Birbirini kovalayan günleri bir masaya oturtup, ne bu tantana arkadaşlar bir konuşun anlaşın diyerek oradan uzaklaşmak istiyorum. Sabah sekizden akşam altıya kadar yaptığım üretimin dişlilerine çomak sokup durduramıyorum çünkü patronlara Haliller isyan çıkartamaz. Ben sessizce köşeye çekiliyorum. Yakamın kirli beyaz olmasından dolayı sadece buna hakkım var. Derin bir iç çekiyorum, içime çektiğim hava ağzımdaki maskeye takılınca küfür kıyamet maskeyi fırlatıyorum ama yere pat diye sert düşmeyip süzüle süzüle düştüğü için daha da sinirim bozuluyor. Üzerine basıyorum, üzerinde zıplıyorum. Birileri de benim üzerimde zıplıyor. Ezilen, ezen, aradakiler, karmaşa, matruşka, kaygı, Zeki Demirkubuz, yazgı.
Kafamda bir pazar günü üsküdar sahil kalabalığı. Yürüyorum tüm duygularımla Harem'e doğru. Üstelik canım hiç yolculuk çekmiyorken. Bir pazarım var ve o da ne yapacağımı düşünmekle geçiyor. Tüm duygularımı sakince alıp sıraya diziyorum. Öfke var, hayal kırıklığı burada, aşk lazım, Gökhan Türkmen kenara çekil, zam, kredi kartı ekstrem, kareli battaniyem, vergimi verdim, umarım gaspa uğramadan eve dönebilirim. Euripides haklı, hepimiz endişeden yaratılmışız.
0 notes
her gün ne kadar çok ölüyoruz sevgilim
aksine ölünmeyecekmiş gibi her yanımız inşaat
yıl aldıkça gerçekleşmeyen hayallerdir sonbahar
son yılları ömrümün
tek tük beyaz sakal
ve alnı açık bir yaşam
yolculuklar istiyor insan uzak
en uzun yolculuk mudur ölüm
belki de en kısa
hep aklımızda ve bizimle bu muallak
doğduk ve o gün kaybettik
bir daha asla bulamayacağımız
anlamın kıvrımını
yine de yaşıyoruz ezberlediğimiz yaşamı
kavgada yumruk sayılmaz
kaan uzun, yaşam kervanı
9 notes
·
View notes
sırtımı döndüm şehre
bacası tütsün fabrikaların
filtresi gırtlağımda bir öksürük
boğuluyorum aç kalabalık kalakaldık
tavşan kadar dişlek bir gülüş
hırkamdan denize düştü
ama bir kulağım arkada
olacak tüm felaketlere açık duyumdayım
doğuştan özdemir asaf peltekliğiyle
gece dörtte kapanan barlar gördüm
sabah beşte açılan fırınlar
ekmek ve biradır öğünüm
kalbim sana mayalanır
kaan uzun, tütsün yaşamım
3 notes
·
View notes
Ben bu çocuğu sevmiyorum dedi Emel. Hatta denedim sevmeyi çok denedim yine sevemiyorum. Olmuyor. Bebekler çok tatlıdır kanısının da ağzına sıçayım. Bebek ama yine sevimli değil. İsmi de Asya. Avrupa olsa sevilirdi belki ama Asya’nın nesini seveyim.
Bir kahkaha patlattı önce sonra bir iki saniye durdu ve ardından derin bir iç çekti. Bu dünyayı düşündü. Doğmuş olmanın sakıncasıydı belki de Asya’ya duyduğu sevgisizlik. Kendi doğumunu bir leke olarak, bir kaybediş olarak gördüğü için Asya’ya da Avrupa’ya da bu kıtaları birbirine bağlayan tüm köprülere de objektif bakamıyordu.
0 notes
birbirini kovalayan günleri bir masaya oturtup ne bu tantana arkadaşlar bir konuşun anlaşın diyerek oradan uzaklaşmak istiyorum. sabah sekizden akşam altıya kadar yaptığım üretimin dişlilerine çomak sokup durduramıyorum çünkü patronlara haliller isyan çıkartamaz. ben sessizce köşeye çekiliyorum yakamın kirli beyaz olmasından dolayı sadece buna hakkım var, derin bir iç çekiyorum. içime çektiğim hava maskeye takılınca küfür kıyamet maskeyi fırlatıyorum ama yere sert düşmeyip süzüle süzüle düştüğü için daha da sinirim bozuluyor. üzerine basıyorum, üzerinde zıplıyorum. birileri de benim üzerimde zıplıyor. ezilen, ezen, aradakiler, karmaşa, matruşka, kaygı,zeki demirkubuz, yazgı.
2 notes
·
View notes
pamuk beyazı ellerin
pamuk yumuşaklığı ellerin
iklimi şalvar rengi kadınların
alnından güneş damlayan
çocuklarını gördükçe
yüreyir yanar benim
kaan uzun, adana ya da adam olana
3 notes
·
View notes
sen belki de ilkokul resmisin
pastel bir nehir ile güneşin gülüştüğü
yanına çizilecek ağaçlar henüz fidan
büyüyecekler belleğin azminde
daha da şişmanlayacak dünyamız
kutuplardan basık ekvatordan şişik yuvarlak küre
büyümeden kesilen fidanların utancını yiyerek
koskocaman olacak
sen gözün gördüğü güzelliklerin soyadısın
belki de ışıltılı bir caddenin en güzel vitrini
patlayan bir bombanın ardından
tek parça geleceğin umutlu sesi
bomba patladı
o acı sessizlik semada
ben gözlerine bakıyorum
sesim çıkmazındayız
attila ilhan henüz ölmemiş
yağmur başladı başlayacak
şimdi sarılırsak
kainat yeniden yaratılacak
ve yeniden big bang
kaan uzun, suyun kendisine değil damlasına şiir yazmak
6 notes
·
View notes
göç ediyorum yaşamın telli duvarlarının kenarından
heybetli bir dağ gibi büyüyor kalbimin sol yanında ağrı
dudağımda uçuklar ve sabahımda geceden kalma ayak sesleriyle
kırk kere tıkladım kapını
sen kırk birinciyi vazgeçiş say
geçiyorum alkollü bir polisin kontrolsüz yaşamının kıyısından
değiştirilemez maddesi adın olan anayasa aşk-i esasi
düzensizlik ve düzenbazlık kol geziyor şiirimde
aşkımız tekelleşiyor sevgilim ayrı ayrı uyuduğumuz gecelerde
bu şehrin kapısını aşındırsın artık mezarcılar
kafamda düş ve ensemde doğduğuma kanıt lekeyle
gözün göze düşman olduğu kalabalıkların içine dalıyorum
dünya renksizdi yaşadım bayır yuvar diyorum
kaşımda faça ve elimde ucuz bir falçatayla
mutluluk albümlerinden fotoğraflar kesiyorum
analog gençliğim şahittir
son kozumu oynadım
son pozunu versin hayat
sen yine de bu şiiri yazılmamış say
kaan uzun, kavimler pozu
7 notes
·
View notes
yürüdüğüm bu yol bazen istanbul
bazen üstesinden gelemiyorum
6 notes
·
View notes
bendeniz uykunuzda olmak isterim
ve mahmur yarınlarınızda
akşamdım yatmazdım sabahtım kalkmazdım
ve açtım gözlerimi yeni doğan yaşlarıyla
eli kolu uzun bir hayat büyüttü beni
kaldırımlardan ıslık çaldım insanlara
ihtiyacımız var mutluluğa
ama bilmiyorum günde kaç defa tok karınla
satürnsün karşımdasın iki gezegen daha var masada
retinaya göre hastalık veriyor rabbim
ben doğuştan miyobum sana
gözlüğümün arkasından gözlerine bakıyorum
kapalı görüşler aklımda
hayat rengi betonlara atılan çizikler
aç bekleyişler tok malzemeler
yaşamın gevrek tadında
halbuki bulanık bir geleceğin tırpanında biçilmiş otlarız
tanrının baharatsız çayırlarında
içimizde batan güneşin boyun büküklüğü
karşımızda mayhoş manzara
ben üç vakit sana acıkıyorum
el kararı ile konulan tuz miktarınca
kaan uzun, zuhalin bekleyişi
4 notes
·
View notes
Dalton kardeşlerden sadece Joe ve Avarell Dalton’un isimlerinin hatırlandığı dünyada, beş erkek kardeşin ortancalarından herhangi biri olarak yaşıyordu Bakır Sabahattin. Fasulye sırığına benzeyen fiziğine, gözlerine taktığı siyah dikdörtgen gözlüğü eşlik ediyordu. Güneş okşadığında bakır rengine dönüşen düz saçları, kemerli burnuna düşmemek için alnına sımsıkı tutunmuş, ela gözleri ise bu tedirginliğin tam ortasında kalmıştı. Babasını, kaybedilen her şeyin bir gün bir yerden çıkacağını zannettiği yaşlarda kaybetmişti. Annesi onlara hem analık hem babalık yapamadığından, çocukluğunun bir kenarı kıvrık kalmıştı Bakır Sabahattin’in.
Sadece okuma yazma öğrenecek kadar okula gitmişti. İlk okuldan sonra elleriyle her gün sımsıkı bakır kovasını tutmaya başlamıştı . Bu kovayı hayatını tutar gibi büyük bir ciddiyetle tutuyordu. Bakır Kova ile Bakır Sabahattin insanların gözünde öylesine birleşmişti ki, ikisi birleşik bir yapıydı sanki. Bu yüzden köydeki diğer insanlar ikisinin kesişim kümesini alarak ona sadece Bakır diyorlardı ve bunu hiç matematik bilmeden yapıyorlardı.
Yaz aylarında toprak sahipleri fındıklarını toplayıp tarladan çekildikten sonra, sağda solda ya da ulu orta kalan fındıklar; kuşun, sincabın ve Bakır’ın hakkıydı. Kış aylarında köyün dış tarafında yıllardır anıt gibi dikili ceviz ağaçlarından aşağı düşen cevizler de otların ve yaprakların arasında sessizce beklerdi Bakır’ın gelişini . Her hafta Perşembe günü ise özel bir toplama işi vardı. O gün geldiğinde sabah yatağından kalkarken hayata göz kırpar, suyu yüzüne kavuşturan ellerine şükrederdi. Çizmelerini giyerken hiç zorlanmaz, bir çırpıda ayaklarına geçiriverirdi. Ormana kadar yol boyunca kovası hiç dıngıldamaz, doğanın sessizliğini dinleyen Bakır’a eşlik ederdi. Ormana varıp, ağaçların üzerinde tedirgin adımlarla yürüyen salyangozları görünce, yanındaki su birikintisine yalancı bir cemre düşerdi. Sonra Bakır’ın hayat kaygısı göz kaygısının önüne geçer ve salyangozları birer birer toplamaya başlardı. Salyangozlar, fındıklar ve cevizler gibi uslu olmadığı için kovasının kapağını kapatmayı asla unutmazdı. Kovası dolunca hemen evinin yolunu tutardı. Eve döndüğü vakit, her Perşembe öğleden sonra salyangozları almaya gelen Cemal’e onları satardı. Hepsini canlı teslim ederdi. O salyangozlar nereye gidiyorlardı ve gittikleri yerde ne yapıyorlardı? Bunu hiç düşünmemişti. Sadece gidecekleri yerin buradan güzel olduğunu biliyordu. Bakır’ın ömrü burada yoksulluk içinde geçiyordu. Kesinlikle gidilecek, doyulacak memleketler buradan daha güzel olurdu. O yüzden uzaklardaki hayatları hep güzel sanıyordu. Bilinmeyeni güzel sanma sanatını okulda öğrenmemişti. Doğuştan biliyordu.
Bakır, yine böyle bir günde sıcak sobanın başında otururken, Cemal’in sesini duyunca hemen yerinden fırladı. Cemal her zaman ki sesiyle bağırmıştı. Sesin değişen bir şey olmadığını düşündü Bakır, kısılır artar ama sonunda yine aynı tonda dengeyi bulurdu. Bi yerde de bırakılmazdı. İnsan sesini, düşüncelerini taşıdığı gibi hep yanında taşırdı. Bunları düşünürken birden Cemal’in dibine kadar geldiğini farketti. Ve işte her şeyin başı, Allahın selamı..
“Selamun aleyküm Bakır Kardaşım” dedi Cemal ve ekledi.
“Kova ağzına kadar dolu, desene yağmurun bereketi.”
Bunu duyan Bakır tebessüm etti. İyi para alacaktı. Heyecanla hemen lafa girdi;
“Aleykümselam kardaşım. Yağmurdan sonra çıkıyo bu hınzırlar. Toprağın kokusunu duyuyolar. Çıkıp o kokuyu içlerine çekiyolar. Yaşamayı biliyolar kardaşım, vallahi de billahi de biliyolar.” dedi.
“Gene hayvanların rahatını kaçırdın be Bakır. Tuttun bana sattın. Ben bir başkasına satcam, derken salyangozlar elden ele…” dedi Edip Cansever’in adını hiç duymamış Cemal ve ekledi.
“Bunların kimisi Ege kıyılarına, kimisi Fransalara gidiyomuş, biliyon mu?”
Bunu duyan Bakır hafif bir tebessüm etti. Başkasının durumuna sevinip, kendi durumuna üzülmenin peşi sıra yaşattığı duygunun tebessümüydü bu.
“Yakaladım ama onlar Fransalara, Ege kıyılarına gidiyolamış kardaşım. Bak bizim ömrümüz yuvarlanıyo bu çayırlıkta. Gözlerimiz sabitlenmiş hep aynı resme bakıyo”
Cemal haklısın der gibi başını salladı. Sonra birden başkasının bilmediği bir şeyi bilmenin hızıyla lafa girdi.
“Doğru dedin yeni yerler görüyolar ama onları zenginler oralarda pişirip yiyolarmış. Çok da vitaminli hayvanlarmış bu hınzırlar.”
“Yiyolar mıymış!! Yalan sığmıyon dimi Bakır Kardaşına, bak yalan sığma Bakır Kardaşına.”
“Vallahide billahide doğru söylüyom. Bunları pişirmenin günahı pişirenlerden sonra senin ve benim boynuma birazda. Hadi ben aracıyım kardaş. Bir nevi taşıma görevi benim ki. Ama bu hayvanları yakalayan sensin, günahı varsa çoğu senin koynuna.”
“Yalan sığma Bakır Kardaşına, yalan sığma Bakır kardaşına…”
“Kardaş ben duyduğumu derim. Geç kaldım, al paranı ben gidim. Haydi Allah’a emanetsin.” dedi Cemal ve akşam kızıllığında atına atlayıp giden Redkit’in arkadan görüntüsünü andıran bir görüntü bıraktı Bakır’ın gözlerinde.
Bakır Sabahattin parayı aldı ve yavaş yavaş attığı yirmi iki adımın sonunda eve vardı. Boş kovasını kapının yanına bıraktı. İçeri girdi ve sobanın yanına oturdu. Soba yandıkça mayıştı, mayıştı iyice mayıştı. Mayıştıkça aklından çıkmayan salyangozlar büyüdü, büyüdü ve kafasına sığmadı. O anda Bakır uykuya daldı. Uyandığında aklında hiç bir şey yoktu. Durgun bir akılla gözlerini açmıştı. Ama sesini kaybetmişti. Artık konuşamıyordu Bakır Sabahattin. Sülüklerin giderken sesini de götürdüğünü düşündü. Mutlu oldu. Ödeşmişlerdi. Yaşam azalmış artmış ama sonunda dengeyi bulmuştu.
Kaan Uzun, Yalan Sığma Bakır Kardaşına
3 notes
·
View notes
tanımıyorum hangi çiçeği kopardım
elsiz ayaksız gezdiğim kanımı sulandıran kırlarda
uçaklar ürüyorken ve çocuklar yürüyorken yollarda
ben yine yoldan çıktım evimin balkonunda
dört yanım tufan ve nuh daha çocuk
bilmeden hangi çiçeği kopardığımı koşuyoruz
asırlardır süregelen ve asırlar boyu süregidecek vebalin
hem yemenisi hem hamalıyız
bu çok garipçe isimli kitapta
acelemiz var tufan kapıda nuh yanımda
biz tülbent kenarı oyalıyoruz oyalanıyoruz
dünya bir oyalanma yeridir yazıyor
sürekli poflayan kamyonların arkasında
sıkıldım evimin balkonundan
“kiraya çıktım bir yıldıza
iki oda bir gökyüzü…”
kaan uzun, dönüş
8 notes
·
View notes
Sıra sıra yatıyorlar ve nefesleri çok kalabalık. İçleri bazen kırmızı bazen ekşi elma. Hepsinin şiiri yok ama hikayeleri var bambaşka. Ben de onların yanındayım, hikayem çok sıradan şiirim bitmemiş.
Bunca yarımlık acıktırıyor ekşi midemi. Oh ne güzel, yemeğin saati belli. Hemen alıyorum yemeğimi ve yemekhanenin kolsuz masalarını kesmeye koyuluyorum. Gözlerim arsız, ellerim nimetin güzelliğini göklere kaldırıyor. Tam da o anda biri arkamdan dokunuyor ve beni kendine çeviriyor. Tam sarılmak üzereyken yanılgının tadı ağzını bozuyor. Dur kurban daha yemeğe başlamadık dememe fırsat vermeden lafa giriyor. “Yav sen benim bir kardeşime çok benziyon.”
Bu olay bir kaç kere daha tekrarlanıp her seferinde heyecan düşüklüğü yaşanınca arkadaş oluyoruz Murat’la. Benzediğim arkadaşının adı Kadirmiş. Tamam diyorum bundan sonra sana Kadir’im ben. Sadece ramazanda hatırlanan bir gece değil, her gün Kadir’im ben. Selamını ve duanı eksik etme benden. Gözleri bir adım öne çıkıyor ve yarıda kalmış bir arkadaşlığa eşlik ediyorum. Konya Akşehirliymiş Murat. Konya’yı kabul etmiyor. Sadece Akşehirliyim diyor. Kendi ekseni etrafında bir tam tur dönüyor. Evliymiş Murat. Çocukluk aşkı ile evlenmiş. Gözleri bir adım daha öne çıkıyor. Bir de çocuğu olacakmış yakında. Gözleri en önde. Çocuk doğunca izin alırsın dimi diyorum, vermezlerse kaçarım kimse beni tutamaz Kadir diyor. Tutamaz tabi, gidersin diyorum. Gülümsüyor, sen benim kardeşimsin Kadir diyor... Benim elim yüzüm yok burda, tek yaptığım iş Murat’ın kardeşi Kadir olmak ve aydınlık yüzleri karanlıkta yazarak var olmanın tadına bakmak.
Kaan Uzun, Herkes Kendi Vay Vay’ında
3 notes
·
View notes
seni ben birden geriye doğru saydığım günlerde bulmuştum
dükkanların isimlerini ezberlediğim yıllardı
çocuklar küçüktü ve çikolatalar kırmızı
bakkal defterlerinin iç kanırtan karmaşıklığı içinde
üstü çizilen her kelimenin ardına takılırdı tebessüm
bir dostu yolda görmede saklıydı yaşamın gevrek tadı
ama duymasın bunları esnaf ve sanatkarlar odası
seni ben çamurlu yolların yumuşaklığını hissettiğim günlerde bulmuştum
aynı çeşmeden su içerdi koyun ve çoban
bir ağaca yıldırım düşse
kavalın delikleri sızlardı
benim içimde başkasının sancısı
toprağın üzerine seriliydi sofra bezi ve sanat
ama duymasın bunları ziraat odası
kaan uzun, yaşamın gevrek tadı
6 notes
·
View notes
1
dünyanın çivisine bir çekiç vuruyorum ve terlemeye sırtımdan başlıyorum
içime düşüyor dış bükey bir karamsarlık
ellerim dünyanın üzerinde ama değilim ama göremiyorum
kazık çakmayı düşlüyor bu eller kazık ki ne yazık
2
içi su dolu bir çukur basıyorum dünya
daha büyük bir çukur yüzüyorum dünya
hitler çok oynadı
al bebeğim biraz da sen oyna
bu dünya matruşka
3
hapım da bitti suyum da
dipdiri hala içimde başkasının sancısı
toprağınızda gözüm yok korkmayın
müsaadenizle bir teyemmüm alıp çıkacağım
kaan uzun, sancılar
12 notes
·
View notes
“efkan şeşen- oy beni”
bardağımdan başka kırılacak bir şeyim yok diyorum
ellerine merhametli merhemler sürüyorsun
burnumda şifalı otların buharı
kalbimde sevmenin kuruluğu
sırtımda ağzına kadar dolu küfe
ve bir miktar kahrı dünyanın
bütün kaçışların başlangıcı gözlerdir diyorum
ellerini fetanetle yüzüne kavuşturuyorsun
ve birden kaçırdığım bütün otobüslerin
göremediğim bütün yolcuların
para üstü oluyorsun
çağın alışılmış tenhalığında
birinin cebinde
birinin koynunda
bir miktar kahrı dünyanın
aynı metrekareye düşmeyen soluğumuz
hadsiz duman
yavan kahkaha
bozuk para ömür
kahrı dünyanın
kaan uzun, bir miktar kahrı dünyanın
6 notes
·
View notes
haydisi geç kalmış bir toplu kalkıştı gidişin
damağımda yan yana anılan yemeklerin tadı
açım fakat uçan kuşa bakmıyor gözlerim
bir hurma niyetindeydi kavmimin peygamberi
sevgilim
son bir akşam yemeği
sürülüp sürülüp gidilemeyen tarlalarda toprağın gizi
dedemin ektiği buğday doyurmuyor peygamberin ümmetini
civarda uçuşan kül rengi kanatların hüzünlü sesi
seviyorum seni ekmekle tabağımı sıyırır gibi
sevgilim
iki gevrek akşam simidi
her çift gözün ışığından sızarmış niyeti
benim de koştuğum yollarmış
bu aşkın yasaklı diyeti
kaan uzun, diyet niyeti
4 notes
·
View notes