Tumgik
#Büyük Britanya
getinfobl · 9 months
Text
Avrupa Rüyası - Platin
Tumblr media
Avrupa'yı keşfetmeye yönelik popüler tur türlerinden biri, gezginlerin tek seyahatte birden fazla ülkeyi ziyaret etmesine olanak tanıyan uluslararası turdur. Bu turlar genellikle uygun fiyatları, gece hayatı ve tarihi mekanlarıyla bilinen Ukrayna gibi ülkelere vizesiz fırsatlar sunuyor. Avrupa rüyası, Avrupa çapında çeşitli ülkelere uygun fiyatlı uluslararası tur paketleri sunan şirkettir. Bu turlar gezginlerin farklı kültürleri, mutfakları ve dilleri tek bir seyahatte deneyimlemeleri için harika bir fırsat sunuyor. Avrupa'yı keşfetmeye yönelik bir diğer tur türü ise belirli bölgelere odaklanan Avrupa turudur. Firmamız, İtalya, Orta Avrupa ve Fransa'ya turlar düzenleyerek gezginlere bu bölgelerin benzersiz mimarisini, mutfağını ve manzaralarını keşfetme fırsatı sunuyor. Otobüsle Avrupa turu formatı, yurt dışı gezileri arasında en eğlenceli tur formatlarından biri olup, gezginlerin yeni insanlarla tanışmasına ve Avrupa'nın farklı yerlerini birlikte keşfetmesine olanak sağlamaktadır. Bu turlar, belirli bölgelerin daha derinlemesine keşfedilmesini sağlayarak gezginlerin kendilerini yerel kültüre tamamen kaptırmalarına olanak tanır. Özellikle İngiltere'nin tarihini ve kültürünü keşfetmek isteyenler için çeşitli İngiltere turları mevcuttur. Gezimod.com, İngiltere ve Galler'i ziyaret eden Büyük Britanya Turu da dahil olmak üzere çok çeşitli güzergahlarla uygun fiyatlı İngiltere turları sunmaktadır. Avrupa Rüyası Büyük Britanya İngiltere turu, İngiltere, İrlanda, İskoçya ve Kuzey İrlanda'yı ziyaret eden bir başka popüler seçenektir. Bu turlar, Trinity College ve Museum District gibi simge yapılar da dahil olmak üzere, İngiltere'nin zengin tarihini ve kültürünü keşfetmek için eşsiz bir fırsat sağlar. İster İngiltere turu, ister Yurtdışı turları olsun, gezginler bu muhteşem ülkenin eşsiz yapıları ve doğal güzellikleri karşısında kesinlikle büyüleneceklerdir.
1K notes · View notes
dolunay66 · 1 year
Text
Tumblr media Tumblr media
23 Haziran 1912 tarihinde, Londra’da bir erkek çocuğu doğar. Alan Mathison Turing adındaki bu çocuk yıllar sonra dünya tarihinin akışını değiştirecek işler yapacaktır.
Daha küçük yaşlardayken öğretmenleri, Turing’in oldukça zeki, öğrenme isteğiyle dolu ve özellikle de matematik konusunda çok yetenekli olduğunu fark ederler.
Küçük yaşta, özellikle de okul hayatında dışlanmalara maruz kalmak onun hayatının bir parçası olmuştur.
Ona destek olan tek kişiyse Christopher Marcom adındaki bir arkadaşıdır. Alan, zamanla ona hissettiği yakınlıkla aslında eşcinsel olduğunu fark edecektir.
Daha sonra Alan, arkadaşının okulun bitimine birkaç hafta kala tüberkülozdan ölmesi üzerine hayata olan inancını kaybedecektir
Bu çöküntüye rağmen eğitim hayatı boyunca kendini geliştirir ve matematik alanında bir dahi olarak anılmasının ilk adımlarını atar.
Okullarında yaptığı derecelerin ve dikkat çeken makalelerinin ardından Turing makinesi kavramını ortaya atar. Bugün modern işlemcilerin yaptığı her tür hesaplama bu makine ile yapılabilmektedir.
Matematik ve kriptoloji(şifrebilim) üzerine çalıştıktan sonra, ABD'den II. Dünya Savaşının göbeğindeki İngiltere’ye döner. Döner dönmez de İngiliz ordusu tarafından kriptoloji ekibine dahil edilir.
Naziler, savaş sırasındaki haberleşmelerinde değişen şifreli mesajlar kullanmaktadır ve bu şifreleri Enigma adı verilen bir makine ile oluşturmaktadırlar.
İngiliz hükumetinin savaş iletişim üssünde Alman deniz kuvvetlerine ait şifrelerin kırılımı için çalışan kriptoanaliz ekibinin başına getirilir.
Bu görevdeyken farklı yöntemler geliştirir ve Enigma cihazı tarafından üretilen şifreleri kırmaya yarayan Bombe isimli bir elektromekanik makinenin tasarımına katkıda bulunur.
Uzun uğraşlar sonunda Bombe cihazları, Nazilerin şifreli mesajlarını deşifre ederek Nazi Almanyası karşısında çok büyük bir avantaj sağlar ve savaşın gidişatını değiştirir.
Tarihçilerin tahminine göre Enigma'nın kırılması savaşı iki yıldan fazla kısaltarak "14 milyon" hayatı kurtarmıştır.
“Bilgisayar Mekanizması ve Zeka” isimli makalesinde yapay zeka konularına değinen Turing, bir makinenin “akıllı” sayılabilmesi için gereken standartları belirleyen bir deney tasarlar.
Turing testi adı verilen bu test, makinenin karşısındaki deneğin, görmeden iletişime geçtiği şeyin makine mi yoksa insan mı olduğunu tahmin etmesi esasına dayanmaktadır.
Eğer denek, karşısındakinin makine olduğunu anlayamazsa, makinenin bir nevi “düşünme” yetisine sahip olduğu söylenebilir.
Geçtiğimiz yıl yazılan bir bilgisayar programı 13 yaşındaki bir çocuğu taklit etmek için hazırlandı ve Turing testi ilk defa geçildi.
Bu bilgisayar yazılımı, Turing’in söylediği gibi 5 dakikalık bir yazışmada, sorgulayan insanların yüzde 30’una kendisinin bir insan olduğuna inandırmayı başardı.
Bugün, esası Turing testine dayanan ve CAPTCHA adı verilen bir uygulama, internetteki kullanıcıların insan mı yoksa makine mi olduğunu anlamakta kullanılıyor.
Avrupa’da derin yaralar açtıktan sonra biten savaştan kısa süre sonra Alan Turing, eşcinsel olduğunu açıklar.
O yıllarda eşcinsel olmanın ve bunu açık açık ifade etmenin cezası acımasızcadır.
1885 ve 1967 yılları arasında Britanya Hukuku gereğince yaklaşık olarak 49.000 homoseksüel erkek ahlaksızlık nedeniyle mahkum edildi.
Eşcinsel olduğu için “ahlaksızlık” yasasından hüküm giyer ve uzun bir hapis cezası ile kimyasal hadım edilme arasında bir seçim yapması istenir.
Hadım edilmeyi seçen Turing’e mahkeme kararı ile yüksek dozda kadınlık hormonları enjekte edilir.
Bu uygulama sonucunda cinsel istekleri ortadan kalkar, göğüsleri büyür ama belki de kendisi için en önemli olarak düşünme yetisi sekteye uğrar.
Ve bu dâhi bilim insanı, henüz 42 yaşındayken intihar eder.
Cesedinin yanında tek bir ısırık alınmış bir elma bulunduğunda elmanın içine siyanür enjekte ederek intihar ettiği anlaşıldı.
26 notes · View notes
cemyafilmarsiv · 3 months
Text
Greenwich Ve Uluslararası Zaman Standardı: 5 Şubat 1924
Saatleri ayarlayan enstitü ve 100 yıl önceki 6 'bip' sesi
İngiltere Kralı 2.Charles, bir zamanlar (1630-1685) 8.Henry'nin av sarayının bulunduğu Londra yakınlarındaki Greenwich'teki tepeye bir 'Kraliyet Gözlemevi' inşa edilmesi emrini vermişti. Aynı zamanda bir astronom olan ünlü mimar Christopher Wren (1632-1723) bugün hâlen aktif olan bu binanın inşaını üstlendi. Yıldızların izlenmesiyle İngiliz 'denizcilik sanatı'nın mükemmelleşeceğini öngören kralın tahminleri doğru çıkmış ve Britanya İmparatorluğu'nun dünyanın süper gücü olmasıyla buranın da kaderi değişmişti.
Britanya'nın siyasette ve teknolojide tayin edici güç olmasıyla, Greenwich Kraliyet Gözlemevi modern dünyanın da ''zaman standardı''nı ve başlangıç noktasını belirleyen merkez olmuştu. Gözlemevi, teknolojik gelişmeler sonucunda en doğru hâliyle saati ve zamanı belirleyecekti. Önce denizciler, sonra demiryolları şirketleri ve vatandaşlar da bunu öğrenecekti.
5 Şubat 1924'e gelindiğinde ise tüm dünya BBC'nin 6 'Bip' sesi ( 5'i kısa, 6.'sı uzun olmak üzere),yani ''Greenwcih Zaman Sinyali'ne (Greenwich Time Signal - GTS) göre saatlerini ayarlamaya başlayacaktı.
Radyo Küresinden önce ''Vaki Küresi'' kullanılıyordu
Günümüzde telefon veya saate bakarak zamanı öğrenebiliyoruz; fakat bir zamanlar bu o kadar kolay değildi.Taşınabilir saatlerin çıkmasından sonra bile mekanik aksamlarındaki yetersizlikten ötürü saat geri kalabiliyor veya durabiliyordu; bu nedenle zamanı doğru öğrenebilmek için saatler bir şekilde ayarlanmalı yani ''eşgüdümlenmeli'' idi. Greenwich'teki Kraliyet Gözlemevi, buna bir çözüm bulmuştu. Antik Yunan'da kalabalık meydanlarda bir küre, direğin aşağısına indiğinde zamanı belirtiyordu. Aynı şekilde bir ''Vakit Küresi'' 1833'ten itibaren tam saat 13.00'te aşağı iniyor ve Thames Nehrin'deki denizciler bunu görebiliyordu. Elektrikli telgrafın geliştirilmesiyle 1850'lerde artık Greenwich'ten ''Vasati Saat'' İngiltere'de diğer büyük şehirlere telgraf tellerindeki sinyalle iletilebiliyor ve ''Vakit Küre''leri kontrol edilebiliyordu.
Tumblr media
Tüm dünyada tren hatları yaygınlaştıkça, bunların istasyon saatlerini belirlemek önemli bir mesele haline geldi. 1913'te Paris'te yapılan Uluslararası Saat Bürosu kongresine Osmanlı Devleti de katıldı ve yeni saat düzenine, yani 'alafranga saat'e geçmeyi kabul etti. Buna göre 12.00'ye 5 saniye kala Paris'ten İstanbul Okmeydanı'ndaki telgrafhaneye saati belirten bir telgraf geliyor; Bu da şehirici telgraf sistemiyle İngiliz Bahriye Hastanesi'ne (bugün Beyoğlu Göz Eğitim ve Araştırma Hastanesi) ulaşıyordu. 1915'te bu hastanenin kulesine kurulan ''vakit küresi'' saat tam 12.00'de aşağı indiriliyordu. Tıpkı thames'teki denizciler gibi. Haliç'te ve Karaköy'de demirlenmiş denizciler de kürenin inişini görebiliyordu. Bina ve aksamı, 1924'ten itibaren Kızılay'a bırakıldı. 1930'da ise belediye küreyi sökerek Galata Kulesi'nin tepesine taşıdı. Hem İstanbul'daki vakit küresi hem de Sirkeci Postane Binası'nda alaturka saatle alafranga saatinin beraber durmuş olması; İstanbul'da doğup büyüyen Ahmet Hamdi Tanpınar'a gelecekte yazacağı Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı için esin kaynağı olmuş olmalı (bilimtarihçisi Feza Günergun da böyle bir tahminde bulunmuş).
...
Cem Akoğul #Tarih #AhmetHamdiTanpınar
4 notes · View notes
hetesiya · 1 year
Text
Öfkeli Tugay: Araçlar ve Amaçlar
Tumblr media
 Stuart Christie, Çeviri: Ayşe Boren
Aşağıdaki pasajlar, Öfkeli Tugay davasında yargılanıp beraat edenler arasında bulunan Stuart Christie’nin, The Angry Brigade: A History of Britain’s First Urban Guerilla adlı kitaba yazdığı önsözden alınmıştır. Gordon Carr’ın kaleme aldığı kitabın tamamı için bkz. libcom.org
Tumblr media
Araçlar ve amaçlar arasında bir tutarlılık olması gerektiği sonucuna varmak için konu hakkında derin bir felsefi tartışmaya girmek gerekmez; sağduyu yeterlidir. Öfkeli Tugay’ın da araçları ve amaçları tutarlıydı. Bildirilerinin retoriğine ve teatralliğine rağmen, iktidarı ele geçirmek ya da Britanya’da bir devrim başlatmak gibi bir hedefleri yoktu. Bombalı saldırıları, yaralamaya ya da öldürmeye yönelik değildi – ve zaten böyle bir şey de olmadı.
Bana sorarsanız, Öfkeli Tugay’ın sembolik hedeflere yönelik saldırıları, sorunlara dikkat çekmeye, Britanya’ya ve zamanın endüstrileşmiş demokrasilerine damgasını vuran  toplumsal ve politik huzursuzluğu vurgulamaya yönelik jestlerdi. Bob Dylan’ın şarkısında dediği gibi: “Havada devrim kokusu var”dı.. Öfkeli Tugay’ın bir amacı da , kişisel olsun kamusal olsun her eylemin beraberinde bir sorumluluk getirdiğini vurgulamak; politika ve iş dünyasının, verdikleri kararların bir bedeli olduğunu ve her eylemin önceden kestirilemeyen sonuçları olduğunu idrak etmelerini sağlamaktı.  
Politikacılar ve kamu görevlileri de dahil olmak üzere hiçbirimiz, gerçekleşmesinde dolaylı ya da dolaysız payımız olan ölümlerin, yaralanmaların, acının ve terörün sorumluluğunu üstlenmekten kaçamayız. Emirlere itaat ettiğimizi iddia ederek, “devletin hikmetinden” ya da “ulvi” amaçlardan dem vurarak kendimizi aklayamayız. Anarşistler, milliyetçiler, Marksistler, köktendinci Müslümanlar, ev yapımı bombalarıyla psikopatlar, meskun mahallere Büyük Ordonat Hava Bombası (MOAB) ya da parça tesirli bombalar fırlatan askeri pilotlar, seyir füzeleri fırlatan silah sistemleri uzmanları, onların astları, astlara emirleri veren bakanlar, politikacılar, ya da savaşın masum kurbanları arasında “sivil zaiyat”lara sebep olan harekâtlara rıza gösterenler... Kim olursa olsun herkes eylemlerinden ve kendi adına yapılanlardan sorumludur. Neyse ki, Öfkeli Tugay’ın bombalı eylemlerinde hiçbir can kaybı veya ağır yaralanma yaşanmadı.
Tumblr media
Aradan otuz sene geçtikten sonra dönüp bakacak olursak, Öfkeli Tugay dönemin olaylarında tam olarak nasıl bir rol oynamıştı, ne gibi bir etki yaratmıştı? Dünya tarihinde çok da ciddi bir etki yaratmamış olabilirler. Ama, grevlerden ve sokak eylemlerinden geçilmeyen o çalkantılı zamanlarda gerçekleştirdikleri eylemler ciddi anlamda ses getirdi. [Jake] Prescott, [Ian] Purdie ve “Stoke Newington Sekizlisi”nin (bu isimle anılıyorduk) yargılanması, ve özellikle de Old Bailey Ceza Mahkemesi’nde siyasi savunma yapmayı tercih eden üç sanığın (Anna Mendelson, John Barker ve Hillary Creek) dillendirdikleri savlar, sınıf politikalarının doğasına ve Britanya toplumunun adalet anlayışına ilişkin önemli meseleleri gündeme getirdi: evsizlik, işsizlik, sınıf farkı gözeten yasalar, derme çatma evlerinde soğuktan donarak ölen emekliler, Kuzey İrlanda’daki hapis cezaları, ve hatta her hafta iş kazalarından ve iş yerindeki yanlış uygulamalardan ötürü hayatını kaybeden ve yaralanan insanların sayısı bile tartışma konusu haline geldi.   
Oybirliğine varamayan Old Bailey jürisi, sanıklar lehine bir tutum benimsedi (jüri üyelerinden ikisi, davanın sonuna kadar sekizimizin birden beraat etmesi gerektiği hususunda diretti) ve emsali olmayan bir şekilde, nihayetinde mahkûm edilecek dört sanık için hâkimden af talep etti. Bu sempatinin sebebi, muhtemelen, Öfkeli Tugay’ın bazılarınca bir direniş hareketi olarak görülmesiydi... 
Peki, Öfkeli Tugay’ı bu kadar önemli kılan neydi?
Şahsen ben Öfkeli Tugay’ın oynadığı rolü Antik Yunan tiyatrosundaki koronun rolüne benzetiyorum. Koro, siyasal teşekkülün çıkarlarını korumaya adanmış ideal bir kamunun işlevini yerine getirirdi. Koro, oyunun vazgeçilmez unsurlarından biriydi: olayların gelişimini takip eder; bazen uyarmak, bazen yüreklendirmek, ender olarak da münasip bir dramatik jest ya da eylemle olaya müdahale etmek için kritik bir anda araya girerdi.
Belki de Öfkeli Tugay, bazı Roma imparatorlarının, iktidarlarının zirvesindeyken kulaklarına “bir fâni olduğunu ve birgün öleceğini unutma” diye fısıldamaları için tuttukları hizmetkârlara benziyordu – tabii, bir farkla: Öfkeli Tugay’daki çocuklar, iktidar sarhoşluğunu dizginlemek için kimseden para almıyordu.
2 notes · View notes
cinaraslan · 2 years
Text
📗Lozan Antlaşması (veya yapıldığı dönem Türkçesi ile Lozan Sulh Muâhedenâmesi), 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Britanya İmparatorluğu, Fransız Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı (Yugoslavya) temsilcileri tarafından, Leman Gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace'ta imzalanmış barış antlaşması.📌
Tumblr media
3 notes · View notes
hasanakbal19 · 12 days
Text
03 Mayıs’ta Tarihte Neler Oldu?
3 Mayıs’ta Tarihte Önemli Olaylar: 1920: TBMM’nin İlk Bakanlar Kurulu Oluşturuldu: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk bakanlar kurulu, Mustafa Kemal başkanlığında kuruldu. Türk Silahlı Kuvvetleri Kuruldu: Türk ordusunun temelini oluşturan bu kurumun resmi kuruluş tarihi 3 Mayıs 1920 olarak kabul edilir. Diğer Önemli Olaylar: 1887: Britanya Kolumbiyası’nın Nanaimo kentinde bir maden…
View On WordPress
0 notes
kunyekultursanat · 12 days
Text
03 Mayıs’ta Tarihte Neler Oldu?
3 Mayıs’ta Tarihte Önemli Olaylar: 1920: TBMM’nin İlk Bakanlar Kurulu Oluşturuldu: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk bakanlar kurulu, Mustafa Kemal başkanlığında kuruldu. Türk Silahlı Kuvvetleri Kuruldu: Türk ordusunun temelini oluşturan bu kurumun resmi kuruluş tarihi 3 Mayıs 1920 olarak kabul edilir. Diğer Önemli Olaylar: 1887: Britanya Kolumbiyası’nın Nanaimo kentinde bir maden…
View On WordPress
0 notes
railsistem · 1 month
Text
Pazartesi brifingi: Hasar onarımlarının ardından hatlar yeniden açılıyor
PAZARTESİ BRİFİNG: Heyelan çalışmalarından sonra trenler yeniden çalışıyor ++ Büyük Britanya Demiryolları 'ironik' Genel Merkezini açıkladı ++ Dumfries istasyonu yükseltme ilerlemesi Kaynak
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
tripuck · 2 months
Link
0 notes
gundemarsivi · 4 months
Text
Tumblr media
Mersin Meselesi Değil Memleket Meselesi!
✍🏻 Sacide Uluğ
https://www.gundemarsivi.com/mersin-meselesi-degil-memleket-meselesi/
İthalat ve ihracat yükleri yanı sıra, transit ticaretin de önemli bir merkezi olan Mersin limanı ülkemizde ilk, dünyada 92. sıradadır. Denizyolu taşımacılığı ile tarım ürünlerinden, endüstriyel mallara kadar geniş bir yelpazede ürünü dünya pazarlarına ulaştırarak ülke ekonomisine önemli katkılar sağlamaktadır. Asya’dan batıya, Avrupa’dan doğuya giden deniz yolunda tartışılmaz stratejik bir bağlantı noktasıdır. Tüm liman hizmetlerini aynı sahada verebilen ve konteyner hacmi yönünden de en büyük tek liman olarak 11 mayıs 2007 tarihine kadar TCDD tarafından işletilen Mersin limanı özelleştirilerek (MIP) şirketine 36 yıl süreyle verilmiştir.
Artan arz ve talep doğrultusunda liman kapasitesinin genişletilmesi için iskele eklenmesi de kaçınılmaz hale gelmiştir. Mersin limanını ilk inşa eden Hollanda firması ilerde oluşacak genişleme yerlerini de eklemiş olup, yeni liman 1/100.000 ölçekli şehir planında da belirtilmiştir. Dünyada hiçbir liman şehir merkezine doğru büyütülmez, Mersin’de ise Akape sayesinde MIP’in arzuları doğrultusunda şehir planı iptal edilerek daha ucuza mal olacak liman için Atatürk parkı içinde liman oluşumuna izin çıkmıştır!
Ben yaptım oldu mantığı ile halkın çıkarlarını hiçe sayan bu emrivaki nelere yol açacak bir bakalım:
Denize çakılacak ayaklar için oluşan ses ve titreşim gürültü kirliliğine,
Denizde biriken asbest ve ağır metallerin açığa çıkması ile ekosistemin bozulmasına,
Yakın köylerde devasa taş ocakları açılmasına, yerleşim yerlerinin ses ve sarsıntılardan zarar görmesine,
Denize yerleştirilecek en az 2 tonluk kaya parçalarının taşınmasındaki gürültü ve toz ile çevre kirliliği oluşmasına,
Yük kamyonlarının egzoz gazlarının yarattığı hava kirliliği ile birlikte yolların aşınması ve trafik yoğunluğunun artmasına,
Yakın köylerdeki tarım arazilerinin ve su kaynaklarının zarar görmesine, yayla turizminin yok olması ile maddi kayıpların meydana gelmesine,
Narenciye ve tarımdan geçimini sağlayan insanların olumsuz koşullardan dolayı yoksulluğa düşmesine,
Mersin halkının denizle buluştuğu, nefes aldığı, çocuklarını gezdirdiği, hatıralarını dolduran Atatürk parkının kullanımının engellenmesine,
Liman çevresinde oluşacak konteyner seddinin Mersin’in rüzgar akımını keserek özellikle yaz sıcaklarının çekilmez boyutlara ulaşmasına neden olacaktır.
Şimdi gelelim işin en önemli noktasına…
Mersin international Port (MIP) şirketi Singapur menşeili görünse de aslında İngiltere merkezlidir! Üzerinde güneş batmayan imparatorluk kuran Büyük Britanya dediğimiz İngiliz emperyalizmi bu emellerinden henüz vazgeçmiş değildir! Denizlere hakim olarak dünyayı da yönetebilecek stratejik noktaları elinde tutmaktadır!
Cebelitarık boğazında ufacık bir karaparçası olan Cibraltar’ın İngiltere’ye ait olduğu kaç kişi bilir?
Peki Sevr anlaşması ile Anadolu işgal edilirken, İngiliz askerlerinin Mersin Limanından çıkarma yaptığını daha sonra yerini Fransız’lara bıraktığını kimse biliyor mu?
Tarihi bilmeyen, geleceği kuramaz!
Ortadoğu ve Türkiye üzerinden BOP’nin yürütülmesi henüz askıya alınmadı değil mi?
Öyleyse bize düşen toprağımıza, havamıza, suyumuza, şehrimize, ülkemize ve geleceğimize sahip çıkmaktır…
Mersin, MIP’den büyüktür!
Türkiye Emperyalist işgalden Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki kutsal isyan ile kurtulmuş ve kurulmuş bağımsız bir ülkedir! Ata’mızın bize emanetidir! Kimse hayaller kurmasın, para için, çıkar için verilmiş kapitülasyonları iptal etmek de vatanseverlik görevidir!
Sacide Uluğ
0 notes
kuturkoglu · 4 months
Text
Büyük Britanya Tarihi Coğrafyası
Büyük Britanya, zengin tarihi, çeşitli kültürü ve etkileyici coğrafyasıyla dünya üzerinde benzersiz bir yere sahiptir. Bu adada gelişen uygarlıklar, tarih boyunca birçok önemli olaya tanıklık etmiş ve dünya tarihini şekillendiren pek çok önemli karara imza atmıştır. Britanya’nın Kökenleri ve Tarihi Mirası Britanya’nın kökenleri, tarih öncesi çağlara kadar uzanır. Neolitik dönemden itibaren…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
mafaweb · 5 months
Text
Safari nedir?Safari kelimesi Swahili dilinden gelmekte olup, aslen “seyehat” anlamına gelmektedir. Ancak günümüzde safari terimi genellikle doğa gözlemi amacıyla yapılan Afrika gezilerini ifade etmektedir. Safari, vahşi doğada büyük vahşi hayvanları gözlemleyip, fotoğraflamak, doğal yaşamı keşfetmek ve yerel kültürleri deneyimlemek için yapılan bir seyahat türüdür.Ayrıca safari, sadece Afrika ile sınırlı kalmayıp, diğer kıtalarda da benzer doğa gezilerini ifade etmektedir. Genellikle profesyonel rehberler eşliğinde gerçekleştirilen bu doğa gezileri, macera ve keşif dolu bir deneyim sunmaktadır.Safari tarihi oldukça eski dönemlere dayanmaktadır. Kökeni, 19. yüzyılda Avrupalı kaşiflerin Afrika'ya yapılan keşif gezilerine dayanmaktadır. Daha sonraları, safari, bir turizm faaliyeti haline gelmiş ve günümüzde dünyanın dört bir yanından doğa severlerin ilgisini çeken bir seyahat türü haline gelmiştir.Safari, doğa sevgisi, keşif tutkusu ve macera arayanlar için ideal bir seçenektir. Doğanın içinde kaybolmak, vahşi hayvanları izlemek ve eşsiz manzaraları keşfetmek isteyenler için unutulmaz bir deneyim sunmaktadır.Safari tarihçesi Safari kelimesi, aslen Swahili dilinden gelmektedir ve seyahat etmek anlamına gelmektedir. Ancak günümüzde safari terimi, vahşi doğa ve hayvanların izlenmesi için yapılan bir tür seyahati ifade etmektedir. Safari fikri, 1800'lerin sonunda Britanya sömürge imparatorluğu döneminde, Avrupalı gezginlerin ve avcıların Afrika'yı keşfetmesiyle ortaya çıkmıştır. İngiliz sömürgeciler, safariyi ticari faaliyetler, avcılık ve bilimsel araştırmalar için kullanıyorlardı. Ancak bu seyahatler, zamanla macera arayan turistler ve gezginler için de popüler hale geldi. Günümüzde safari, turizm endüstrisinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Safari geleneği, Avrupalıların Afrika'yı keşfetme ve sömürgeleştirme sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Kıtadaki vahşi doğa, egzotik hayvanlar ve yerel kültürler, safari deneyimine olan ilgiyi artırmış ve popüler hale getirmiştir. Bugün, safari turları, Afrika'nın dışında dünyanın çeşitli yerlerinde de yapılmaktadır. Doğa severler, fotoğraf tutkunları ve macera arayanlar, farklı coğrafyalardaki vahşi yaşamı keşfetmek ve deneyimlemek için safari turlarına katılmaktadır. Safari türleriSafari deneyimi yaşamak isteyen kişilerin farklı seçenekleri bulunmaktadır. Safari türleri genellikle bölgenin coğrafi özelliklerine, doğal yaşamına ve hayvan popülasyonuna göre belirlenmektedir. En popüler safari türleri arasında yaya safari, araç safari, balon safari, su safari ve foto safari bulunmaktadır.Yaya safari, doğa yürüyüşü şeklinde gerçekleşen ve katılımcıların birebir doğa ile iç içe olmasını sağlayan bir safari türüdür. Genellikle profesyonel bir rehber eşliğinde gerçekleştirilen yaya safari, vahşi yaşamın en yakın haliyle tanışmak isteyenler için ideal bir seçenektir.Araç safari ise, safari parkurlarında arazi araçlarıyla yapılan turlardır. Bu tür safaride, katılımcılar doğal yaşam alanlarını gezerken hayvanları yakından gözlemleme fırsatı bulur. Balon safari, ise havadan yapılan bir safari türüdür. Sabahın erken saatlerinde yapılan bu safari turunda katılımcılar, balon sepetinden kendilerini aşağı bırakarak, vahşi yaşamı kuşbakışı izleme şansı bulurlar.Su safari ise, nehir ve göllerde yapılan bir safari türüdür. Bu tür safaride, katılımcılar genellikle teknelerle doğal yaşam alanlarını gezerken, suya özgü vahşi yaşamı gözlemleme imkanı bulur. Foto safari ise, vahşi yaşamı fotoğraflamaya yönelik bir safari türüdür. Bu tür safaride, katılımcılar özellikle fotoğraf çekmek için belirlenen noktalarda, vahşi yaşamı izleme ve fotoğraflama şansını yakalarlar.Safari için hazırlık ipuçları Safari için hazırlık yaparken dikkat etmeniz gereken birkaç önemli ipucu bulunmaktadır. İlk olarak, hava koşullarına uygun giysilerle hazırlıklı olmalısınız. Safari alanlarında sıcaklık ve soğukluk değişkenlik gösterebilir, bu yüzden giysilerinizi buna göre seçmelisiniz. Ayrıca, yanınıza mutlaka güneş kremi ve güneş gözlüğü almayı unutmayın.
Güneşin zararlı etkilerinden korunmak için bu ürünler oldukça önemlidir. Diğer bir hazırlık ipucu ise yanınıza yeterli miktarda su ve atıştırmalık almanızdır. Safari sırasında uzun süreli yolculuklar yapabilirsiniz, bu yüzden su ve enerji sağlayacak atıştırmalıklarla yanınızda olmanız önemlidir. Bunun yanı sıra, fotoğraf makineleri, dürbün ve şarj edilebilir bataryalar gibi ekipmanları da yanınıza almayı unutmamalısınız. Safariye giderken yanınıza ilaçlarınızı, kimlik belgelerinizi ve güncel bir harita almayı unutmamalısınız. Acil durumlar için birinci yardım çantası hazır bulundurmalısınız. Ayrıca, safari yapacağınız bölge hakkında detaylı araştırma yaparak, o bölgenin coğrafi yapısını ve tehlikeli canlılarını öğrenmelisiniz. Son olarak, safari yaparken doğa ve vahşi yaşamı korumak adına çevreye duyarlı olmalısınız. Çöplerinizi toplamak, vahşi yaşamı rahatsız etmemek ve alanın kurallarına uymak oldukça önemlidir. Bu ipuçlarına dikkat ederek, harika bir safari deneyimi yaşayabilirsiniz. Safari rotaları Safari rotaları, vahşi doğanın keşfedilmesi ve farklı türlerin doğal yaşamlarını izlemek için harika bir seçenektir. Afrika'nın farklı bölgelerinde farklı türlerin bulunduğu rotalar, doğa tutkunları için eşsiz deneyimler sunar. Masai Mara Milli Parkı'nın eşsiz güzellikteki savanalarında gerçekleşen safari turları, dünyanın en iyi safari deneyimlerinden birini sunar. Büyük beşlik olarak bilinen aslan, fil, leopar, bufalo ve gergedan gibi büyük vahşi hayvanları gözlemlemek için bu rota tercih edilebilir. Botswana'nın Okavango Deltası, dünyanın en büyüleyici su sistemlerinden biri olarak kabul edilir ve burada gerçekleşen safari turları eşsiz bir deneyim sunar. Eşsiz su yolları, çeşitli kuş türleri, fil ve zürafa gibi hayvanları izleme imkanı sunar. Ayrıca Namibya'da bulunan Damaraland bölgesi, çöl yaşamı ve çeşitli vahşi hayvanları izlemek için popüler bir seçenektir. Tanzanya'nın Selous Doğa Rezervi, Afrika'nın en büyük avlanılabilir alanı olarak bilinir ve safari rotaları arasında popüler bir seçenektir. Bu alanda yaşayan aslanlar, leoparlar, filler ve zürafalar gibi farklı türlerin izlenmesi mümkündür. Ayrıca Afrika kıtasının en yüksek dağı olan Kilimanjaro'nun eteklerinde gerçekleşen safari turları, hem doğal güzelliklerin hem de vahşi yaşamın bir arada izlenmesine olanak tanır. Safari rotaları tercih edilirken, seyahat edenlerin ihtiyaçlarına ve tercihlerine göre farklı seçenekler sunulmaktadır. Her bir rota, farklı vahşi hayvan türleri, doğal güzellikler ve coğrafi özellikler sunar. Doğa tutkunlarının hayallerini süsleyen bu rotalar, unutulmaz bir vahşi yaşam deneyimi sunar. Safari deneyimini paylaşanlarSafari deneyimini paylaşanlar genellikle doğayı seven, maceracı ruha sahip insanlardan oluşur. Safari yapmak, vahşi yaşamı yakından gözlemlemek ve eşsiz manzaraları keşfetmek isteyen birçok kişi için unutulmaz bir deneyimdir. Ben de geçtiğimiz yaz safariye gittiğimde hayatımın en unutulmaz anılarından birini yaşadım. Safariye gitmek isteyenlere kesinlikle öneririm.Safaride yaşadığım en harika deneyimlerden biri, aslanların doğal yaşam ortamlarında gözlemlemekti. Bu büyük kedilerin serbestçe dolaşabildiği, avlarını izleyip avlandıkları anları görmek gerçekten etkileyiciydi. Ayrıca, birçok farklı türden kuşun doğal yaşam alanlarında serbestçe uçtuğunu görmek de safari deneyimimde unutulmaz anlardan biri oldu.Safaride yaşadığım bir diğer deneyim ise, vahşi doğada kamp yapmak ve geceyi yıldızlar altında geçirmekti. Gökyüzündeki yıldızları izlerken, vahşi doğanın sesleri arasında uyumak gerçekten benim için eşsiz bir deneyimdi. Bu deneyim ile doğanın güzelliklerini en saf haliyle yaşamak mümkün oluyor.Safari deneyimini paylaşanlar genellikle bu deneyimin son derece keyifli, ilgi çekici ve öğretici olduğunu belirtirler. Doğanın güzelliklerini, vahşi yaşamın doğal ritmini ve eşsiz manzaraları keşfetmek için safari yapmak, hayatınız boyunca unutamayacağınız anılar biriktirmenizi sağlar. Safariye gitmeyi düşünen herkesin bu deneyimi mutlaka yaşamasını öneririm.
0 notes
hetesiya · 3 months
Text
Bir Anti-Emperyalizm Karikatürü: Türk Solunun Anti-Amerikanizmi | Demokratik Modernite
Bir Anti-Emperyalizm Karikatürü: Türk Solunun Anti-Amerikanizmi
“Anti-emperyalizm” kavramının Türk siyasi tarihindeki evrimi ilginçtir. Bugün Türk solunun “klasik” kesiminde kazandığı anlam ise berbattır.
Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yıkıldı. Bu savaştan önce 2. Enternasyonalde devrimci kanat, yaklaşan savaşın emperyalist karakter taşıdığını saptamış ve buna karşı sosyalistlerin tutumunu da, “kendi emperyalizmine karşı iç savaş” olarak belirlemişti. Osmanlı’nın “teslim” olmasından az önce, “kendi emperyalizmine karşı” ihtilal yapan Lenin’in partisi, İngiliz, Fransız ve Rus emperyalizminin Osmanlı topraklarını paylaşma amaçlı gizli anlaşmalarını açıklamış ve sosyalist Rusya’nın bu anlaşmaları tanımadığını ilan etmişti. Bu anlaşmalar aynı zamanda Kürdistan’ın da paylaşımını kapsıyordu.
Rus devrimcileri “gizli diplomasiye” karşı bu tutumu aldığı sırada yıkılma aşamasındaki Osmanlı devleti Alman emperyalizmiyle birlikte Sovyetlere karşı büyük bir taarruz yapmıştı. Almanlar Ukrayna’yı zapt etmiş, Moskova’ya dayanmıştı. Lenin o nedenle Almanya ile kendisinin “Tilsit Anlaşması” dediği, eşitsiz ve haksız Brest Litovsk Anlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştı. Bu anlaşmada, Sovyetlerin karşısında Almanların yanında Osmanlı devleti de vardı. Osmanlılar devrimin zor anından yararlanmışlardı. Ve daha sonra TC-Sovyetler arasında krize yol açacak olan Kars ve Ardahan da işte o anlaşma nedeniyle Rusya’dan alınıp Osmanlı’ya verilmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Stalin’in Boğazlarda “kontrol” talebi yanında İsmet İnönü hükümetinden Kars ve Ardahan’ı da istemesi işte bu “haksız anlaşmayı” Sovyetlerin kısa bir zaman içinde geçersiz ilan etme kararına dayanıyordu.
Kemalist rejim bir yandan Osmanlı’nın Alman emperyalizmi ile birlikte izlediği politikayı devam ettirirken, bir yandan da “emperyalizme karşı” Sovyetlerle “ittifak” politikasını da izliyordu. Britanya ile yapılan gizli diplomaside “Bizi desteklemezseniz icabında komünist de oluruz ha” şeklindeki (bugün başka bir bağlamda devam eden) şantajların adı o sırada “anti-emperyalizmdi”. Gerçekte ise bu politika emperyalist dünyayla “anlaşmak” anlamına geliyordu. Sevr Antlaşması bilindiği gibi Osmanlı ordusunu dağıtmıştı. Ne var ki Kazım Karabekir’in başında bulunduğu 3. Ordu varlığını korumuştu. Korumuştu ama bu ordu İstiklal Savaşı’na “katılmadı”. Kemalistler bu orduyu Sovyet sınırında tuttular. Demek ki Kemalizmin tarihindeki “anti-emperyalizm” anti-emperyalizm değilmiş.
Türk devletinin “anti-emperyalizmi” İkinci Dünya Savaşı’nda da yeni bir sınavdan geçti. Birinci Dünya Savaşı “iki emperyalist blok arasındaki bir savaştı”. İkinci Dünya Savaşı ise Nazi Almanyasının Sovyetlere saldırmasıyla farklı bir karakter kazanmıştı. Bir tarafta ABD-Britanya ve Sovyetler Birliği, diğer tarafta ise Almanya ve müttefikleri arasındaki bu savaş “antifaşist” karakterdeydi.
İnönü hükümetinin bu savaştaki tutumu Kemalist “solculara” karşı çok övülür. Oysa Türk devletinin bu savaştaki “tarafsızlığı” objektif bakımdan Nazilerden yana bir politikaydı. Çünkü TC “tarafsız” olduğu sırada Naziler İngiltere hariç tüm Avrupa’yı İtalya ile birlikte işgal etmişti. Nazi ordusu Bulgaristan-Türkiye sınırına dayanmış, Sovyetlere saldırmış, Moskova önlerine kadar gelmiş, oradan Bakü petrollerini ele geçirmek amacıyla Stalingrad’a saldırmıştı. Kaldı ki İnönü hükümeti sübjektif olarak da “tarafsız” değildi. Emekli General Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet o sırada Nazi işgali altındaki Kırım’a gidiyor, Nazilerle gizli anlaşmalar yapıyordu. Hitler Türkiye’ye Sovyetleri işgal ettikten sonra “Türki Cumhuriyetleri ikram etme” sözleri veriyordu.  Türk Genelkurmay Başkanı ve heyeti Hitleri “sığınağında” ziyaret ediyor ve İnönü hükümeti Nazilere pamuk ve krom gibi stratejik ürünler satıyor, Alman U-Botlarına Boğazlardan gizli geçiş imkanı hazırlıyordu.
Bir başka “anti-emperyalist” iddia da, “Kürt feodallerinin ayaklanmalarında İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu” iddiasıydı. Bu iddia İkinci Dünya Savaşı’ndan bir yıl önce de piyasaya sürüldü. Dersim soykırımı böyle bir “anti-emperyalist, anti-feodal” politika şalıyla örtüldü. Oysa bu soykırım İkinci Dünya Savaşı’na hazırlığın bir parçası olarak gerçekleştirildi. İktidar savaşta Nazilerin Balkanlardan Trakya’yı işgal ettiği durumda, Sovyetlerin de Kafkaslardan Kürdistan’ı işgal edeceğini hesaplamıştı.
Planları şöyleydi: Nazilerin işgaline karşı koyma konusunda hiçbir önlem almadılar. Tam tersine böyle bir işgal durumunda Almanya ile ittifak kuracak bir “alternatif” hükümet hazırlığı yaptılar. “Turancı faşistler” işgal durumunda İnönü’nün başkanlığında hükümete geçecek, böylece Almanların Türkiye girişi “işgal” olmaktan çıkıp, Türkiye ile ittifak haline dönüşecekti. (Bu politika Stalingrad savaşında Nazilerin yenilmesine kadar geçerli oldu. Naziler yenilince aralarında Alpaslan Türkeş’in de bulunduğu sivil ve asker faşistler tutuklandı, bu da Kemalistlerin “antifaşist” defterine sahte bir not olarak eklendi.)
Buna karşılık Sovyetlerin Almanları Anadolu’da durdurmak amacıyla Kürdistan’ı işgal planına karşı kanlı bir önlem alındı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeniler nasıl Rusların müttefiki olarak görülüp jenositle yok edildiyse, Dersim Alevi Kürtlüğü de böyle bir işgal durumunda “Kızılbaşların Kızıl Ordu’yu destekleyeceği” öngörüsüyle yok edildi. Kemalist tarihte bu da “emperyalizmle işbirliği yapan Kürt feodallerine” karşı “anti-emperyalist, anti-feodal” bir politika olarak yazıldı. Demek oluyor ki Kemalist “solun” İkinci Dünya Savaşı dönemindeki tutumu da ne anti-emperyalistti ne de antifaşist. Ortada üstü örtülmüş “faşizmle, Alman emperyalizmiyle, anti Sovyet işbirliği” söz konusuydu.
Derken Türk milliyetçilerinin anti-emperyalizmi en büyük sınavını Kıbrıs’ta verdi. Kıbrıs macerası Adnan Menderes hükümeti döneminde başladı. Bülent Ecevit dönemiyle en yüksek aşamasına ulaştı. Bugün Kuzey Kıbrıs’ın “ilhak” edilme hazırlıklarını yaşıyoruz. Kıbrıs hadiseleri 1960’larda Başbakan İsmet İnönü’ye ABD Başkanı Lyndon Baines Johnson’un mektubuyla birden “anti-emperyalist, anti-Amerikan” bir sözde “karakter” kazandı. ABD “Kıbrıs’a müdahale edersen, silah ambargosu yaparım” demişti. İnönü de “anti-emperyalist” bir “devrimci” olarak, Johnson’a karşı “Yeni bir dünya kurulur Türkiye’de orada yerini alır” diye kafa tutmuştu.
Oysa Türk devletinin NATO üyesi bir devlet olarak Kıbrıs meselesindeki politikası, özellikle 1960’larla birlikte Kıbrıs’ın “ikinci bir Küba” olma ihtimalini önlemek üzere, Kıbrıslı Rumların İngiliz sömürgeciliğine karşı başlattığı silahlı mücadeleyi bastırma ve Kıbrıs’ta özellikle III. Makarios (Mihail Hristodulu Muskos) ve Kıbrıs Komünist Partisi’nin ardılı Emekçi Halkın İlerici Partisi (AKEL) etkisini kırmak amacını güdüyordu. Rumlar İngilizlerle savaşırken, Türk devleti Kıbrıslı Türklerin İngiliz hakimiyetindeki Kıbrıs polis teşkilatına katılmasını ve İngiliz sömürgecileriyle birlikte anti-emperyalist Rumlara karşı savaşmalarını örgütlemişti.
Kıbrıs olayları 1960’ların başında Türk gençliğinin saflarında “sahte” bir anti-emperyalizme yol açtı. “Kıbrıs’ı işgal” anti-emperyalist bir hedef olarak savunuldu. Öyle ki 60’ların yükselen anti-emperyalizminin başlangıç noktası işte bu “Kıbrıs” nümayişleri ve Johnson’un mektubuna karşı anti-Amerikan gösterileri oldu.  İşte bu tarihsel arka plan, Türk solunun Kemalizm ile olan “yakın akrabalığı”nın “anti-emperyalist” sahte içeriğini bize anlatır.
1960’dan 12 Mart 1971 Darbesi’ne kadar geçen dönem boyunca “anti-emperyalist” iddialı sol politikalar sürekli CHP ve Kemalistlerle ittifak politikalarına temel oluşturdu. Cuntacı eğilimleri körükledi. Kemalizm ile “proleter devrimcilik” arasında “Çin Seddi” olmadığına dair Türk solunun iddiası işte bu “sahte anti-emperyalizm, anti-feodalizm tarih tezine” dayanır. Başka yönleri de vardır. Özellikle aktüel gerçeklikle ilgili Türk solunun “anti-emperyalizmi” Türk egemen burjuvaziyle doğrudan ya da zımni işbirliği politikası olarak günümüzde çok yıkıcı sonuçlara yol açmaktadır.
Türk solu, “anti-emperyalist ve anti feodal” çizgisini Kemalistlerle işbirliği politikasının stratejik temeli haline getirmek için Türkiye’nin iki dönemiyle ilgili şu çarpıtmayı yaptılar: Birincisi, Türk Kemalist kurtuluş mücadelesini ve Atatürk dönemini “anti-emperyalist ve anti-feodal” bir dönem olarak tanımladılar. Böylece “milli demokratik devrimin” bu iki hedefi bakımından Kemalistlerle ittifak politikasını formüle ettiler. İkinci olarak ise, CHP sonrası dönemde kapitalizmin büyük bir hızla gelişmesini göremediler. Oysa Lenin, “emperyalist sermaye ihracının aynı zamanda sömürgelerde kapitalist ilişkileri geliştirdiğini” yazmıştı. Türk solu ise “Emperyalizm Türk kapitalizmini geri bıraktırıyor” diyerek, emperyalizme karşı mücadeleyi kapitalizme karşı mücadeleden ayırmışlardı.
Sonuç şudur: Türk kapitalizmi Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte gelişmeye başladı. Devlet kapitalizmi olarak hayata gözlerini açtı. Ve başlıca büyük sanayi kuruluşları işin başında “tekelci” karakter taşıyordu. Türk kapitalizmi Avrupa gibi “serbest rekabetçi kapitalizm” dönemini yaşamadı. Kurulan her büyük fabrika milli pazarda tekel oluşturdu. Devlet tekellerinin öncülüğündeki bu kapitalizmin gelişmesi, üretimin yeniden genişletilmiş üretime dönüşmesi şu engelle karşı karşıyaydı: Milli Pazar yoksulluk nedeniyle ve yol, enerji, ham madde, teknoloji vs. gibi gerilikler nedeniyle dardı. Tekeller bu dar pazarda büyüme zorluğu içindeydi. Potansiyel büyüktü, ancak iç pazar dardı. Tıpkı dar bir ayakkabıdan ayak tırnağının ete batması gibi kapitalizm acı çekiyordu. Bu ayakkabıyı fırlatıp atmak gerekiyordu.
Bu ayakkabı 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle atıldı. Cuntanın adamı Turgut Özal’ın “Dışa açılma” sloganı Türk tekelci kapitalizminin “bölgesel emperyalist” aşamaya adım atışının stratejik adımıydı. Bu adım 1980 ortasında atıldı ve 80 sonunda reel sosyalizm yıkılınca atılan adımın önündeki engeller de yıkıldı. O zamana kadar dünya pazarlarının paylaşımı tamamlanmıştı. Reel sosyalizm yıkılınca hem bu ülkeler, hem de onların dünyadaki nüfuz alanları yeniden paylaşılacak pazarlar haline geldi. Ve şu anda yaşanan savaşlar bu yeni paylaşım döneminin sonucu oldu. Türk tekelci kapitalizmi “bölgesel emperyalist” aşamaya bu dönemde yükseldi.
Türk solunun klasik unsurları geçmişteki programlarını korumak ve Kemalistlerle dirsek temasını kaybetmemek için Türk kapitalizminin tekelci karakterine rağmen “emperyalist” olduğu gerçeğini inkar ediyorlar. Böylece onlar emekçi sınıfların karşısında tekellerin, finans kapitalin, mali oligarşinin, endüstriyel askeri kompleksin değil de “dış güçlerin”, Amerikan emperyalizminin vs. durduğunu söylemeyi sürdürüyorlar. Bu politikanın en ağır sonucu “anti-emperyalizm” kılıfı içinde “Türk milliyetçiliğinin, şovenizmin ve giderek ırkçılığın” sürdürülmesidir. Türk solunun klasik unsurlarının Kürt sorunundaki “devlet yanlısı” tutumu Türk kapitalizmi ve devletinin emperyalist karakterini reddetmeleriyle yakından ilgilidir.
Hiç kuşkusuz Türkiye sosyalist hareketinin tarihine ilgi duyan genç insanlar özellikle 60’lı yıllardaki anti-emperyalist mücadelelerden bugün de esinleniyorlar. Ancak o günlerden bu yana dünya durumu değişti. O zamanlar dünya da “farklı iki dünya sistemi” arasında büyük bir mücadele vardı. Dünya sosyalist sistemiyle emperyalist sistem dışındaki “sömürge, yarı sömürge, bağımlı, yarı bağımlı” ülkeler dünya devrimci sürecinin parçalarıydı ve o nedenle “çağımız sosyalist devrimler ve milli kurtuluş savaşları çağıdır” saptaması bütün devrimci partilerin programlarının başlangıç noktasını oluşturuyordu.
Nitekim iki karşı sistemin savaşımı boyunca emperyalizmin sömürge sistemi çöktü. (Kürdistan ve Filistin gibi istisnai sömürgeler dışında, sömürgeler biçimsel bağımsızlığa kavuştu ve giderek ezici çoğunluğu kapitalizm yolunu seçti, bir kısmı ise “kapitalist olmayan yol” adı altında, örneğin BAAS’çı rejimler oluşturdu ve bunlar da devlet kapitalizmi yoluna koyuldu.) Dünya devrimci sürecinde böylece büyük bir değişim oldu; “ulusal kurtuluş savaşları” dönemi kapandı, eski sömürgelerin önünde “kesintisiz bir süreç” boyunca demokratik halk devrimlerinden sosyalizme geçiş” aşaması ortaya çıktı. Ama daha önemlisi dünya devrimci sürecinin merkezi çöktü, reel sosyalizm yıkıldı. Eski sosyalist ülkeler kapitalist ülkeler haline geldi. O halde “eski programlar” geçerliliğini kaybetti.
Tartışmalı konulara burada girmenin fazla bir anlamı yok. Biz Türkiye’ye ve Türk soluna bakalım. Bugün Türkiye’nin “emperyalizm tarafından sömürülen, geri bıraktırılan bir ülke” olduğunu söylemenin biricik anlamı, kendisi dünyanın 17’nci büyük ekonomisi haline gelmiş, Ortadoğu, Afrika, Kafkasya ve Balkanlarda nüfuz bölgeleri elde etmiş, Avrupa dahil bölge ülkelerine milyarlarca dolarlık sermaye ihracı yapmış Türk tekelci kapitalizmini, yani bölgesel Türk emperyalizmini, öteki emperyalistlerle rekabet sürecinde desteklemektir.
Şimdi Türkiye sosyalistlerinin önünde kendi emperyalizmine karşı savaş aşaması var. Gerçek anti-emperyalizm Türk bölgesel emperyalizmini yıkmaktır. Bu İran için de, Irak için de, İsrail için de, Pakistan ve Hindistan için de geçerlidir. “Sahte anti-emperyalizm”, emperyalizmi “dış olgu” saymaktır. Vaktiyle “sömürgeler” açısından doğru olan bu saptama, bırakalım bugünü, 1960’ların Türkiyesi için bile doğru değildi. O nedenle Türkiye sosyalist hareketinde “anti-emperyalist” olduğundan şüphe edilemeyecek olan Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (THKP) lideri Mahir Çayan “Emperyalizm Türkiye’de iç olgudur” diye yazmıştı.
Kemalist ideologlar günümüzde “anti-emperyalizm” kavramını Türk devletinin Kürt sorununu inkar politikasına destek vermek amacıyla istismar ediyorlar. Bunlar “dış güçlerin”, özellikle ABD emperyalizminin Türkiye’yi bölmek istediğini öne sürüyor ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni de “emperyalizmin” destekçisi olarak karalıyorlar. O nedenle bu çevreler Türkiye kapitalizminin “tekelci” yani emperyalist kapitalizm olduğunu kabul edemezler. Çünkü böyle bir kabul durumunda “bir emperyalist devletin öteki emperyalist devleti zayıflatması ya da bölmeye çalışması” gibi bir olgudan kendi ülkelerinin emperyalizmini destekleme sonucu çıkartmak yerine, “Türk ve Amerikan” emperyalizmleri arasındaki bu çelişkiden, kendi Türk emperyalizmlerini yıkmak için yararlanma sonucu çıkartmaları gerekir.
“Bizim emperyalizmimiz zayıf, ABD’nin ya da AB’nin emperyalizmi güçlü, biz zayıfı destekleyelim” gibi bir saçmalık sosyalizm tarihinde icat edilmemiştir. Marksist teoriden biraz haberli bir sosyalist, dünya emperyalist sistemi içinde devrim imkanını, “emperyalizmin en zayıf halkasında” görür. İlk muzaffer devrim “en güçlü emperyalist ülkede” değil, “emperyalizmin en zayıf halkası” olan Rusya’da gerçekleşti. Şu anda Türk bölgesel emperyalizminin içine girdiği savaşta yenilgisi ve faşist rejimin devrilmesi, Türkiye’de demokratik halk devriminin zaferi, tüm dünya emperyalist sistemine büyük bir darbe indirir. Böyle bir durumda Kürdistan’ın bütün parçaları özgürleşir, devrimci sürecin etkisi Irak, Suriye, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Mısır ve Mağrip ülkelerine yayılır. Bölgedeki devletlerin Konfederal birliği ABD, AB, Rus ve Çin hegemonyacılarının nüfuz alanlarını daraltır, bunların bölgedeki bölgesel emperyalist devletler arasındaki kavgadan yararlanma stratejileri çöker. Dünya devrimine yönelik “bölgesel devrimler süreci” başlar.
Günümüzde emperyalist zincirin zayıf halkası Kürdistan parçalarıdır. Kürdistan’ın parçalara ayrıldığı ve içinde Türkiye’nin de bulunduğu tüm devletler, sosyo-ekonomik kriz içindedirler, birbirleriyle nüfuz kavgası yapmaktadırlar, hepsi bölgesel güç merkezi olmak istemektedir. Bu nedenle silahlanmaktadırlar. Hepsi bölgesel emperyalist güç merkezi olmak için bölgesel savaşları tetiklemektedirler. Birbirlerinin pazarlarına el koymak için hepsi imkan bulabildikleri küresel emperyalist devletlerle birbirlerine karşı ittifak peşinde koşmaktadırlar.
Türkiye bölgesel emperyalist bir ülkedir. Bölgesel savaşların en tehlikeli etkenidir. Bu analizden “pasif bir barışçılık” çıkmaz. Bölgesel emperyalizm demek, bölgesel savaşlar demektir, bölgesel savaşlar ise bölgesel devrimin şafağıdır. Bu cümleyi şu amaçla yazdım. “Emperyalizm” kavramı elbette çok karmaşık bir ekonomik, sosyolojik süreçle ilgilidir. Emperyalizmin içeriğini bilimsel analizi bilim insanlarının işidir. Lenin bile “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserini yazarken, konuya akademik yaklaşımdan çok, politik yaklaşım göstermiş ve Birinci Dünya Savaşı’ndan önce yazdığı bu eserde, “Emperyalist savaşlar, devrimlerin şafağıdır” demiştir.
Emperyalizmle savaş ve savaşla devrim arasındaki bu diyalektik ilişki Kürt Özgürlük Hareketi’ne yaklaşımda pusula rolü oynar. Küresel emperyalist güçler kendi aralarındaki uzlaşmaz çıkar kavgasını dünya savaşlarıyla iki defa çözdüler. Ama artık bunu yapamazlar. Sebebi yalnız sermayenin küreselleşmesi, iç içe geçmesi değildir. Sebep bu devletlerin arasındaki nükleer “dehşet dengesidir.” Buna karşılık küresel güçler aralarındaki çelişkileri bölgesel emperyalist devletler arasındaki pazar kavgalarından yararlanarak çözme yolunu seçmişlerdir. Suriye’ye sıkışmış Üçüncü Dünya Savaşı bu gerçeği gözler önüne sermiştir. Önümüzdeki dönemde de bu tür çatışmalar sürecektir.
Bu savaş durumuna ancak bölgesel devrim son verebilir. Bu devrimin objektif şartları Ortadoğu’da olgunlaşmıştır, aynı zamanda devrimin sübjektif şartları da olgunlaşmıştır. Ortadoğu’nun kalbini oluşturan Kürdistan’ın bütün parçalarında devrimin öncü güçleri, tarihte eşine rastlanmayan bir nitelikte ortaya çıkmıştır. Günümüze kadar gelen devrim tarihi, bütün devrimlerin “yarım insanlık” devrimleri olduğunu gösterir. O “yarım insanlık” devrimleri zafere ulaşınca elbette kadınların desteğini kazanmıştır, ama hiçbiri “kadınların da öncü güç” olarak yer aldığı “bütünsel insanlık devrimleri” olamamıştır. Ortadoğu bölgesel devrim sürecinin sübjektif faktörü “bütünsel insanlık öncülüğüdür.”
Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu bölgesel ve dünya çapındaki misyonunu kavramak, onun dört parçada yıkmaya çalıştığı “ulus devletlerin” gerçekte birer “bölgesel emperyalist devlet” olduğunu anlamaktan geçer. Bunu kavrayamayan sol, Kürdistan renginde başlayan devrimci sürecin, her geçen gün bölgesel ve evrensel devrimci süreç haline dönüştüğünü de kavrayamaz. Kavrayamayınca da kendi milli emperyalizminin elinde zavallı bir oyuncak olur.
Milliyetçi Türk solunun enternasyonalist ve devrimci Türkiye soluna dönüşmesi, yaşadığı ülke hakkında açık seçik bir kavrayışa sahip olmasına ve buna uygun bir programa ve stratejiye sahip olmasına bağlıdır. Kimisi o zaman da milliyetçi olan Türk solu, 60’lı yıllarda “anti-emperyalizm” kavramını devrimci amaçlarla kullanıyordu. Böylece bu kuşak, o yıllarda sosyalist sistemle ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle ittifaka giriyor ve Türk kapitalizmini bir sosyalist devrimle yıkmak yerine, onu emperyalist sistemden kopartmak yoluyla dünya devrimci sürecine stratejik bir katkı yapmaya çalışıyordu. Bugün böyle bir çizgi “anti-emperyalizmin karikatürü” olur.
0 notes
bilgilikus · 5 months
Text
Hindistan Tarihi ve Kültürel Mirası
Tumblr media
Hindistan, uzun tarihinde birçok farklı uygarlığı ve dini etkileşimi barındırmıştır. Bu blog yazısında, Hint uygarlıkları ve erken tarih, Hindistan'ın bağımsızlık hareketi, Hinduizm'in diğer dinlerle etkileşimi, Mogul İmparatorluğu'nun yükselişi, Budizm'in Hindistan'daki etkisi, Hindistan'ın kültürel mirasının zenginliği, geleneksel Hint mimarisi ve sanatı, renkli festivalleri, tarihi turistik yerleri gibi konuları ele alacağız. Hindistan'ın bu zengin tarihi ve kültürel mirası, ülkeyi dünya genelinde popüler bir turistik destinasyon haline getiriyor. Keyifli okumalar!
Hint Uygarlıkları Ve Erken Tarih
Hint uygarlıkları, dünya tarihinde önemli bir yere sahiptir. Hint yarımadası, tarih boyunca farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmıştır. Bu medeniyetlerin oluşumu, gelişimi ve etkileşimi, hint uygarlıkları ve erken tarihinin önemli bir parçasıdır. Hint uygarlıkları, tarihöncesi dönemlerden itibaren bölgede var olmuş ve farklı kültürel mirasların oluşmasına katkıda bulunmuştur. Harappa ve Mohenjo-Daro gibi medeniyetler, bu dönemde gelişmiş şehirler ve planlı yerleşim alanları ile dikkat çekmektedir. Bu medeniyetler, erken tarih döneminde hint uygarlıklarının temelini oluşturmuştur. Hint yarımadasının erken tarihindeki en önemli medeniyetlerden biri de Arya uygarlığıdır. Arya uygarlığı, bölgede önemli bir kültürel etkileşim yaşanmasına sebep olmuş ve Hinduizm ve diğer dinlerin oluşumuna katkıda bulunmuştur. Bu dönemde yazı, dil, sanat ve bilim alanlarında da önemli gelişmeler yaşanmıştır.
Hindistan'ın Bağımsızlık Hareketi
Hindistan'ın bağımsızlık hareketi, ülkenin tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu hareket, yaklaşık 200 yıl süren Britanya sömürgeciliği dönemine karşı mücadelenin sonucunda gerçekleşmiştir. Bu süreç, ülkede çeşitli toplumsal ve siyasi değişimlere yol açmış ve Hindistan'ın modern tarihini şekillendirmiştir. Bağımsızlık hareketinin en önemli liderlerinden biri olan Mahatma Gandhi, pasif direniş ve sivil itaatsizlik gibi fikirleriyle halkı birleştirmiştir. Gandhi'nin önderliğinde gerçekleşen türlü eylemler ve kampanyalar, Britanya yönetimine karşı büyük bir baskı oluşturmuş ve hareketin ilerlemesi için önemli bir role sahip olmuştur. Yıl Olay 1919 Amritsar Katliamı 1930 Dandi Tuz Yürüyüşü 1942 Quit India Hareketi 1947 yılında Hindistan, Britanya İmparatorluğu'ndan resmi olarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu tarihten sonra ülkede çeşitli zorluklar ve bölgesel sorunlar yaşanmış olsa da, Hindistan'ın bağımsızlık hareketi, dünya tarihindeki diğer bağımsızlık mücadeleleri gibi, önemli bir ilham kaynağı ve örnek olmuştur.
Hinduizm Ve Diğer Dinlerin Etkileşimi
Hindistan, tarihi boyunca farklı dinlerin etkileşimi ve bir arada var olmasıyla dikkat çekmiştir. Bunlardan biri de Hinduizm'dir. Hinduizm, diğer dinlerle etkileşim içinde olmuş ve farklı inanç sistemleriyle uzun yıllar yan yana yaşamıştır. Hinduizm’in, Budizm ve Jainizm gibi diğer Hint dinleriyle etkileşimi oldukça derindir. Bu etkileşim, özellikle karma ve reenkarnasyon gibi kavramlar üzerinde ortak bir anlayış oluşturmuştur. Ayrıca Hinduizm ve diğer dinler arasındaki etkileşim, farklı ritüeller, ibadet biçimleri ve toplumsal normlar alanında da kendini göstermiştir. Bununla birlikte, İslam ve Hıristiyanlık gibi dinlerin Hindistan'a girişiyle birlikte Hinduizm üzerinde farklı bir etkileşim süreci yaşanmıştır. Bu süreçte dinler arasında karşılıklı etkileşim, farklı kültürel alışkanlıkların benimsenmesi ve sentezlenmesi gibi sonuçlar doğurmuştur. Bu durum, Hindistan'ın dinler arası uyum ve hoşgörüsünün bir örneği olarak kabul edilebilir.
Mogul İmparatorluğu'nun Yükselişi
Moğol İmparatorluğu'nun yükselişi, Hindistan tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Moğol hükümdarları, 16. yüzyılda Hindistan'ı fethederek imparatorluklarını genişlettiler. Bu dönemdeki askeri başarıları, mimari ve kültürel gelişmeleriyle Moğol İmparatorluğu, Hindistan'ın tarihinde iz bırakmıştır. Moğol İmparatorluğu'nun yükselişi, Babür Şah tarafından 1526 yılında Panipat Savaşı'nda Babür İmparatorluğu'nun kurulmasıyla başlamıştır. Babür, Orta Asya'dan gelen Moğol soylularının Türkmenistan'dan Hindistan'a göç etmesi sonucu Hindistan'ı fethetmiştir. Babür, Hindistan'da kendi hanedanını kurarak Moğol İmparatorluğu'nu kurmuştur. Babür İmparatorluğu, Hindistan'da birçok önemli eseri bırakmıştır. Moğol mimarisi, Babürlüler döneminde görkemli ve estetik yapılar inşa edilmesine öncülük etmiştir. Ayrıca, Babür İmparatorluğu döneminde edebiyat, müzik ve resim gibi sanatsal alanlarda da önemli gelişmeler yaşanmıştır. Moğol İmparatorluğu'nun yükselişi, Hindistan'ın tarihinde kalıcı bir etki bırakmıştır.
Budizm'in Hindistan'daki Etkisi
Budizm, Hindistan'ın tarihinde önemli bir rol oynamıştır. Budizm, M.Ö. 6. yüzyılda Siddhartha Gautama tarafından kurulmuş bir dindir. Hindistan'da ortaya çıkan bu din, zamanla geniş bir takipçi kitlesi tarafından benimsenmiştir. Budizm'in, Hindistan'ın kültürel ve dini yaşamı üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Budizm'in Hindistan'daki etkisi, hem dini hem de sosyal açıdan oldukça önemlidir. Hinduizm'in yanı sıra Hindistan'da yaygın olan diğer dinlerle de etkileşim içinde olan Budizm, farklı inanç sistemlerinin bir arada var olmasına katkı sağlamıştır. Ayrıca Budist inançlar, Hint sanatı, mimarisi ve edebiyatı üzerinde de derin bir iz bırakmıştır. Budizm'in Hindistan'daki etkisi, ülkenin tarihinde çok sayıda tapınak, stupa ve diğer dini yapıların inşa edilmesine yol açmıştır. Ayrıca Budist inançlar, Hint felsefesi ve düşünce sistemleri üzerinde de derinlemesine bir etki bırakmıştır. Hindistan, Budizm'in izlerini günümüze kadar taşıyan önemli bir dini ve kültürel mirasa sahiptir.
Hindistan'ın Kültürel Mirasının Zenginliği
Hindistan, kültürel mirasının zenginliğiyle tanınan bir ülkedir. Binlerce yıllık tarihi boyunca çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış, bu da ülkenin kültürel çeşitliliğine katkı sağlamıştır. Doğu ve Batı etkileşiminin izlerini taşıyan Hindistan, bu mirasıyla dünya üzerinde benzersiz bir konuma sahiptir. Hindistan'ın kültürel mirasının zenginliği, dinlerin ve inançların bir arada var olmasından kaynaklanmaktadır. Hinduizm, Budizm, Jainizm, İslam, Hıristiyanlık ve diğer inançlar, ülkenin kültürel dokusunu oluşturan unsurlardır. Bu dinlerin etkileşimi, Hindistan'ın mimarisi, sanatı, müziği ve dansı üzerinde belirgin bir iz bırakmıştır. Dinler Kültürel Etkileri Hinduizm Mandirler, karma sanatı Budizm Stupa yapıları, felsefi etkiler İslam Camiler, yemek kültürü Hindistan'ın kültürel mirasının zenginliği, aynı zamanda renkli festivalleriyle de tanınır. Holi, Diwali, Navratri gibi festivaller, ülkenin farklı bölgelerinde farklı kutlama ve gelenekleriyle birlikte gerçekleştirilir. Bu festivaller, Hindistan'ın kültürel çeşitliliğini ve renkliliğini yansıtan önemli etkinliklerdir. Tüm bu unsurlar, Hindistan'ın kültürel mirasının zenginliğine katkıda bulunmaktadır.
Geleneksel Hint Mimarisi Ve Sanatı
Hindistan, hem mimari açıdan hem de sanat açısından oldukça zengin bir geçmişe sahiptir. Hint mimarisi, uzun tarihine ve farklı dönemlerdeki kültürel etkileşimlere bağlı olarak çeşitlilik gösterir. Hindu, Budist ve İslam mimarisi gibi farklı dinlerin etkisi altında kalarak farklı tarzlarda yapılar inşa edilmiştir. Özellikle, Mogul İmparatorluğu döneminde inşa edilen Tac Mahal, Humayun Türbeleri ve Kızıl Kalesi gibi yapılar, Hindistan'ın geleneksel mimarisinin en ihtişamlı örneklerindendir. Ayrıca, Hindu tapınakları da geleneksel Hint mimarisinin önemli bir parçasıdır ve genellikle komplike işçilik ve detaylı süslemelerle bezelidir.
Hindistan'ın Renkli Festivalleri
Hindistan, renkli ve coşkulu festivalleriyle ünlü bir ülkedir. Hindu, Müslüman, Hristiyan ve diğer inançlara sahip insanların bir arada yaşadığı Hindistan'da çeşitli festivaller her yıl binlerce kişinin katılımıyla kutlanır. Bu festivaller arasında en tanınmışı, Holi festivalidir. Holi, renkli tozlarla yapılan büyük bir renk savaşı olarak bilinir. Bu festival, baharın ve bereketin başlangıcını kutlar. Renkli tozlarla birbirini boyayan insanlar, bu festivalin neşesini ve coşkusunu beraberinde getirir. Bunun yanı sıra, Diwali festivali de Hindistan'ın en önemli festivallerinden biridir. Bu festival, ışık ve renklerin bayramı olarak kutlanır. Evlerin ve sokakların ışıklandırıldığı, havai fişek gösterileri yapılan bu festival, ışığın karanlığı yok ettiğini simgeler.
Hindistan'ın Tarihi Turistik Yerleri
Hindistan, tarihi ve kültürel zenginliği ile ünlü bir ülke olarak bilinir. Bu güzel ülke, tarihi turistik yerleri ile de ziyaretçilerini büyüler. Hindistan'ın tarihi turistik yerlerini ziyaret ederek, bu büyüleyici ülkenin tarihine ve kültürel mirasına daha yakından tanıklık edebilirsiniz. Taj Mahal: Hindistan'ın en ünlü turistik noktalarından biri olan Taj Mahal, Agra şehrinde bulunur. Bu muhteşem yapı, Hint mimarisinin en güzel örnekleri arasında gösterilir. Beyaz mermerden inşa edilen bu büyüleyici yapı, aşkın simgesi olarak bilinir. Taj Mahal'i ziyaret ederek, Hint mimarisinin ihtişamını yakından görebilirsiniz. Amber Kalesi: Hindistan'ın Jaipur şehrinde bulunan Amber Kalesi, tarihi ve mimari açıdan büyüleyici bir yapıdır. Bu kale, Hindu-Rajput mimarisinin en önemli örnekleri arasında gösterilir. Ziyaretçiler, kaledeki muhteşem sarayları ve tapınakları keşfedebilir, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkabilirler. Read the full article
0 notes
cinaraslan · 2 years
Text
📗LEONİD KRASİN KİMDİR?📌
1895'te Leonid Krasin, aynı Brusnev davasında bir kez daha tutuklandı ve ailesinin daha sonra yaşadığı Irkutsk'ta sürgüne mahkum edildi. Bir bağlantıya hizmet ederken, mühendislik pozisyonu da dahil olmak üzere demiryolu inşaatı üzerinde çalıştı.
1897'de sürgünden Rusya'nın Avrupa kısmına döndü ve 1900'de mezun olduğu Kharkov Teknoloji Enstitüsü'ne girdi.
Üniversiteden mezun olduktan sonra Leonid Borisovich, Electrosila elektrik santralinin inşaatını denetlediği Bakü'ye taşındı. Ayrı sosyal demokrat grupları tek bir örgütte birleştirmeye yardımcı oldu. 1903'teki ünlü Bakü grevinin organizasyonuna katıldı. Yasadışı matbaa "Nina"yı organize etti, "Iskra" gazetesinin basımını ve ulaşımını organize etti. 1904 yazında, radikal Savva Morozov'un fabrikasındaki elektrik santralinin modernizasyonunu denetlediği Orekhovo-Zuevo'ya taşındı. Aynı zamanda, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'nin liderlerinden biri olarak aktif olarak yasadışı faaliyetlerde bulundu.
9 Ocak 1905 olayları sırasında Leonid Krasin, St. Petersburg'daydı. Mayıs ayında Londra'daki Bolşevik Kongresi'ne katıldı ve burada kongre başkan yardımcılığına seçildi. Lenin ile birlikte silahlı bir ayaklanma örgütleme kararı aldı. Yaz aylarında "1886 Topluluğu" nda St. Petersburg kablo ağının başı olarak bir pozisyon aldı. Yıl sonunda, partinin mali faaliyetlerinden sorumlu olan RSDLP Merkez Komitesi altındaki Savaş Teknik Grubuna başkanlık etti.
Ayrıca muharebe mangaları düzenlemek ve onlara her türlü silahı sağlamak için çalıştı. Büyük Ekim grevinin organizasyonunda yer aldı. 1886 Derneği'nin işçileri ve çalışanları arasından St. Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti'ne seçildi. Gorki ile birlikte ilk büyük yasal parti gazetesi Novaya Zhizn'i kurdu.
Devrimci olaylar sırasında, Leonid Borisovich, devrimci faaliyetlere giden parayı elde etmek için kamulaştırmaların ana organizatörlerinden biriydi. Sveaborg ayaklanmasının hazırlanmasında yer aldı. Yasal ve yasadışı çalışmanın birleşimi 1908'de Finlandiya'da tutuklandığında sona erdi, ancak bir ay gözaltında tutulduktan sonra delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. Bundan sonra, yurtdışına gitti ve İtalya'da yaşadı ve Rusya'daki Bolşevik hareketinin beklentileri hakkında son derece radikal görüşlere sahipti. O ültimatomlardan biriydi.
Almanya'dayken Krasin, Alman firması Siemens & Schuckert'e katıldı ve mühendislik ve yönetim becerilerini hızla gösterdi. Zaten 1911'de Berlin şubesinin müdür yardımcılığına atandı, 1912'de şirketin Moskova şubesinin müdürü oldu. 1913'te Rusya'da genel temsilcilik görevini üstlendi ve bununla bağlantılı olarak St. Petersburg'a taşındı. Birinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden sonra, şirketin Rusya'daki devlet kontrolüne alınan işletmelerini yönetmeye devam etti. Aynı zamanda Baranovsky barut fabrikasının müdürüydü.
Aralık 1917'de, Bolşeviklerin gücünün bir miktar güçlendirilmesinden sonra, Leonid Borisovich Krasin, Lenin ve Troçki'nin Brest Barışı ile sona eren Brest-Litovsk'ta Almanlarla yapılan müzakerelerde delegasyona katılma teklifini kabul etti. Yakında Bolşevik Partisi üyeliğini geri kazandı. 1918'de Kızıl Ordu İkmal Olağanüstü Komisyonu başkanlığına seçildi, aynı zamanda Ulusal Ekonomi Yüksek Kurulu Başkanlığı ve Savunma Konseyi üyeliği yaptı.
1920'lerin başlarında, Krasin, Sovyet hükümeti tarafından ticari ve siyasi ilişkileri yeniden kurmak için Batı'ya gönderilen bir heyetin başkanlığına atandı. Mayıs ayında Londra'ya geldi ve İngiliz hükümetiyle müzakerelere başladı. Sovyet Rusya'nın Büyük Britanya ve Fransa tarafından tanınmasına aktif olarak katkıda bulundu. Üç yıl boyunca İngiltere'de yetkili temsilci ve satış temsilcisi olarak görev yaptı. 1922'de Cenova ve Lahey konferanslarına katıldı. 1923'te SSCB'nin ilk Dış Ticaret Halk Komiseri oldu. 1924'ten beri Fransa'da, 1925'ten beri yine Büyük Britanya'da tam yetkiliydi.
Leonid Borisovich Krasin , 24 Kasım 1926'da Londra'da öldü. Ölümden sonra Golders Green krematoryumunda yakıldı, külleri olan semaver Moskova'daki Kızıl Meydan'daki Kremlin duvarının yakınındaki nekropolüne yerleştirildi.
Tumblr media
2 notes · View notes
hasanakbal19 · 5 months
Text
Türkiye-Birleşik Krallık Ortak Komitesinin Türkiye Cumhuriyeti ile Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı Arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının Menşe Kuralları ve Menşe İşlemlerine İlişkin Protokolünün Ek Menşe-2B’sini (Elektrikli Akümülatörler ve Elektrikli Vasıtalar İçin Geçici Liste Kuralları) Tadil Eden Ekli 1/2023 Sayılı Kararının 1/1/2024 Tarihinden Geçerli Olmak Üzere Onaylanması Hakkında Karar (Karar Sayısı: 8048)
Türkiye-Birleşik Krallık Ortak Komitesinin Türkiye Cumhuriyeti ile Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı Arasında Serbest Ticaret Anlaşmasının Menşe Kuralları ve Menşe İşlemlerine İlişkin Protokolünün Ek Menşe-2B’sini (Elektrikli Akümülatörler ve Elektrikli Vasıtalar İçin Geçici Liste Kuralları) Tadil Eden Ekli 1/2023 Sayılı Kararının 1/1/2024 Tarihinden Geçerli Olmak Üzere…
View On WordPress
0 notes