Tumgik
#En Yakın Nalbur
bilgivitrini · 1 month
Text
10 Binden Fazla Ürün Çeşidiyle En Yakın Nalbur!
Nalbur, ev inşaatı ve tamirat süreçlerinde ihtiyaç duyulan her türlü malzemenin bulunduğu, müşterilerine kaliteli ürünler ve uzman destek sunan bir işletmedir. Uzun yıllara dayanan deneyimiyle sektörde öncü konumda olan Nalbur, müşteri memnuniyetini en üst düzeyde tutarak, her projeye uygun çözümler sunmayı amaçlamaktadır. Ürün Yelpazesi: En Yakın Nalbur, geniş ürün yelpazesiyle müşterilerine tek…
Tumblr media
View On WordPress
1 note · View note
Photo
Tumblr media
Codak Ticaret samsun vezirköprü en yakın nalbur,samsun vezirköprü en yakın nalburiye,samsun vezirköprü yapı malzemeleri satışı,samsun vezirköprü inşaat malzeleri,samsun vezirköprü boya malzemeleri,samsun vezirköprü boya aksesuar,samsun vezirköprü alçı satan yerler,samsun vezirköprü bahçe teli,samsun vezirköprü hortum satan yerler,samsun vezirköprü kablo satan yerler,samsun vezirköprü zincir satan yerler,samsun vezirköprü halat satan yerler,samsun en yakın nalbur,samsun en yakın nalburiye,samsun yapı malzemeleri satışı,samsun inşaat malzeleri samsun boya malzemeleri,samsun boya aksesuar,samsun alçı satan yerler,samsun bahçe teli,samsun hortum satan yerler,samsun kablo satan yerler,samsun zincir satan yerler,samsun halat satan yerler Codak Ticaret
0 notes
Text
Bir Mucize...
Daha dün gibi hatırlıyorum. Evet evet dündü hatırlıyorum. Kapıyı çarpıp çıktım. Kendimi bilmez bir halde İstanbul sokaklarını arşınladım.
Sabahın köründe Esmer’i uyandırdım. Kahvaltı yapacağız dedim. Seni bilmiyordu, öylesine dertliyim sandı. Ben kahvaltı tabağı söyledim, o da börekle portakal suyu. Normal zamanlarda senin tabağındaki peynirleri bile yiyen ben tabağıma dokunmadım. Bir şey yememiştim ama bir haftalık tokluk hissediyordum.
Sonra yürüyerek Beşiktaş’a indim. Nişantaşın’dan Beşiktaş kaç adım biliyor musun? Ben biliyorum. Seni düşünmemek için içimden saydım her adımı. Tam tamına 3.912 adım. Sonra Üsküdar vapuruna bindim. Ne kadar zaman olmuş vapura binmeyeli…Deniz’in hırçın dalgaları vapurun dışını yalıyordu. Tek hırçın ben değilmişim bak.
İnsanlar mı hüzünlü ben mi melankoliyim bilemedim. Kapıyı çekip gideli daha bir kaç saat olmuştu ama özlem saç diplerimden çekiştirmeye başlamıştı. İki göz damlası yere düşene kadar karşıya geçmiştik. Kaptan’a çıkıştım, neden sormadan karşıya geçiyorsun diye. Bir de utanmadan Üsküdar’a demir attı. Hem kel hem fodul. O zaman hüznümde batacak vapuru ilk ben terk etmek istiyorum dedim.
Hep kliplerde olur sanırdım, bir taksiye kendini atıp cama kafayı dayayıp ağlayan insanları. Allah’ım akan bu göz yaşları benim mi? Az sonra anonslar başladı zaten, bir özlemin göz yaşında boğulmak istemeyenler şehri terk etsin diye. Terk edin yoksa öleceksiniz dedim. Oralı olmadılar, herkes canına susamış biliyor musun?
Evim evim beter evim. Üzerime gelen duvarlarını bu zamana kadar nasıl fark etmemişim. Gözümdeki perde o kapının vuruşuyla kalktı. Biliyor musun, evime bile tahammülüm kalmamış. Yanıma bana aldığın kitabı alıp Kuzguncuk’a gittim. Seninle her zaman oturduğumuz kafeye kuruldum. Ben böyle hızlı okumazdım. İnsan anlamadan okuyunca hızlı okuyabiliyormuş. Şimdi otursan karşıma, ne anlatıyor bu kitap desen. Yeminle her sayfasında senden bahsediyor, her kelimesi senden…Bazı sayfalarda yazanlara içlendim, öyle ağladım ki matbaa yazıları silindi…Artık her şeyi kalitesiz yapıyorlar.
Fergan geldi, deli olma dedi ama çoktan olmuştum. Delilikten dönüş var mı, sen bilirsin.
Arabayı seninle yeni keşfettiğimiz otoparka koyduk, Dürümcü Emmi’nin önünden geçtik. Yine tıklım tıklım doluydu. Bağırmak istedim çorba içmeyin, mideniz yanar. Bizim yandı ondan biliyordum ama sustum…
Ağır ağır çıktık Boğa’ya. Yine ayağımın altı kaydı ama koluna girebileceğim kimsem yoktu bu sefer. Düşmedim, toparladım. Keşke düşseydim. O kapının çarpması gibi çarpsaydım yere. İyi değilsin dediler. Değilim, şimdi mi fark ettiniz! Tüm İstanbul öğrendi iyi olmadığımı.
Bir yere oturduk, rakı Ala olsun dediler, gözlerim doldu. Hatırlar mısın Efkan Ala’ya bakarak Ala dolu bardaklarımızı Trilye’de tokuşturduğumuzu. Dalıp gitmişim, o sıra Galatasaray ikinci golü atmış. Elim havada kaldı.
Fergan habire bir şeyler anlatıyordu bana. Bense Zeki Müren’i en ön sıradan izliliyordum kafamın içinde. Veda busesini söylüyordu. Halbuki bir veda busesi bile vermedik birbirimize.
Sarhoş olmadım. Keşke olsaydım, dayansaydım kapına. Çık dışarı seviyorum deseydim. Bir de ben verseydim İstanbul’u ate��e. 3. sayfa haberi olsaydım: efkarıyla Çeliktepe’yi tutuşturan DZ kül oldu. Zavallıyı kimse kurtaramadı başlığı atılsaydı. O sevmediğin bakkal, köşedeki nalbur da yansaydı. Bir tek sen ve terzi amca kurtulsaydı. Tüm Çeliktepe dümdüz olsaydı, sen de işten geldiğinde arabanı rahat rahat park etseydin bu olaydan sonra.
Kalktık, mekan sahibi yine bekleriz dedi. Bekleme, gelmem dedim. Bu akşam öleceğim, asıl ben beklerim cenazeme dedim. Nerden bilsin zavallı kapının ne kadar sert çarptığını…
Eve geldim yeniden. Sana ayıp olmasın diye senden bahseden diğer sayfaları da okudum. Bitirdim o gece kitabı. Bir ala uyudum.
Sabah kapının çarpmasına kalktım. Erken kalkacaktım sözde, saate baktım seni 5 geçiyor. Hani geçen söylemiştim ya; bir sabah peynir çay simit yapalım diye. Kalktım Çengelköy’e indim. Vallahi sensiz börek yemedim. Sadece simit aldım, çayla birlikte yemek için. Tüm iştahlı insanlar Çınaraltına mı toplanmış! İştahım kaçtı. Meğer ben senin ekmeği yumurtaya hunharca batırmandan doyuyormuşum, aç kalktım. Üstelik çayıda bıraktım dumanı tüterken. Mideni ağrıtmasının öcünü aldım.
Sessiz bir kafe buldum, sakin, kimseler yok. Açtım kitabı, yine senden bahsediyor. Tüm yazarlar mı seni yazmış? Ben de bir tek ben tanıyorum sanıyordum.
Tam o sırada bir şarkı döküldü hoparlörden. Bir mucize tanrım bize, hayat biraz gülsün diye, günah değil ayıp ne de…O sırada kapıdan girseydin, ben buna mucize derdim. Sahi sana hiç sormaya fırsatım olmadı, mucizelere inanır mısın?
Kadın mucize diye seslendikçe kayıttan, göz yaşlarım taştı. Anlamına baktım: aciz bırakan şeymiş. Aciz kaldığımdan Çengelköy’ü sel aldı. Evet, sağanağın sebebi benim ama suç insanlarda, neden şemsiyesiz çıktılar ki dışarı?
Fergan geldi yine. Sanırım benim niyetimi anladı. Duramadım yerimde. Sende kalan 2 çift botumu bahane ederek attım kendimi Beşiktaş vapuruna. Dedim ki; kaptan vapuru yağlı kazıklarla kaydırarak Çeliktepe’yi feth etmeye gidelim. Kaptan oralı olmadı. İndim. Henüz ışınlanmayı bulamadıklarına yine hayıflandım. Beni sahilden senin eve mancınıkla atsalardı keşke.
En hızlısı taksiye bindim. Başka zaman olsa sen kızarsın diye dolmuşa binerdim ama hayat memat meselesiydi bu seferki. İndim sana doğru yürümeye başladım. Bundan sonra evim metroya yakın diye övünme! Hiç de yakın değil. Dün yürüdüm biliyorum. Bitmeyen yol yapmış Kağıthane Belediyesi.
Dün çarptığım kapıyı çaldım. Gerisini biliyorsun işte. Bilmediğin bir şey var, bakışlarından buz kesmeden önce özür dileyecektim. Tüm sözler yere düşüp kırıldı. Ayağına batacak sözlerden ben sorumlu değilim, terlik giy.
Sabah işe gittim, sanki her şey yolundaymış gibi gidip bir amerikano aldım. Sonra her bulduğum fırsatta ağladım. Bizim sarı, yapma dedi. Ben yaptım. Geçer dedi, geçer mi cidden?
Eve geldim, bir şarap buldum civardan. Yanına kabak çekirdeği aldım, sen seversin. Hepsiyle tek tek konuşuyorum şimdi. Kötü gün kuruyemişiymiş vallahi, kabuklarını açıp beni dinliyorlar.
Ne mi yapıyorum, bir mucize bekliyorum…Eğer geleceksen ilk geldiğin gibi Ülker’in 80 gr bitter çikolatasını al gel. Söz bir daha kapıları çarpmayacağım.
0 notes
keremulusoy · 7 years
Text
Köyler giderek kentin içinde eriyor. Hızla büyüyen İstanbul sınırlarına dâhil pek az köy, çok az ekim yapılacak arazi kaldı artık. Nefes üreten bu son toprakların bekçileri de giderek azalıyor . Rıfkı Şen, o muhafızlardan birisi. Atadan kalma mesleğini sürdürürken, kent işgalinin kaçınılmaz olduğunu söyleyip, değişmeyenin yaşayamayacağı bir dünya anlatıyor.
Her ağızdan, “Bırakacağım bu şehri artık!” isyanları yükseliyor. Duyuyorum. Tüm arzusuyla terk etmek istediği İstanbul’un nimetlerine bağımlı hale gelmiş insanların bu tereddütlü sesi her yanda işitiliyor. Bu işlevsiz başkaldırıya çözüm olarak aklıma, şehrin dışında, fakat şehre yakın bir mesken inşa edip hafta sonlarımı, tabiatla, toprakla geçirmek geliyor. Tam bu fikirler aklımı kurcalarken Havalimanı-Yenikapı metrosunda olduğumu fark ediyorum. İstanbul’a yakın bir yerde çiftçilik yapmak nasıl bir şeydir merakıyla, Arnavutköy’e kadar iki buçuk saat yol çekiyorum. Yassıören’de indiğimde, birbirlerini karşılık selamlayan bir bakkal ve kahvehaneyle, kimisi gölgeye sığınmış, kimisi ışığın huzuruna ermiş uykulu köpeklerle ve nedendir bilmem; baktığımda bana yalnızlığı hatırlatan, köyün kenarından teğet geçmiş bir asfalt yolla karşılaşıyorum.
“Ne öğreteceksin bana ?”
Rıfkı Şen karşılıyor beni. Otuz sekiz yaşında ve doğduğundan beri çiftçilik yapıyor. “Atadan dededen kalma çiftçiliği devam ettiriyorum,” diye anlatıyor kendini. “Kendimi bildim bileli de Yassıören’deyim. Biz dört biraderiz. Hep beraber işliyoruz tarlaları. Traktörler, tarlalar ortak.” İş bölümü nasıl diye soruyorum hemen. “Hangimiz boşta ise o an sıradaki işi o yapıyor. Bizde sadece çiftçilik yok. Market de var. O ilk geldiğinde köyün girişindeki bakkal bizim. Kardeşim işletiyor.” Hemen sonra çiftçiliği öğrenmek istediğimi söylüyorum. “Ne öğreteceksin bana?” diye soruyorum. Bir süre düşünüyor. Önce “Yapabilecek misin?” diye sorup beni baştan aşağı süzüyor. Eh yılmam kararlıyım, öğreneceğim. “Şu sıra tarlada yapılacak senlik bir şey yok ama gidelim traktörlerin oraya. Buluruz sana göre bir şeyler.” diyor. Günün nasıl geçiyor Rıfkı Abi? diye soruyorum çünkü merak etmişimdir hep, tüm vaktini doğaya göre ayarlayan, şehir koşuşturmacasında yaptığımız gibi saate ihtiyaç duymayan şanslı insanların nasıl vakitlerini işlediğini. “Valla nasıl anlatayım. Benim işim çok. (Gülerek) Sabah yedi gibi kalkıyorum. Kahvaltıdan sonra işlerime bakıyorum, bugün öncelikli işim hangisi diye. Yeri geliyor gübre atıyorsun, tarlada taş varsa taşları topluyorsun, toprağı hazırlıyorsun, öğleden sonra ilaç atıyorsun. Kepçem olduğu için bazen kepçe işine de gidiyorum; örneğin çiçek malzemeleri gelince onları indirip kaldırmaya gidiyorum. Topraklar gelince toprakları indiriyorum. 2 traktör bir kepçem var. Balya bağlıyorum, balya çekiyorum traktörle. Akşam 12 olduğunda da yatıyorum. Günüm baya yoğun geçiyor yani.”
Rıfkı Şen değişen İstanbul çevresinde geriye kalan son çiftçiler arasında.
Yassıören Köyü’nden bir görüntü.
Köy kahvesinde, atlı bir sohbet eşliğinde..
‘Tarla sürmek , su içmek gibi’
Bu sıra tarlayı ilaçlama yapmaya karar veriyoruz. Atlıyoruz traktöre. Tarım Kredi Kooperatifine gidip, ilaç ve gübre alıyoruz. Tarlaya yollandığımızda, traktörün durmadan titreyen metal gölgeliğine kafamı çarpmamak için uğraşırken, gün içinde yaptığını söylediği şeylerin ne olduğunu soruyorum. “En baştan başlayalım öyleyse,” Rıfkı Abi derin bir nefes alıyor. “Yemek yemeden önce bir bardak su içersin, ağzının pasını alsın diye. Tarlayı sürmek de bunun gibidir. Sabah kalkarsın, tarlayı sürdükten sonra belirli bir zaman beklersin. Toprağı havalandırırsın. Tarla kum gibi olana kadar inceltmen gerekir; bir sürü işlemden geçiriyorsun. Ekim zamanı geldiğinde, makinalara zarar vermesin diye taşları topluyorsun. Ondan sonra ekime geçiyorsun. Makineye mibzeri takarak tohumları ekiyorsun. Bu işi saçarak yapan arkadaşlarımız da var. Şimdi o pek kalmadı ama bu işi yapan bazı arkadaşlarımız var. Mesela bizim mibzerlerimiz çifttir; hem gübre atar hem tohum atar. Hem buğdayımızı hem toprak altı gübremizi atarız toprağımıza.”
Bırakacağız Çiftçiliği!
Güneş parlak ve traktörle buğday ekinlerinin üzerinde ilerleyip, arkamızda gökkuşağından damlalar bırakıyoruz. Yayvan tepelerin üzerinde parlayan, bu Dante’nin Cennet’inden kopma manzarayı seyrederken İstanbul’un büyüdüğü gerçeği aklıma geliyor. “Çiftçilik üç dört sene sonra imarlar açılırsa kalkacak. Biz de ona göre önlemimizi alıyoruz,” diye anlatıyor Rıfkı Abi. “Mecburen bırakacağız çiftçiliği. Neden? Herkesin arazisi var. Gelecek, bölecek, edecek. Bu sefer motorlarımız bir işe yaramayacak. Sen satmıyorsun toprağı. Amcan satıyor, dayın satıyor. Buralar imara açılırsa, evimizi yurdumuzu bırakmamak için mecburen nalbur işine yöneldik. Bu bir mecburiyet. İnsanlar çoğalmaya devam ediyor. İstanbul’un yanında olduğumuz için böyle bir farkımız var. Bizim yerlerimizin çoğu hisselidir. Hisseli olduğu için, akrabalar satıyor. Maddi durumun iyiyse alıyorsun, değilse alamıyorsun. ”
Toprak ve çiftçilik zevk işidir!
İlaçladığımız tarla dikleşmeye başlayan alçak bir tepenin yamacına yaslanmış. İlerlerken traktör aniden yan yatmaya başladı. Rıfkı Abi, rahat olmamı, traktörün devrilmeyeceğini söyleyerek beni rahatlattı. “Çiftçilik toprak, zevk işidir. Toprağın anlamı ona bağlı kalmakta. Aynı işleri tekrar tekrar yapmakta. Mesela, bir sefer gübre atmıyorsun. Üç defa bu işlemi uyguluyorsun. Üresi, ilaçlaması, nitratı (Amanyum nitrat) var. İlaçladıktan sonra buğday kurusun diye bekliyoruz. 2 buçuk 3 ay sonra da biçer-döverle tarlaya dalıyoruz. Buğdayın tanesini alıyoruz, sapını ayrı topluyoruz. Bu sefer tekrar sürüyoruz, çiçek ekimine hazırlıyoruz. Bir sene sonraya… Toprağın dinlenmesi lazım; bir yıl buğday bir yıl çiçek ekiyoruz. Her sene aynı şeyi ekersen verim alamazsın.”
NOTLAR:
*“İnip traktörün arkasındaki bir depoyu; su, ilaç ve yapay gübreyle dolduruyoruz. “İlacı buğdayın içinde çıkan yabancı otları öldürsün diye kullanıyoruz. Otlar çıkınca buğdayı sıkıyor, verim azalıyor.” Gübre neden doğal değil, diye soruyorum. “Yok ki öyle kullanılabilecek bir gübre,” diyerek gülüyor. “Hayvanlar az. Onlardan elde edilen gübre hangi tarlaya yetecek? Şuan öyle bir hayvan potansiyeli yok.’’
“Yassıören’de indiğimde, birbirlerini karşılık selamlayan bir bakkal ve kahvehaneyle, kimisi gölgeye sığınmış, kimisi ışığın huzuruna ermiş uykulu köpekler, tavuklar karşılıyor beni..”
*İstanbul’da yaklaşık 150 köy bulunmaktadır. Bu köylerin çoğu ise Arnavutköy, Çatalca, Beykoz, Çekmeköy ve Sarıyer’dedir.
İstanbul’un bilinci, çiftçisinde
İşimiz bittikten sonra köy kahvesinde çay ısmarlıyor Rıfkı Abi. İstanbul’da çiftçi olmanın farkının, her şeyin el altında bulunmasından doğduğunu söylüyor fakat bence bundan fazlası var. Şehrin derinliklerinden esen AVM kokusundan olsa gerek, çiftçi abilerimin ağızlarından kapitalist düzen eleştirileri geliyor. Hem de bu eleştiri, üniversite koridorlarında, bir oyuncak, bir fenomen, bir moda olan isyana hiç benzemiyor. Tam tersine, onların sözcükleri ve kelimeleri, bu kritiği bir hakikat haline getiriyor; ete kemiğe büründürüyor. İstanbul çiftçilerini ayıran farkı, kentleşmenin hızlanmasını omuzlarında sürekli hissettikleri, bu manzarada keşfediyorum.
Yazı: Faruk Kanber
Fotoğraf: Yağız Karahan
Marmara Life Sayı 102
İstanbul’un Toprak Bekçileri Köyler giderek kentin içinde eriyor. Hızla büyüyen İstanbul sınırlarına dâhil pek az köy, çok az ekim yapılacak arazi kaldı artık.
0 notes