam. Kaderim ol diye seni sevmeyi içime koyan Sahibim var... O olmasa anmam... O'nun beni duymadığını sanmam... İsteyeceğimi vermeyecek olsaydı isteme duygumu içime koymazdı... Merhameti sonsuz Fettah , en güzel son en güzel ilk için sabret diyor : YANMAM . Bilime "Sevda Ölçü Birimi" olup , bilim de çığır açacak değerim... Altın Oran'ı çürütecek merhametim ,matematiğim , cebir'im... Biliyor musun elleri ayakları kelepçesiz olup tutsak olan tek kişiyim... Esaretten beter hür olup ulaşamamak alnına.. Dilimi zihnime , zihnimi yüreğime , yüreğimi kendine zincirleyenim... Gel otur ihtişamlı görünsün gönlümün tahtı , huzur bulsun bu garip ihtiyarın bahtı... İnan buna , Sana en yakın olandır tüm kulların en kedersizi... Doğrudur teorim , inan bana... Renginin eksikliğinin verdiği kederim bol.. Sana daima koşmak istemem bundandır... Sonsuz Karat'lık gönlüm , Susuz Kırat'lık Sözüm... Parıltını izaha gerek yok aleme... Zaten yıldızlari parlak bulan; seni nasil mat gorur ? Buradan göremiyorum orada AY nasıl ? Yüreğimi yoranım , yüreğimi tok tutanım... Ben Rabbimin Malıyım evet.. Velasıl kalbim de onun... Bunca ısrarım emanete sadakat.. Yolum , yerim , göğüm , gök yüzüm ... Yer de arayıp göğe koştuğum... Ne güzel olur şimdi ansızın seni bulsam ? Sen sussan ve ben biraz daha seni duysam... Ey tarafımdan sevilmenin mağduru kadın .... Seni nasıl sevdiğim konusun da beni anlamıyorsun ya hani , işte bu benim Dünya da ki en büyük imtihanım... "Fazla naz aşık usandırır" derler , halt etmiş bunu diyenler... Sen yeter ki GEL de , dilediğince yaslanırım ben nazende nazına... Kirpiklerimi sürerim yadına... Saçlarıyla kainatı çevreleyenim... Saç diplerin de gizlendiğim evim.. Saç teli güneşime meydan okuyan kadın, iste sana öleyim... Yada daha bi iste kirpiğinden öpeyim... Saçının dalgasın da rüzgarı koşturan sevdiğim... Dokunsam uçlarına saçının , kokusunu burnuma asarım... Solum , Sağım , Fikrim , Zikrim , Mihrim... "Gecenin bu saatin de seni sevmek için uyandim" nutku çekmeyeceğim ama , gecenin bu saatine kadar seni sevmek için uyumadım... Güzel sevdam , Sevdama gizlediğim güzelim .. Zihnimin zeminine hapsettiğim özelim , dilime çeyrek asırdır ektiğim sözelim... Sen yüzümü sildiğim havlum , Gönül evimde avlu'm , kirpimi sürdüğüm gerdanım... Sevmek zor iş, ne maaşı var ne sigortası.. Aşk denilen kudretin her halukarda ağlattığı doğrudur... Mutlu olunca mutluluktan , mutsuz olunca mutsuzluktan ağlatır... Bir ayrılığı var bir de doyumsuzluğu… Mecnun'u , Ferhat'ı , Kerem'i de birer Ana doğurdu ... Leyla'yı , Şirin'i , Aslı'yı da birer Ana doğurdu.. İnan bana Anam beni de senin için doğurdu... Sordum ona da , "oğlum sen evde kalırsın" dedi.. Çok haklı çıkıyor o da.. Ama bir an'dan sonra haksız çıkacak umudumu bulduğum da.. Her yağmur başladığın da , "Gelse de ıslansak" diyebileceği biri olmalı insanın.. Şimdi yağmur yok , ancak gök gelişine mutluluktan ağlayacaktır... Bence bir dene... Henüz kirpiklerin den öpememiş olsam dahi , bir çift göze aşık ve diğer bütün gözlere körüm.. Sen gel beni dinle , “Yan yana” ayrı yazılır, biz hep “sımsıkı” olalım. Aşktan yana yaşadıklarımı bilseydin eğer, halen sevebiliyor oluşuma AŞlK olurdun… Büyük aşklar ya sonsuzdur, Ya da O’nsuz!. Ya DONSUZ'dur yada SORUNSUZ... SONSUZ ve SORUNSUZ olanlarını kanıtıyla tutuyorum kilidini sende sakladığım kasam da.. Sevdiğim... Aşk , seni düşlerken saç diplerimin bile terlemesi ... Zihnimin huzuruna düşünce , çayı açık içebilme cesareti... Dilimden dahi kıskanılman , benim sana donakalıp öylece sayıklamam... Sol salıncağım ... Zihnim , Rengim , Demim , Ezberim ... Güneş Soylu kalemim ... Kirpiklerinin ucuna düştüğüm , kirpiklerimin ucuna serdiğim... 20 Dil de seviyorum seni... 81 İl de... Sonsuz çeşit bitkinin sonsuz çeşidin de.. Güneş ışığım , gümüş kurşunuma hız verenim... Kuvveti bileğime ekleyenim , gücüm , dengem , soyum , suyum , aşım , öbeğim , BEBEĞİM ! Sen hele bir düş yüreğime , gör bak NASİBİMSİN diyeceğim.. Mihr'im... Mah'ım... Kirpiğini dilime sürenim.. Burnumu tatlı tatlı sızlatarak tütenim ... Yürek Devletim de biat ettiğim muhalefetsiz hükumetim... Lisan'ım , Nisan'ım , Ölümü ensemden kovalayan kalkanım... Tükenmeyen mürekkebim , çatıştığım nefsim , tek hafızalı zihnim... İnanır mısın bilmem , ancak sadece kirpiklerine dahi bir kütüphane dolusu şiir yazılır.. Henüz öpemedim uçlarından ama eminim , kesin öyledir.. Duyumsuzluğum , doyumsuzluğum ... Seni anlatırken mütevazi olmak başlı başına ahlaksızlık olur... İnsanların kendilerini yaratan Er-Rahîm'den dahi vazgeçebildiği dünya da , benim senden vazgeçmeyişim başlı başına sevap El-Bâri'nin katında... Bence sen kendini benim yerime koy ve bırak öyle kalsın.. Eminim bir rakibim de sen olursun... O zaman beni anlarsın. Annem aradı , "Anne ben aşık oldum" dedim.. "Eee adı ne , nerden , kimlerden " dedi.. "Anne daha tanışmadım ama SİZLERDEN" dedim... Yalan değildi... "Yüreği Güzellerden" dediğimi anlamıştı Annem... "E hadi inşallah hayırlısı oğlum" dedi.. "Yok anne hayırlısı değil ayağıma bastığın da EVET'lisi olacak" dedim.. Heralde kızdı muhalif midir nedir terörist :) Belki bir gün seni bir yola uğurlarken otobüsün camına "SEN" yazarım ve yanına oturacak Aşk'tan anlar bir teyze kulağına fısıldar : "Cama tersten 'SEN' yazdı , bu çocuğu kaçırma" der. Bekliyorum işte herhangi bir ihtimali... Gel ... "Arkasından konuşuyor" demesinler.. Zaten Annemin bahsettiği "Elalem" isimli örgüt herşeyi çarpıtıyor bu asır da... "Sevme sanatı" denilince SEV-ME SANATI anlıyorlar... Onlar senin yaratılış sanatını da , yaratanını da sevmiyor zaar.. Cennetin kapısın da Rıdvan'ı pek ararlar... Elinden tutarak geçersem sırat bana Osmangazi olur yaar... Sol salıncağım ... Güzel Sevdiğim... Maviliğimin her tonu... 9.ncu nota'mın ilk paragrafı... Bak Şeyhülislam Yahya ne demiş... "Cihanda ''âşık-ı mehcur'' sanma rahat olur Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur" Yani diyor ki : "Dünyada ''aşk'tan uzak kalan'' sanma ki rahat olur , neler çeker bu gönül : söylesem şikayet olur" Anlıyorsun değil mi ? Anlamalısın... Görmelisin... Duymalısın... Ve dahi koşmalısın. Bu arada , yastığınla hala arkadaş mı bal yanağın ? Birgün görürsen , duyarsan ve dahi okursan seni tarif edebilme hadsizliğini gösteren bu garibin şu mektubunu ... Gördüğün , selam verip aldığın herkese oku ve okut ki herkes farkına varsın bu mektubun muhatabı olan cevherin.. Son olarak şunu diyeyim... Tenime değen yağmurun gözünden sel'i , her an seni kirpiğime düşüren gözlerimden seni anlatamam aklın aklı karışır.. En uzun süren ömre denktir ömrünün bir karışı : Afitap seni gördüğü günden beri sarışın. Bir ay kaldı sana rekabet edebilecek , bir ay kaldı tutulmana : O da büyüklüğüne alışır. Güneş Soylum... İhtiyar Sana Mecbur...
1 note · View note
aybulelele · 5 years
Text
siirselutopya depotopya siirselutopya Mahallemizde oturan bir abla vardı, adı Mualla’ydı. Mualla abla otuzlarının başında çok sessiz, sakin bir kadındı. Pek insanlarla konuşmazdı gereksiz olduklarını düşünürdü, kitap okurdu, kahve içerdi bide bol bol. Hani şu evinde kedi ve kitaplar olan kadın tanımı vardı ya Mualla ablamda aynen öyleydi. Zaten mahallede bir benle anlaşırdı, insanlar ona dul olduğu için kötü gözle bakardı. Bir gün saat 02:00 suları falandı herhalde tam hatırlamıyorum, ama tarihi dün gibi aklımda. 29.09’du sabah o saatlerde sokaktaydı bir yere gidiyordu, kolunda çantası falan sordum Abla nereye? diye. Mezarlık vardı bizim mahallenin az aşağısında, oraya gidiyordu öyle söyledi yani. Bende gittim yanında merak ettim işin açıkçası, tek başına biri gecenin o saatinde neden mezarlığa gider? Bunu düşünüyordum yürürken, gittik mezarlığın girişine geldik. Mualla abla duraksadı çantasından bir kitap çıkardı. Cemal SÜREYA – Sevda Sözleri idi kitabın adı. Bir mezarın başına gittik; ‘’Behzat ÖZSOY Doğum – 08.10.1980 Ölüm – 21.01.2015’’ O mezar taşını gördüm boğazım düğümlendi, karanfiller vardı yalnızca pembe karanfiller. Anlamını sormadan söyledi ablam, Behzat abi ona her gün pembe karanfiller alırmış. Anlamı seni sonsuza dek seveceğim, bekleyeceğim demekmiş öyle söyledi ablam. Ardından kitabı çıkardı, en sevdiği şiirmiş Behzat abinin Cemal Süreya İki Kalp; ‘’İki kalp arasında en kısa yol: Birbirine uzanmış ve zaman zaman Ancak parmak uçlarıyla değebilen, İki kol. Merdivenlerin oraya koşuyorum, Beklemek gövde gösterisi zamanın; Çok erken gelmişim, seni bulamıyorum. Bir şeyin provası yapılıyor sanki. Kuşlar toplanmış göçüyorlar, Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.’’ Sesi öyle ezinçliydi ki, bu kasvet, bu kırgınlık ama bir mutluluk vardı gibi… Bunu okuduktan sonra diğerlerine geçti, Rahmetli Süreya’nın amma çok ve güzel şiirleri vardı. Hepsini sırayla okudu ben uzaktan öyle izledim. Kitap bitince, biraz sarıldı Behzat abinin mezarına, biraz mezar taşını öpüp kokladı. O anki acıyı yemin ediyorum size hiçbir şiir anlatamaz. Benim yüreğim burkuldu, ağlamadı Mualla ablam güçlü kadınmış taktir ettim, ben dayanamazdım. Güneş doğduğu sıralarda kalktı ve doğruldu Mualla abla, son kez öptü mezar taşını, Görüşürüz adam! dedi. Sonra bana gel Hakan gidelim dedi, yolda giderken hiçbir şey soramadım. Gel kahvemi iç ablam dedi, çıktık Mualla ablanın evine. Evin her yeri kitap doluydu, Sahaf dükkânı gibiydi ev, ah o buram buram kitap kokusu var ya ev cennete girmiş gibiydi adeta. Dikkatimi çekti evde televizyon yoktu ve çiçek vazoları bira, rakı, votka şişelerindendi. O görüntü çok hoştu, vazolara dikkat ettiğimi görünce dedi ki; Hakanım unutma! En güzel çiçekler bataklıkta yetişenlerdir. Gülümsedim bu sözden sonra, soru soramıyordum ben, kendi anlatmaya başladı sonunda. Hakan şimdi sorarsın bu kadın, neden böyle bir gece vakti çıktı tek başına mezarlığa gitti birine kitap okudu. Ben olsam bende sorarım, anlatayım sen sormadan dedi ve gülümsedi. Ablacım, Behzat abin benim ilk aşkımdı, ilk boğulduğum okyanustu ve son olarak kaldı. Bak bu alkol şişeleri falan Behzat yaşıyorken vardı, ben ilk rakımı onunla içmiştim. Bana hep; bu rakı denen illet, içilecekse senin gözlerine bakarak içilmeli yoksa bir anlamı kalmaz derdi. Rakı içerken genelde şiir yazardı bana veya Süreya okurdu, onun en sevdiği şairdi, ben gülerdim o gülerken öperdi beni. Hayatına nasıl girdi abla dedim. Oğlum dur sezaryen mısın? Anlatacağım sabret az dedi ve devam etti. Ablam biz üniversitede tanıştık Behzat abinle, o çok asi biriydi çokta yakışıklıydı ha, tüm kampüs peşinden koşardı, koşarlardı da yüz vermezdi o. Bir gün kütüphane de karşılaştık, Cemal Süreya – Sevda Sözleri vardı elinde. Bende tanışma bahanesi olsun diye yanına gidip sordum, kitabı önerir misin diye. ‘’ Tanrı; Bin birinci gece şairi yarattı, Bin ikinci gece Cemal’i, Bin üçüncü gece şiir okudu Tanrı, Başa döndü sonra, Kadını yeniden yarattı.’’ Dedi bana. Süreya bir tutku oldu o günden sonra, kitabı verdi okudum. Her gün başka şairlere baktım, tamam kitap okuyordum ama şiirlere bakmamıştım. Oysa şiirler bambaşka bir dünyaymış, hayallerin kelimeleştirilmiş hali gibi. Her bir şiir okuduğumda tekrar âşık oldum Behzat abine, bu böyle devam etti. Samimi olmaya çalıştım başardım da ama korkuyordum. Bakma bana öyle âşık olmaktan korkuyordum, bana korkmayan birini göstersene? Eğer gerçekten sevebilecek biriyse korkar ablam, gözünden bile sakınarak sever, öyle sevsin ki sevdiğine değebilsin. Samimiyetimi kurdum, devam ediyoruz zaten genelde kütüphane de veya kitapçıda karşılaşıyoruz, bana bazen kitap öneriyor, bazen ben ona. Bu böyle çok uzun süre devam etti, kitapçıda karşılaştık Behzat abinle, bir kitap arıyordum, Ümit Yaşar Oğuzcan- Aşka Dair Nesirler idi kitap. Şiir kitabıydı, buldum sonunda kitabı baktım onun elinde de var, gülümsedim oda aynı şekilde gülümsedi. Kitapları satın aldık, bir çay bahçesine gidip oturduk. Çayı katran gibi demli içiyordu, ben pek demli sevmezdim acı geliyordu tadı, sordum tadının acı olup olmadığını. Bana kendine yemin ettiğini ve nedenini anlattı; Mualla ben bu çayı bir gün açık içeceğim, ama karşımdaki insan o çayın arkasından gözüktüğüne değecek, yoksa benim o çayı açık içmem imkânsız, o güne kadar katran gibi demlenmiş içeceğim. Baktım yüzüne gülümsedim, bana açtı bir şiir okudu; ‘’ Bir tas zehir verin bana içeyim, Tek unutmak için acılarımı. Baksana; kırdılar kapılarımı, Yağmalandı kalbim, ömrüm, her şeyim, Kurşuna dizdiler anılarımı. Yenik düştüm bu savaşta neyleyim, Bir mezar nasılsa işte öyleyim. Unuttum en güzel şarkılarımı, Gündüzü yok upuzun bir geceyim. Yitirdim umut kırıntılarımı, Sevgimi, neşemi, bütün varımı… Çaresiz bir yokluğun içindeyim, Gömdüm içime yıkıntılarımı, Arıyor bir yarım öbür yarımı.’’ O son satırı okurken gözlerime baktı Hakan, kurtar beni der gibi gözlerime baktı. Çayımdan bir yudum alıp gözlerine bakıp anlattım hislerimi. Sevdiğimi söyledim, o da bana karşı boş değildi biliyordum. Güldü ve elimi tuttu, yüzümde istemsiz bir gülümseme oluştu. Ben öyle sevgili mevgili işleri bilmem, Behzat abin öğretti. Böyle de devam ettik birkaç sene, bana bakardı, parmak uçlarımdan, avuç içlerimden öperdi. Sonrasında evlendik, Behzat öyle bir adamdı ki, tartışırdık giderdi çay koyardı, yeni kitaplar alıp gelirdi bana. Evin halini görüyorsun ya, her taraf kitap dolu binlerce kitap var. Hepsini beraber okuduk onunla, bazen ben ona bazen o bana… hayatımız güzeldi anlayacağın be Hakan. Her şeyi unutmuştuk, tüm gerçekliği. Sadece o, ben, kitaplarımız ve bu pembe karanfiller vardı. 21.01.2015’ti Hakan, bir telefon geldi. Trafik kazası yapmış Behzat’ım, hastanede durumu kötü olduğu haberi geldi, otobüsteydim apar topar indim gittim. Ben oraya gittiğimde, ambulanstan yeni indirmişlerdi, ruhu tamamen çıkmadı yani, elini tuttum ağlamaya başladım. Bana; Sakın ağlama benim için dedi. Son isteği bu oldu Behzat’ımın, orada onun için ağlayamadım, benim içimde kıyametler kopuyor, ağlayınca geçer diyorlar, ağlasam geçer mi ablam? Ölüyorum ben, onu ilk günkü gibi özlüyorum, avuçlarımdan öpmesi, saçlarımı taraması, canım yanıyor ablam, çok acıyor. Ben onun mezarını öpüyorum, toprağını kokluyorum. Baktım kötü oldu, yat abla dinlen sen dedim. Gitti yatmaya, bende eve giderken oturdum kamelyanın birine ağladım, benim canım böyle yandı o kadın ne yapsın? Sözleri, yaşadıkları, acısı, hayat çok kısa bir kez daha öğrendim. Binlerce boşa yaşayan insan varken, mutluluğa kavuşanlar ölüyor. Hayat neden bu kadar çok fahişesin? O kadın hep eksik kalacak, bir yarısı yok. Yıkık dökük bir harabe orası, yine bir kayboluş, yine bir yıkım orası Mualla ablamın kalbi…
0 notes
radyosite · 6 years
Text
İbrahim Erkal’ın Eşi İlk Kez Açıkladı - Damar TÜRK | Online Mp3 Albüm | Canlı Radyo Dinle
Beyin kanaması geçirdikten sonra günlerce komada kalan ve 11 Mayıs 2017 tarihinde hayatını kaybeden türkücü İbrahim Erkal’ın eşi Filiz Akgün Erkal ilk kez konuştu. Ünlü türkücünün eşi Filiz Akgün Erkal’ın, Posta Gazetesi’nden Alev Gürsoy Cimin’e verdiği röportaj şöyle: Çok erken bir veda oldu. ...
Beyin kanaması geçirdikten sonra günlerce komada kalan ve 11 Mayıs 2017 tarihinde hayatını kaybeden türkücü İbrahim Erkal’ın eşi Filiz Akgün Erkal ilk kez konuştu. Ünlü türkücünün eşi Filiz Akgün Erkal’ın, Posta Gazetesi’nden Alev Gürsoy Cimin’e verdiği röportaj şöyle:
Çok erken bir veda oldu. Nasılsınız, atlatabildiniz mi? Çok şükür iyiyim, zor bir durum. Yaşamayan bilemez. Ölüm acısının şifası yok. Hiç geçmiyor. Fakat mecburum güçlü olmaya. Üç çocuğum var, onlar bana muhtaç. Babalarını kaybettiler. Güçlü bir anneye ihtiyaçları var. Mutsuz çocuklar olmasınlar. Evde onun eksikliği hiç azalmıyor. Bir yanım hep eksik, bir yanım hep yalnız.
Hâlâ aynı evde mi oturuyorsunuz? Hayır. Aynı semtteyim ama o evde değilim. Çünkü o evde nereye baksam İbrahim’i görüyordum. Her yerde anılarımız var. Bir gün olsun beni üzmemiş, canımı yakmamış. Kalamadım o evde, hemen taşındım. Biraz olsun dedim uzaklaşırsam belki iyi olur. Tabii ki gittiğin yere yüreğini de götürüyorsun, değişen bir şey yok.
Çocuklarınız ne hissediyor? En küçükleri eşinizi kaybettiğinizde 40 günlüktü… Oğlum babasının cenazesine kadar her şeyinde bulundu. Kızım Dilara ise 13 yaşında, o hiç bu durumu kabullenemedi. Ne cenazeye geldi ne de evin önüne geldiğinde bakabildi. Ama çok şükür büyük sorunlar yaşamadık. Psikolojik destek de aldırıyorum. Bir aylık Hastane süreci bizi alıştırdı sanki. Düşer düşmez vefat etmiş olsaydı daha farklı olurdu. Ben eşimi kaybettim, onlar babalarını. Çocuklar için daha zor.
Nasıl bir babaydı? Çocukları onun için ayrıydı. Dünyası bizdik adeta. Çocukların okul dönüşünde ben eve geçmesem bile o geçer, muhakkak onlarla yemek yerdi. Çok ilgiliydi. Bize zaman ayırmamış olsaydı 14 sene boyunca zaten evli kalamazdım. O işiyle ailesini hiçbir zaman karıştırmadı.
En kötüsü de bebeğine doyamadı… Maalesef. Zaten herkesi en çok üzen oydu. Bu bebek onu hiç tanımayacak. Ama çok şanslı, babası hakkında hep çok güzel yorumlar duyacak. Her şey kader. İbrahim gönlü güzel bir insandı. Ne maddi ne de manevi hiçbir şeyimi kısıtlamadı. Allah yattığı yerde rahat ettirsin, keşke gitmeseydi ama gitti.
Dinleyebiliyor musunuz hâlâ şarkılarını? İlk başta çok dinledim. Zaman geçtikçe daha zor gelmeye başladı. Artık dinleyemiyorum. Bir arkadaşım İbrahim’i rüyasında görüyor. Arkadaşıma diyor ki, “Filiz’e söyleyin ağlamasın. Benim şarkılarımı dinlemesin. O üzülünce kahroluyorum.” Bir daha şarkılarını dinleyemedim, ağlamamak için.
Hiç kıskanır mıydınız, başka bir kadın olabilir mi diye? Hayır, hiç kıskanmadım. Hiçbir zaman güvenimi sarsmadı. Öyle bir şey olsaydı evli kalamazdım. Aramıza asla başka kadın girmedi. Benden öncesini bilmem ama benden sonra tek bir kadının gözüne bakmadı.
İbrahim Bey komadayken yeni doğum yapmıştınız, neler yaşadınız? Çok zordu. Ben hiç yanına giremedim. Bir kez zorladılar, girdim. Eline dokundum buz gibiydi. O gün kaybedeceğimi anladım. Son gün görümcem bebeğimizin kıyafetini götürdü, ona koklattı, o gece de yaşamını yitirdi.
İbrahim Erkal bir dönem efsaneydi. Dizileri, filmleri, albümleri… Ama son zamanlarda eski popülerliği kalmamıştı. Mutsuz muydu? Mutsuzluktan ziyade yorgundu. Koşturmaktan yorulmuştu. Bir nevi işi değil bizi tercih etmişti. Yoğun çalışmayı bırakmıştı. Haftada bir gün Maltepe’de bir restoranda çıkıyordu. Onun dışında konserleri oluyordu ama fazla Reklam yapmıyordu. Konserlerine magazin götürmüyordu. Popülerliğini hiç yitirmedi. Bir sanatçı en çok hayranlarını kaybettiğinde yıkılır. Hayranları onu hiç bırakmadı. Eski şarkıları bile bugün hâlâ dillerde. Yazmayı severdi. Gece uykusundan uyanıp şarkı yazardı. Ayrıca hiçbir sanatçı arkadaşıyla ters düştüğünü görmedim.
“ALKOLİK OLDUĞU ÇİRKİN BİR İFTİRA”
Alkol problemi vardı, o yüzden bu kadar erken gitti deniliyor… Bu çok çirkin bir iftira. Elbette içerdi ama dozunda. Alkolik olsa eve, bize zararı olurdu, evli kalamazdım. İnsanlar konuşurken çocuklarını da mı düşünmüyor? Bu iftirayı atanlar nasıl yaşadığına değil nasıl uğurlandığına baksınlar. Çok iyi yaşamış ki milyonlar uğurladı.
Maddi anlamda herhangi bir zorluk yaşıyor musunuz? Yaşamıyorum. Ailemden dolayı maddi bir ihtiyacım yok. İbrahim kendine mal biriktirmedi ama insan biriktirmiş. Parayı, para biriktirmeyi sevmiyordu. Maneviyat daha önemli benim için. İnsanlar arasınlar, sorsunlar yeter.
“İÇİME DOĞDU ‘GİTME’ DEDİM”
O güne dair neler hatırlıyorsunuz? Sürekli güzel sözler söylüyordu. Meğer son sözleriymiş. Sürekli helalleşir gibi sarılıp öperek hepimizle vedalaşmış aslında. 14 sene boyunca asla ‘Gitme’ lafı çıkmamıştır ağzımdan. O gün uzandı, ‘Tansiyonum yüksek’ dedi. Kendini iyi hissedince de dışarı çıkmak istedi. ‘Arkadaşlarımla hava alayım’ deyince, ‘Gitme’ dedim ilk defa. Üzerime bir sıkıntı çöktü. Elim kolum tutmadı. Bebeğim bile o gün bir başka ağlıyordu, susturamadım.
Sonra ne oldu peki? Sabah 2 gibi komşumuzun kızı rahatsızlanıyor, hastaneye götürürken otoparka indiğinde İbrahim’i baygın halde yatarken görüyor tesadüfen. Güvenliğe haber veriyor Düşünün gece 12’de girmiş ve iki saat orada kalmış. Çok korkunç. Sonra güvenlik haber veriyor ve hastaneye götürülüyor. Günlerce bekledik güzel haber almak için ama olmadı. Benim zaten içime onu kaybedeceğim doğmuştu. 40 günlük bebeğim ve loğusa halimle dünyamı kaybettim o gün.
Adını yaşatmak için bir girişimde bulunacak mısınız? Bir okul ve kütüphane açacağız İbrahim adına. Adını her zaman yaşatacağım. Zaten hep o varmış gibi yaşıyorum. Bana ölmüş gibi gelmiyor. Sanki konserdeymiş de dönecek gibi hissediyorum.
Daha çok gençsiniz, hayat devam ediyor… Kalbimde ondan başkası olmayacak. O bana 3 emanet bıraktı. Bundan sonra başka biri giremez hayatıma, asla evlenmem. Ona ihanet sayarım. Tekrar dünyaya gelsem yine onunla evlenmek isterim. Ailem bu evliliğe başta karşı çıkmıştı ama pişman oldular. Hepsi de İbrahim’i çok severdi. Babam dedi ki, ‘Keşke ben ölseydim de İbrahim ölmeseydi.’
Kaynak: https://goo.gl/D7xLDJ #İBRAHİMERKAL, #İBRAHİMERKALSAĞLIKDURUMU, #İBRAHİMERKALSONDURUMU
0 notes
radyosite · 6 years
Text
İbrahim Erkal’ın Eşi İlk Kez Açıkladı - Damar TÜRK | Online Mp3 Albüm | Canlı Radyo Dinle
Beyin kanaması geçirdikten sonra günlerce komada kalan ve 11 Mayıs 2017 tarihinde hayatını kaybeden türkücü İbrahim Erkal’ın eşi Filiz Akgün Erkal ilk kez konuştu. Ünlü türkücünün eşi Filiz Akgün Erkal’ın, Posta Gazetesi’nden Alev Gürsoy Cimin’e verdiği röportaj şöyle: Çok erken bir veda oldu. ...
Beyin kanaması geçirdikten sonra günlerce komada kalan ve 11 Mayıs 2017 tarihinde hayatını kaybeden türkücü İbrahim Erkal’ın eşi Filiz Akgün Erkal ilk kez konuştu. Ünlü türkücünün eşi Filiz Akgün Erkal’ın, Posta Gazetesi’nden Alev Gürsoy Cimin’e verdiği röportaj şöyle:
Çok erken bir veda oldu. Nasılsınız, atlatabildiniz mi? Çok şükür iyiyim, zor bir durum. Yaşamayan bilemez. Ölüm acısının şifası yok. Hiç geçmiyor. Fakat mecburum güçlü olmaya. Üç çocuğum var, onlar bana muhtaç. Babalarını kaybettiler. Güçlü bir anneye ihtiyaçları var. Mutsuz çocuklar olmasınlar. Evde onun eksikliği hiç azalmıyor. Bir yanım hep eksik, bir yanım hep yalnız.
Hâlâ aynı evde mi oturuyorsunuz? Hayır. Aynı semtteyim ama o evde değilim. Çünkü o evde nereye baksam İbrahim’i görüyordum. Her yerde anılarımız var. Bir gün olsun beni üzmemiş, canımı yakmamış. Kalamadım o evde, hemen taşındım. Biraz olsun dedim uzaklaşırsam belki iyi olur. Tabii ki gittiğin yere yüreğini de götürüyorsun, değişen bir şey yok.
Çocuklarınız ne hissediyor? En küçükleri eşinizi kaybettiğinizde 40 günlüktü… Oğlum babasının cenazesine kadar her şeyinde bulundu. Kızım Dilara ise 13 yaşında, o hiç bu durumu kabullenemedi. Ne cenazeye geldi ne de evin önüne geldiğinde bakabildi. Ama çok şükür büyük sorunlar yaşamadık. Psikolojik destek de aldırıyorum. Bir aylık Hastane süreci bizi alıştırdı sanki. Düşer düşmez vefat etmiş olsaydı daha farklı olurdu. Ben eşimi kaybettim, onlar babalarını. Çocuklar için daha zor.
Nasıl bir babaydı? Çocukları onun için ayrıydı. Dünyası bizdik adeta. Çocukların okul dönüşünde ben eve geçmesem bile o geçer, muhakkak onlarla yemek yerdi. Çok ilgiliydi. Bize zaman ayırmamış olsaydı 14 sene boyunca zaten evli kalamazdım. O işiyle ailesini hiçbir zaman karıştırmadı.
En kötüsü de bebeğine doyamadı… Maalesef. Zaten herkesi en çok üzen oydu. Bu bebek onu hiç tanımayacak. Ama çok şanslı, babası hakkında hep çok güzel yorumlar duyacak. Her şey kader. İbrahim gönlü güzel bir insandı. Ne maddi ne de manevi hiçbir şeyimi kısıtlamadı. Allah yattığı yerde rahat ettirsin, keşke gitmeseydi ama gitti.
Dinleyebiliyor musunuz hâlâ şarkılarını? İlk başta çok dinledim. Zaman geçtikçe daha zor gelmeye başladı. Artık dinleyemiyorum. Bir arkadaşım İbrahim’i rüyasında görüyor. Arkadaşıma diyor ki, “Filiz’e söyleyin ağlamasın. Benim şarkılarımı dinlemesin. O üzülünce kahroluyorum.” Bir daha şarkılarını dinleyemedim, ağlamamak için.
Hiç kıskanır mıydınız, başka bir kadın olabilir mi diye? Hayır, hiç kıskanmadım. Hiçbir zaman güvenimi sarsmadı. Öyle bir şey olsaydı evli kalamazdım. Aramıza asla başka kadın girmedi. Benden öncesini bilmem ama benden sonra tek bir kadının gözüne bakmadı.
İbrahim Bey komadayken yeni doğum yapmıştınız, neler yaşadınız? Çok zordu. Ben hiç yanına giremedim. Bir kez zorladılar, girdim. Eline dokundum buz gibiydi. O gün kaybedeceğimi anladım. Son gün görümcem bebeğimizin kıyafetini götürdü, ona koklattı, o gece de yaşamını yitirdi.
İbrahim Erkal bir dönem efsaneydi. Dizileri, filmleri, albümleri… Ama son zamanlarda eski popülerliği kalmamıştı. Mutsuz muydu? Mutsuzluktan ziyade yorgundu. Koşturmaktan yorulmuştu. Bir nevi işi değil bizi tercih etmişti. Yoğun çalışmayı bırakmıştı. Haftada bir gün Maltepe’de bir restoranda çıkıyordu. Onun dışında konserleri oluyordu ama fazla Reklam yapmıyordu. Konserlerine magazin götürmüyordu. Popülerliğini hiç yitirmedi. Bir sanatçı en çok hayranlarını kaybettiğinde yıkılır. Hayranları onu hiç bırakmadı. Eski şarkıları bile bugün hâlâ dillerde. Yazmayı severdi. Gece uykusundan uyanıp şarkı yazardı. Ayrıca hiçbir sanatçı arkadaşıyla ters düştüğünü görmedim.
“ALKOLİK OLDUĞU ÇİRKİN BİR İFTİRA”
Alkol problemi vardı, o yüzden bu kadar erken gitti deniliyor… Bu çok çirkin bir iftira. Elbette içerdi ama dozunda. Alkolik olsa eve, bize zararı olurdu, evli kalamazdım. İnsanlar konuşurken çocuklarını da mı düşünmüyor? Bu iftirayı atanlar nasıl yaşadığına değil nasıl uğurlandığına baksınlar. Çok iyi yaşamış ki milyonlar uğurladı.
Maddi anlamda herhangi bir zorluk yaşıyor musunuz? Yaşamıyorum. Ailemden dolayı maddi bir ihtiyacım yok. İbrahim kendine mal biriktirmedi ama insan biriktirmiş. Parayı, para biriktirmeyi sevmiyordu. Maneviyat daha önemli benim için. İnsanlar arasınlar, sorsunlar yeter.
“İÇİME DOĞDU ‘GİTME’ DEDİM”
O güne dair neler hatırlıyorsunuz? Sürekli güzel sözler söylüyordu. Meğer son sözleriymiş. Sürekli helalleşir gibi sarılıp öperek hepimizle vedalaşmış aslında. 14 sene boyunca asla ‘Gitme’ lafı çıkmamıştır ağzımdan. O gün uzandı, ‘Tansiyonum yüksek’ dedi. Kendini iyi hissedince de dışarı çıkmak istedi. ‘Arkadaşlarımla hava alayım’ deyince, ‘Gitme’ dedim ilk defa. Üzerime bir sıkıntı çöktü. Elim kolum tutmadı. Bebeğim bile o gün bir başka ağlıyordu, susturamadım.
Sonra ne oldu peki? Sabah 2 gibi komşumuzun kızı rahatsızlanıyor, hastaneye götürürken otoparka indiğinde İbrahim’i baygın halde yatarken görüyor tesadüfen. Güvenliğe haber veriyor Düşünün gece 12’de girmiş ve iki saat orada kalmış. Çok korkunç. Sonra güvenlik haber veriyor ve hastaneye götürülüyor. Günlerce bekledik güzel haber almak için ama olmadı. Benim zaten içime onu kaybedeceğim doğmuştu. 40 günlük bebeğim ve loğusa halimle dünyamı kaybettim o gün.
Adını yaşatmak için bir girişimde bulunacak mısınız? Bir okul ve kütüphane açacağız İbrahim adına. Adını her zaman yaşatacağım. Zaten hep o varmış gibi yaşıyorum. Bana ölmüş gibi gelmiyor. Sanki konserdeymiş de dönecek gibi hissediyorum.
Daha çok gençsiniz, hayat devam ediyor… Kalbimde ondan başkası olmayacak. O bana 3 emanet bıraktı. Bundan sonra başka biri giremez hayatıma, asla evlenmem. Ona ihanet sayarım. Tekrar dünyaya gelsem yine onunla evlenmek isterim. Ailem bu evliliğe başta karşı çıkmıştı ama pişman oldular. Hepsi de İbrahim’i çok severdi. Babam dedi ki, ‘Keşke ben ölseydim de İbrahim ölmeseydi.’
Kaynak: https://goo.gl/D7xLDJ #İBRAHİMERKAL, #İBRAHİMERKALSAĞLIKDURUMU, #İBRAHİMERKALSONDURUMU
0 notes