Tumgik
#müzikal sevmem ama bu gerçekten
doscozycats · 1 year
Text
888
Tumblr media
8 Ağustos'ta başladı her şey. Doğal taşıma dokunduğunda, ay ışığının altında yürüdüğümüzde ve sen beni öptüğünde. O geceyi hiç unutmayacağım ve benim için her zaman çok özel olacak.
8 artık özel bir numara oldu bizim için ve her ayın sekizi de bundan böylece özel olcak. Birinci yılımızdan sonra da özellikle 8 Ağustos, yani 08.08.2022. Göze estetik geliyor bence :D
Bugün de 5. ayımıza girişimiz canım benim. 8 sayısına özel senin hakkında sevdiğim 8 şeyden bahsedeceğim.
1- Düşünceliğin.
İlişkimizin başında bu yana değişmeyen ve senin karakterinin bir parşası olan düşünceli olman beni o kadar mutlu etti ki. Aklımda birçok an var düşünceli olmanın bende yaratan hayranlığı. Hep "Bunu söylemediğim halde bunu düşünüp yaptı/söyledi.", "Aklıma bile gelmedi ne ara bunu düşündü?" veya "Çok düşünceli gerçekten." diye düşündüm. Kendimden daha düşünceli bir insan buldum ve bu beni huzurlu ediyor.
2-Taklit/ şakaların
Yaptığın taklitler ve aramızdaki şakalar beni o kadar güldürüyor ki, bunu yazarken bile kahkaha atıyorum. Mimiklerinden, ses tonuna kadar çok komik ve eğlenceli oluyor. En kötü günüm bile seninle gülerek bitiyor. Ben daha ne isteyebilirim bu hayattan.
3- Güzel alışkanlıklara itmen.
Hayatının bu yaşına kadar kendine kattığın güzel alışkanlıklarını ve düşüncelerini benimle beraber paylaşman bana çok yardımcı oluyor. Bedenimi dinlemem ve meditasyon yapmanın önemini hep biliyordum ama sendeki bakış açın bende işe yaradığını gördüm. Başkaları meditasyonu beynini ve bedenini dinlendirmek ve rahatlatmak için kullansa da bir mola gibi senin meditasyonu beynini yenilemek ve güçlendirmek için bir araç olarak kullanman bana daha anlamlı geldi ve bu yüzden kendim de yapmaya başladım.
4-Konuşma tarzın.
O kadar sakin ve düşünerek konuşuyorsun ki, bu çok hoşuma gidiyor. Ses tonunu yükseltmeden bir şeyleri titizce ve sabırlı bir şekilde anlatman konuşman o kadar güzel ki. Seni sürekli dinleyebilirim. Ses tonun da çok güzel... Muhteşemsin konuşmada gerçekten.
5-Müzikal yeteneğin
Şarkı söylerken ve gitar çalarken seni izlemek benim için bir hediye. Bir sanat eserinin de kendisinin sanat yapması bu dünyada başkalaının şahit olabilceği sık bir şey değil. Ben o kadar şanslıyım ki. Bu konuda yeteneklisin ve öğretmekten de çekinmiyorsun, bunun için teşekkür ederim.
6-O güzel yüzün.
O güzel yüzüne uyanmak, konuştuğunda o güzel yüzünü izlemek, yemek yerken o güzel yüzünü izlemek... Her seferinde tekrar tekrar aşık oluyorum sana. O gülüşüne de o gözlerine ayrı ayrı bitiyorum her yerine.
7-Öğrenmeye aşkın.
Okulda yeni bir şey öğrenip heyecanla bir şeyler anlatan içindeki çocuğun hala yaşıyor. Sürekli yeni şeyler öğrenme açlığın beni mest ediyor. Sürekli kendini geliştirip kendine yeni şeyler katıyorsun, bunları da benimle paylaşıyorsun ve her seferinde çok mutlu oluyorum.
8-Desteğin.
Zor zamanlarda beni dinlemen, benimle farklı bir bakış açısı paylaşman ve hep de destek çıktığın için teşekkür ederim aşkım benim. Hiç güçlü olmadığım kadar güçlü ve mutlu hissediyorum kendimi. Kendimi geliştirmeme yardımcı olup kendimi sevmem için beni itmen hayat arkadaşımı da bulduğumu hissetiriyor.
Seni çok seviyorum, umarım beni mutlu olduğun kadar da ben seni mutlu ediyorum.
You and me always together.
0 notes
emredonmaz · 6 years
Photo
Tumblr media
MODE XL - 10sayfa.com
2001'de Evren ve Yasin ikilisiyle Ankara'da ortaya çıkıyor grup. 2008'den bu yana verdikleri aradan, ya da kendi deyimleriyle "demlendikten" sonra Sony Music etiketiyle hızlı bir geri dönüş yaparak D&R listelerinde tepeye oturuyorlar. Hayranları ModeXL'in bu başarısını bekliyordu belli ki ama rap camiasına mesafeli biri olarak Evren ve Yasin'i tanımak, müziğini dinlemek, sözlerini anlamlandırmak benim için ilginç bir deneyim ve keşif oldu. Ne dersin, Türkçe rap/hip-hop o eski, görkemli günlerine geri mi dönüyor?
Önce müziğinizin adını koyalım. Kimse Karışmasın'dafunk tonlar duyuyoruz. Eski Bi' Numara'da da ilginç sürprizler var. Fakat bazı eski parçalar kulağa daha hardcore rap geliyor. Siz kendi müziğinize ne isim verdiniz?
Yasin: Müziğin türüne genel anlamda hip-hop diyebiliriz fakat onun janrasını ayırmak dinleyiciye kalmış. Biz müziğin artık evrensel olduğunu ve ayrımların bir şekilde ortadan kalktığını düşünen, müzik yaparken janra gözetmeyen bir grubuz.
Evren: ModeXL'i bir janraya sokmak haksızlık olur. Tabii ki rap vokal yapıyoruz ama alt yapı olarak baktığında Rock N' Roll da bulabilirsin, soundtrack tadı da. Yani her havayı soluyabilirsin. Yalnızca rapçilerden ziyade herkesin dinleyebileceği müzik yapıyoruz. Dolayısıyla tek janraya koymak doğru değil ama illa gerekiyorsa adına hip-hop diyebiliriz.
Türkiye'de rap/hip-hop denince akla iki isim geliyor; Ceza ve Sagopa Kajmer. Bu iki isim de ortalıkta görünmez olunca Türkçe rap popüleritesini kaybetti mi?
Y: Daha ziyade tanınmaz hale geldi. Rap müziğin Türkiye'deki kullanım alanı genelde reklamlardan oluşuyor. Piyasa müziği alıp, istediği şekle sokup, onu dinleyiciyle buluşturuyor. Yeni jenerasyon müzisyenler de bu durumun etkisinde kalmış gibi geliyor bana. Biz bunun yaptığımız müziğe haksızlık olduğunu düşünüyoruz. Müziğin tanıtımı için dejenere olmasına tahammül edemiyoruz aslında.
E: Yeni jenerasyon şimdi kaygıyla müzik yapıyor. Kendi istedikleri müziğe değil de, ne satara bakıyorlar. Bu kaygıyla müzik yaptığın zaman bir noktada tıkanıyor, kendinden ödün veriyorsun. Halbuki sen istediğini yapsan o müziği daha çok tutturabilir, daha çok sevdirebilirsin.
D&R'da 1 numaraya yükselmeyi buna mı borçlusunuz?
Y: Türkiye'de müzikseverlerin bir bağışıklık sistemi var. Aslında onların dinlemek istediği ama popüler platformlarda duyamaya alışkın olmadığı müziği oraya sokup bağışıklık sistemlerini çökerttiğimizi düşünüyoruz. Umarım gelecek çalışmalarda da bunu devam ettirip, dinleyiciyi şaşırtıp, onların yanında oluruz.
Çıkış noktanız Ankara. Başkentin sanata, rap'e ve rapçiye bakış açısı ne durumda?
Y: Ankara'yı herkesin birbirini tanıdığı, 2 oda 1 salon ev gibi düşün. Sadece müzik alanından değil, sanatın her dalından insanlar birbiriyle tanışır. Bu da onları interdisipliner bir bakış açısına sevk eder, hayal gücünü yükseltir, "Acaba bu böyle midir" sorusunu sık sık sorarken kendi tarzını gelişitirmelerine katkıda bulunur.
E: Türkiye'nin her şehrinde rap'e bakış nasılsa Ankara'da da öyledir. Ankara'dan çıkıp başarılı olmanın bir sebebi var; çünkü orada hayal kurmak daha kolaydır.
Eminem'in 8 Mil filminden hepimiz aşinayız o underground atışma sahnelerine. Bu bir Hollywood uydurması mı, yoksa bizde de var mı böyle atışmalar?
E: Atışma kültürü aslında hip-hop'un her dalında var; Türkiye'ye de ilk dansla girdi. İkimizindehip-hopla tanışması break-dance'la olmuştur. Bir gün sokakta bakıyorum iki kişi break-dance yapıyor, kapışma var yani... "Çok iyi" dedim, "bu müthiş bir şey" ve ondan sonra içinde buldum kendimi. Aynısı rap müzikte de var, iki graffitici de kapışabilir, Dj'ler de yarışır... Yani hip-hop'ın her dalında kapışma mevcut.
Y: Şimdi tüm o kapışmalar büyük markaların reklam stratejisi oldu. Elbette bu organizasyonu yapan insanların para kazanması gerekiyor ancak markalar da bu kültürün temellerini benimsemeli.
E: Önceden marka sanatın yanına konurdu, şimdilerde sanat markaların yanına konuyor.
Türkiye'ye XL geldiğinizi, başka bir ülkede daha iyi işler yapabileceğinizi düşünüyor musunuz?
E: Çok zor bir işe girdik! Hem müzik yapıyoruz, bir de üstüne üstlük rap yapıyoruz ve bunu Türkiye'de yapıyoruz... Akıl işi değil!
Y: Yola ilk çıktığında Amerika'daki x rapçisinin stüdyosunu hayal ediyorsun ve onu uzun bir süre göremiyorsun. Sonrasında Ankara'da, kendi çapındaki stüdyonda üretmeye başlıyorsun. E şimdi Amerika'da olsam gidip gelebileceğim çok fazla stüdyo var, ki bu İstanbul için de geçerli. Ankara'da plak dükkanı bile bir Ertuğ Pasajı'nda vardı, bir de Aynalı Çarşı'nın altında. İstanbul'da ise her semtte bir plak dükkanı var; Amerika'da hele bakkala gider gibi plak dükkanına gidebiliyorsun. Erişim olanakları fazla olduğu için bunun farkına varıp ön planda olabilirdik veya aksine herkes ulaşabildiği için dezavantaj da olabilirdi. Kimse bilemez.
Son yıllarda elektoronik müzik ve türevleri yükselişte. Özellikle R&B/Hip-Hop ile birleşiminden dünya çapında hit parçalar ortaya çıkıyor. Bu tarz bir birleşim ilginizi çekiyor mu?
Y: Rap müzik, dünyadaki bütün müzik tarzlarıyla entegre olabilen bir tarz. Entegre edilen şeyin gerçekten rap müzik olup olmadığı enstrüman açısından düşünülmeli. Saksafonun olduğu her şarkı caz olmadığı gibi rap'in olduğu her şarkı da rap değildir. Rap'i rap yapan şey söylediğin sözlerdeki üslup, anlattığın konu ve dinleyiciyi içine soktuğun havadır. Bizim için en önemlisi bu!
E: Rock bir sound'da da gelebilir ama bende ne hissettirdiği önemli. Öyle Türkçe rap'ler dinliyoruz ki, parça bitince aklımda tek kelime kalmıyor, bende bir mod yaratmıyor. Belki de içinde çok güzel sözler var ama yakalatmıyor onu. İşte bu yüzden ne söylediğinden çok nasıl söylediğin biraz daha öne çıkıyor.
"Az ama öz müzik yapıyor" diyorlar sizin için. Doğru mudur?
E: 1 saate size bir parça çıkarabiliriz; 20 dakikada altyapı kurulur, 20 dakikada söz yazılır, 20 dakikaya kayıt alınır... Ama olay bu değil! Altyapıyı önce bir demlemek gerekiyor. Ne his uyandırıyor, üzerine nasıl sözler yazılmalı, ne söylemek istiyorum ben, bunu nasıl söylemek istiyorum... Üretim kolay ama üretmek kolay değil!
Sadece müziği değil, kendimizi de demliyoruz. Biz en son 2008'de bir albüm yaptık. Geçen 7 yılda kendimize bir şeyler katmaya devam ettik. Yalnızca müzikal anlamda değil, kararkter olarak da, hayat felsefesi olarak da kendimizi demliyoruz.
Rap/hip-hop dışındaki müzik türleri ile aranız nasıl?
Y: Biz hemen hemen her şeyi izliyoruz, her şeyi dinliyoruz, resimlere bakıyoruz, fotoğraf çekiyoruz, yorumluyoruz... Müziğin her türlüsüne açığız. İyi müzik-kötü müzik diye bir kavram olduğuna bile inanmıyoruz; sonuçta yapan birisi var ve belki onun için iyi bir müzik. Bu tip eleştirilere çok fazla kulak asmıyoruz.
E: Bir içki vardır, ben sevmem, nefret ederim, fakat senin en sevdiğin içkidir. Öyle bir şeydir müzik de; zevk meselesidir. Şu iyidir, şu kötüdür demek haksızlık olur.
Yakın gelecekte bizi neler bekliyor?
Y: Bir kere çok iyi bir albüm geliyor! Bizim içimize sindi. Sonrasında yeni albümümüzün konser setup'ını oluşturacağız. Bugüne kadar tüm konserlerimiz canlı enstrümanlarla yapıldı; diğer rap yapanlara nazaran en başından beri canlı enstrümanları hep kullandık ve devam edeceğiz. Ardından 13 Mayıs'ta, Babylon'dalansman konseri ve 23 Mayıs'ta, Sound Garden festivalinde canlı performansımız var.
E: Mutfaktaydık, önlüğü çıkardık, geliyoruz...
Röportaj: Emre Donmaz     
Fotoğraf: Kenan Kara     
Styling: Burcu Erim     
Fotoğraf Asistanı: Emre Yıldız
0 notes
firisu · 7 years
Text
İki Hafta Ortası
 Pek “haftalık” gibi olmadı bu sefer. Nedense başlık kısmına “haftalık” yazmaktan sıkılmıştım ve bu durumdan garip bir zevk alıyorum şu anda. Her şeyi çok aşırı düzgün yapamayan biri olarak benden tam da beklenildiği gibi bir serinin de zincirini kırmakta üstüme yok. Her zamanki gibi pişman değilim. Süper. O zaman devam.
Tumblr media
- İnsan hayatı boyunca öyle ya da böyle bir sıfata sahip olmak için çalışıyor. “Avukat”, “anne”, “kardeş” vb gibi. O yüzden bu sıfata sahip olmak istediğimi söylerken zor bir şey istediğimin farkındayım; hikaye anlatıcılığı. Hem de yetişkinlere. Henüz belirli bir planım yok. O yüzden ayrıntılarıyla amacımı anlatamıyorum. İkicisi atılmamış birinci adımlar var henüz. Elbet bir gün gerisi de gelecek.
Tumblr media
- Sonunda Tuhaf Kütüphane hakkında gerçekten Murakami’yi seven ve anlayan biri doğru düzgün bir yorum yapabilmiş. Yapan kişiyi de aslında öykü kitaplarıyla tanıyoruz; Melisa Kesmez. Bu ufak yoruma Sabit Fikir Dergisi’nin Ocak sayısında ulaşabiliriz. Onun kelimelerine baktığımızda Murakami’ye özel bir sevgi beslediğini ve yazarın vermek istediği etkiyi yakalayabilecek kapasitede biri olduğunu görebiliyoruz: “Murakami dünyasına bir kere adım attınız mı, orayı hep özlüyor ve oraya tekrar tekrar dönmeyi istiyorsunuz”. Kimse kusura bakmasın ama Murakami’yi duygusal derinliğe ve nadir zevke sahip insanların anlayabileceğine inanıyorum. Enver Aysever’i normalde severim fakat Birgün Gazetesi’nde yer verdiği o yorumları okurken başımdan kaynar sular boşaldı. Olumsuz eleştiriden hoşlanmıyorum belki evet ama onun bu yazısında yaptığı tamamiyle Murakami’yi anlamaya gayret etmemiş ve sığ bir kişinin yapabileceği tarzda yorumlardı. Dolayısıyla kendisini kınıyor ve doğru bir Murakami okuması yapmasını diliyorum. Buna dair yorumumu burada noktalıyorum yoksa bütün gece cevap yazabilirim. 
Tumblr media
- Bu Ocak ayı benim bu zamana kadar en çok dergi aldığım aylardan biri oldu. Aldığım dergilerden biri yanlışlıkla 2016 yılına ait hem de Mayıs’tan önceki aylardan birine (hangi ay olduğu yazmıyor). Özel Sayı olduğu için aslında bir nevi mutlu da oldum. İçinde Deadpool posteri olduğu için aldığım dergi bayağı da ilgimi çekti. Kimi Marvel ve DC karakterleri hakkında incelemelerde bulunuyor ve çizgi roman terminolojisiyle ilgili bilgiler veriyor. En çok ilgimi çeken ve bilmediğim şeylerden çok minik bir kısma da yer vereyim dedim. Paylaşacağım şey en sevdiğim karakter olmasa da Thor’la ilgili. Kendisinin müthiş çekicini biliyorsunuzdur. Çekicinin özelliklerinden biri onu sadece hak edenlerin kaldırabileceğidir ve bu aslında herkesin kolay kolay sahip olamayacağı bir ayrıcalıktır. Fakat dergimiz beni şok edercesine bu çekici kaldırabilenlerin isimlerinin listesini çıkarmış. Çekici kaldırabilenler; Thor’un büyükbabası Turi, dedesi Bor ve babası Odin. Tamam buraya kadar normal çünkü hepsi aileden. Listeye devam edersek; Captain Amercia (filmde değil fakat Marvel dünyasında kaldırabiliyormuş), Storm (ne alaka?), Loki (nesi hak ediyor onu kaldırmaya anlamadım), Conan, Spider-Man (tamam o olur), Hulk (?), Jane Foster (tamam o da anlaşılabilir), Vision, Superman (tamam o da olur). En şok edici Loki ve Camptain America. Loki neden kaldırıyor, adam kötü? Captain America filmde neden kaldırmıyor adam saf kan iyi? Bu sorularım çizgi romanlar hakkında yüzeysel bilgiye sahip olmamdan kaynaklanıyor olabilir ama yani normal bir insan da böyle düşünüyor ne yapayım?
Tumblr media
- Bugün kardeşimle La La Land’i izledim. Film hakkında hiçbir şey bilmeden ve okumadan gittim. Bir filme beklentisiz gitmek de ayrı bir zevk benim için. Tabi bir müzikal olduğunu biliyordum. Bazılarının aksine de Ryan Gosling’i izlemek için de gitmedim. Ki bence kendisi gayet normal bir insan. Neyse film kendi caz barını açmak isteyen bir adam ve oyuncu olmak isteyen bir kadının aşk hikayesini anlatıyor. Normalde bir aşk hikayesine, romantik komediye falan hayatta gitmem ama bu filmin ilginç bileşenleri var ve hiç de kendinizi paranızı çöpe atmışsınız gibi hissettirmiyor. Filmde iki tane şeyden rahatsız oldum sadece. Film trafikte bekleyen insanların aniden arabadan çıkıp şarkı söylemesiyle başlıyor; evet müzikal olmasıyla ilgili tamam ama o açılışın verdiği duygu ve karakterlerin trafikte karşılaşmasının atmosferini hiç uyduramadım birbirine. Bir de ne zaman araya bir müzik girse -iki karakterin beraber dans ettiği zamanlar hariç- kıyafetlerdeki belirlenmiş renkler hiç hoşuma gitmedi. Herkes tek renk olarak yeşil, mavi, sarı ya da kırmızı giymiş. Hani filmde herkes normal hikayede de böyle bir tercihte bulunuyor olsa tamam diyeceğim. Böyle yapılmasının özel bir anlamı ya da amacı olsa dahi beni gerçekten rahatsız etti neden bilmiyorum. Tabi bu iki garip şey filmi sevmeme engel değil ama ufak kaşıntılar diyelim. Eminim izleseniz sizi rahatsız etmez. Bir de bugün açıklanan Oscar adaylarının arasında La La Land’i görmek de beni mutlu etti. Diğer adaylar ve farklı kategorilere eğer ilgiliyseniz şu linkten ulaşabilirsiniz. En iyi film kategorisindeki tüm filmleri izleyip kimin neyi kazanıp kazanmadığına bakarak kendimce bir yorum yapma isteğim de bulunmakta elbette. La La Land’in 13 dalda 14 adaylığı bulunmakta. İyi ki onu izlemişim gerçekten. Müzikler çok hoştu. Not: umarım en iyi animasyon filmini Kubo alır. La La Land’in en sevdiğim müziği olan City of Stars’ı eski bir şarkı sanmıştım fakat kendisi bu film için yapılmış. Düşünüyorum da bu bir müzikal olmasaydı onu bir tık daha az severdim. Filmin müziği ve kendisinden ufak bir alıntı:
youtube
 Bu sahnenin başlangıcını özellikle sevdim çünkü gökyüzü ve deniz, pembe ve morla harika bir uyum yakalamış. Müzik de beklenebileceği üzere birkaç dalda Oscar adayı. 
- Tabi ki sıra Sherlock’un dördüncü sezonundan bahsetmeye geldi! Bu sezonu kimse beğenmemiş ve insanları senaryonun karışıklığı sebebiyle hüsrana uğratmış. Hatta Lost dizisinin korkunç sonuyla yarışır düzeye kadar indirmişler bu sezonu. Kimse kusura bakmasın ama bu sezon da muhteşemdi. Oyuncular yerine öyle oturuyor ki Sherlock birden Dr. Strange evrenine girse kendimi hikayeye kaptıracağımdan bana o mükemmellik hissini verirdi. Bence gayet de olmuş. Herkes birinin bir tarafını çekiştirecek yer arıyor. Hikaye sürprizler ve harika bilmecelerle dolu; her zamanki gibi harika. Beğenmiyorsanız kendi versiyonunuzu yazmayı ve herkese beğendirmeye çalışmayı deneyin. Bir insan hem iyi hem de kötü karakterlere bayılıyorsa o iş olmuştur. Bence İngilizler güzel dizi yapıyorlar. Şu zamana kadar bir sürü dedektiflik, polisiye, vahşet dehşet bilmem ne dizisi çıktı. Kaç tanesi akılda kalır? Sherlock Holmes bunların başında gelir eminim. Güzel tarafı da bu sezon Sherlock Holmes’ün asıl yazarı olan Sir Arthur Conan Doyle’un geçirdiği psikolojik evreleri de göz ardı etmiyor oluşuydu. Bu sadece benim gözlemim mi, bilerek mi yapıldı bu bilmiyorum. Şöyle ki Sir Arthur Doyle’un mesleği aslen doktorluk. Fakat kendisi ilerleyen zamanlarda girdiği bunalımın da etkisiyle spiritüalist şeylere de merak salmış. Dizide de olayları çözmek için hep kullandığı rasyonalistliği arada sırada bir kenara bırakıp “öyle hissediyorum” dediğini duyuyoruz. Normalde bu onun ağzından asla çıkmayacak gülünç ötesi bir eziklik belirtisidir hatta abisi Mycroft bile onunla bazen azıcık dalga geçiyor son sezonda. Bu ay aldığım 221B Dergisi de harika çözümlemelere ve benim tarafımdan bilinmeyenlere de dokunarak bir Shelock dosyası çıkarmış. Tam zamanında! Üstelik Celil Oker’in ufak da olsa bir yazısını daha okuyabilme şansına erişmiş oldum. Kendisi en sevdiğim Türk polisiye yazarıdır. Bir şey daha; Sherlock’un bu sezonunu kim ne derse desin izleyin ve hatta 221B Dergisiyle bildiklerinizi süsleyip bilmediklerinizi öğrenin. Tabi keşke sonsuz zamanım olsa da Sherlock’un bütün öykülerini okuyabilsem diye düşünmeden edemedim ve bunun sonucu Sherlock’un ilk macerasının kitabını almam oldu. Ona da zaman ayıracağım umarım.
Tumblr media
 Son sezonu izleyenler bu gifi görünce “No, not Bach, play you” dediler bile içlerinden. 
- Son olarak kitap. Geçen hafta Felsefenin Kısa Tarihi kitabını bitirdim. Daha önce burada Kant’ın hayat tarzıyla ilgili kitaptan ufak bir alıntı yapmıştım. Dolayısıyla az buçuk neyden nasıl bahsedildiğini anlatabilmişimdir diye umuyorum. Aynı yazarın Felsefeye Giriş kitabı ise elimde başlanmayı bekliyor ama tabi haliyle sırada onlarca kitap bulunduğundan onu ne zaman elime alırım bilmiyorum. Uyumadan önce felsefe hakkında okumak gibisi yok, belki de sandığımdan daha kısa sürede sayfaları karıştırırken bulurum kendimi. Hesaplarıma göre hiç uyumadan okuma yaparsam ancak birkaç yılda bitirebilirim elimdeki kitapları. Şikayet yok, sadece okumak var. Tuhaf bir şekilde animelerden bahsetmeyeceğim bu sefer. E o zaman ben gideyim artık. 
Tumblr media
0 notes