Tumgik
mksancar · 7 years
Text
Manifesto (2015)
Bu film, 21. Yüzyılın manifestosudur. Rosefeldt’in sanat anlayışının ilanıdır. Yalnızca diğer sanat manifestolarından farklı olarak sinemasal bir yöntemle ortaya konmuş, o kadar. Bir manifesto filmi... Bir manifestonun filme alınması için ilgi çekici ve yaratıcı bazı yöntemlerin bulunması ve Cate Blanchett gibi usta bir oyuncuya teslim edilmesi harika bir fikir. Her ne kadar cezbedici ya da  şairane olursa olsun yönetmenin elinde filme alması gereken bir metin var ve edebi metinler bir filmin sinemasal gücünü zayıflatırlar. Bu nedenle yönetmen, filmi fragmanlar halinde kurgulamış ve manifesto metnini bu fragmanlarda yer alan gerçekliğin içinde sunmayı başarmış. Örneğin büyük bir tesiste anons biçiminde, bir aile yemeğinde yemek duası biçiminde ya da bir modern dans kareografının söylenmeleri içinde manifesto izleyici ile buluşuyor. Ve tüm bu fragmanlarda, birbirinden farklı karakterleri harika bir biçimde canlandıran Cate Blanchett, manifesto metnini bile gölgede bırakıyor. Tüm filmi hayatım boyunca şiir okurken yaşadığım çaresizliğe benzer bir duyguyla izledim. Kelimelere yüklenen anlam ile kafamda oluşan imgeler 93 dakika boyunca savaştı ve sonunda kazanan ben oldum.
0 notes
mksancar · 7 years
Text
War for Planet of the Apes (2017)
1968 yapımı Planet of the Apes en etkilendiğim filmlerden biridir. İlk izlediğimde felsefi derinliği beni allak bullak etmişti. Bu nedenle 2011'de başlayan prequel serinin ilk filmini büyük bir heyecan ve beklentiyle izlemiş ve çok beğenmiştim. Şimdi ise serinin son filmini izledim. Hoşuma giden birçok ayrıntıya rağmen özellikle filmin ritmini beğenmediğimi söyleyebilirim. Kimi sekanslar sarkıyor, kimi sekanslar ise -son dönemde gösterime giren birçok Amerikan filminde olduğu gibi- tüm o savaş aksiyonunun içinde nefessiz kalıyor. Ancak Amerikan Sinemasına özgü tür kalıplarını kullanışı oldukça iyiydi. Zaten bu filmi “sinefil birileri tarafından sinefiller için yapılmış filmler” listesine koyabiliriz. Bir kere Apocalypse Now gibi bir klasiğe benzerliğinin farkında olması ve bu filme saygı duruşunda bulunması (duvardaki Ape-calpyse Now yazısı) birçok sinemaseverin yüzünde bir tebessüme neden olmuştur. Ama bundan da öte filmin asıl mahareti Amerikan Sinemasının bazı tür kalıplarını çok iyi işletiyor olmasıydı. Film önce klasik bir Vietnam Savaşı filmleri gibi başlıyor. Bu bölümde Amerikan askerleri -Viet Cong  ve King Kong göndermeleri eşliğinde- ormanlık alanda “Kong” olarak adlandırdıkları maymunlara saldırı düzenlerler. Fakat daha sonra ise isyankar maymunların lideri Ceaser, öldürülen ailesinin intikamını almak için yollara düşer. Film burada da bir Western havasına bürünüyor. Askerlerin karargahı bulunduktan sonra ise film Nazi toplama kampı anlatılarına evriliyor. Tabii ki filmin sonu da asıl filmin birçok meselesini açığa kavuşturacak şekilde gerçekleşiyor. Sözün özü, üçlemenin finalinin ne yazık ki diğer iki filmin gerisinde kaldığı söylenebilir.
0 notes
mksancar · 7 years
Text
Ana, Mon Amour (2017)
Romen Sinemasını son dönem Türk Sinemasına epey benzetiyorum ve belki de bu yüzden çok seviyorum. Romen filmlerden anladığım kadarıyla koca ülke -tıpkı bizimki gibi- bir çelişkiler yumağı. Bir yandan Avrupa Birliği üyesi ve dolayısıyla Avrupa kapitalizminin arka bahçesi konumunda. Toni Erdmann filmindeki takım elbiseli insanların “büyük bir potansiyel” gördüğü bir yer mesela. Ama bir yandan da 4 Ay 3 Hafta 2 Gün'deki veya Çocuk Pozu'undaki gibi bir toplumsal ve bürokratik kaosun yaşandığı bir yer. Ana, Mon Amour filmi esas itibariyle Blue Valentine'a benzer bir kadın-erkek ilişkisine odaklanıyor ama biraz önce bahsettiğim 'kaos'a dokundurmadan da edemiyor.
0 notes
mksancar · 7 years
Text
Lines (2016)
Bugün Ankara Uluslararası Film Festivali başladı. Vasilis Mazomenos'un Lines (2016) adlı filmini izledim . Mazomenos Türkiye'de çok fazla bilinen bir yönetmen değil ya da en azından ben bilmiyordum diyelim. Zaten Yunan Sineması denince aklımıza bir çırpıda gelen yalnızca birkaç yönetmen var. Üstad Angelopoulos, genç yetenek Lanthimos ve Yunan asıllı Fransız Costa-Gavras… Rembetiko (1983), Alexis Zorba (1964) ve Attenberg (2010) gibi tekil örnekler dışında Yunan Sineması adına Dünya çapında öne çıkan başka bir isim bilmiyorum. Bu film de en azından bir Attenberg değildi, fakat birkaç meziyetinden bahsetmem gerek. Bir kere en büyük meziyeti ele aldığı güncel politik meseleleri zedelemeden steril ve plastik bir estetik yaratabilmesi. Film, birbirine bir şekilde bağlı hikâyecikler biçiminde kurgulanmış. Bu hikâyelerin her birinde çağdaş sanat yerleştirmelerindeki gibi kendi iç gerçeklikleri ve kendi özerk üslupları var. Fakat dediğim gibi bu özerk politik alt metne zarar vermiyor. Bu arada bu satırları yazarken yine Ankara'daki bir festivalde izlediğim Wasted Youth (2011) adlı Yunan filmi aklıma geldi. O film de genç ve apolitik bir kaykaycı temelinde Yunanistan'da yaşanan ekonomik krizi ve polis şiddetini irdeliyordu. (Yazmak, hele de benim gibi unutkan ötesi insanlar için o kadar yararlı ki… Şu anda Lines'ı yazmıyor olsam belki de Wasted Youth'u sonsuza kadar unutmuş olacaktım. Tabi ki adını veya hikâyesini unutsam da filmi izlerken yaşadığım imgesel deneyim bir yere kaybolmayacaktı, ama en azından filmin adını ve konusunu da uzun süre hatırlayacağım.)
0 notes
mksancar · 7 years
Text
Tony Manero (2008)
Pablo Larrain'in meşhur üçlemesi hakkında genellikle karakterlerin ve hikâyelerin Pinochet döneminin yansıması olduğu yorumları yapılır. Bu yorumlara katılmakla birlikte Tony Manero'da “yansıma"dan biraz fazlası olduğunu düşünüyorum. Bence Tony Manero 1977 Şili'sidir. (1977, Saturday Night Fever'ın gösterime girdiği tarih.) Bir kere Tony Manero ya da filmdeki gerçek adıyla Raul Peralta bir hırsız. İnsanların malını çalmaktan da yaşam hakkını çalmaktan da imtina etmiyor. Tıpkı Pinochet Şili'si gibi… Raul'un gasp etmek için kovaladığı bir adam, o anda iki sivil polise yakalanıyor ve üzerinde siyasi bildiriler olduğu için oracıkta infaz ediliyor. Filmin psikopat başkarakteri ve devlet görevlileri aynı soğukkanlılıkla can alıyorlar. Pinochet anlayışının ve Raul'un bir başka ortak niteliği de Amerika sevdaları. Malum, Raul bir Travolta hayranı ve onun gibi olmak için film boyunca elinden geleni yapıyor. Pinochet ise 1973'te Şili'de sosyalist Allende'a darbe yapan cuntanın lideri ve bu darbe ABD'nin ekonomik ve siyasi desteği alınarak yapılıyor. Daha sonra da yıllarca sürecek cunta rejimi altında Amerika'nın dayattığı neoliberal politikalar hayata geçiriliyor. (Ne kadar da tanıdık değil mi? Ne yazık ki 1970'ler boyunca Güney Amerika'da, Afrika'da ve 12 Eylül 1980'de burada aynı senaryonun farklı tezahürleri uygulamaya geçirildiği halde hala 12 Eylül faşizmi irrasyonel argümanlarla savunulmaya devam ediyor.)
0 notes
mksancar · 7 years
Text
Polis (2007)
Polis aslında klasik bir ilk film. Neden mi? Genelde yönetmenler ilk filmlerini -sevdikleri şeyleri yad etmek için de olsa tepkisel bir tavır ortaya koymak için de olsa- etkilendikleri şeylerle doldururlar. Ve bu şeyler de genellikle sinemasal şeylerdir. Çünkü bir yönetmen,yönetmen olmadan önce en çok filmlerden etkilenmiştir ki yönetmen olmuştur.
Bir sanatçı önce iyi bir sanatseverdir. Takip ettiği sanat hakkında da olumlu veya olumsuz bir sürü fikir geliştirir.  Bu yüzden ilk filmler iyi veya kötü yönetmenin kişisel argümanları ile doludur. Tabi bir sürü kişisel argüman toplanıp toplanıp birden ortaya çıkma imkânı bulunca pek de hayırlı sonuçlar doğurmaz, zira o dolup dolup birden patlayan şey her neyse filmin bir tarafında gereksiz bir ağırlık meydana getirdiği için anlatının dengesi bozulur.
Bu konudaki en feci örnek Çağan Irmak’ın Bana Şans Dile (2001) filmidir. “İçe kapanık, iletişimsiz, sakar lise öğrencisi Bahadır bir sabah uyandığında dünyayı değiştirmeye karar verir.” SinemaTürk’te filmin konusunu anlatan ilk cümle… Bu filmden hareketle Çağan Irmak’ın Amerikan filmlerinden ne kadar da -olumlu ya da olumsuz- etkilendiği ortada aslında. Kısa veya uzun belgeseller çekerek yönetmenliğe adım atan sinemacıların ilk filmlerinin yoğun belgesel ögeler (Evet öğe değil öge imiş.) taşıması bu durumun bir başka tezahürü.
Polis de işte böyle ‘ilk film tepkisellikleri barındıran’ bir ilk film. Çağan Irmak nasıl Amerikan filmlerine takmışsa, sanki Onur Ünlü de Türk avantür filmlerine sarmış ve bu mikro türün kalıpları ile bir güzel oynamış. Yaptığı en belirgin rötuş, adını andığımız mikro türün içinde barınan bir ayağı topal rasyonalizmi tepe taklak etmiş olması. 1960′lar 80′lere kadar Türk avantürüne baktığınızda her ne kadar akıl sağlığını zorlayacak şeyler olsa da doğrusal ve neden-sonuç ilişkisine dayalı bir kurgu anlayışı ile karşılaşırsınız. Ünlü ise kurgusunu rasyonel kalıpları kırmak amacıyla düzenlemiş. Son olarak filmde yer alan göndermelere dikkatinizi çekmek isterim. Musa Rami’nin ağzından kan gelmesi Yeşilçam’ın en tipik hastalık belirtisidir. Bir de karşısındaki kadına zorla kendisini sevdiğini söyleten jönün “Yalan söylüyorsun!” demesi var tabi.
0 notes