Tumgik
izzetcapablog · 8 years
Text
#tb Röportaj: Fatoş Güney            Yılmaz beni sırtında taşırdı!
Tumblr media
Acıyı bal eyledik demiş ya şair... Acılardan yepyeni bir ömür yaratmış Fatoş Güney de... Hüznün iyi edemediği yaralarını sabırla tedavi etmiş ve dimdik ayakta kalmayı başarmış...
Yılmaz Güney gibi bir efsaneyi sırtında taşımak ya da onun gölgesinde yaşamak...
Önündeki bu iki alternatife de yüz vermemiş...
Yılmaz Güney ile paylaştığı onca yılda “biriktirdiklerini” kendi kişiliğinde öylesine sentezlemiş ki, bu sentez onun umuda yolculuğunda hep yanında olmuş.
Moda Deniz Kulübü’ndeki Beatles hayranı, hippiliğe özenen bu burjuva kızının “başka alemlerin delikanlısı” ile tanışıp, sıkı bir sosyaliste dönüşmesinin öyküsünü gelin onun ağzından dinleyelim.
Varlıklı bir ailenin güzeller güzeli kızı olarak başlayan hayatının ilk kısmı “Pamuk Prenses” masalı gibi. Geriye baktığında yaşadıklarını hangi masala benzetiyorsun?
“Bir varmış bir yokmuş, bir Fatoş ile Yılmaz varmış, birlikte Kaf Dağı’nın tüm engellerini aşmışlar ama yine de kavuşamamışlar” diye bittiğine göre Pamuk Prenses’ten çok yerli bir masalı andırıyor herhalde... Evet, masalların gerçek olduğu bir hayatı yaşadık biz.
Bu öyküyü “yaşayan kahramanından” dinleme zamanı...
Olmak istemediğim tek şeye; Masalcı Nine’ye benzerim o zaman... Doğrusunu istersen hatıralarımla yaşamıyorum. Geçmişimle, kendimle, Yılmaz Güney’le iç içe geçmiş bir hayatla övünmeyi sevmiyorum. Ama çoğu zaman çaresiz kalıp filmi yeniden başa sarıyorum. Kimi zaman da bıkıyor, sıkılıyor; kaçmak, yok olmak istiyorum. Aytmatov’un romanındaki Gülsarı misali...
“Kurtul zincirlerinden Gülsarı” diyorsun ama olmuyor anlaşılan. Gerçekten de insanın yolu Yılmaz Güney gibi biriyle kesişmişse, hayatı hiçbir zaman eskisi gibi olmaz, değil mi?
Doğru... Yaşamım, Yılmaz’dan önce (Y.Ö.) ve Yılmaz’dan sonra (Y.S.) şeklinde ikiye ayrılır. Aslında o da benim için aynı şeyi söylerdi; Fatoş’tan önce (F.Ö.), Fatoş’tan sonra (F.S.) derdi.
Kısaca birbirinizin miladı olmuşsunuz. O zaman gel Y.Ö.’den başlayalım...
Moda’daki Beatles Kulübü’ne üyeydim. Siyah dik yaka kazak, bluejean giyerdik forma gibi. Kotlar mutlaka Amerikan pazarından alınırdı. Ve tabii hippilerin felsefesine yakındık; savaşma seviş, özgürlük, çiçek, böcek...
Sen “Çiçek çocuğum” diyorsun, peki ailen ne diyordu?
Tanrı’nın dünyadaki şanslı kullarından biri olmalıyım ki, leylekler beni varlıklı, saygın, sevgi dolu bir ailenin kucağına bırakmışlar. Babam Türkiye’nin ilk sanayicilerindendi. Arnavut kökenli, geleneksel, yozlaşmamış, son derece dürüst bir ailem vardı. Yabancı sermayeye karşı da direnmişler...
Hani şu milli burjuva dediklerinden...
Tam üstüne basmış olursun. Yılmaz da ailemi hep filmleştirmek isterdi zaten. Vaniköy’de nişasta, glikoz, mısırözü yağı üretilen bir fabrikamız vardı. Ama günlük hayatlarında hiçbir şeyin aşırısına kaçmadan yaşayan bir aile... Moda’da sade bir hayat süren fabrikatör Süleymangil Ailesi...
Tumblr media
BEBEK SEMTİ DEDEM ARİFİ PAŞA’NINMIŞ
Senin sade dediğine “Lüküs Hayat” diyenler de çıkacaktır...
Sadece Moda’da değil, Vaniköy’deki eski Recaizâde Ekrem’in yalısında da kalırdık. Fabrikanın laboratuvarıydı orası. Yazları Moda’dan oraya gider; babaannem, halalarım, amcalarım, yeğenlerimle hep beraber kalırdık.
Aile “o günün saraylısı” yani...
Yedi göbek İstanbullu derler ya, aynen öyle. Sülalemizde paşalardan geçilmezmiş. Fatih Sultan Mehmet’in sancaktarlığına kadar dayanıyor köklerimiz.
Allah bilir İstanbul’un yarısı da onlarındır?
Hemen hemen... Mesela Bebek, paşa dedelerimden biri olan Arifi Paşa’nınmış. 
Paşazade dedeleriniz neyle iştigal ederlermiş?
Annemin dedesi İsmaili Paşa, son padişah Vahideddin’in doktoruymuş. Aynı zamanda meclisin ilk mebuslarından ve Hilal-i Ahmer’in (Kızılay) kurucularından.
Peki ya valide sultan?
Kolejde okumuş, güzel, modern, neşeli ve mutlu bir annem var. Babam da öyle yakışıklı ve kibar bir beyefendiydi ki kız arkadaşlarımın çoğu ona aşıktı.
Bu anlattıkların Osmanlı terbiyesiyle büyüdüğünün işareti gibi...
Anneannem keman, piyano ve ud çalardı. Fransızca konuşan, asil ruhlu bir Osmanlı ve İstanbul hanımefendisiydi. Ben onun terbiyesiyle büyüdüm. Çocukluğum, büyük bir aşkla örülmüş ipek kozası içinde geçti diyebilirim. Ama hayat kimsenin anası babası değilmiş, sonradan canımı çok yaktı.
İlkokula gidince kozadan çıkabildi mi ipek böceği?
Yavaş yavaş... Marmara Koleji’nde okudum ilkokulu. Sonra yabancı okulların imtihanlarına girdim. Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni kazanmama rağmen isteğimle İtalyan Katolik Rahibeler okulunu seçtim.
Haydaaa! O yaşta bir çocuk neden ruhuna eziyet etmek ister ki?
Bilmem, sanırım rahibelerin hayatı ve felsefeleri bana ilginç geliyordu. Çünkü onlar yaşamın, sabır ve fedakârlıktan ibaret olduğunu aşılamak istiyorlardı.
Ama bir Rahibe Teresa olamadın sonuçta... Ama sonraki yaşamımda çok faydasını gördüm. O dönemler isyan da etmedim değil. İsyanımı göstermek için okulun içindeki kilisenin çanlarını çalar kaçardım. Rahibeliği seçtin ama karşındakiler rahip değil neticede. Yolunu gözleyen, mektup yazan, ayaklarına çiçek dökenler yok muydu?
Ne yalan söyleyeyim, vardı... Çiçek veren hayranlarım çoğunluktaydı ama ben hep başka şeyler arıyor gibiydim. Bunun ne olduğunu da bilmiyordum aslında. Bildiğim tek şey hayatımdan memnun olmadığımdı.
Tumblr media
NEFES ALDIKÇA YILMAZ'IN ELİNİ BIRAKMAYACAĞIM
Juliette, Romeo’suyla nasıl tanıştı?
İlk kez arkadaşımla gittiğimiz film setinde karşılaştık Yılmaz’la. Benden yaşça büyüktü ve en çok dikkatimi çeken gözlerindeki derin hüzün oldu.
Gidip sormuşsundur hemen o hüznün nedenini...
Sormaz olur muyum? Sordum ve aynen şöyle cevap verdi Yılmaz: “Çünkü ben dünyaya öyle bakıyorum, acı ve çaresizlik içindeki insanları görüyorum. Gözlerimin önünde her an bir çocuk ölüyor sanki.
Tam da Yılmaz’dan beklenen cevap...
O konuşurken üzerimde mini bir etek, gözlerimde de kocaman gözlükler var, düşün... “Eğer gözündeki şu pembe camlı gözlükleri çıkarırsan, sen de o çocukları görebilirsin” dedi bana. Sonra elini tutmamı istedi. “Bundan sonraki hayatımda seninle birlikte olmalıyım. İçinde bulunduğum girdaptan beni ancak sen kurtarabilirsin” dedi. Buna yıldırım aşkı derler... Peki sen ne düşündün o anda?
Heyecandan hiçbir şey düşünemedim ki... Ama tuhaf bir hisse kapılmıştım, sanki karşımdaki adam bundan sonra hayatımın her anında olacaktı. Zaten bunları “Selimiye Mektupları” kitabında da “Benim serseri hayatım seninle son buldu. Sen beni hayata bağlayan en güzel köprüsün. Köprülerin en güzelisin” cümleleriyle anlattı.
Ama gelini köprüden geçirmek için 1,5 yıl uğraşmış...
(Gülümsüyor) Muş’ta askerliğini yapıyordu. Terhis olmasına 1,5 yıl vardı. Bana sürekli mektup yazdı... Mektuplarda hayatını, yaşadıklarını ve gerçekleştirmek istediği hayallerini anlattı. Sanki geçmişinin günahlarını çıkarıyordu. Şu mektuplardan birini versen de yayınlasak diyorum!
Belki ileride... Henüz hiçbirini yayınlamadım. Hep toz pembe mi yaşadınız bu sevdayı?
Yaşandı tabii. O tazı diye ben de eti yumuşak, ödlek ördek hiç olmadım. Ama sonunda bana gerçekten ihtiyacı olduğuna inandığımda o pembe camlı gözlüklerimi kırıp attım, elini tuttum ve bir daha da hiç bırakmadım. İyi ki de öyle yapmışsın...
Çok büyük çaresizlikler yaşadık... Acılar, ayrılıklar, özlemler paylaştık. Anlayacağın, Kaf Dağı’nı aştık.
“Bizi ölüm bile ayıramadı” diyebilir misin? Hem de tüm gönlümle... Nefes aldığım sürece Yılmaz’ın elini bırakmam. Sık sık mezarını ziyaret ediyor musun? Yok, pek gitmem. Çünkü o, hayatın her alanında var olmaya devam ediyor. 40 yıl önce söyledikleri bugün Türkiye’nin gündemini belirliyor.
Tumblr media
BENİ MERDİVENLERDE SIRTINDA TAŞIRDI
Yılmaz Güney iyi bir koca olabildi mi?
Bence oldu. Beni merdivenlerde sırtında taşırdı. Çiçeksiz, hediyesiz eve gelmezdi. “Şu aptal kocanı seviyor musun?” diye etrafımda dört dönerdi. Karısına yemekler pişirip yediren, bulaşık yıkayıp 40 çeşit meze yapan, İmralı’da hapisteyken bile ayrı geçirdiğimiz evliliğimizin her günü için 3180 adet çakıltaşı toplayan bir adam nasıl kötü koca olur ki?
Bu büyük aşkı anlatan bir şarkı var mıydı? Evet vardı, Sympathy! Hatta evde dans etmeyi de çok severdik. Bir de saz çalıp türkü söylerdi bana; “Kız senin adın Fadime mi, Fatma mı, dudakların bal olmuş şeker ilen katma mı?” diye... Sen böyle anlatıyorsun ama Yılmaz Güney’i kavgacı, lümpen, agresif, dayakçı diye suçlayanlar da var...
Pardon ama ben öyle birini tanımıyorum! Karınca ezmez bir adamdı benimkisi. Söylediklerime ister inanın ister inanmayın, umurumda değil. Yılmaz, oğlunun beşiğini sallarken türkü söyleyip ağlayan bir babaydı. Ölüm döşeğindeki köpeğimizin başında sabaha kadar nöbet tutmuş, onu hayata yeniden döndürmek için ağzına süt damlatan, kedilere ağlayıp, kuşların yasını tutan bir adamdı.
BU ADAMDAN BENİM FABRİKADA 100 TANE VAR
Kendini “Çirkin Kral”ın “Güzel Prensesi” olarak mı görüyordun?
Asla! Benim için ne o kraldı, ne de ben prensestim. Biz birlikte savaşacaktık, dünyadaki tüm krallıkları yıkıp devrim yapacaktık!
Damat namzeti hem “çirkin” hem “sabıkalı”... Beraberliğinizi duyduklarında ailenin tepkisi ne oldu?
Önce karşı çıktılar. Bir röportajında Yılmaz, “Kayınpederimin yerinde olsam, ben de kızımı Yılmaz Güney’e vermezdim” demişti. Ama onu tanıyınca, çok büyük saygı ve hayranlık beslediler. Aralarında fazla yaş farkı olmamasına karşın, onlar odaya girdiğinde Yılmaz daima ayağa kalkar, ceketinin önünü iliklerdi.
Baban, Yılmaz’ın resmini görünce “Bundan benim fabrikada 100 tane var” demiş...
(Gülüyor) Doğrudur, bir mecmuadan kesip başucuma astığım Yılmaz’ın resmini ilk gördüğünde verdiği tepkiydi o. Aslına bakarsan bu tanım tam da Yılmaz’ı anlatır. Halkın içinden, emeğin bağrından çıkmış gelmiş, Çukurova’nın dikenleri arasındaki pamuk beyazı yumuşaklığından, saflığından ibaret bir kişilikti o.
Bir şey fark ettim laf ne zaman Yılmaz’a gelse, senin edebi kişiliğin öne çıkıyor...
O farklıydı. Temizliği ve bozulmamışlığı temsil ederdi. Yeşilçam denen parıltılı alemin ardındaki pisliklere karşı gösterdiği tepki, aşklarındaki rahatsızlıkları ile bir türlü uzlaşmayı kabul etmediği çelişkiler yumağıydı.
Ve çok yalnız bir adamdı galiba...
Hem de nasıl... Kendine ve ilişkilerine verdiği zararın hesaplaşması içinde boğulmuştu. Zaten bu yüzden çıkış arayan, hep yanlış anlaşılan, daha doğrusu anlaşılamayan, karmaşık bir psikoloji içinde yapayalnız bir adamdı.
"KARISINI ARTİST YAPTI" DEDİRTMEZDİ KİMSEYE
Seni niye Yılmaz’ın hiçbir filminde göremedik?
Oyuncu olmam ikimizin de aklının ucundan bile geçmedi. Kimse üstüne alınıp kusura bakmasın ama özellikle o zamanlar artist kızlara iyi gözle bakılmazdı. Burjuva aile kızlarının artist olması ise imkansızdı. Zaten aile yapım, aldığım kültür buna müsaade etmezdi.
Ben Yılmaz Güney açısından sormuştum! Yılmaz da kendine asla “Karısını artist yaptı” dedirtmezdi. 33 yaşında yalnız kalıp oğlumla birlikte Türkiye’ye döndüğümde birçok oyunculuk teklifi aldık. Hatta hayatımızı dizi yapmak isteyenler de oldu. Ama oğlum da ben de Yılmaz Güney ismini kullanarak, o kaygan ve kaypak ortamlara girmek istemedik.
Artistliği anladım da, kamera arkasında çalışmayı düşünmedin mi hiç?
Yılmaz’ın Fransa’da çektiği “Duvar” filminde asistanlığını yaptım zaten. Benim için bir sonraki adımın yönetmenlik olacağını söylemişti. Eğer yaşasaydı bu gerçekleşebilirdi. Üzerimdeki gölgesi öylesine görkemliydi ki “Ben nasıl sinema yapabilirim?” diye korktum, cesaret edemedim.
Yönetmenlik yolundaki tek engelin Yılmaz’ın ölümü müydü?
Dediğim gibi kendimi övmekten hoşlanmam ama zeki bir kadınım, birçok dalda da yetenekliyim. Üzerinde yoğunlaştığım işleri başarırım. Yılmaz da, ona yazdığım mektuplardan yola çıkarak, iyi bir romancı olabileceğimi söylerdi her zaman.
Tumblr media
RAKİBİM KADINLAR DEĞİL SİNEMAYDI
Gelelim kadınlara... Tabii daha çok da “Yılmaz’ın kadınları”na... Film çevirdiği kızları kıskanmaz mıydın?
Değil film çevirdiği kadınları kıskanmak, başka hiçbir kadına yan gözle bakacağını bile düşünmedim. Çünkü dünyanın en çekici kadını bile benim rakibim olamazmış gibi hissettirirdi. Ama kıskandığım ve asla yenemeyeceğim tek bir rakibim vardı, o da sinema!
Bir nevi sinemanın kuması olmuşsun yani...
Türkiye’den ayrılırken vedalaşıyorduk; bana “Eğer ölürsem bil ki benim için hayatta önemli üç şey var: Sinema, sen ve oğlum” demişti. Sinema onun yaşam biçimiydi ve bizden bile daha önce geliyordu. En büyük sevdası ve silahıydı.
Peki ya Yılmaz seni kıskanır mıydı?
Kıskançtı ama asla kompleksli değildi. Kendine güvendiği için beni serbest bırakırdı. Mesela evlendikten sonra da mini etek giymeye devam ettim.
O ADAM SAPINA KADAR SUÇSUZ VE HAKLIYDI
Şimdi geriye bakıp “Bizimkisi bir aşk hikayesi, siyah-beyaz film gibi biraz” diyor musun?
O şarkıyı çok seviyorum ama bizimki aşkın bile sınırlarını aşan, çok daha yükseklere çıkan bir hikayeydi. Çünkü aşk uçucudur, geçicidir, daldan dala konar. Sırası gelmişken şunu da belirteyim, bizimle ilgili yorumlar yapmaya kalkışanların haddini aşar bu mevzu...
Kızma hemen... Elinde sihirli bir değnek olsaydı geçmişinde en çok neyi değiştirmek isterdi Fatoş Güney?
Geçmişime hiç dokunmazdım. Biz her şeye rağmen mutlu yaşadık. Geriye baktığım zaman bir eş, bir anne, bir cicianne, bir yoldaş ve sade bir yurttaş olarak üzerime düşen ve hatta düşmeyen şeyleri bile fazlasıyla yaptığımı görüyorum. Yani kapı gibi diplomalarım var. Hepsi de yıldızlı 10.
Yine de şu sihirli değneği ille bir yere dokundur desem...
Yılmaz’a yapılan haksızlıklara ve karalamalara dokundurmak isterdim.
Peki o dönemde, kendini “bir suçluya yardım ve yataklık etmiş” gibi hissettin mi hiç?
Şüphesiz “bir suçluya yardım ve yataklık”tan yargılanabilirim. Oğlumuz bile bizi yargılayabilir. Mesela bana “Neden ben senin karnındayken, Mahir Çayan’ları saklandıkları evden alıp çıkardınız? Sonra da babamla birlikte onları evinizin çatısında sakladınız? Yakalansalardı teslim olmayacaklarını biliyordunuz. Benim hayatımı ne hakla tehlikeye attınız?” diye sorabilir.
Ne cevap verirsin?
Dur daha bitmedi; cehennem zebanileri bana “Düşüncelerinden ve yazdıklarından ötürü 100 yıl cezaya çarptırılmış bir adamın cezaevinden kaçmasına yardım ettin” diyebilirler. Yine aynı zebaniler “Yüzünü bile görmediği, tanımadığı bir adamın ölümüne neden oldu ve sen onun yanındaydın” da diyebilirler. Ya da “O bir komünistti, bölücüydü, ne işi vardı senin gibi birisinin onunla” diye suçlayabilirler.
Geçen bunca yıl kızgınlıklarını alıp götürememiş hâlâ...
Nasıl götürsün... O adam, sapına kadar suçsuz, sapına kadar masum ve haklıydı. Ve her zaman gerçekleri söyledi. Bugün tarih onu doğruluyor. Türkiye, onun 40 sene önce söylediklerini bugün ancak konuşup tartışıyor. Tayyip Erdoğan “Bu ülkenin otoriteleri Yılmaz Güney’in filmlerine kulak vermiş olsalardı, Türkiye bugün çok farklı bir yerde olabilirdi” dedi. Bu da bana yeter.
Tumblr media
KENAN EVREN BİR HALK DÜŞMANIDIR
Yılmaz’ın vatandaşlığa geri alınma çağrısını reddettin... Peki mezarının Türkiye’ye getirilmesini ister misin?
Hayır, onun mezarının Türkiye’ye getirilmesini istemiyorum. Vatandaşlıktan çıkarılması da umurumda değil. Zaten ona bunu yapanlar, bugün kendileri yargı önündeler.
Evet, 12 Eylül’ün bütün mimarları bugün yargılanıyor...
Yılmaz ölümünden önce Kenan Evren’e mektup yazıp onun bir halk düşmanı olduğunu söylemek istedi. Ama buna fırsatı olmadı. Evren’in benim gözümdeki yeri de aynen Yılmaz’ın söylediği gibidir.
YILMAZ GÖMÜLÜRKEN HİÇBİR DİNİ RİTÜELE UYULMADI
“Kafamda hep bir kuşku var, sanki onu bilerek, isteyerek hastalığın pençesinde bıraktılar” derken Yılmaz’ın öldürüldüğünü mü ima ediyorsun?
Kafamdakiler kuşku değil. Hapisteyken defalarca hastaneye yatırıldı Yılmaz. Ama her seferinde tedavi edilemeden geri yollandı. Üstelik bir defasında “Dişin mi ağrıyor, istersen 32’sini birden çekelim” diyerek dalga geçtiler. Bunu yapan da bir başhekim.
Hipokrat’ın kemikleri sızlıyor. Kaçmasın diye de zincirle karyolaya bağlarlarmış galiba...
Maalesef. Bunu Yılmaz’ı karyolaya bağlayan jandarma komutanlarına ve “Tedavi edilmeyip öldü” denmesin diye kaçmasına göz yumanlara sormak gerek. Ama bunlar derin işler!
Yılmaz Güney’i bu kadar erken kaybedeceğin hiç aklına gelmiş miydi?
Hayır gelmemişti. Fransız doktorlar ilk kez “çok az vaktinin kaldığını” söyleyince çıldırdım, “Nedir bu çektiğimiz Tanrım” diye avaz avaz bağırdım.
Vedadan önce neler yaşandı?
Son üç gün komadaydı zaten ama derin uykuya dalmadan önce oğlunu görmek istedi ve “Fatoş galiba kötü şeyler olacak, beni bağışla” dedi. Öleceğine inanmadığım için “Oğlumun üzerine yemin ederim, sana bir şey olmayacak” dedim ama ardından komaya girdi. O zamanın cumhurbaşkanı Mitterand’ı aradım. “Uçak hazır, tedavi için Amerika, Rusya neresini istersen oraya yollarım” dedi ama (gözleri doldu, konuşamadı)...
Hangi dini kurallara göre gömüldü?
Yılmaz gömülürken hiçbir dini ritüele uyulmadı.
YILMAZ'LA TANIŞMASAYDIM YİNE ÖYLE OLURDUM
Senin gibi bir prensesi solcu ve sosyalist yapan Yılmaz mıydı?
Benim özgürlükçü inançlarımın veya ideallerimin Yılmaz’la bir bağlantısı yok. Yılmaz’a rastlamasaydım da o günlerde mutlaka öğrenci olaylarına katılır, yıllarca hapis yatardım.
Bugün senin gözünden nasıl görünüyor Türkiye? Ortadoğu’daki Sünni-Şii çatışmalarına, despot iktidarlara karşı ayaklanan Müslüman-Arap ülkelere model gösterilen, demokrasi yolunda gelişmeler yaşayan yarı demokratik, dinamik bir ülke. Bu işler konuşmakla olmuyor, siyasete girmeyi düşünüyor musun? Sadece konuşmuyorum, Halkların Demokratik Partisi’nde meclis üyesiyim bu yüzden. Henüz izleme aşamasındayım ama siyasete girmeyi artık düşünüyorum.
Tumblr media
SELİMİYE CEZAEVİ'NDE TABUT HÜCREYE KONDUM
Mahir Çayan ve arkadaşlarını evinizde sakladığınız günü anlatsana bize biraz...
Mahirler, Deniz Gezmiş’in asılmasını engellemek için İsrail başkonsolosu Elrom’u kaçırdıkları zaman altı aylık hamileydim. Konsolos ölünce, bizimkiler ellerinde silahlarla evin tavan arasında saklandılar. Sonra askerler evi bastı. Her yeri aradılar ama yatak odamızdan yukarı açılan kapağı görmediler.
Ya o kapağı görselerdi ne yaşanırdı?
Teslim olmayacaklardı. Çatışma çıkacaktı yani. Çocuğum o gece benimle birlikte, çıkan çatışmada ölebilirdi. Neyse ki olmadı.
Millet ana karnındaki çocuğuna Bach, Mozart dinletirken sen neler yaşamışsın... Mahir’in yanında o gece kimler vardı? Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman... Bu gecenin bedeli ne oldu?
Yılmaz’a yataklık suçundan iki yıl verdiler. Ardından beni de tutukladılar. Selimiye Cezaevi’nde tabut hücreye koydular. Dikine duran bir tabut düşün. Oturmak istediğinde dizlerin duvara değiyor, oturamıyorsun...
Cezaevinden nasıl çıktın?
Sorguda Oktay Etiman’a “Evinde saklandığın kadın bu mu?” diye sorduklarında, gördüğü o kadar işkenceye rağmen “Hayır o değildi” dedi ve ben serbest kaldım. Yoksa bu Oktay Etiman senin yıllar sonra aşk yaşadığın Oktay Bey mi?
Evet ta kendisi... İlk kez bizim eve saklandıkları gün görmüştüm. Daha sonra 1992’de yeniden Oktay’a rastladım ve yedi yıl süren bir birlikteliğimiz oldu.
Bir başka arkadaşın da Kendal Nezan Bey...
Evet, Paris Kürt Enstitüsü’nün kurucusu olan bir dava adamı o da...,
Yılmaz’la yaşadığın aşk tam bir Leyla Mecnun hikayesi... Daha sonra beraber olduğun adamları onunla kıyasladın mı hiç?
Öyle bir şey yapmak aklımın ucundan geçmedi. Hepsi mücadele insanıydı...
Fatoş Güney’i bugünlerde ne mutlu ediyor?
Hâlâ doğada ve hayvanlarla birlikteyim. Sahilde balıkçı barakalarını ziyaret ediyorum. Güneşin batışını izliyorum. Bunlar bana büyük keyif veriyor. Anlayacağın hayatta hep küçük şeylerle mutlu olmasını beceren birisiyim.
3 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Bu Reklam Yürür Gider!
Geçtiğimiz aylarda İspanya'nın Palma Havaalanı’nda gerçekleştirilen bir reklamcılık dehasından bahsetmek istiyorum sizlere...
Tumblr media
Samsonite, müşterisi olmayan yolcuları kendi reklamını taşıyan yürüyen birer reklam mecrası haline bakın nasıl getirmiş...
youtube
Paris merkezli Publicis Conseil dijital ajansla birlikte çalışan bavul firması, yarattığı “Samsowrap” adlı kampanya ile dünyanın dört bir köşesine ulaşmayı başardı.
Tumblr media
Samsowrap reklam kampanyası özetle; Samsonite olmayan sıradan bavulların bedava streç film ile kaplanıp, bavulun üstüne “Keşke Samsonite’ım olsa” yazısını yapıştırmaktan oluşuyor.
Tumblr media
Kampanya sonunda yolcular bedava bağaj korumasına sahip olmanın keyfini çıkarırken, Samsonite toplamda 1200 bavulun üstüne yapıştırdığı mesaj ile dünyanın 120 farklı destinasyonuna markasını ulaştırmayı başardı. 
Reklamcılıkta eskiden eşantiyonlar vardı, son yıllarda ise böyle dijital, viralden virale büyüyen basit ama faydalı reklamlar var. 
3 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
7 Durak 1 Oturak!
Tumblr media
Gün geçmiyor ki istekler listeme bir yeni ürün daha girmeyi versin! Bu teknolojinin gelişmesi ve benim ondan uzak duramayışımın getirdiği bir durum olsa gerek. Nerede yenilik, nerede yeni bir şey var hemencecik ilgimi çeker. Bu sefer herkesimin ihtiyacına cevap verebilecek bir ürün süzgecime takıldı.
Tumblr media
Otobüste, metrobüste, durakta, bankada, nerede olursan ol, ayakta kalmayacağının garantisini veren tabureyle sırt çantasının birleşimi Bagobago'dur bu.
Tumblr media Tumblr media
Çekler tarafından üretilen, 130 kg ağırlığa kadar taşıma kapasitesine sahip Bagobago, su geçirmezliği ve sadece 432 gram ağırlığında olmasıyla beni cezbetti. Ayakları kendinden ayrılabilir ve çamaşır makinesinde yıkanabiliyor olmasıda işin cilası.
Tumblr media
Siyah, bordo, turkuaz, yeşil ve gri renkleri bulunan sırt çantasının fiyatı ise 135 dolar. 
youtube
Sırtıma çantamı geçirdiğim gibi İstanbul’un yedi tepesini kendime yedi durak yaparak, soluklanıp İstanbul’u seyredeceğim... 
3 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Bu Teknolojiyi Kullanmayanı Dövüyorlar!
Tumblr media
DuoSkin giyilebilir teknoloji alanında geliştirilen son icat olarak karşımıza çıkıyor...
Tumblr media
DuoSkin, MIT Media Lab’den bir grup doktora öğrencisi ve Microsoft Research’den araştırma görevlilerinin bir araya gelerek, altın yaprağından geliştirdikleri, akıllı telefonla kontrol edebilen geçici bir dövme.
vimeo
Bu tekno-dövmenin 3 temel özelliği var, bunlar kısaca; dokunmatik iz sürücü, akıllı telefonu uzaktan kontrol edebilme ve NFC üzerinden veri paylaşma.
Tumblr media
Parlak ve modern bir görünüme sahip bu tekno-dövmeler, seri üretime geçtiğinde Çeşme-Bodrum plajlarında sıkça parıldar benden söylemesi!
Tumblr media
3 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Hürriyet yazarı Melis Alphan'a gazeteciliğin temel prensiplerinden birini hatırlatırım!
Tumblr media
Melis Alphan'ın kaleminden iki haftadır çok trajik bir 'Kızım Olmadan Asla' hikayesi okuyoruz köşesinde. Ama Melis'in yazdıklarının hiçbir satırında gazeteciliğin temel prensiplerinden biri olan 'karşı tarafın cevap hakkına' riayet edilme zorunluluğun ihlal edilmiş olması kusuruma bakmasın gözüme takıldı. Her seferinde anne konuşuyordu, dayı konuşuyordu, Melis bana sorarsanız tarafsız olması gereken bir gazeteci vasfının çok ötesinde, maksadını aşan yorumlar yapıyor hatta daha da ileri gidip kendince hukukla ilgili hükümler vermeye kalkıyordu. Bu işte bir tuhaflık vardı; bu uzunlukta bir yazıda iki cümle de olsa karşı tarafa cevap hakkı tanılmalıydı. Elbette bir yazar duygularına hakim olamayıp, durumun şehvetine kapılıp böylesine tek taraflı yazılar kaleme alabilir ama Hürriyet gibi koca bir medya kurumunda bunu süzgeçten geçirecek bir üst akıl yok mudur? Hal böyle olunca 'ötekine' yani kızların babasına soru sormak bana farz oldu. Bir şekilde o 'gaddar' olarak tarif edilen adamla bir araya geldim ve eşiyle kızlarına bunca kötülüğü nasıl yapabildiğini sordum. Keşke cevaplarına ben değil de, sevgili Melis köşesinde yer verseydi. Buyrun meseleyi bir de bahse konu olan Murat Aydemir'den dinleyelim.
Tüm Türkiye bu meseleyi tek tarafın ağzından dinledi. Bir de siz anlatır mısınız nedir bu işin aslı astarı?
Gelin en başından başlayalım. Zarina'yla 99'da ABD'de, kuzenim Fatih Erdem'in doğum günü partisinde tanıştım. Ardından kısa süre içinde ilişkimiz başladı. Beş yıl sonra da evlenmeye karar verdik. Kafkas geleneklerine göre kız istendikten sonra bir ay içinde nişanlanmamız gerektiğini söylediler. Biz de Temmuz 2004'te Vladikafkaza'ya, Zarina'yı ailesinden istemeye gittik. Ardından bir ay sonra nişan için tekrar gittiğimiz sırada, 1 Eylül 2004'te Beslan'da bir okula terör saldırısı yapıldı. Bu yüzden biz de ülkede mahsur kaldık. Ancak iki hafta sonra Türkiye'ye dönebildik. Planımız 9 Ekim'de Türkiye'de evlenmekti fakat ailesi yaşanan terör faciası nedeniyle düğünün ertelemesini istedi. Sonradan öğrendim ki meğer benim Türkiye'de olduğum bir tarihte, Rusya'da Zarina'yla evlenmişim.
Ee niye karşı çıkmadınız, damat yokken nasıl nikah olur?
Valla inan ki ben de biliyorum. Babası eski bir siyasi olduğu için herhalde tanıdıkları vasıtasıyla yaptı. Ama evlilik belgesinin verildiği tarihte Türkiye'de olduğumu size kanıtlayabilirim. Zaten sevdiğim kadınla evleneceğim diye büyük bir tepki vermedim.
Peki daha sonra Zarina ve ailesinin Türkiye'de nikah yapılmasını istememesi biraz garip değil mi?
Evet aslına bakarsanız çok garip. Bir kadın kendini daha çok güvende hisseder değil mi? Ama ne o, ne de ailesi böyle bir şey arzu etti. Şimdi düşününce anlıyorum ki, en başından beri kafalarında çocukların ve Zarina'nın Türkiye'yle kalıcı bir bağ kurmama hesapları vardı.
Cicim aylarınız ne zaman bitti?
Zarina ile problemler daha ilk kızımız Aylin'e hamile kaldığında başladı. Ailem torunlarının olmasını çok istiyordu. Müjdeli haberi onlara verdiğimde annemin sevinçten ağlamasını çarpıtıp, 'Çocuğu istemiyorlar' diye büyük bir kavga çıkartarak benden habersiz Rusya'ya kaçtı. Kendisinden üç ay hiçbir haber alamadım. Hamileliğinin yedinci ayında beni arayınca, soluğu yanında aldım. Çocuğu Amerika'da doğurmak istediğini söyledi ve Aylin 2008'in eylülünde orada dünyaya geldi. Kızımı nüfusuma geçirmek istedim ama ısrarla Türk vatandaşı olmasını istemediğini söyleyerek kavga çıkarttı. Türk kanunları nezdinde evli olmadığımızdan, anne gelmeyince ben tek başıma gidip kızımı kendi nüfusuma yazdıramadım. Aynısını küçük kızıma da yaptı. Doğduğundan beri ikisinin de Türk vatandaşı olmalarını engelledi. Neyse, bir gün iki aylık kızımla birlikte Zarina'nın Rusya'ya kaçmak istediğini öğrendim. Hemen polise başvurdum. Ancak o kızımı alıp çoktan gitmişti bile. Tam 19 ay çocuğumu göremedim!
Açıkcası anlattıklarınız beni şaşırtı. Melis'in yazdıklarını okuyunca, sizi 'annesine evladını göstermeyen, vicdansız biri' olarak hayal etmiştim.
Yıllardır süren bu vicdansızlık ve yalanlardan bıktım, usandım. İnan ki mücadelem sadece evlatlarım için. Bütün mahkemeler altı senedir bana hak veriyor. Yazılanların aksine mahkeme kararlarına uyup kızımı annesine gösteriyorum ama esas o, küçük kızımı bana göstermiyor. Kaç kere icra ile gitmek zorunda kaldık, her seferinde yavrumu kaçırdı. Bu anlattıklarımın hepsi de belgeli. Öyle afaki konuşmuyorum. Zaten Türk mahkemeleri bu kadar mı aptal? Bu kadar mı vicdansız? Bütün küçük çocuklar genelde anneye verilirken, bu mahkemelerin hepsi bizim davamızda babayı haklı buluyorsa, okuyanların kendilerine 'bu annenin garipliği ne o zaman' diye sormaları gerekmez mi?
Madem her şey bu kadar açık ve net, o zaman medyanın amiral gemisi diye bilinen Hürriyet gibi bir gazetede nasıl bu kadar anlattıklarınızın tam tersi haberler çıkıyor. Mesela Melis bu yazıları yazarken sizin hiç görüşünüzü almadı mı?
Vallahi bilmiyorum ama içim acıyor. Olanlara sadece hayretle bakabiliyorum. Nasıl olup da diğer tarafa, bir babaya tek soru sormadan bu kadar yanlı haber yapabiliyorlar? Hiç mi vicdanları sızlamıyor? Türk yargısından elde edemediklerini, üstüne bir de yargıyı aşağılayarak, utanmadan bütün hakimlerin isimlerini vererek, Türk Hukuku hakkında yalan yanlış bilgilerle halkı yanıltıp, psikolojik baskı yaparak istediklerini elde etmeye çalışıyorlar. Zarina Cumhurbaşkanı'nı hitaben çocuklarını almak için Hürriyet Gazetesi'nin ekonomi sayfasına ilan veriyor, sonra da mahkemelerde 'param yok' diye ağlıyor. Bu ilan hangi parayla verildi? Eğer Doğan Grubu'ndan birileri karşılıyorsa, neden böyle bir destek veriliyor? Koskoca bir medya kurumu devam eden bir davayla ilgili böyle bir ilanı nasıl yayınlayabiliyor? Ve çok tuhaftır, yine aynı grubun baş hukuk müşaviri Erem Turgut Yücel, Zarina'yı neden savunuyor? Savcılar bulup, sanki ben babası değilmişim de, sokaktan geçen bir adammışım gibi, 'çocuğu kaçırdı' şeklinde şikayetlerde bulunuyorlar.
Tumblr media
Valla Hollywood filmlerini aratmayan bir hikayeniz var, ağzım açık dinliyorum.
Maalesef öyle bir hal aldı. Toplam yedi kere savcılığa şikayet ettiler. Beş tanesi takipsizlik kararıyla sonuçlandı, birinden de beraat ettim. Diğerinde ise aile hukukunu, uluslararası özel hukuku bilmeyen bir Ceza Mahkemesi'nde, Aile Mahkemesi'nin verdiği kararlara hiç bakmadan hakkımda ceza çıkartılar. Mahkeme cezayı erteledi. Basında işte söyleyip durdukları da bundan ibaret. Artık gerçekten bıktım bu yalanlardan.
Aylin'in Rusya'ya kaçırılmasında kalmıştık... Siz de ne çok mücadele vermişsiniz.
Verdim ve sonuna kadar da veririm. Kızlarım benim canım. Hele Aylin'ime altı yıldır hem ana hem baba oldum. Kızım çok mutlu bir çocuk. Tabii ki gönül, her iki kızımın da hem anne hem babası ile yaşamasını isterdi ama maalesef anneleri bunun olmaması için yıllardır savaşıyor. Zarina, Aylin'i kaçırınca adeta deliye döndüm. Aylarca süren yalvarışlarımın karşılığında sadece birkaç fotoğraf gönderdi. Sonunda tekrar Rusya'ya gidip onu, kızımı alıp Türkiye'ye geri dönmeye ikna ettim. Gelir gelmez Aylin'i nüfusa geçirme çabalarım yine boşa çıktı. Sürekli kavga ettik, her seferinde inatla reddetti. Sonra ikinci kızımıza hamile kaldı. Selin'i de Amerika'da doğurdu.
O zaman kızlarınız Amerikan vatandaşı...
Evet, ikisi de doğduğu anda ABD vatandaşı oldu. Doğum kayıtlarında babaları benim ve benim soyadımı taşıyorlar.
Tüm bunlar yaşanırken Zarina'nın ailesi ne yapıyordu?
Türkiye döndüğümüzde yine ardı arkası kesilmeyen kavgalarımız başladı. Bir gece onca yıldır kapımızı çalmayan ailesi yanlarında Rus adamlarla evimizi basarak kızları ve Zarina'yı götürmeye kalktı. Aylin ve Selin'in ABD pasaportları kasadaydı. Vermeyince arbede çıktı. Sitenin güvenlikleri duruma el koyunca, gitmek zorunda kaldılar. Hemen adli mercilere şikayette bulundum. Bu arada Zarina boş durmamış, aynı evde yaşarken Şişli 2. Aile Mahkemesi'ne kızlarımızın velayetini tedbiren isteyen bir dava açmıştı. Allah'tan hakim tedbir kararı vermemiş. Yoksa polislerle gelip çocukları alarak Rusya'ya kaçacaktı. Düşünsene davayı Uyap'tan bana gelen mesajla öğrendim. Zaten ondan sonra da bunca yıllık mahkeme süreci başladı. Zarina, Selin'i alıp gitti. Aylin benle kaldı. Nasıl veririm kızımı. Nasıl yollayayım? Eğer kızımı verirsem yıllarca sesini bile duyamam. Ailem, annem babam yoruldu ama ben asla vazgeçmem.
Melis Alphan dayınız Zeynel Abidin Erdem ile röportaj yapmış. Onun bu işle ne alakası var?
Bilmiyorum. Olaylar başlayınca yalan yanlış bilgiler vermişler. Beni aradı. 'Başımıza iş açma, ver çocukların pasaportunu gitsinler' dedi. 'Yokluklarına dayanamam' dedim. 'Biz sana Rusla evlenme demedik mi? Ne halt edersen et' diyerek suratıma telefonu kapadı. O günden beri de görüşmedim kendisiyle. Ayşe Arman Zarina'yla röpörtaj yapınca ailemi arayıp, beni rezil ettiniz demiş. O günden beri karşılıklı olarak tüm bağlar koptu. Bu işle dayımın ne ilgisi var ki gidip onunla konuşuyor Melis Alphan. Gelip benimle konuşsaydı ya. Dayım bu konuda ne diyebilir ki. Zaten ne söylemeye hakkı olabilir?
Peki Türk Hukuku'na göre çocukların velayeti Zarina'ya verilmesi gerekiyormuş. Sen buna hakla, hukukla karşı çıkabiliyorsun?
Başından beri anlatıyorum kamuoyu tamamiyle yanlış bilgilendiriliyor. Türk hukukuna göre anne bekarsa velayet anneye aittir ama ancak velayet davasına Türk hukuku uygulanırsa. Aylin'le Selin'in velayetinde ise ABD vatandaşı oldukları için Amerikan hukuku geçerli. Türk hukuku ve TMK 337. madde uygulanmıyor. 7. Aile Mahkemesi açıkça bunu kararında yazdı ve Yargıtay da onadı. Bu alandaki en iyi hocalar avukatım; haklı olmasam onlar benle çalışır mı?Mahkemeler beni haklı görür mü? Zarina sadece yalan söylüyor. Düşünün ki çocuklar Türkiye'de yaşarken Rus Mahkemesinden sanki çocuklar Rusya'da oturuyormuş gibi söylediği yalanlarla onlar için velayet kararı çıkarmış. İtirazımız üzerine Rus Mahkemesi anneye verdiği velayet kararını iptal etti.
Peki ne olacak bu işin sonu?
Bilmiyorum. Ben sonuna kadar elimden geleni yapıp, kızıma bakacağım. Annesinin söylediği her şey yalan. Tek derdi kızlarımı alıp Rusya'ya kaçırmak. Onun için bunca yalanı söylüyor. Zaten iki kere yaptı. Bir kere daha başarırsa ömür boyu her iki kızımı da göremem. Beni rezil etmek için elinden geleni de yapıp, işlerimi engelliyorlar. Ben de insanların aklına ve vicdanına güveniyorum.
Adaletin sağlanacağına inanıyor musunuz?
Ben Türk adaletine, Türk hâkimlerine güveniyorum. Eminim, adalet yerini bulacak.
6 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Bu da Yeni Nesil Moda!
Tumblr media
Ürdün’lü mimar ve moda ilüstratörü Shamekh Bluwi, tasarladığı kıyafetler için bulutları, binaları, dahası yaratıcı ruhunun gördüğü her nesneyi kullanıyor...
Tumblr media Tumblr media
Dubai’ye seyahat ettiği bir zaman aklına gelen bu fikirle gittiği şehirleri tasarladığı kıyafetlere yansıtmak ve gezi deneyimlerini aktarmak isteyen Bluwi, muhteşem bir yaratıcılık örneği olarak karşımıza çıkıyor...
Tumblr media Tumblr media
Hazırladığı içi kesik kıyafet şablonlarını farklı arka planlar üzerine tutarak, tek bir şablonla sınırsız sayıda desen elde edebiliyor...
Tumblr media Tumblr media
Yaratıcı zekası karşısında kendisini ayakta alkışlıyorum... 👏
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
10 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Bilmece Bildirmece Dil Üstünde Kaydırmaca!
Tumblr media
Endüstriyel tasarımcı Brad Whitney tarafından tasarlanan Codex Silenda, Kickstarter’da fonlanan muhteşem projelerden biri...
Tumblr media Tumblr media
Kampanyanın sona ermesine 20 gün daha olmasına rağmen hedeflediği desteğin 5 katına ulaşan Codex Silenda, öyle alelade bir kitap değil, okumak için bir koltuk ve okuma gözlüğünden çok daha fazlası gerekiyor.
Tumblr media Tumblr media
Her bir bilmece çözüldüğünde sayfaların ardında gizli olan yazılanları okumaya başlayabildiğiniz 5 sayfalık kitapta ne yazdığını gerçekten çok merak ediyorum...
Tumblr media Tumblr media
Zeka gerektiren bu meret bilmece bildirmece dil üstünde kaydırmaca bir şey çıkmasa bari...
youtube
5 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Bizans Oyunu Değil Işık Oyunu!
Tumblr media
Amerikalı sanatçı Stephen Knapp, 30 küsür senedir rengarenk ışık yerleştirmeleri; kendi deyimiyle tablolar yaratıyor...
Tumblr media Tumblr media
Knapp, geniş ölçekli çalışmalarını yaratabilmek için ışık ve çift renkli cam parçalarından yararlanıyor. Az ama öz malzemeyle şahane işler yaratan sanatçı yerleştirmeler için ön hazırlık yapmadan, yerleştirmeyi gerçekleştirdiği sırada yalnızca içgüdüleriyle hareket ederek, doğal bir koreografi ortaya çıkarıyor. 
Tumblr media Tumblr media
Daha öncesinde Amerika’daki Boise Sanat Müzesi, Chrysler Sanat Müzesi, Flint Sanat Enstitüsü gibi müzelerde sergilenen bireysel çalışması "Lightpaintings", 27 Ağustos 2016’ya kadar Pensacola Sanat Müzesi’nde ziyaretçileri bekliyormuş yolu düşenler bir uğrasın derim...
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
2 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Vuslat Doğan Sabancı beni Hürriyet'ten nasıl kovmuşmuş?
Ne zaman Doğan Grubu ya da Hürriyet ile ilgili eleştirel bir şey yazmaya kalksam, Twitter'da bir takım yumurta kafalar "Nasıl bir kuyruk acısıymış bu? Durup durup Hürriyet'e saldırıyorsun" diye çemkirmeye başlıyor. En son CNN Türk'te Latif Erdoğan'ın katıldığı programla ilgili iki tweet attım, hemen 1-2 aklı evvel fırlayıp, lafı 'kuyruk acısına' getirmeye çalıştı. İş yalnız yumurtalarla da kalsa iyi! Kocaman plazalarda oturan tiynetsiz 'gıybetpress'ler güneş gören ama içleri karanlık odalarında, sürekli "Kovuldu ya, ondan bize sallayıp duruyor" diye dırdır ediyorlarmış. 
Küçük adamların bunu yapmasına hiç şaşırmadım da, Ertuğrul Özkök gibi birinin de aynı gıybet havuzuna su taşımasına derinden "pes" dedim. Oysa kendisi her hafta beni arar ve "İzzet yine şahane şeyler yazmışsın" diye tebrik ederdi. Ben Ertuğrul Bey'in yerinde olsam Spotify'daki playlist'ime Behiye Aksoy'un 'Yalan Dünyası'nı eklerdim; tam onluk parçaymış. Ne güzel demiş Murat Menteş, "Dost, henüz kötülük yapmamış düşman!" 
Madem hal böyle, dananın kuyruğunun koptuğu o günleri, Hürriyet'ten ayrılma sürecimi anlatmak da bana farz oldu. Nişantaşı'ndaki o meşhur, tatsız hikayeden sonra sosyal medya hesaplarımdan istifa ettiğimi duyurmuştum. Tam da o günlerin akabinde bir mesaj düştü telefonuma, gönderen Vuslat Doğan Sabancı'ydı. 
"Sevgili İzzet, çok üzgünüm. Öncelikle başına gelenlere, sonra da Hürriyet'in bunu yönetememiş olmasına. New York'tayım, şimdi İstanbul'a geri dönüyorum. Yolda mesajını okudum, çook üzüldüm ve hak verdim sana. Sıkma canını, eminim en kısa zamanda çözülecek. Sevgiyle..." 
Kartları pek de açık olmayan, mutedil dalgalı bir açıklamaydı bu benim için. Mesajdaki en önemli cümle ise patroniçenin, yöneticilerinin durumu idare edemememisini kabullenmesiydi. Konu zihnimde ve gönlümde çoktan kapanmıştı ancak yaklaşık 18 saat sonra annemin "Ayıp olur oğlum, iki satır cevap yaz" ısrarlarına kayıtsız kalamayıp, kuru bir "çok teşekkür ederim" mesajı yolladım kendisine... 
Aradan 48 saat geçmişti ki, Hürriyet'in yeni CEO'sundan bir telefon aldım, Vuslat Hanım'ın döndüğünü ve benimle görüşmek istediğini söylüyordu. Kendisine "Hürriyet meselesi benim için kapanmıştır ama sadece nezaketsizlik olmasın diye davetinize icabet edeceğim" dedim. 
Altunizade'deki Doğan Holding'in genel merkezinde bir araya geldik. Hürriyet'ten ayrıldığını bu tonda beyan etmiş biri olarak, böylesine sıcak bir karşılama beklemiyordum açıkçası. "İstifanı kabul etmiyorum İzzet. Arzu edersen küçük bir tatil yap, istersen mahkemen bitince dön aramıza. Sen, bu ailenin bir parçasısın." dedi. Bunu CEO'suna telefonda da söylediğimi ve Hürriyet defterini kapattığını tekrar ettim. Zaten uzun zamandır Hürriyet'te arkamdan dönen dolaplardan rahatsızdım ve bunu da her platformda dile getiriyordum. Kaldı ki, yaklaşık altı ay önce akl-ı selimini yitirmiş, ali cengiz oyunlarından bıktığımdan Hürriyet'i bırakmış ve bunu da sosyal medyada paylaşmıştım. 
O günlerde gazetenin genel yayın yönetmeni Sedat Ergin, Vuslat Hanım tarafından görevlendirildiğini söyleyip beni yemeğe davet etti. Masada Sedat Ergin, genel yayın yönetmenliğine yeni alıştığını, Kelebek'e yeni el atmaya başladığını ve kendisini gazetedeki bir yönetici gibi değil bir abi gibi görmemi istediğini dile getirdi paçalarından nezaket akarak. Son cümlesi de aynen şöyleydi; "Seni geri döndüremezsem, patroniçeye yöneticiliğimi nasıl ispatlar ve ne hesap veririm?" Lanet olsun içimdeki insanlara bir türlü hayır demeyi beceremeyen o salak ve uslu çocuğa... 
Hürriyet konusunda yegane pişmanlığım varsa o gün, o masadan Sedat Bey ile dostça vedalaşıp kalkmamış olmamdır. Ama konumuz medya ve elbette hikaye burada bitmedi. İki gün sonra, daha 48 saat önce "Ben patrona ne hesap veririm" diye mırıldanan Sedat Ergin yanında Fikret Ercan ile beni aynı mekanda yemeğe çağırıp, "Bak İzzet buralar patron müesseseleri değildir. Tamam iyi hoş, emrettiler seni geri çağırdık. Ama burada Fikret Abi'nin borusu öter. O kimle istiyorsa onunla röportaj yapacaksın, o ne diyorsa onu yazacaksın kardeşim." diye kükrüyordu. Sanki iki gün önceki Sedat Ergin gitmiş, yerine Dallas'ın o ünlü 'ceyarı' gelmişti. Ve bendeniz ahmak İzzet, medya dünyasındaki yalan rüzgarının ne kadar hızla estiğini şaşkın gözlerle izlemeye devam ediyordum. 
Vuslat Hanım'la yaptığımız son konuşmada bütün yaşadıklarımı ve burada size anlatmaktan utanacağım birçok şeyi bizzat yüzüne, bir bir anlattım. Peki Vuslat Doğan Sabancı o gün bana ne mi cevap verdi? Benden hangi konuda mı yardım istedi? Onu da anlatması gereken kişi o! Ama canınızı sıkmayın, olmadı nasılsa bir gün ben anlatırım. Velhasıl bana sağdan soldan "Sen Hürriyet'ten kovuldun", "Hürriyet'e kuyruk acın var" diyenlere cevabımdır bu yazı. Ben bu hikayenin neresinde kovulmuşum, biri bana anlatsın da ben de öğreneyim. 
                                        To be continued... 
Dipnot 1: Hürriyet'ten ayrıldıktan sonraki dönemde olduğu gibi, çalışırken de köşe yazılarımda eski karılarıyla şirket kuranlardan, beleş seyahat meraklıları ve fırıldak gibi dönenlerin adlarını vererek kaleme almıştım. 
Dipnot 2: Birileri hala inadına, insanın gözüne sokar gibi hanut tatillere devam ediyorsa, patronlarının mekanlarını övüp yandaki mekanı yerin dibine sokuyorsa, eşleriyle, dostlarıyla ve hatta eski eşleriyle ünlüler üzerinden rant devşirmeye devam ediyorlarsa, memlekette turizm kan ağlarken birileri Yunan Ada'larını pohpohluyorsa ve 50'sine gelmiş bir arkadaş Atatürk'ün kıymetini FETÖ vesilesiyle anlıyorsa İzzet Çapa yazabildiği tüm mecralardan onlara dokundurmaya devam edecek. Küçük adamlara verdiğim, büyük rahatsızlıklardan dolayı özür dilerim. 
Dipnot 3: Aylar sonra patroniçeler beni arayıp ne istedi? O da başka bir yazının konusu...
8 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Sokak Sanatının Guiness Rekorlar Kitabına Girmiş Hali
youtube
Brezilyalı sokak sanatçısı Eduardo Kobra'nın 2016 Rio Olimpiyatları için  yaptığı devasa çalışma rekor kırdı.
Tumblr media Tumblr media
Rio de Janeiro’da bulunan graffiti çalışması, bir sanatçı tarafından yapılan en büyük sokak sanatı olma özelliğiyle Guinness Rekorlar Kitabı’na girdi.
Tumblr media
15,5 metre yüksekliğindeki eser neredeyse 3,000 metrekare boyutunda olup 100 galon beyaz boya, 1,500 litre renkli boya ve en az 3,500 sprey boya kullanılarak yaratılmış.
Tumblr media
190 metre uzunluğundaki çalışmayı Kobra ve 4 sanatçıdan oluşan ekip son iki ayda günde yaklaşık 12 saat çalışarak yaratmayı başarmış.
Tumblr media
Helal olsun demekten başka ne denebilirki...
2 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
En Havalı Hayvanlar 🎈
Tumblr media
Japon sanatçı Masayoshi Matsumoto, balondan yapılan hayvanları bambaşka bir seviyeye taşımış. 
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Birçok farklı renk ve şekilde balon kullanarak yaptığı muhteşem balon heykeller arasında yılanlar, böcekler, kuşlar, babunlar ve daha nicesi var...
Tumblr media Tumblr media
Bu kuşu helyumlu yapta, göğe bırakalım, umuda kanatlansın be Matsumoto kardeş!
Tumblr media
Tüm çalışmalarını buradan inceleyebilirsiniz.
2 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
“Star”lar GIF’e Geldi!
Tumblr media
TBWA\Istanbul’dan sanat yönetmeni Yiğit Karagöz ve Alametifarika’dan sanat yönetmeni Deniz Yükselci‘nin elinden çok güzel bir proje çıkmış. Bu güzel projeyi yine kendi güzel yorumlarıyla açıklamışlar;
Tumblr media
“Düşündük de son zamanlarda Türkiye’den hiç “star” çıkmıyor. E napalım, bari yılların eskitemediği “star”larımıza sahip çıkalım dedik, unutulmaz albümlerini güncelledik… Pardon GİFledik. Albümleri tekrar çizdik, hareketlendirdik, “like” ve “share”lere uygun hale getirdik. “Star”ların kolay yetişmediğini anladığımız şu günlerde bol bol paylaşılsınlar, hatırlansınlar istedik. İleride yeni “star”larımıza da böyle albümler yapmak dileğiyle…”
Tumblr media Tumblr media
Barış Manço, Zeki Müren, İbrahim Tatlıses, Bülent Ersoy gibi isimlerin nostaljik albümlerini yorumlayan ekip, bunları illüstre edip muhteşem GİF animasyonlarına çevirmiş...
Tumblr media
Ben en çok Sezen Aksu’lu Gülümse albümünü beğendim...
Tumblr media Tumblr media
15 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Gözden Irak, Gönülden Irak Devrine Son!
Yüzükler son 6 bin yıldır parmaklara takılan yuvarlak halkalardan hep daha fazlası olmuştur... 4. parmağa taktığımız, sevgimizin, sevdiğimizin nişanesi a��k halkalarımız bu zamana kadar bir çok materyal ile birleşti.
Tumblr media
Bir yanda insanın var olduğu günden bugüne hissettiği yoğun ve karmaşık duygular, öte yanda son yüzyılın hızlanarak artan teknolojisi TheTouch firmasına HB Ring'i ürettirdi...
Tumblr media
“Heartbeat Ring” (Kalp atışı yüzüğü) ismiyle geliştirilen cihazın diğer yüzüklerden farkı gerçek zamanlı olarak sevgilinizin kalp atışını hissettirebilmesi ve gösterebilmesi. Özellikle uzak mesafeli ilişki yaşayanlar için bulunmaz bir nimet!
Tumblr media
Belki de yeni nesil evlilik yüzüğü olmaya adaydır kim bilir...
Tumblr media
2 buçuk yıllık bir çalışmanın sonucu olan “HB Ring” safir ve paslanmaz çelikten yapılmış. Çizilmeyen ve su geçirmeyen yüzüğün uzun yıllar kullanılabileceği ve bu sürede görüntüsünden/performansından ödün vermeyeceği üretici firma tarafından iddia ediliyor.
Tumblr media Tumblr media
İlk dağıtımı Aralık ayında gerçekleştirilecek yüzükler için şu anda üretici firmanın web sitesinde ön siparişler alınıyor. Basit modelinin bir çifti 600 dolara satılan yüzükler 2 şarj kutusuyla birlikte alıcıya ulaşıyormuş.
Tumblr media
Öyle uzaktan uzaktan sevenlere duyrulur! Aman kızıpta nişan atarken yüzükleri fırlatmayın, altına benzemez bozulur bu meret...
Tumblr media
5 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Eski Filme Yeni GIF 🎥
Tumblr media
Pop Corn Garage, unutulmaz film repliklerini animasyonlu neon ışıklı GIF’lere dönüştürdü. Üstelik görseller de işlenen filmlerin dokusu tipografiye de yansımış. Tek kelimeyle harika bir iş çıkartmışlar!
Tumblr media
2014 senesinde Nicolás Araya da buna benzer bir projeyle Dünya Kupası Şampiyonu ülkelerin armalarını neon GIF'lere dönüştürmüştü ama bu seferki bana göre daha cool bir çalışma olmuş. 
Tumblr media
Kill Bill, Back To The Future, Star Wars, Terminator ve daha pek çok kült film Pop Corn Garage’ın Neon GIF çalışmasında yer alıyor.
Tumblr media
Örneğin, Terminatör’ün kırmızı ışık yayan gözleri GIF’te yer alan tipografiye eşlik ediyor.
Tumblr media
Belki evin bir odasına bunlardan birini yaptırabilirim ne dersiniz?
Tumblr media
7 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Dünün Fotoğrafları:
Tumblr media
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande Nice'deki saldırı hakkında Başbakan Manuel Valls ile konuşurken... (Reuters)
Tumblr media
Halep'te, bir hava saldırısında zarar görmüş caminin içerisinden kitapları toplayan adam... (Yahoo)
Tumblr media
Malabon Hayvanat Bahçesi sahibi Manny Tangco, Bengal kaplanı yavruları Duterte, ve Leni’yi ilk kez basına tanıttı. (AFP)
Tumblr media
Japon mesajlaşma platformu Line, New York borsasında işlem görmeye başladı. (New York Post) 
Tumblr media
Atlantik Okyanusu kıyısında güneş doğarken balık tutmaya giden balıkçı... (The Guardian)
4 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Ben Bu Katedralin Bitebilme İhtimalini Sevdim!
Tumblr media
91 yaşındaki Justo Gallego hiçbir mimarlık eğitimi almamış bir rahip. 1963 yılında yani bundan tam 57 sene önce Madrid’in dışındaki kasabasında yapımına başladığı katedralini, sadece hurdaları ve çıkma eşyaları kullanarak inşa etmeye çalışıyor.
Tumblr media Tumblr media
Katedrali yapmaya başladığında ona “deli” diyenlere inat, 90’lı yaşlarına geldiği şu zamanlarda bitiremeyeceğini kabul ettiği inşaata bir tuğla daha koymaktan asla geri durmuyor. Bana çılgın dediler ama onları haksız çıkardım diye sevinen ihtiyar “Maddiyatı istemiyorum. Her şeyden kurtuldum, evimden bile.” diyor. 
Tumblr media Tumblr media
Kendisi öldükten sonra katedralin de Tanrı’nın ellerine kalacağını söyleyen rahibin en çok isteği şey ise elleriyle ilmek ilmek dokuduğu katedralin içerisine gömülmek…
Tumblr media Tumblr media
Bu konuya uyan çok güzel bir söz vardı ama şimdi aklıma bir türlü gelmiyor! Hangi söz olduğunu biriniz bana hatırlatabilir mi
4 notes · View notes
izzetcapablog · 8 years
Text
Dünün Fotoğrafları:
Tumblr media
Eski ABD Başkanı George W. Bush, Dallas saldırısında hayatını kaybeden polisleri anma töreninde, First Lady Michelle Obama'nın elini tuttu. (The Telegraph)
Tumblr media
İngiltere'nin Yeovil şehrinde bir tilki ağzında pizza ile kameralara yakalandı... (The Telegraph)
Tumblr media
Buckingham Sarayı'nda yeni İngiltere Başbakanı Theresa May, Kraliçe Elizabeth'in huzurunda eğilirken... (The Guardian)
Tumblr media
Güneş enerjisiyle çalışan Solar Impulse 2 uçağı, İspanya'dan başlayan  iki günlük yolculuğun ardından Kahire'ye indi. (AFP)
Tumblr media
ABD'nin Colarado eyaletinde çıkan orman yangını tahribatı Blackhawk helikopterinden böyle görüntülendi. (Yahoo)
5 notes · View notes