Tumgik
#Falih Rıfkı Atay
okuryazarlar · 1 month
Text
Tumblr media
İstiklâl Madalyası sahibi yazar, gazeteci ve milletvekili, Cumhuriyet döneminin en etkin isimlerinden, Mustafa Kemal Atatürk'ün başyazarlığını yapmış Falih Rıfkı Atay'ı aramızdan ayrılışının 53. yılında saygıyla anıyoruz.
82 notes · View notes
bulutvedamla · 3 days
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Bakalım?
2 notes · View notes
yurekbali · 10 months
Text
Tumblr media
- Osmanlı Destancısı - Yaşayan önemli şairlerimizden biri, bir gün “Solcular Yahya Kemal’e arka çıksalardı, bu kadar sağa kaymazdı değil mi” diye sormuştu. Yaşamının yarısından çoğu Avrupa’da geçmiş, bir türlü Avrupalılığı kavrayamamış bir şairin solcular arka çıkıyor diye sola yönelmesi olası mıydı? Sanmıyorum. Yahya Kemal, “Şarklı” da değil, hep “Osmanlı” olmuştur. Birçok şeyi bilmez miydi? Bilmesi gerekir. Neden gerilerden, uzaklardan geliyor, bir daha yenilenmeyecek, benimsenmeyecek bir geçmişin özlemini duyuyordu? Yahya Kemal sakıncasız ve korkusuz olandan yanaydı. Nitekim yenici Mustafa Kemal’den hep korkmuştu. Bu korkusundan olacak, bir süre yurda gelememiş, dışarda beklemişti. Yakınları bağışlatınca da ayaklarına kapanarak gölgesine sığınmıştı. Bu yıl, Yahya Kemal’in yüzüncü doğum yılı kutlanıyor. Demek yaşasa yüz yaşını doldurmuş olacaktı. Nice yüzyılını doldurmuşlardan biri mi olacaktı? Olsa bile Park Otel kalmadığına göre, benzer bir otelin içkili salonunda gençlere görünecek miydi? Nadir Nadi ustamız anlatır, bir gün İstiklal Caddesi’nde kol kola yürüyorlarmış, söz Nâzım Hikmet’ten açılmış. Solculuk propagandası yapmak suçuyla birkaç yıldır hapiste yatan Nâzım’a birlikte acımışlar. Nadir Nadi, düşündüklerinden ötürü bir insanın hapiste yatmasına karşı olduğunu söylemiş. Yahya Kemal, her tehlikeli yeninin toplumda sürekli bir tepki yaratacağını öne sürmüş. Ardından çok soğukkanlı, basit bir gerçeği tekrarlıyormuşcasına: “Gelecek onlarındır” demiş. Nadir Nadi, “Önümüzdeki geleceğin ‘onlarda’ olduğuna inandığı hâlde ‘onlara’ katılmak şöyle dursun, acılarına bile üzülmeyi gerekli bulmuyordu” diyor. Şair için duyarlı kişi derler, böyle şair mi olur? Nâzım Hikmet’in annesi af kampanyası başladığında Nâzım Hikmet için Köprü üstünde imza topluyor. Bu sırada Yahya Kemal oradan geçmektedir. Değil imza vermek, görünmemek için yolunu değiştirir ve soluğu Falih Rıfkı’nın Dünya Gazetesi’nde alır. Falih Rıfkı’ya, Nâzım’ın annesine Köprü’de rastladığını, ondan kaçtığını şöyle anlatır: “Canân’ı gördüm, Köprü’de oğlunun bağışlanması için imza topluyordu. Hemen kaçtım, Canân bir lâşeydi”. Bir zamanlar şiirler yazılan, geçtiği yollarda beklenen bu güzel kadın onun dilinde “lâşe” oluyordu. Falih Rıfkı, “Onun yerine ben utandım” diyor. Bir Boğaziçi yalısında ölümünden sonra konuşulurken, “Mustafa Kemal mi” demiş. “Onu biz çıkardık. Eğer Sakarya’da yenilseydi, yerine bir yenisini koyardık.” Bazı şairler için çok şey söylenmez, ulu orta konuşulur, bunu da şaka kabul edenler olur. Ama bir şaire söylediklerinden ötürü dünya görüşü yükünü de sırtına vurdun mu eleştirilir, açıkları ortaya dökülür. Sırtındakiler defolu bir kumaş gibi sırıtır. Mustafa Kemal’e karşı Yahya Kemal!.. Her şey olur da, işte bu olmaz, bininci doğum yıl dönümünü yapsalar bile. Böyle anmalarda şairlerin sadece şiirlerinden, sanatından söz edilse denecek bir şey yoktur, siyasete koydukları ağırlık unutulur. Fakat şairler ve şiirleri ilerlemeye engel olan bir araç olarak kullanılmak istenirse, o zaman şairlerin siyasal tutumları da herkese göre eleştirilir. Yahya Kemal’in gençliği Paris’te olsun, memlekette olsun İttihatçıların arasında geçmiştir. Yeni Mecmua’da yazmasına karşın Ziya Gökalp de üstadı tutmazdı. Boşuna, “Harabisin harabati değilsin / Gözün mazidedir âti değilsin” dememiştir. Buna karşılık Yahya Kemal, kendinin “gelecek”, “âti” olduğuna inanmıştır. Yanıtı şöyle: “Ne harabi ne harabatiyim / Kökü mazide olan âtiyim”. Düşünce biçimi, inanışları, şiirleri, yazışı ile kimse Yahya Kemal için “gelecektir” diyemez. Değişik türleri deneyen bir şiir ustası olabilir. Her gün İttihat ve Terakki Genel Merkezi’ne gelen Yahya Kemal, fazla ilgi bulmasa bile onlardan ayrılamazdı. Birçok arkadaşı vardı. Falih Rıfkı Atay şöyle der: “Yahya Kemal bulunmadığı zamanlarda Ziya Gökalp’in çevresindeki gençlere, başlıca öğüdü, Yahya Kemal’i sevin ama benzemeyin idi.” Zaten, üstat kendinden başka kimseye benzemez, bunca yıl kimse de ona benzemedi ve benzemek de istemedi. NOT: Falih Rıfkı Atay, Yahya Kemal’in, Yakup Kadri, Ruşen Eşref Ünaydın, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi çok yakın arkadaşlarından biridir. Bir dönem vardır ki yedikleri, içtikleri ayrı gitmez. Bu yazıyı yazarken, Falih Rıfkı’nın Dünya Gazetesi’nde 2 Mayıs 1965 gününde yazdığı kesik, elimde değildi, sonra buldum. Bu yazıdan bir parçayı alıyorum: “... Ben yere kapanarak Atatürk’ün ayağını öpen tek adam hatırlarım: Yahya Kemal! Bursa’da ilk rastlayışımda öpmüştür. Acaba Anadolu’ya gitmek için kendisine yollanan para ile, Eskişehir bozgunu üzerine paniğe uğrayarak Bulgaristan’a gitmiş olduğunu unutturmak için mi idi? Öyle de olsa, tozlu ayağını öptüğü Atatürk öldükten sonra, eğer bana anlatılan doğru ise, bir Boğaziçi yalısında: ‘Mustafa Kemal diye bir kahramanı, o zamanlar lazım olduğu için biz icat ettik’ dememeli idi.” “... Yahya Kemal, Osmanlı emperyalizmi destancısı idi. Yeni Türkiye’yi doğuşundan bu yana hiçbir yanı ile benimsememiştir. Ne Türkçü, ne Türkçeci, ne de cumhuriyetçi idi. Büyük şair olduğuna inananlar, o benimsemediği için, Türkçülük, Türkçecilik ve cumhuriyetçiliklerini mi bırakacaklar? Yahut, fikirlerini ve inançlarını benimsemedikleri için şiirlerini mi okumayacaklar?” - Mehmed Kemal, Osmanlı Destancısı (Cumhuriyet Gazetesi, 4 Aralık 1984, Politika ve Ötesi) - Görsel: Yahya Kemal Beyatlı
15 notes · View notes
Text
Tumblr media
Bir padişah ki budalaca kuruntu yüzünden, yirminci yüzyılda, İstanbul'a elektrik sokmaz. Telefon getirtmez. Askere manevra fişeği ile de ateş talimi yaptırmaz. Donanmayı, eğer denize açılırsa toplarını Yıldız'a çevirip vurabilir diye ön köprü ile bağlı Haliç'te çürütür. Bir padişah ki okullarda edebiyat dersi okutmaz. Kuru övme dışında tarih dersi verdirmez. Aşk şiirini, romanını bile yasak eder. Kendi adıdır diye bir sabah uyanıp bütün kısa "a"lı Hamidleri uzun "a"lı Hâmid'e ve veliahtının adıdır diye bütün Reşad adlarını Neşet'e değiştirtir. Otuz üç yıl böyle bir padişahın hükmü altında çöküp giden bu memlekette 1965'te onu "Ulu Hakan" diye ananları deneme tavşanı gibi kullanılmak üzere akıl hastanesine yollamaz da ne yaparsınız?
2 notes · View notes
onderkaracay · 8 months
Text
🗣️ Atatürk ve Cumhuriyeti Birde O Günleri Yaşamış Birinden Okuyun
19 Mayıs 1919’un 100. yılı münasebetiyle düzenlediğimiz programın açılış konuşmasını, halen Indiana Bloomington’da yaşayan ve hayattaki en büyük halk bilimcimiz olarak kabul edilen Cumhuriyetimizle yaşıt Prof.Dr. İlhan Başgöz yapacaktı. Kurtuluşa giden yolun hikayesini Cumhuriyetimizle yaşıt asırlık bir çınardan daha iyi kim anlatabilirdi ki? Lakin ilerlemiş yaşının getirdiği sağlık sorunları sebebiyle İlhan hoca çok arzu etmesine rağmen aramızda olamadı.
Hazırladığı konuşmayı Başkonsolos Umut Acar okudu.
“Değerli Konuklar
Ben Cumhuriyetle yaşıtım, size anlatacaklarım yalnız duyup işittiklerim, okuyup öğrendiklerim değil, aynı zamanda kendi hayat hikâyem olacaktır.
Cumhuriyet yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur. 1856 Kırım,, 1877 Osmanlı Rus, 1892 Yunan, 1911 Trablus, 1912 Balkan, 1914-18 Birinci Dünya Savaşı, nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı. Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir. Ama bu zafer vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir. Vatandaştan atını, arabasını, çorabını, kağnısını, keten bezini, pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na niçin girdiğimizi bugün bile bilmiyoruz. Ama kardeşlerini bu savaşa kurban veren, Avşar kadını biliyor ve parmağını Alaman’a uzatıyor:
Mektup saldım da varmadı,
Tel vurdum aynı gelmedi,
Alamanya harbeylesin,
Gayri kardaşım kalmadı.
Savaş yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini tümden harap etmiş, ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz, evler erkeksiz kalmıştır. Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan, çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda çifte, hayvan yerine kadınlar koşulmuştur. Bu çöküşün en gerçekçi destanını, hemşehrim Şarkışlalı Serdari yazmıştır. Bu uzun destandan dörtlükler veriyorum:
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim.
Evlat da babanın sözün tutmuyor,
Açım diye çift sürmeye gitmiyor,
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor,
Başımıza bela dölümüz bizim.
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim.
Savaş yılları, Türk aydınlarının en yiğit, en idealist, en eğitimlilerini ölüme sürmüş, onlar geri gelmemiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın felaket tablolarından birini unutamıyorum. Bu tabloda Tarsus tren istasyonunda bir kadın görünür. Ordu, Kanal bozgunundan dönmektedir. Çul çaput içinde, hasta perişan, vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş, bir asker döküntüsü. Ak saçlı bir ana, yazması omuzuna düşmüş, saçları darma dağın, bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor: “Mehmedimi gördünüz mü? Mehmedim nerede? Mehmedimi gördünüz mü?” Falih Rıfkı Atay diyor ki: “Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin talihsizliği çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır. Büyüklüğü de bundandır.
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma vapuru bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu. Bu umudun adı Mustafa Kemal Paşa’dır. Üçüncü ordu müfettişliğine tayin edilen Paşa İstanbul’dan ayrılıyordu. Yanında 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu. Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyordu: “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız maddedir! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!”.
Bandırma vapuru ile bu küçük grup 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca bir şarkı söylüyorlardı: “Güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar.”
O tarihlerde, ufuktan güneşin doğacağına dair hiçbir işaret yoktur. Tersine memleket bir zifiri karanlıktır. Adana Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş, başkent İstanbul İtilaf Devletlerinin işgalinde, Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor. Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var. 15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir’e çıkmış; Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte.
Dahası var. Cumhuriyet, memleketin en önemli gelir kaynaklarını yabancı şirketlerin elinde bulmuştur. Demiryolları, limanlar, önemli tarım ve ticaret alanları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri büyük Batılı şirketlerin elindedir. Türkiye Cumhuriyeti bu şirketleri birer birer satın almıştır.
İzmir-Aydın demiryolu 2 milyon İngiliz pounduna satın alınınca öğretmenimiz ödev vermişti, sevincimizi dile getirmeliydik. Ortaokul öğrencisi idim, ödevimin başlığı “Demir yolumuz, bağımsızlık yolumuz” idi. Tütün rejisi 4 milyon Frank’a satın alınınca bu sefer ayınkacılar bayram etmişti. Ayınkacı tütün yetiştirici demektir. Köylümüz yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip, pazara indiremezdi. Tütün ille de bir yabancı tekele, bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı. İndirse kaçakçı sayılıyor, ya hapse atılıyor veya tütün kolcuları ile çatışıyor ve vuruluyordu. Bir ayınkacı türküsü şöyle der:
Hacılar köyüne bastığım oldu,
Tütünümün dengi yastığım oldu,
Aman dostlar bakın benim çareme,
Tütünün tozunu basın yareme.
Cumhuriyet savaşlardan çıkıp da, ekonomik gelişmesine odaklanınca 1930 Dünya Ekonomik Buhranı patlak verir. Buhranın Türkiye’ye etkisi, tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur. Buğdayın kilosu 15 kuruştan 3 kuruşa düşer. Köylü gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur: “Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Bu Cumhuriyet idaremize yakışmaz. Benim maaşım dâhil milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım.” Teklif kabul edilir.
Cumhuriyet ilan edilince memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur. Bu nedenle Cumhuriyet ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir. Devlet sermayesi ile iki banka Etibank ve Sümerbank kurulmuş, vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir. Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırdı.
Ben çamurdan yaptığım kumbarama her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir, bankaya yatırırdım. Bu ekonomik kalkınma hamlesini bir yerli malı seferberliği izlemiştir. Biz bayramlarda ziyaretçilerimize şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik. Çayı Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik. Çünkü şeker dışardan satın alınıyordu.
Cumhuriyet yurdun doğusuyla batısını, güney ve kuzeyini demiryolları ile birleştirmek istemiştir. Bu bir milli savunma sorunu idi. Atatürk diyor ki; “700 kilometre demir yolumuz var, bir kilometresi bile bizim değil.” 1932 yılında ilk tren Gemerek’e ulaştığında ben istasyonda idim. Halkın tabiri ile kara treni alkışlar ve yaşa var ol sesleri ile karşılamıştık.
Hoş bir fıkra var. İlk tren Erzurum’a varınca belediye başkanı nutuk veriyor; “Vatandaşlar, Cumhuriyet fabrikalar yaptı. Sanmam ki kâr edeler vallahi de zarar edirler, billahi de zarar edirler. Otobüsler aldı, yollar düzenledi, sanmam ki kâr ederler. Bunlar hep sizin içindir. Cumhuriyet ayağıza kadar tren getirdi bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız.” O vakit bir vatandaş sorar: “Peki biz 57 gün ne yapacağız?”
Değerli Dinleyicilerim
Ben 1929 yılından itibaren Cumhuriyetle beraber iyili kötülü olayların içinde çalkalandım. Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum. Bunların arasında beni çok etkileyen bir olay var. Mustafa Kemal Atatürk 1937 yılında Sivas lisesinde benim bulunduğum sınıfa geldi. Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz. Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki gözlerine bakan çarpılırmış. İlkin korka korka, gözlerine bakıyoruz. Çarpılmadığımızı görünce o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık. Dersimiz hendese idi. (Yani geometri). Atatürk dişçinin kızı Saadet’i tahtaya kaldırdı. Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk. Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi. Biz o vakit üçgene müselles derdik. Saadet müsellesin kenarlarına alfa, beta ve gamma harflerini koydu. Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet’e neden Yunan harfleri kullandığını sordu. Saadet, hocamız böyle yazdı, ben de onun için kullanıyorum deyiverdi. Matematik hocamız müdür Ömer Bey sınıfta idi. Atatürk aynı soruyu ona sorunca Ömer Bey topu bakanlığa attı. Bakanlık bir kitap göndermişti, onda bu harfler kullanılmıştı. Atatürk kitabı istedi o sayfayı buldu, yırtıp yere attı. Sonra gidip parmakları ile Yunan harflerini sildi yerine abc yazdı. Bize; “arkadaşlar Türk alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir.” dedi. Aradan bir hafta geçmeden abc’li yeni kitabımız geldi. Atatürk dilin sadeleşmesine ve halkın, aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi.
Halkçılık onun inanışında kuru bir slogan değildi. Halkın arasına karışmaktan çok hoşlanırdı. Bir gece Atatürk kayıp, polis ve jandarma seferber olmuş her tarafı aramış taramışlar. Atatürk yok. Sabaha yakın Onu Samanpazarı’nda bir kahvede, halka karışmış Zeybek oynarken bulmuşlar.
Cevat Dursunoğlu şunları yazdı: “Mustafa Kemal Paşa Erzurum kongresine gitmektedir, yıl 1919. Ilıca köyüne varınca bir ağacın altına oturup kahve içmek isterler. Kahveler içilirken yolda bir kağnı belirir. Pılı pırtı yüklü kağnıda iki de delikanlı oturmaktadır. Kağnıyı yetmişlik bir ihtiyar sürmektedir. İhtiyar çağrılır. Paşa sorar: “Baba nereden gelip, nereye gidiyorsun?” İhtiyar: “Çukurova’dan gelirem, Erzurum’a gidirem.” Paşa sormaya devam eder: “Baba Erzurum’da ortalık karışık, savaş tehlikesi var. Eşkıya tehlikesi var, niye gidiyorsun? Çukurova’da geçinemedin mi?” İhtiyar Mevlut Dayı “O nasıl söz paşam Çukurova verimli topraktır, insanı diksen yeşillenir. Bizim uşaklar da çalışkandır, bey gibi geçinip gidiyorduk. Ama duymuşam ki padişah Erzurum’u düşmana verecekmiş, gelmişem ki görim, kimin malını kime verir?” der. Paşa yanındakilere der ki “Arkadaşlar bu milletle başarılamayacak hiçbir iş yoktur.”
Değerli dinleyiciler size Atatürklü yıllardan unutamadığım bir olayı daha anlatacağım. 1930’lu yılların başında sanıyorum, Atatürk, gece geç vakit Mısır Büyükelçiliğini ziyaret eder. Sabaha kadar yenir, içilir, eğlenilir. Güneş doğarken Atatürk Mısır elçisini balkona çağırır ve şunları söyler. “Buradan güneşin doğuşunu nasıl görüyorsam, esir milletlerin de birer birer kurtulacaklarını ve bağımsızlıklarını elde edeceklerini öyle görüyorum.” Atatürklü Cumhuriyet her zaman müstemlekecilere karşıt, küçük devletlerden yana, onurlu bir politika uygulamıştır. Cezayirli gençler Fransız müstemlekecilere karşı kanlı bir savaş verirken ellerinde Mustafa Kemal’in resmini taşıyordu.
Hindistan bağımsızlığının büyük lideri Gandi İngiliz parlamentosunda şöyle konuşuyordu: “Haydi beni tutuklayın, ama tutuklamakla iş bitmiyor. İşte Türkler kendi cenaze törenleri için hazırlanan tabutu istilacıların başında parçaladı.” Pakistan’ın ilk cumhurbaşkanı Muhammed Ali Cinnah 30 ağustos zaferimiz üzerine şöyle diyecekti: “Bu zafer bütün esir milletlerin zaferidir.”
İngiliz başbakanı Lloyd George, Çanakkale savaşının en büyük destekçisi idi. Türkler koca İngiliz İmparatorluğunu Çanakkale’de dize getirince Lloyd George parlamentoda şöyle konuşacaktı: “Tarih nadiren dahi yetiştirir, bizim talihsizliğimiz şu ki böyle bir dâhiyi bugün Türk milleti yetiştirmiştir, ne yapsak, ne tarafa gitsek Mustafa Kemal’in iradesini kıramadık, ben istifa ediyorum.”
Değerli dinleyicilerim ben yüz yaşına yaklaşmış bir faniyim. Öyle zannediyorum ki İngilizce, Türkçe, Fransızca kitaplarım, makalelerim ve Amerika’da Norveç’te, Rusya’da, İngiltere’de, İran’da ve Türkiye’nin birçok kentinde yaptığım konuşmalarımla bu kadar güçlüklerle bana emanet edildiğine inandığım Cumhuriyete karşı görevimi yaptım
Genç arkadaşlarım, Atatürk Cumhuriyeti özellikle sizlere emanet etmiştir. Onu çağdaş ve gelişmiş memleketlerin daha yücesine çıkarmak sizin çalışmalarınıza ve gayretinize bakıyor. Bu görevi başaracağınıza ben inanıyorum. Konuşmamı bitirirken hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum”
Prof Dr İlhan Başgöz
7 notes · View notes
izoguardmimar · 11 months
Text
Tumblr media
Her yıkıntı onarılabilir, doğanın yıkıntısı asla.
-Falih Rıfkı Atay #çevrekorumahaftası kutlu olsun. #Guardmimarlık
3 notes · View notes
cihangir-uzunkaya · 2 years
Text
Tumblr media
"ÜSTADIM...BU KADAR"BAKAN"GELDİDE BİR "GÖREN" OLMADIMI?"
Bir tarihçi ve yazar Cemal Kutay,Atatürk ile yaşadığı bir anıyı şöyle aktarıyor..
Ankara'da "Sergi Evi" diye bir bina yapılıncaya kadar resim galerisi yoktu.Mustafa Kemal'inde bir tercihi vardı.Bu sergilere ya ilk gün gelirdi veya en son gün gelirdi.Neden?ilk gün gelirdi ilgiyi arkasından çekmek için...Son gün gelirdi;bu alakanın neticesini öğrenmek için...
Ressam Şevket Dağ'da o yıl,yani 1935'te 7 eser yapabilmiş,yedi tablo...Onları getirmekte de geç kalmış.Kendisini karşıladık,eserleri konuldu ve hergün gazetede haber yaratıyoruz.Bizim çok değerli baş yazarımız Falih Rıfkı Atay "Sık sık bahsedin Şevket Dağ'ın sergisinden...ilgi uyansın"dedi.
Ve Şevket Dağ bekliyor tablolarını almaya gelecekler diye.Hiçbir hareket yok,büyük bir üzüntü içinde.Hatta Münir Hayri'ye;"Eğer bu tabloları satamazsam bunları nasıl geri götüreceğimi düşünüyorum,emin ol bir yol param var İstanbul'a dönüş için"diyor
Bizde elimizden geleni yapıyoruz.Son gün geldi.Ve büyük bir heyecanla Atatürk'ün gelmesini bekleniyor.Bir telefon geldi öğleden sonra gazeteye:Atatürk sergiyi ziyarete geliyor.Ben,Foto Cemal'i aldım merakla bekliyoruz.Kapıda Şevket Dağ karşıladı kendisini.Atatürk "Nasılsınız Üstad?"diye sordu.Ben onun kadar nazik,onun kadar terbiyeli ve onun kadar karşısındakinin ruhuna hitap eden bir başka yüce adama rastlamadım.Salona giriyorlar ve her biri ayrı ayrı şaheser olan tabloların önünde biraz duruyor,ne zaman yapıldığını soruyor,bilgi alıyor
Sonra bir anda döndü ve dediki"Üstadım Milli Eğitim Bakanı geldimi?""Geldi"dedi Şevket Dağ.O Zamanki kabinede bulunan sayısı 10 veya 11 bakanı sırayla saymaya başladı Atatürk:
-"Ekonomi bakanı geldimi?"
-"Geldi"
-"Milli Savunma Bakanı geldimi?"
-"Geldi."
-"Başbakan geldimi"dedi
-"Evet efendim Başbakan'da teşrif ettiler"dedi.
O yakışan,O şahane ve bir muhasebenin,bir düşüncenin ifadesi olan tebessümüyle:
-"Üstadım bu kadar.."bakan"geldide,bir"gören"olmadımı?"dedi.
Ve döndü Hasan Rıza'ya:
-"Soyak...bu başyapıtları köşke götürelimde doya doya seyredelim"dedi.
Ve İş Bankasındaki hesabından,yani şahsi parasından ödeyerek o tabloları aldı ve gitti.Hey Goca Adam Hey!
IYI GÜNLER,IYI TATİLLER DİLERİM IYI DOSTLARIM..
ESEN KALIN LÜTFEN..
3 notes · View notes
kampyeri · 1 month
Text
0 notes
icimde-yangin-var · 4 months
Note
Konyadan memnun musun
1924 ün ortalarına doğru Atatürk’le Falih Rıfkı Atay arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
Atay: Paşam düzenli orduyu kurduk, fabrikalar madenler sanayiler kurduk her şeyleri kurduk ama bir tane eksiğimiz kaldı Türkiye’nin bu oluşuma ihtiyacı var
Atatürk: Nedir o bahsettiğiniz eksik buyurun söyleyin
Atay: Paşam her şeyleri yaptık da hayvanat bahçemiz eksik
Atatürk: (sigarasından derin bir soluk alır) Vakur bakışlarla şöyle söyler: Konya’nın etrafını tellerle çevirin.
0 notes
1970-fa-re · 4 months
Text
Falih Rıfkı Atay
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
okuryazarlar · 6 months
Text
Tumblr media
126 notes · View notes
tkh1283 · 4 months
Text
Tumblr media
#卍TÜRK MİLLETİNİN DİRENİŞ RUHU
#卍KUVAYİ #卍MİLLİYE
“Milli Mücadele’yi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, kardeşleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi... Milli Mücadele’de şahsi hırs değil, milli ülkü, milli onur gerçek etken olmuştur.” (#卍TENGRİkutUluğBaşBuğMKATATÜRK, 1925)
Kuvayı Milliye’nin önemi, Türk Milleti’nin; sarayın,sultanın veya başka birinin ağzına bakmadan kendi kaderini kendi eline alma iradesini göstermesinden kaynaklanır. Türk Milleti, Osmanlı sarayının suskunluğuna, hatta direnişi önleme çabalarına karşı düşmana direndi. Bu gerçeği çok çabuk gören Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Anadolu’ya geçer geçmez “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek TBMM’yi açtı. Samet Ağaoğlu’nun ifadesiyle “Milli hakimiyet prensibi bir milli ruh halinden doğdu. O ruh haline Kuvayı Milliye Ruhu diyoruz... Bu ruhun kendini gösterdiği en büyük sahne Türkiye Büyük Millet Meclisi’ydi... O Meclis’in kullandığı yetki, yazılı hükümlerle ilgili olmayan bir kaynaktan doğuyordu. İşte o kaynak ‘Kuvayı Milliye Ruhu’ idi.” (Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, s. 43). Atatürk, Kuvayı Milliye Ruhu’yla sadece vatanı kurtarmadı, Cumhuriyeti de o ruhla kurdu. Kuvayı Milliye; Ahmet Ağaoğlu’nun deyişiyle Namussuz ve esir yaşamaktansa namuslu ölmektir.” Atatürk’ün ifadesiyle “Ya istiklal ya ölüm” parolasıyla emperyalist işgale başkaldırmaktır. Falih Rıfkı Atay’ın deyişiyle, “Hiçbir işe yaramazsa bile namuslu bir adamın yastığı dibinde duran tabancadır; hiç olmazsa intihar etmeye yarar!” (Falih Rıfkı Atay, Niçin Kurtulmamak, s. 42)
Kuvayı Milliyeciler etnik kökeni, dini, mezhebi farklı diye kimseye saldırmadılar, Kuvayi Milliyeciler masum sivilleri katletmediler.
Türk Milleti’nin direniş ruhu Kuvayı Milliye, ÖSO’ya mösoya, HAMAS'a mamasa benzemez kardeşim.»
Kaynakça: Sinan Meydan'ın yazısından alıntıdır.
0 notes
hetesiya · 8 months
Text
“Ecdat” Hikâyeleri[*]
Tumblr media
Temel Demirer
“Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.”[1]
Televizyon dizilerinden “tarih” öğrenilmez; ama coğrafyamızda bunun aksi varittir… Böylesi bir ortamda,  “Tarih, üzerinde uzlaşılmış bir yalanlar silsilesidir,” diyen Napolyon Bonapart’ı ya da “Tarih eski hataları tekrarlayan yeni insanlardan ibarettir,” notuyla Sigmund Freud’ü veya “Tarih ders kitaplarında her ulus yalnızca kendini yüceltmeyi amaçlar,” vurgusuyla Bertrand Russell’ı anımsamamak mümkün mü?
Elbette değil!
Ancak José Ortega y Gasset gibi, “Sahip olduğumuz tek şey tarihimiz, o da bize ait değil” desem de; Wilhelm Dilthey’in, “Tarih, yaşam akışımızdan ortaya çıkan anlamdan hareketle bizi sınırlamanın üzerine çıkararak özgür kılar. Fakat burada anlam kesin değildir. Hayatı anlamlandırmak derinleştirirken, tarih özgür kılar,” sözlerine -bağıntıları ile[2]– önem verenlerdenim; “ecdat” hikâyelerini bu eksende ele alıyorum.
Kolay mı?
Dönemin Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın, “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır,”[3] startını verdiği güzergâhta “AKP’nin ‘tarihçi’leri tarihi yeniden yazıyor”![4]
Bunu görmeyen, bilmeyen yoktur umarım; “Hep tarihi bir olay yaşar bu Türkler, tarih bilmezler… Herkes tarihi değiştiriyor, herkes Sultan Süleyman! Herkesin çocuğu dahidir ya bizde, onun gibi bir şey bu,”[5] ifadeleri eşliğinde Prof. İlber Ortaylı’nın…
“Ecdat” hikâyelerinin malum replikleri eşliğinde Osmanlı’nın “yeni-Osmanlı” hayranları durmadan şunları (“tarih tezi”ni) tekrarlar: “Osmanlı dönemi bir ‘altın çağ’ idi, inançlar, dinler, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, etnik topluluklar ve hatta uluslar ‘barış içinde yaşar’dı, ‘herkes eşit’ti”!
Bu sanrılar, elbette “resmi tarih” anlayış(sızlığ)ının mütemmim cüzüdür ve Osmanlı İmparatorluğunun tarih yazımı ile bağıntılıdır.
Siyasala, savaşa, sultana odaklı tarihçilik; Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtiyaç duyduğu ve yarattığı ideolojinin açığa çıkardığı bu tarih yazımı, imparatorluğun gelişim süreciyle ilişkilidir.
Böylesi bir tarih yazımı devletin güncel politik ihtiyaçlarının ürünüdür. Bugüne “doğru bilgi” olarak taşınıp milliyetçi, muhafazakâr tarihçiliğin de mutlak bilgisi hâlini almıştır. Tarih yazıcılığının eşsiz bir geçmiş yaratma arzusu; iktidar için sınıfları, halkları hem siyasal hem de toplumsal olarak yönetme ihtiyacından kaynaklanır. Bu ihtiyaç tarihi ideolojik bir araca dönüştürür. Toplumun ve toplumsal sınıfların bilgisini, toplumsal sınıfların güç ve mücadelelerine yönelik olarak yeniden ve yeniden kurgulamak ister. Yarattığı bilgi ve bilinç, egemen olanın bilincidir.[6]
* * * * *
Ancak! Her tarih yazımı, ister istemez kendi boşluklarını, lapsus’larını içinde barındırır. Örneğin, Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Türk süvarileri 9 Eylül 1922 günü girdikleri İzmir’in “düşmandan temizlendikten” tam dört gün sonra 13 Eylül 1922’de başlatılan ve 17 Eylül’e kadar dört gün süren “İzmir Yangını”nın faili meçhuldür!
Yangın ilk olarak Basmane’de başlıyor. Boydan boya bütün Ermeni mahallesini yakıp, yıkıp harabeye çeviriyor. Mahallenin büyüklüğünü bugün de anlamak mümkün. İzmir Fuarı’nın kurulduğu Kültürpark’ın tamamı yangın sonunda ortaya çıkıyor. 1936’nın ilk günü parkın temelini atan Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz, tesisin en önemli “özelliğini” açıklarken şöyle diyor:
“Bu yangın yerinde Ege ve İzmir’e çok hayırlı bir iş için toplanmış bulunuyoruz!” (Basmane girişindeki Behçet Uz heykeline giderseniz yukarıdaki sözleri mermer bir duvara yazılı hâlde durduğunu göreceksiniz.)
Yangın devam ederken Falih Rıfkı Atay da şehirdedir. Çok iyi bir gazeteci olan Atay hiçbir detayı kaçırmadan not alıyor:
“İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk?[7]
Gerçekten İzmir’i kim yaktı?
Bir başka “lapsus”: Azınlıklara yönelik en büyük saldırılardan biri olup, ‘Tarihi utanç’ olarak nitelendirilen 6-7 Eylül Pogromu’nda resmi kaynaklara göre, en az 10 kişi yaşamını yitirdi. 4 bin 214 ev, bin iş yeri, 73 kilise ve 26 okul tahrip edildi. Ve bu tarihi gerçek de kayıt dışıdır!
Ya Sarıkamış? Kimilerine göre 30 bin, kimilerine göre 90 bin, kimilerine göre de 250 bin Anadolu insanı öldü(rüldü).
“Nasıl oldu bu”? sorusunu “Yakın tarihimiz çok önemli derslerle dolu ama ona bile vakıf değiliz,”[8] diye yanıtlıyor Abbas Güçlü!
Gerçekten de “Artık padişahların da koruma altına alındığı”[9] coğrafyamızda uzmanlık alanı meçhulEmine Erdoğan’ın, “Harem, Osmanlı hanedan üyeleri için bir okuldur. Kadınların hayata hazırlandıkları, hayır faaliyetlerini örgütledikleri bir eğitim yuvasıdır,”[10] diyebildiği garabet ortamında Recep Tayyip Erdoğan’ın Çanakkale klibi de pek çok tarihi hata barındırıyor: Klipte Osmanlı askerleri Türk bayrağı, İstiklal Harbi külâhları kullanıyor. Askerler göğüslerinde İstiklal Madalyası taşıyor![11]
Böylesi acemiliklerle yüklü tabloda Sultan İkinci Abdülhamid’e nur yağdırılması da şaşırtıcı olmamalı!
“Yeni Türkiye”de tarih icat etme faaliyetinde Abdülhamid Osmanlı’sı adeta nirengi noktası alınırken; “Kuruluş” miti, “Diriliş Ertuğrul” dizisi abartılıları da unutulmamalı!
Seçmeli, çifte standartlı tarih yazımında Niğbolu’da birleşik bir haçlı gücünü devirse de, Timur’a yenilerek imparatorluğu bir kargaşa ve karışıklık (“Fetret Devri”) içine sokmuş Sultan I. Bayezid (Yıldırım) konusunda tıs yok.
Aynı minvalde hiç şüphesiz XV. ve XVI. yüzyıllar baş tacı edilirken “tagayyür ve fesâd”la (bozuluş ve kargaşa) tanımlanan XVII. yüzyıl da “tu kaka” ediliyor.
Özetle insana, Louis Althusser’in, “Cehalet asla bir argüman olamaz!”; Michel Foucault’nun, “Hayat, kendini beğenmişlikten, boş sözlerden, zil ve zıngırak gürültüsünden başka bir şey değildir,”[12] deyişlerini anımsatan “aç-kapa”, “kapa-aç” ameliyesi eşliğinde parantez-parantez bir resmi tarih inşasıdır sözünü ettiğimiz!
* * * * *
Altını çizmeye gayret ettiğim açmaz “16 Türk devleti efsanesi” için de geçerlidir.
Cumhurbaşkanlığı forsuna kadar yansıyan resmi mitosa göre, “Türkler bundan önce tarihte 16 devlet kurmuşlardır. Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızlar da bunu simgelemektedir.”
Türkiye Cumhuriyeti 17. devlettir ve son Türk devletidir. Bir nevi “ahir zaman devleti” gibi yani…
Bugün kullandığımız bağlamıyla Türk, Türklük, Türk ırkı, Türk milleti/ulusu gibi terimler asırlar önce başlayan ve günümüze kadar kesintisiz süren, son derece karmaşık “inşa” sürecinin ürünüyken;[13] Kur’an’a ve hadis hükümlerine göre de: Basık burunlu, yayvan suratlı ve Araplara felâket getirici “Ye’cüc ve Me’cüc ırkı” (Enbiya, 96) ne yazık ki Türklerdir.
Arapçası, “Utruk al-Turka mâ tarakûka in ahabbûka va’in gadibûka kataluka” olan cümlenin anlamı şudur: “Size yanaşmadıkça siz de Türk’e yanaşmayın, çünkü severse sizi yer, sevmezse gebertir” (Buhari)![14]
Ve Fransız tarihçi Claude Cahen’e göre de, “Gerçek ve güvenilir bir Türk tarihi hâlâ yazılmış değildir.”[15]
Ancak bu böyle olsa da Ordinaryüs Profesör Sosyolog Hilmi Ziya Ülken’in, “Anadolu’ya Selçukîlerin milyonlarca kişilik büyük kitleler hâlinde gelmiş oldukları kolay kolay iddia edilemez. Esasen Selçuk akını büyük bir muhaceret olsa bile bunun bir kısmının Horasan, İran, Azerbaycan yolu üzerinde kalmış olması lâzım gelir. Çünkü bu akın Selçuk, Tuğrul, Melikşah ve Alparsan zamanlarında, yani en aşağıdan bir asırlık bir zamanda olmuştur. Şu hâlde Selçukîler Anadolu’ya yerleştikten sonra orada milyonlarca Müslüman-Türk nüfusun bulunması eski Paflagonya, Frigya, Kapadokya, Bitinya, Lidya, Karya, Likya. vb… ahalisinden büyük bir kısmının Türklüğü ve İslâmlığı kabul etmiş [ettirilmiş-yn[16]] olduklarını gösterir,”[17] ifadesindeki Türkî bir “saflık” söz konusu değilken; bir sürü yalan dolan kurmacası da bunların artısıdır:
“Etek ve koltuk altı temizliğinin kontrol edilip öğretildiği yerdir ordu…
ABD’nin sadece Vietnam’da, Fransa’nın sadece Cezayir’de, Rusların sadece Katyn’de (Polonya) katlettiklerinin binde biri Türk ordusunun şerefli tarihinde yoktur.
Bunların hepsi bir yana; dostu düşmanı bilir ki ordunun bir diğer adı ‘Muhammed’in Ocağı’dır.
Bütün bu saldırılar bu mükemmelliğedir. Bütün bunlar bu güzellikler toplamına olan kıskançlıktır.
‘Askerde adam olmak’ sözünün, Anadolu’nun dilinden kazınamaması bu yüzdendir,”[18] militarist zırvasındaki üzere!
* * * * *
 “Türklere Anadolu’nun kapılarını açan zafer” olarak nitelenen Malazgirt’ten “Kahpe Bizans” iğrençliğine uzanan kesitte “Selçuklu Zaferi”ni öğrenmenin tek yolu bölgedeki Ermeni tarihçiler…
Bu durumu Ondokuz Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Tellioğlu, Türk Tarih Kurumu’nun ‘Türk-Ermeni Külliyatı’ içindeki ‘Ermeni Kaynaklarının Gözüyle Anadolu’nun Fethi’ başlıklı makalesinde şöyle ifade eder: “Eğer Ermeni kaynakları olmasaydı, Selçukluların Anadolu’yu kendilerine nasıl yurt olarak seçtiklerini anlamak mümkün olmazdı. Her ne kadar Ermeni kaynaklarındaki bilgiler parça parça olsa da bunlar bir araya getirilip değerlendirildiğinde bir tarihi gerçek de ortaya çıkmış olmaktadır.”
Ortaya çıkan gerçekler arasında Selçukluların ele geçirdiği bölgelerdeki yıkımlar da bulunuyor. Makaleye göre bu yıkımlar arasında Ermeni kaynaklarında en öne çıkanlardan biri, 1018 yılının Mart ayında Van bölgesindeki Vaspuragan eyaletine yönelik Selçuklu kuşatmasıydı.
Dönemin önemli Ermeni tarihçilerinden Urfalı Mateos’un ifadesiyle haça tapınan bütün Hıristiyan halk, “Allah’ın hiddetine” maruz kalıyordu. Ermeni tarihçi, Çağrı Bey ve çevresindekileri “Öldürücü nefesli ejder” olarak tanımlıyor, “kanatlı yılanlar”ın bütün Hıristiyan memleketlerini ateşe vermek üzere geldiklerini yazıyordu. Sonuç Ermeni tarihçiler için “İncil’de anlatılan felâket günlerinin Türkler eliyle yaşanmaya başladığına karar verecekleri” gibi olacaktı. Selçuklu ordularının baskısı ile Ermeniler o dönemde Bizans İmparatorluğu elindeki Batı bölgelere kaçmaya başlıyordu. Ermeni tarihçi Aristakes, 1021’deki kayıtlarında Van’daki Vaspuragan kralı Senekerim’in topraklarını Türk baskısıyla Bizans’a bıraktığını belirtiyordu.
Ermenilerin siyasi, dini ve kültürel merkez şehirleri Karin’e (Erzurum) yönelik “Selçuklu tehdidi” tarihçilerin üzerinde durduğu konulardandı. Ordu Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ergin Ayan’ın “Tuğrul Bey Dönemi Selçuklu-Bizans Ekseninde Ermeniler” makalesine göre, yağma öncesi bölgedeki durumu Aristakes şöyle anlatıyordu:
“Düşman her taraftan halkı kuşattığı için bir çıkış yolu bulamıyorlardı. Orada sevgililer ağıtlar yaktı. Babalar ve analar çocukları için sevgi ve şefkati unuttular. Rahiplerin dudaklarında ilahiler ve mezmurlar. İstisnasız herkesi korku ve titreme kaplamıştı. Birçok hamile kadın bebeğini düşürdü. Selçuklular, ağlarını atmış avcılar gibi bitkin ve halsiz halkı kuşatmışlardı. Mayıs ayında üzerine ne yağmur ne de çiğ düşen Simbat Dağı şimdi üzerine düşen imanlı erkeklerin ve kadınların kanını içiyordu.”
Ermeni tarihçi Simbat ise yaşananları ayrıntıları ile kaydediyordu:
“Onların yegâne ümidi ölümdü. Halk, düşmanın şiddeti önünden kaçabildi ise de, Müslümanlar onları takip ederek, ellerindeki kılıçlarını kaldırmış oldukları hâlde onların arkasından şehre girdiler ve onları kâmilen kılıçtan geçirip telef ettiler. Onlar, büyük miktarda altın ve muhtelif cins kıymetli kumaşlarla zenginleştiler. Şehirde, Davit adlı bir korepiskopos vardı. Düşmanlar onun hazinesini alıp kırk deveye yüklettiler. Onun evinden yüz adet altılı öküz çıkıyordu. Şehirde 700 kilise vardı. İşte zalimler bu zengin ve güzel şehri kılıçtan geçirdiler. Ölülerin birçoğu yüzüstü bırakılmış olup yırtıcı hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Güzel kadınlarla çocuklar da, köle olarak İran’a götürüldüler. Bu vaka, Ermeni ülkesinin mahvolmasının başlangıcı oldu. Çünkü kılıç kuvvetiyle zaptedilen ilk şehir bu olmuştur.”
Urfalı Mateos, 150 bin kişinin imha edildiğini, 800 kilisesi bulunan şehrin mahvedildiğini yazıyordu. Mateos, Karin’in tahrip edilmesinin Ermeniler için bir milat, Ermenistan’ın mahvolmasının başlangıcı olduğunu ifade ediyordu: “Bundan sonra şark milleti seneden seneye devamlı bir surette mahvedildi.”
16 Ağustos 1064’teki Selçuklu akını ise Ermenilerin kutsal şehri, Ani’ye yönelik oluyordu. Her ne kadar bu şehir 1045’te Kral Gagik’in ölümünden sonra Bizans hâkimiyetine bırakılmış olsa da, “savaşla alınamaz” olduğu düşünülen Ani’nin Selçuklu hâkimiyetine geçmesi Ermeni toplumunda büyük yıkım yaratacaktı.
Urfalı Mateos, şehirdeki “bin bir” kilisede kurtuluş için ayin düzenlendiğini kaydederken Alparslan’ı da “bir kara bulut gibi” tasvir ediyordu.
Mateos, Selçukluların şehre girmesinin ardından taş üstünde taş kalmadığını, askerlerin “ikisi iki elinde, birisi de dişlerinin arasında olmak üzere üç keskin bıçak” ile merhametsizce halkı öldürdüğünü, kentin kısa sürede kan denizine döndüğünü ifade ediyordu.
Genceli Giragos, kenti kuşatan Alparslan’ın “insanları yok eden bir hayvan” gibi şehri ele geçirdiğini kaydediyor, Müverrih Vardan ise Alparslan için “…söylendiğine göre, bir hendek içinde bin kişiyi keserek, onların kanıyla yıkandı” diyordu.
Ani sonrasındaki hedef, Malazgirt oluyordu. Fakat dönemin Ermeni tarihçileri bu savaşı öncekiler kadar geniş yer vermiyordu. Prof. Tellioğlu’nun makalesine göre Ermeni tarihçiler için Ani’nin kaybedilmesi sonrası diğer yerlerin de “düşmesi” şaşırtıcı değildi.
Prof. Tellioğlu’nun makalesine göreyse Mateos, 1070’te Sultan Alparslan’ın “taşkın bir nehir gibi” hareket ederek Malazgirt’e geldiğini, bir gün içinde ele geçirdiğini kaydediyordu. Şehirdeki büyük katliamın nedeni olarak da Tuğrul Bey’in geri çekilmesi karşısında yapılanlar olduğunu belirtiyordu.
Aristakes, Malazgirt’te Bizans ordusunun ağır bir mağlubiyete uğradığını kaydedip Tanrı’nın artık Romalıların yanında olmadığı yönünde bir tespitte bulunuyordu.[19]
* * * * *
Atina’nın tehditlerinden korkan Megara kralı, göçe karar verip, “Kuzeye, Körler Ülkesi’ne göç” etmesiyle Byzas’ın, “Orası ‘Körler Ülkesi’dir (Khalkedon-Kadıköy). Biz ise onun karşısına yerleşiyoruz,” diyerek kurduğu söylenilen “Şehirlerin Kraliçesi”nin surları (Konstantin Surları) Propontis’ten (Marmara Denizi) Altın Boynuz’a (Haliç) kadar uzanır. Daha sonra adı -Roma İmparatoru Vespesian (M.S 69-79) tarafından- Byzantion’dan Byzantium’a çevirir.
Ayşe Hür’ün ironik betimlemesiyle, “Yıllardır fethetmeye doyamadığımız İstanbul”,[20] ya da Bizans’a dair birçok söylence, resmi ideoloji için düşmancadır.
En hafifinden “Bizans entrikası”, “Kahpe Bizans” gibi terimleri hatırlayalım. Ya da “Surları onaracağıma yıkarım daha iyi” diyen belediye başkanını. Ya da, İstanbul’da ve Anadolu’nun değişik yerlerinde yıkılmaya terk edilen yüzlerce değerli Bizans yapısını…
Osmanlı döneminde, Bizans hakkında yazılmış kitap sayısı üçü geçmez. Bunlardan ilki XVII. yüzyıl yazarı Hüseyin Hezarfen tarafından yazılan ‘Tarih-i Devlet-i Rumiye’ adlı eseridir.
İkincisi XIX. yüzyıl yazarı Ahmed Mithat Efendi’nin ‘Mufassal Tarih-i Kurun-i Cedid’ adlı eserinin bir bölümüdür.
Üçüncüsü ise Tarih-i Osmani Encümeni’nin 1919’da yayımladığı ‘Osmanlı Tarihi’ kitabının üç ana bölümünden biridir. İçlerinden en negatifi Ahmet Mithad Efendi’nin eseridir. Yazara göre Bizans yozlaşmayı, kanunsuzluğu, müsrifliği ve ciddiyetsizliği temsil ederken, Osmanlılar tüm halkları karanlık çağlardan kurtaranlardır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Bizans’a karşı tutumun adını koymak daha güç. 1923’te bir Bizans tarihi yazılması, 1926-1930 arasında Darülfünun’da arkeoloji ve sanat tarihi dersleri veren Albert-Louis Gabriel’in Selçuklu-Türk sanatının yanı sıra Bizans sanatına da değinmesi, 1931’de rejimin ideoloji yapıcılarından Fuad Köprülü’nün -muhtemelen bir yıl önce Türk Tarihinin Ana Hatları’nı yazmanın rahatlığı içinde- Bizans Müesseselerinin ‘Osmanlı Müesseselerine Te’siri’ adlı kitabı yazması dışında dişe dokunur bir şey yok. Elbette kitabın adına kanıp da Köprülü’nün, böyle bir “tesir” olduğunu düşündüğünü sanmayın, aksine kitap böyle bir “tesirin olmadığını” ispatlamak için yazılmış.
1933’te Darülfünun’dan üniversiteye geçildikten sonra üniversitelerimizde Sümeroloji, Hititoloji, Sinoloji (Çin Bilimi), Hungaroloji (Macar Bilimi) gibi nice bilim dalında bölümler açılırken, bu topraklarda bin yıldan fazla hüküm sürmüş Bizans akla bile gelmez.
Bizans’ın bilimsel bir araştırma alanı, bir bilim dalı olarak eğitim dünyamıza girmesi ancak 1941 ve 1944 yıllarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin girişimleriyle seçkin bir Bizans uzmanı olan İngiliz tarihçi Steve Runciman’ın ders vermek üzere Türkiye’ye davet edilmesiyle olur.
1950 yılında İstanbul Adliye Sarayı’nın hafriyat çalışmaları sırasında Bizans eserlerinin bulunması üzerine aynen bugün olduğu gibi inşaatın durdurulmasını isteyenlerle, buluntuların “çanak çömlek olduğunu” düşünenler tartışır. Bu heyecanla, 15-21 Eylül 1955’te İstanbul’da toplanan 10. Uluslararası Bizans Tetkikleri Kongresi ise, ne yazık ki, 6-7 Eylül’de gayrımüslimlere yönelik yağmanın gölgesinde kalır.
İstanbul Üniversitesi bünyesinde, Genel Sanat Tarihi Kürsüsü’ne bağlı olarak başlatılan Bizans Sanat Tarihi Programı, 1963 yılında Bizans Sanatı Kürsüsü adı altında bağımsız bir disiplin olmuş, Cumhuriyet’in ilk ciddi Bizans kazıları 1970’li yıllarda (Thomas Mathews ve Wolfgang Müller-Wiener tarafından) gerçekleştirilmiş ama 1982 yılında kürsü sistemini ortadan kaldıran büyük yönetsel değişikliklerden sonra bu kürsü Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümlerine bağlı bir anabilim dalına dönüşmüş. Bütün çalışmaların başında, emekli olduğu 1991 yılına kadar bulunan Profesör Semavi Eyice’nin bile Bizans’tan çok Osmanlı hakkında yazması ilginç bir durum olsa gerek.
Bilim dünyasında bile durum bu iken, muhafazakâr eğilimli kamu yöneticilerinin Bizans’a sempati duymalarını beklemek abes olur herhâlde. Nitekim 1992 yılında İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen’in İstanbul’un tarihî surlarını onarma hamlesi, 1994’te Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı olmasıyla kesintiye uğramıştı.
Erdoğan’ın o günlerde mensubu olduğu Refah Partisi’nin (RP) Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk’ün “Surları savunmak, Bizans’tan yana tavır almaktır. Biz Bizans havasında bir İstanbul istemiyoruz. İstanbul 600 seneye yakın bir tarihten bu yana bir İslâm şehridir. Bu görüntüsünün zedelenmesini istemiyoruz” demesine, Erdoğan şu hamasi ve milliyetçi sözlerle destek çıkmıştı: “Surların onarımı sürdürülmeyecek. Batı Trakya’da da Türklerin mabetleri yıkılıyor. Surların onarımı için ihale yenilenmeyecek. Batı Trakya’da da Türklerin mabetleri yıkılıyor. Bu milletten yana olun ve bu milletin değerlerine sahip çıkın. Bizim medeniyet götürdüğümüz ülkeler var. Ama bu eserlerin kalıntılarından o ülkelerde bir zerre bile yok. Domuzdan yana olmayın.”[21]
Birkaç gün sonra Erdoğan sözlerini şöyle tevil etti: “Surlar İstanbul’da bir fethi simgeliyor. Ancak İstanbul’un Osmanlılardan kalma cami, köprü, çeşme gibi eseri var. Bu eserin hepsi mekruh, hepsi onarım bekliyor. Önceliği onlara veririz, sıra sonra surlara gelir. Sayın Asiltürk’le konuştum. Kendisi sadece mezbele olan surların yıkılmasını kastetmiş.”[22]
Başbakan’ın Marmaray kazılarında bulunanları ‘çanak çömlek’ diye nitelemesini hatırlayınca aradan geçen 15 yılda Başbakan’ın dilinin yumuşadığını ama muhtevada pek değişiklik olmadığını söylemek yanlış olmaz.[23]
* * * * *
Türk ve Müslüman olduğu varsayılan Osmanlı sultanlarından I. Murat’ın Bizanslı Horofira (Nilüfer)…
Yıldırım Bayezid’ın  annesinin Bulgar Marya (Gülçiçek)…
Çelebi Mehmet’in Bulgar Olga…
II. Murat’ın Vronika…
Fatih Sultan’ın Sırp Despina (Hüma)…
II. Bayezid’ın Fransız- Sırp Kornelya (Gülbahar)…
Yavuz Selim’in Pontuslu Rum (Ayşe)…
Kanuni’nin Polonya Yahudisi Helga (Hafza)…
II. Selim’in Yahudi kızı Roksalan (Hürrem)…
III. Murat’ın Yahudi Raşel (Nurbanu)…
III. Mehmet’in Venedikli Bafo (Safiye)…
I. Ahmet’in Yunan Helen (Handa)…
Genç Osman’ın Sırp Evdoksiya (Mahfiruz)…
IV. Murat’ın Sırp Anastasya (Mahpeyker)…
IV. Mehmet’in Rus Nadya (Turhan)…
II. Süleyman’ın Sırp Katrin (Dilaşüb)…
II. Ahmet’in Polonya Yahudisi Eva (Hatice)…
II. Mustafa’nın Rum Evemia (Emetullah)…
III. Ahmet’in II. Mustafa ile aynı anneden…
I. Mahmut’un Aleksandra (Saliha)…
II. Osman’ın Sırp Mari (Şehsüvar)…
III. Mustafa’nın Fransız Janet (Mihrişah)…
I. Abdülhamit’in Fransız İda (Şermi)…
III. Selim’in Ceneviz Agnes (Mihrişah)…
IV. Mustafa’nın Bulgar Sonya (Sineperver)…
II. Mahmut’un Fransız Rivery (Nakşidil)…
I. Abdülmecit’in Rus Yahudisi Suzi (Bezm-i Âlem Valide)…
Abdülaziz’in Roman Besime (Pertevniyal)…
V. Murat’ın Fransız Vilma (Şevkefza)…
II. Abdülhamit’in Ermeni Virjin (Tirimüjgan)…
Mehmet Reşat’ın Arnavut Sofi (Gülcemal)…
Mehmet Vahdettin’in annesinin Çerkes Henriet (Gülistan)…[24] olduğunu hatırlatarak “ecdat” hikâyelerine geçersek; kabul edelim ki biz Türkler pek bir şey “icat” edemeyiz ama iyi uydururuz.
Belki en palavracıları en yukarılara çıkarmamızın nedeni de budur, belki de siyaseti de bir uydurma yarışması sanıyoruz.
En iyi uydurduğumuz şeylerin arasında herhâlde “tarih” güzide bir yer tutar.
Bizim “ecdadımız” dediğimiz halifelerimiz efendilerimizin, o “attan inmeyen” padişahlarımızın hemen hemen hepsinin dedesinin Hıristiyan olduğunu hatta bir kısmının da papaz olduğunu biliyorsunuz değil mi?
Aranızdan bir kişinin, Başbakan da dâhil, Kanunî’nin dedesinin adını bilmediğine eminim.
II. Bayezid diye öyle öyle bilgiç bilgiç gülümsemeyin, o babasının babası, ya annesinin babası kimdi?
Peki, halife efendilerimizin sarayı Topkapı’nın bahçesinde neden bir kilise var?
Peki, bizim ecdadımız dediğimiz Osmanlı’dan önceki atalarımız kimler?
Osmanlı kim peki?
Osmanlı’nın Kayı Aşireti’nden çıktığını biliyorsunuz diyelim, Kayı Aşireti hakkında ne biliyorsunuz?
Çok fazla bir bilginiz olamaz çünkü tarihte de çok fazla bir bilgi yok, Kayı Aşireti’nin varlığı bile kuşkulu.
Biraz daha geriye gidelim.
Osmanlı 1299’da kuruldu, Türkler Anadolu’ya 1071’de geldi.
Alparslan’la birlikte Anadolu’ya kaç Türk geldi?
“Türkler kim” sorusunu atlayıp başka soruya geçelim.
Bugün “Türk” olduğunu söylediğimiz 70 milyon insan Alparslan’la birlikte gelen “Türklerin” özbeöz çocukları mı?
Yoksa biz o gelen Türklerle Anadolu’da o zamanlarda yaşayan Bizanslıların, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin ortak çocukları mıyız?
Nasıl oluyor da “ecdadımız” sadece Türkler ve Müslümanlar oluyor o zaman?
Ecdadımız arasında Bizanslılar yok mu?
“Kahpe Bizans” demek neden ecdadımıza hakaret sayılmıyor?
Çünkü tarihi uyduruyoruz.
Kendimize Türk ve Müslüman bir tarih yazıyoruz.
Anadolu’nun bütün halklarını, koskoca Bizans’ı yok sayıyoruz.
Sanırsın ki hayat Anadolu’da Alparslan’ın ordusuyla başladı.
Tabii tarihi böyle uydurmaya başlayınca her şeyi uyduruyoruz.
Osmanlı padişahları da başka bir uydurmanın konusu oluyor.
Bugüne kadar Kemalistler bir tarih uyduruyordu, şimdi sıra muhafazakârların tarih uydurmasına geldi.
Onlara göre Osmanlı padişahları attan inmeyen, öpüşmeyen, sevişmeyen, başını duadan kaldırmayan pirifâniler.
Halife II. Selim’in lakabı “sarhoş Selim”, IV. Murat içkiden öldü.
Siz halifelerin payitahtı İstanbul’a gelen içki miktarını hiç merak ettiniz mi?
O zamanlar yapılan “ithalatın” kayıtları var, merak ediyorsanız bir bakarsanız.
Halifelerin haremleri kadınlarla doluydu.
O haremdeki kadınlardan sadece biriyle mi beraber oldu padişahlar?
Havuz âlemleri yapmadılar mı?
Sarayda kadınlar entrikalara karışmadılar mı?
Hadi sizin güzel hatırınıza “içoğlanlar” meselesine hiç girmeyeyim.
Biz böyle her başbakana göre yeni bir tarih uyduracaksak yandık.
Her devletin “resmî tarihi” vardır, her toplumun tarihi utançlarla dolu olduğu için onların bir kısmını “değiştirir” resmî tarih.
Ama insanlığın “cahil” kalmasını sanatçılar, bağımsız tarihçiler önler, onlar gerçekleri anlatır.
Bir toplum da resmî tarihin yalanlarından arındıkça gelişir ya da geliştikçe yalanlardan kurtulur.
Tarihi bir “fetiş” hâline getirmek, “putunu kendi yapar, kendi tapar” usulü bir tarih uydurup o tarihe tapınmak, geri kalmışlığın en belirgin özelliklerindendir.
Kendi kendimizi böyle bir geriliğe, böyle zavallı bir ezikliğe mahkûm etmenin ne âlemi var anlamıyorum, iyisiyle kötüsüyle koca bir tarihin çocuklarıyız, iki büyük imparatorluğun ortak topraklarında yaşıyoruz, o imparatorlukların mirasçısıyız.
Bugün zevkle dinlediğiniz “alaturka” müziğin kaynağı Bizans’tır.
Osmanlı devlet “geleneklerinin” ve yönetim tarzının önemli bir kısmı Bizans’tan ödünç alınmıştır.
“Ecdadımızın” bütün “ecdatlar” gibi iyi yanı da vardır, kötü yanı da, böyle kendimize bir tarih uydurup, bir de o uyduruk tarihin kalıplarına sığmayanları savcılara şikâyet etmek, ecdadımızın öpüşmesinden, sevişmesinden çok daha utanç verici bir zavallılığı ortaya koyar.
Gerçeklerden korkacak bir şey yok.[25]
Ama öyle; “ecdat” hikâyelerinin estetikleştirme (nafile) çabaları gerçeklerden korkuyor…
Örneğin Prof. Dr. Ahmet Mumcu’nun, ‘Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı’[26] başlıklı yapıtından bihabermişcesine!
AKP, “yeniden kurgulanmış” bir Osmanlı’yı yeniden canlandırmak için canla başla çalışıyor. O halde, her fırsatta övülen, sokaklara köprülere adları verilen, anlı şanlı ecdadımız diyerek yere göğe sığdırılamayan, dizi filmlerle hakkında methiyeler düzülen Osmanlı Padişahlarının durumları, yaşamları ve nasıl sistem kurduklarını hatırlamakta yarar vardır.
Örneğin “Devlet Ebed Müddet” anlayışı ile kundaktaki bebekleri dahi toprağa gömdüren “siyaseten katl” olayı, Fatih kanunnamesindeki “Evladımdan her kime ki saltanat müyesser olursa, nizam-ı âlem için karındaşını öldürebilir. Ekser-i ulema dahi tecviz etmiştir. Gerektiğinde anınla amil olunur…” fermana dayandırılsa da “devletin sürekliliği gerekçesi”yle uygulanan bu vahşet Fatih ile başlamadı.
Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren padişahların bu işi yaptırdığının vesikaları bugün tezlere konu edilen hakikâtlerdir.
Kuruluş devrinden itibaren evladını ve/veya kardeşlerini öldürten padişahların kimi vukuatları şöyledir:Osman Bey (1298-1326)Amcası Dündar Bey’i öldürttü.Orhan Bey (1326-1359)Kayıtlarda bilinen kardeş cinayeti yok.I. Murad (Hüdagendivar) (1359-1389)Oğlu Savcıbey ile kardeşleri Halil ile İbrahim’i öldürttü.I. Bayezid (Yıldırım) (1389-1402)Kardeşi Yakub’u öldürdü.I. Mehmed (1402-1421)Kardeşi İsa Çelebi’yi boğdurttu.II. Murad (1421-1451)Amcası Mustafa ile kardeşi Mustafa’yı öldürttü.II. Mehmed (Fatih) (1451-1481)2 yaşındaki kardeşi Ahmed’i ve İstanbul’un fethi aşamasında kuzeni şehzade Orhan’ı öldürttü.II. Bayezid (1481-1512)Cem Sultan’ın oğlu Oğuz Han’ı öldürttü. Oğlu Selim tarafından öldürüldü.I.Selim (Yavuz) (1512-1520)Babasını, 2 kardeşini (Korkut ve Ahmet’i), 8 yeğenini öldürttü.I. Süleyman (Kanuni) (1520-1566)Rodos’un fethinde Cem Sultan’ın oğlunu ve onun oğlunu da idam ettirdi. Oğlu Mustafa’yı ve onun oğlu Mehmet’i; diğer oğlu Bayezid ve onun beş oğlunu katletmişti.II. Selim (Sarı/Sarhoş) (1566-1574)Kayıtlarda bilinen kardeş cinayeti yok.III. Murad (1574-1595)5 kardeşini öldürttü.III. Mehmed (1595-1603)19 kardeşini ve oğlu Mahmut’u öldürttü.I. Ahmed (1603-1617)Celali İsyanlarını bastırmak için Kuyucu Murad Paşa 30 bin kişiyi kılıçtan geçirerek kuyulara gömdü.I. Mustafa (1617-1618) (1622-1623)İki ayrı dönemde 2 yıl saltanat sürdü. Akıl hastası olduğundan tahttan erken indirildi.II. Osman (Genç) (1618-1622)12 yaşında tahta çıktı, kardeşini öldürttü.16 yaşında iken tahttan indirildi, yeniçerilerin tecavüzüne uğradıktan sonra öldürüldü.IV. Murad (1622-1639)11 yaşında tahta çıkarken 3 kardeşi Beyazıd, Süleyman ve Kasım’ı öldürttü. Askeri darbeyle tahttan indirildi, öldürüldü.IV. Mehmed (Avcı) (1648-1687)Tahta çıktığında 5 yaşındaydı. Kösem Sultan’ı öldürttü.II. Süleyman (1687-1691)Padişah olduğu 46 yaşına kadar kapalı tutuldu.II. Ahmed (1691-1695)48 yaşına kadar kapalı tutuldu 4 yıllık iktidarda kaldı.II. Mustafa (1695-1703)Darbeyle tahttan indirildi.III. Ahmed (1703-1730)Patrona Halil İsyanıyla tahttan indirildi.I. Mahmud (1730-1754)İsyancılar tarafından tahta çıkarıldı, o da isyancıların her dediğini yaptı.III. Osman (1754-1757)3 yıl iktidarda kaldı. III. Osman, amcazadesi Şehzade Mehmet’i katletti.III. Mustafa (1757-1774)Ülkeyi yıldız falına bakarak yönetirdi.I. Abdülhamid (1774-1789)Kayıtlarda bilinen kardeş cinayeti yok.III. Selim (1789-1807)Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahttan indirildi. IV. Mustafa tarafından öldürüldü.IV. Mustafa (1807-1808)1 yıl hükümdarlık yaptı. Alemdar Mustafa Paşa darbesiyle tahttan indirildi.II. Mahmud (1808-1839)Ağabeyi IV. Mustafa’yı öldürttü.Abdülmecit (1839-1861)Osmanlı Devleti’nin 31’inci padişahı, İslâmiyet’in 110’uncu halifesi Padişah 1. Abdülmecid, küçük kızlara çok düşkündü. En hoşlandığı şey, on yaşını doldurmamış bakire kızların bakireliğini bozmaktı. Padişahlık yaptığı 22 yılda, on yaşını doldurmamış 330 kız çocuğuyla cinsel ilişkiye girerek bakireliğini bozdu. Anne ve babaların rıza gösterip teslim ettiği kız çocuklarından ikisi, Padişah Abdülmecid tarafından tecavüz edilirken cinsel organları yırtılıp kan kaybından ölünce, Padişahımız vicdana geldi ve 16 yaşından küçük çocukların bekaretini bozmamaya karar verdi. Abdülmecid’in 25 karısı, bunlardan 43 çocuğu oldu. Kızlığını bozduğu 16 yaş üstündeki sayısı bilinmeyen kız çocuklarından 67 çocuğu oldu. Padişah Abdülmecid’in 16 yaş üstü kaç bakire kıza tecavüz edip kızlığını bozduğu bilinmiyor. Çünkü bu işleri yüce padişahımız gizli yapmaya başlayarak kaydının tutulmasını yasakladı.[27]Abdülaziz (1861-1876)Vukela Heyeti tarafından tahttan indirildi.V Murad (1876-1876)Tahtta sadece 3 ay kaldı.II. Abdülhamit (1876-1909)“Duyun-u Umumiye”yi kurdu. Tahttan indirildiMehmed Reşad (1909-1918)Kayıtlarda bilinen kardeş cinayeti yok.Vahdettin (1918-1922)Osmanlı’nın tahttan indirilen 14. ve son padişahıdır
Toparlarsak: Taht kavgası nedeniyle kardeşini, onların çocuklarını, eniştesini, akrabalarını topluca öldürten ecdat! (Örnek: 3. Mehmet, aralarında kundaklık çocukların da olduğu 19 kardeşini öldürtmüştür.)
Üstelik “asil” kanın akıtılmasının günah sayılması nedeniyle bu öldürüm için kement ya da ok kirişi kullanan ecdat! (Örnek: Yavuz Sultan Selim, ağabeyi Ahmet’i yay kirişi ile boğdurtmuştur.)
Akrabasının başını kestiren ecdat! (Örnek: Yıldırım Bayezit, eniştesi olan Karamanoğlu Alaaddin Bey’in kesik başını mızrağa taktırarak kent içinde dolaştırmıştır.)
Boğdurdukları akrabalarının gömütlerinin bile bilinmediği ecdat! (Örnek: Kanuni’nin boğdurduğu oğlu Şehzade Bayezit ve onun çocukları Sivas’ta gömülmüşlerdir, ancak gömütleri belli değildir.)
Paşalarını, oğlunun sünnet düğününe eğlencelik yapan ecdat! (Örnek: 3. Murat, oğlu Şehzade Mehmet’in 56 gün süren sünnet düğününde Rumeli Beylerbeyi İbrahim Paşa’yı “düğüncübaşı”, Anadolu Beylerbeyi Cafer Paşa’yı da “şerbetçibaşı” yapmıştı.)
Anadolu insanını, Türkleri yok sayan ecdat! Halk ozanlarının deyişiyle “Ekende yok biçende yok / Yiyende ortak Osmanlı” ecdat!
“Ki beyler başladı zulme/ Ve rağbet kalmadı ilme” diye tanımlanan ecdat![28]
Şimdi Martín Luther King’in, “Nerede durduğunuz fark etmez, ne kadar popüler olduğunuz fark etmez, ne kadar eğitimli olduğunuz fark etmez, ne kadar paranız olduğu fark etmez, onlara sahipsiniz çünkü bu evrende bazıları onları edinmeniz için size yardım etti. Ve bunu gördüğünüzde, kibirli olamazsınız, mağrur olamazsınız. Bulunduğunuz yeri tarihsel olaylar nedeniyle ve arka planda bulunan bireylerin sizin orada duruyor oluşunuzu mümkün kılmaları nedeniyle elde ettiğinizi keşfedin,” vurgusu eşliğinde soralım: Tarihimizde hiç leke yok mu gerçekten?
“Bizim insanımız katiyen böyle bir şey yapmaz” diyebilir miyiz gerçekten? 6-7 Eylül olaylarında insanları linç edip evlerini ve dükkânlarını yağmalayanlar, Kahramanmaraş katliamında evleri basıp çoluk çocuk demeden düşman bellediklerini öldürenler, Sivas’ta insanları otele kıstırıp diri diri yakanlar uzaydan mı gelmişti? Son otuz yılda Güney-Doğu’da öldürülen Kürt/Türk binlerce sivili de mi uzaylılar katletti?
Hangi dinden ya da milletten olursa olsun, cani, cani değil midir?
Zaten insanlık tarihi, her dil, din, ırk ya da milletten insanın diğerlerine karşı işlediği korkunç suçlarla, katliamlarla dolu değil midir? Bir tek “biz” mi sütten çıkmış ak kaşığız? Ecdadımız yüz yıllar boyu onca ülkeyi sevgi sözcükleri ve çiçek dağıtarak mı fethetti? Tarihimize bir de kılıçtan geçirilen o “öteki”lerin gözünden hiç mi bakamayacağız?
Hem, “bizim devletimizi yönetenler tarih boyu hiç suç işlemediler” desek, buna önce kendimiz inanabilecek miyiz?
Unutmamalı: “Günümüzde sessiz kalmak zor, sessiz kalamamak da insana huzur ve sakinlik veren o iç sözü duymamızı engelliyor. Toplum bize durup kendimizi dinlememizden ziyade bütünün parçası olabilmemiz için gürültüyü kabullenmemizi telkin ediyor…”[29]
“Hayır denilmesi gereken de budur!
* * * * *
Delisi, akıllısı ve kardeş katiliyle “gelenek”, “ecdat”, “tarihsel miras” ve Osmanlı vurgusu yapılırken hangi ecdat ve hangi miras sorularını yeniden yanıtlamak farzdır.
Bir kez kesin ki, Osmanlı, milliliğin semtine bile uğramadı! Millet çağı öncesine aittir ve üstelik sorun Türklükse, kurucu Osman’ın Şeyh Edibali’nin kızı olan eşi bir yana, tek bir “milli” Sultan Ana yoktur! Habsbourg ya da Orleans gibi bir hanedandır sadece Osmanlı, geniş topraklar üzerinde astığı astık kestiği kestik bir Saltanat kurmuştur. Öyle ki, anneleri Moldavyalı, Yunan, Romen… olan Sultanlar, sadece kendi iki dudakları arasından çıkanlar kanun olsun diye işe kardeş katilliğiyle başlayıp önlerine çıkanların kellelerini alarak devam etmişlerdir. Yasama, yürütme ve yargı “uyum içinde” uhdelerine olmuştur!
Kim öyleyse ecdat? Musa ve Mehmet Çelebiler mi, Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin mi? Biz, Bedreddin’in soyundanız, onun ve mücadelesinin mirasçısıyız.
On binlerce Türkmen’e kıyan Yavuz Selim mi, oğullarını gözünü kırpmadan boğduran Kanuni Süleyman mı, ağır vergilerle inletilmiş topraksız köylünün başına geçip ayaklanan Yozgatlı Şeyh Celal ya da onun ardından yürüyen Kalender mi? Biz Celal’in, Kalender’in mirasçısıyız. Sultan Süleyman’la oğlu sarhoş II. Selim mi, Pir Sultan Abdal mı? Tabii ki Pir Sultan!
Celalilerin kuşkusuz, eleştirilecek yanları var… Ancak biz kardeş katili zorba Sultanların değil, onlara karşı mücadele yürütenlerin mirasçısıyız.[30]
17 Temmuz 2023, 12:52:45, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Kaldıraç Dergisi, No:265, Ağustos 2023…
[1] Karl Marx.
[2] “Bilimsel doğrunun kendisi de tarihseldir. Demek ki asıl mesele, neyin evrensel olduğu değil, neyin nasıl evrildiği ve evrilmenin mutlaka ilerleme demek olup olmadığıdır.” (Kolektif, Sosyal Bilimleri Açın-Gulbenkian Komisyonu, çev: Şirin Tekeli, Metis Yay., 2002, s.58.)
“Hayatı dev bir sorun, bir denklem, daha doğrusu kısmen birbirlerine bağlı, kısmen de bağımsız bir denklemler yumağı olarak düşünün… Bu denklemlerin çok karmaşık, sürprizlerle dolu olduklarını ve çoğu zaman ‘köklerini’ keşfedemediğimizi unutmayın.” (Kolektif, Sosyal Bilimleri Açın-Gulbenkian Komisyonu, çev: Şirin Tekeli, Metis Yay., 2002, s.11.)
[3] aktaran: Alev Coşkun, “Modernleşme Hikâyemiz-1”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2020, s.8.
[4] Meltem Akyol, “Mustafa Alp: Vallahi Bildiğiniz Gibi Değil”, Evrensel Hayat, 4 Aralık 2016, s.12-13.
[5] Selin Ongun, “Prof. İlber Ortaylı: Herkes Tarihi Değiştiriyor, Herkes Sultan Süleyman!”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2015, s.10.
[6] Hasan Ateş, “Osmanlı Tarih Yazımında İktidar ve Tarihçi İlişkisi”, Evrensel, 2 Aralık 2018, s.9.
[7] Nazım Alpman, “1922 İzmir Yangını”, Birgün, 8 Eylül 2022, s.7.
[8] Abbas Güçlü, “Sarıkamış Destan mı Yoksa Hezimet mi?”, Milliyet, 1 Nisan 2016, s.21.
[9] “Artık Padişahlar da Koruma Altında”, Yeni Yaşam, 2 Temmuz 2020, s.6;.
[10] “Emine Erdoğan: Harem Okuldur”, Milliyet, 10 Mart 2016, s.18.
[11] “Bir Reklam, Birçok Hata”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.15.
[12] Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yay., 2013.
[13] Ayşe Hür, “… ‘Barbar Türk’, ‘İdraksiz Türk’, ‘Müslüman Türk’…”, Radikal, 27 Aralık 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/barbar-turk-idraksiz-turk-musluman-turk-1495713/
[14] Özdemir İnce, “Aşkı Eflatuni”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2020, s.3.
[15] Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği (Kültür Tarihinin Kaynakları) Kültür Bakanlığı Yay., 1993.
[16] “İster güler yüzle ister kaba saba gerçekleşsin, kültürel istila her zaman istilaya uğrayan kültürün özgünlüklerini kaybeden veya kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan insanlarına karşı bir şiddet edimidir.” (Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.129.)
[17] Ordinaryüs Profesör Sosyolog Hilmi Ziya Ülken, Anadolu Kültürü ve Türk Kimliği Üzerine, Ülken Yay., s.415.
[18] Yalçın Bayer, “Türk Ordusu Nedir Bil”, Hürriyet, 22 Şubat 2015, s.18.
[19] Serdar Korucu, “Ermeni Tarihçilerin Gözünden Malazgirt”, 25 Ağustos 2017… https://m.bianet.org/bianet/tarih/189382-ermeni-tarihcilerin-gozunden-malazgirt
[20] Ayşe Hür, “561 Yıldır Fethetmeye Doyamadığımız İstanbul”, Radikal, 1 Haziran 2014, s.18-19.
[21] Milliyet, 27 Aralık 1994.
[22] Milliyet, 31 Aralık 1994.
[23] Ayşe Hür, “Bizantion, Konstantinopolis, İstanbul”, Taraf, 22 Mayıs 2011, s.12.
[24] Özgen Acar… “Aile İçi Evlilik! (2)”… Cumhuriyet… 4 Temmuz 2017… s.14.
[25] Ahmet Altan, “Ecdadımız Palavraları”, 28 Kasım 2012… https://www.ensonhaber.com/gundem/ahmet-altan-ecdadimiz-palavralari-2012-11-28
[26] Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı, Ankara Üniversitesi Yay., 1972.
[27] Süleyman Kani İrtem, Osmanlı Sarayı ve Haremin İç Yüzü- Muzıka-i Hümayun ve Saray Tiyatrosu, Temel Yay., 1999.
[28] Işık Kansu, “Övündükleri Ecdat!”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2022, s.12.
[29] Alain Corbin, Sessizliğin Tarihi, çev: Işık Gören, Kolektif Kitap, 2021
[30] Mustafa Yalçıner, “Hangi Tarihsel Miras? Hangi Ecdat?”, Gündem, 30 Ocak 2016, s.14.
http://ozguruniversite.org/2023/08/23/ecdat-hikayeleri/
0 notes
olumsuzsozler · 10 months
Text
Tumblr media
Araplar için harcadığımız altınları Anadolu'ya harcasaydık
çok müreffeh (mutlu ve huzurlu) bir ülke olurduk.
Falih Rıfkı Atay
0 notes
turkudostu61 · 1 year
Text
Tumblr media
Atatürk ayıktı, ayık… Milyonlar içinde en ayık Türk o idi. Tarihe Düşülen Yazılar, Falih Rıfkı Atay
0 notes
doriangray1789 · 2 years
Text
"Yobazlık ve gericiliğin ve partizanlığın sağladığı sayıya dayanarak ayakta kalacaklarını sanan iktidarlar her zaman aldanmaktalardır, her vakit aldanacaklardır. Türkiye'de demokrasinin garantisi Atatürkçülüktür: Vahdetçilik değildir."
(Falih Rıfkı Atay-Atatürk Ne İdi)
2 notes · View notes