MÜSTEAR İSİM, TAKMA AD, PROJE HESAP MESELESİ ÜZERİNE…
MertReport Oct 26, 2020
Sosyal medya kanallarından takma isimle yazmak bir tercihtir. İsteyen gerçek ismiyle yazar, isteyen müstear isimle. Hem gazetecilik dünyasında hem de edebiyat aleminde müstear isimle yazan onlarca isim vardır.
Müstear isimle yazmak öyle hor görülecek bir durum da değildir. Arapça istiâreden “ödünç alınmış” demek olan müstear, Türk edebiyatında takma ad mânasıyla, Tanzimat’tan sonra muhtemelen Batılı yazarlardan örnek alınarak kullanılmaya başlanmış.
MÜSTEAR İSİM
Arapça istiâreden "ödünç alınmış" demek olan müstear, Türk edebiyatında takma ad mânasıyla, Tanzimat'tan sonra…
islamansiklopedisi.org.tr
Nâmık Kemal, Sâbir; M. Fuad Köprülü, Âşık Coşkun; Yusuf Ziya Ortaç, Çimdik; Peyami Safa, Server Bedi; Necip Fazıl Kısakürek, Adıdeğmez, Dilci, Ahmet Abdülbaki, Ozan isimler kullanmış. Tarihçi İsmail Hami Danişmend’in müstear isimlerinden birisi Râbia Hatun’dur.
Merak eden ünlülerin kullandığı müstear isimleri Behçet Necatigil’in “EDEBİYATIMIZDA İSİMLER SÖZLÜĞÜ”nden öğrenebilir. Kaldı ki müstear isimle yazanlar o kadar çoktur ki Nurullah Çetin’in “TAKMA — MÜSTEAR İSİMLER SÖZLÜĞÜ” adıyla bir kitabı bile vardır.
Bu meseleye nerden mi geldik?
Kendisini bilişim uzmanı olarak sunan Selçuk Atak (@ProfAtak) gibi isimler gibi isimler müstear isimle yazan bazı hesapları “proje hesap” olmakla suçlarken işin garibi bu yaklaşıma yine bazı müstear isimle yazan hesaplar destek veriyor. Bu isimler yurt dışında olmanın rahatlığıyla yazıyorlar. Aynı yaklaşımı gazeteci eskisi Emre Uslu bazı isimlerde de görmek mümkün. Bunlar sadece iki örnek… Benzeri onlarca isim var. Herkesi eleştiren bu isimlerin bir özelliği de sözde demokrat olmaları! Kendilerine eleştiri mübah, başkalarına yasak. Aksi halde hemen blok….
Kendisini Twitter’ın “Proje Hesaplarla Mücadele Şube Müdürü” sanan @ProfAtak bir çok popüler hesabı proje hesap olarak suçluyor… Hatta o kadar ileri gittiki ismi cismi belli bir hesabı bile önce proje hesap olarak suçladı. @avcemilcicek, bu iftirayı bertaraf etmek için bayağı uğraştı. Selçuk Atak, gelen tepkiler üzerine sonrada özür dilemek zorunda kaldı. Ancak huylu huyundan vaz geçmezmiş… @HaymanaRiga’ya çarpana bir “bilirkişi edasıyla” ona buna proje, operasyon hesap demeyi sürdürdü. Neyseki birisi buna dur dedi…
@HaymanaRiga sayesinde öğrendik ki bio’sunda yazanların bazıları yalan, hakkındaki hikâyede açıklar var. Ne diyor Yunus Emre bir şiirinde “Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.” Selçuk Atak, Benim en çok dikkatimi çeken kısım ise kendi ifadesiyle doğum için eşini ABD’de götürmesi… Türkiye’de kaç bürokrat bunu yapar…
Takma yani müstear isimle yazanlara yönelik “gerçek isimle” yaz baskısı iyi niyetten uzak bir yaklaşımdır. Hele hele 15 Temmuz Kumpası’nın ardından Türkiye’den veya yurtdışından yazan sosyal medya kullanıcılarına yönelik bu baskı ve suçlamalar büyük haksızlıktır. GAFLET, DALALET hatta HIYANET derecesinde bir yaklaşımdır.
Şöyle ki,17 Aralık’tan itibaren Türkiye’de rejim değişmiş, 15 Temmuz’dan sonra ülkede hukuk ortadan kalkmıştır. Birlerce milyonlarca insan Erdoğan rejiminin mağduru olmuş, bir kısmı dışarıda, bir kısmı hapishanelerde, bir kısmı yurt dışında hayatta ve ayakta kalmaya çalışıyor. Bu insanlar öyle veya böyle ülkede olup bitenlere tepki gösteriyor, mağdur ve mazlumların sesi olmaya çalışıyor. Gerçek isimle yaz demek bu isimlerin sesini kesmektir. Bu GAFLETTİR.
Sosyal medyada birçok insanın gerçek ismiyle yazması hem kendileri hem de yakınlarının özgürlüklerini, hayatları tehlikeye atmak anlamına gelmektedir. Türkiye’deki insanların bir sabah beşte polis tarafından kapılarının çalınması, en az 6 yıl 3 ay ceza almaları bir twite, bir sosyal medya paylaşımına bakar. Bunu bilmemek, bilmiyormuş gibi davranmak DALALETTİR.
Türkiye gibi Kuzey Kore ile aynı ligde yer alan bir ülkede rejimin mağduru insanlara “gerçek isminle yaz” demek, onları ve yakınlarını Erdoğan’ın polisleri, savcıları ve hakimlerinin önüne atmak demektir. Rejimin köpeği olmuş hukuka masumları teslim etmektir. Bu ise İHANETTİR.
Müstear isimlerin hukukta yerinin olmadığını söylemekte bir cehalet göstergesidir. Öncelikle sanki Türkiye’de hukuk vardır. İkinci olarak Kişinin ön ad ve/veya soyadından farklı olarak müstear bir ad kullanmasına ilişkin olarak Türk Medeni Kanunu’nda hüküm olmaması onun korunmadığı anlamına gelmemektedir. TMK’da yer almayan müstear ad, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun (FSEK’nın) 11. maddesindeki, “o eserin sahibi olarak adını veya bunun yerine müstear adını kullanan kimse” ifadesiyle yasal zemin ve koruma bulmuştur. Bu bilgiler için Selçuk Atak gibi prof. olmaya gerek yok. İnternette arama yapmayı bilmeniz yeterlidir.
Müstear Ad Ne Demektir Kişinin Asıl Adı Gibi Korunmaya Tabi midir? | Hukuki Yaklaşım
Prof. Dr. R. Cengiz Derdiman Hukukumuzda ad kişiyi belirleyen ön ad ve soyadından oluşan kavramdır. Ön ad bir kişiyi…
www.hukukiyaklasim.com
Ben, kimin yazdığından çok ne yazdığına bakıyorum. Yazılanları hak, hukuk, adalet ve insaf ölçüsünü vuruyorum. Yaşanan bu süreçte bir çok önemli bilgiyi “müstear” isimle yazan hesaplardan öğrendim. Özellikle 15Temmuz süreciyle ilgili olarak eski asker veya polis olduğu anlaşılan kişilerin takma adla da olsa yazdıkları büyük kumpası görmek açısından son derece aydınlatıcıydı.Son olarak medya müfettişlerine, sosyal medyada takma ad meselesine takan isimlere sormak istiyorum. “A. Fettah Şahin”, “Abdülfettah Şahin”, “Abdulhay Nasih”, “Enver Aydın”, “Hikmet Işık” kimdir, kimin müstear adıdır bilen var mı?Bu konuda çok hassas olduğunuz bildiğimiz @HizmetStudies direktörü olduğunu söyleyen @ismailMSezgin bize yardımcı olabilir mi? Olamazsa eski bir polis @ProfAtak belki ona yardım eder…
3 notes
·
View notes
Yakup Kadri Karaosmanoğlu / Tarikattan edebiyata
Yaşamı, 20. yüzyıl Türkiye'sindeki gazetecilik, edebiyat ve siyaset serüveninin en derin çizgilerini taşıyor. Fecri Âti topluluğunun kurucusu, TBMM milletvekili, Atatürk'ün sofrasının konuğu, Kadro dergisi yazarı, Kurucu Meclis üyesi... Hayat yolculuğu Kahire'den Alp Dağları'na, Mütareke İstanbul'u ve işgal Ege'sinden kutsal isyan Ankara'sına uzandı... Mistisizm - sosyalizm - ferdiyetçilik - memleketçilik güzergâhından Bektaşi muhibbi, otuz eserin yazarı ve zoraki diplomat olarak geçti.
Türk yazınında, şairlerin yazarların genellikle bir inancın yandaşı ve sözcüsü olmaları gelenektir. Gerçekte, bu geleneği geliştiren, bir zorunluluktur. İnancı olmayan, görüşü olmayan niye yazsın, ne yazsın?Söze Türk yazınında diye başladık ama, aslında bu zorunluluk tüm insanlık yazını için söz konusudur. Hatta, yazında yani edebiyattan da öte tüm insanlık için söz konusudur. İnançsız, yani ideolojisiz ne insan olur ne toplum...Bu böyle olduğu içindir ki, ardılları olduğumuz Türk toplumunun, İslâmiyet'ten öncesi bir tür Tanrı sözcüsü sayılan Şamanizm dönemindeki ozanları, öykücüleri, Kitabı Dede Korkut, Manas, Oğuzname gibi destanları yaratırken hep belirli inanışların, ideolojilerin yansıtıcıları olmuşlardır.Türk toplumunun İslâmiyet'le kaynaşmasından sonra ise bu dinin mezhep ve tarikatlarının inançlarının sözcüleri şairler, yazarlar, tezkereciler yazınımızı kaplamıştır.13. yüzyılın ünlü ozanı Yunus Emre'nin bir tarikat ehli, bir mutasavvıf olduğu, Tapduk Emre'den ilham aldığı hep bilinir. Yunus şeyh değildir ama bir derviştir. Ondan da önce gelen, 12. yüzyılın ünlü tarikat kurucusu Ahmet Yesevi de bir şairdir ve Türkistan'da olduğu kadar Anadolu Türkleri üzerinde de Yesevi tarikatı geniş ölçüde etkin olmuş, Haydariye, Bahai ve Bektaşilik tarikatları da Yesevi tarikatından esinlenmiştir.
Edebiyat tarihindeki tarikat ehli şair ve yazarlar
Edebiyat tarihleri şöyle bir karıştırılırsa, yüzlerce değil, binlerce tarikat ehli, yani inanmış ya da güncel deyimle bir ideoloji sözcüsü, savunucusu şair ve yazarla karşılaşılır. Rasgele sıralarsak, 12. yüzyılın Ahmet Yesevi'sinin tarikat kuruculuğu, 13. yüzyılın Yunus Emre'sinin dervişliği yanı sıra, 14. yüzyılın, inançlarından vazgeçmediği için derisi yüzülerek öldürülen, ama adı hep yaşayan ve yaşayacak olan Nesimi'si bir Hurufi'dir.15. yüzyılın Ömer Ruşeni Dede'si Halveti, Beşaretname şairi Refii Hurufi, 16. yüzyılın Öksüz Dede'si Bektaşi, Peyame'si Mevlevi, Pir Sultan Abdal'ı Bektaşi, 17. yüzyılın Ruhi-i Bağdadi'si Hurufi, Sabuhi Ahmet Dede'si önce Bektaşi, sonra Mevlevi, şair olduğu kadar yazarlığıyla da ünlü Sarı Abdullah'ı Bayrami - Melami - Celveti, 18. yüzyılın Sabit mahlasını kullanan Alaattin Ali'si Bayrami - Melami, tezkereci-şair Sakıp Dede'si Mevlevi, 19. yüzyılın Perişan Baba'sı, Ruhi Beybaba'sı Bektaşi, tarihçi Ata Bey'i Mevlevi tarikatı şeyhleri ya da muhib veya dervişleridir. (Burada hemen bir parantez açıp söyleyelim ki, bir tarikata girmek isteyene âşık, deneyden geçip alınana muhib, tekkede kalıp bir hizmet görene derviş, ehil görülüp halife tarafından icazet verilenine baba, dede ya da şeyh denilir.)Türk yazınının, dalları tasavvuf, halk ve divan yazınının Baki'den Nedim'e, Fuzuli'den Şeyh Galip'e, Sümmani'den Kaygusuz Abdal'a, Kul Himmet'ten Seyrani ve Dertli'ye, Karacaoğlan'dan Emrah'a, Dadaloğlu'ndan Âşık Veysel'e, Kazak Abdal'dan Hasan Dede'ye, daha ne kadar ünlü adı aklınıza geliyorsa, bilmelisiniz ki, bunların tümü de şu ya da bu tarikatın yandaşları, sözcüleridir.
Nurettin Artam Kadiri Şeyhi, Necip Fazıl Nakşi
Tanzimat dönemi yazar ve şairleri ile aydınları da bu gelenekten uzak kalamazlar. Şinasi'den Ziya Paşa ve Namık Kemal ya da Recaizade Ekrem'e kadar nice kişi Kadiri, Rufai, Halveti, Mevlevi, Bektaşi, Bayrami, Celveti, Nakşibendi, Melami gibi tarikatlarla şöyle ya da böyle ilgilenmişlerdir.Tekkeler, zaviyeler, türbeler, Cumhuriyet döneminde, 1925'te kapatılmışlar, tarikat ve mezhep ayrılıkları laisizmle ortadan kaldırılmak istenmiştir ama, Cumhuriyet sonrası Türk yazını ve düşün alanında da eski gelenek ve görenekler sürmüştür. Farklılık olsa olsa, dinsel tarikat ideolojilerinin yerini, ekonomik, sosyal ve toplumsal ideolojilerin almasındadır.Bu böyleyken dahi, günümüze değin, eski dinsel tarikat inanışları (ideolojileri) serpintileri de gelmiştir. Örneğin, 1958'lere kadar bir etkin yazar olan Nureddin Artam bir Kadiri Şeyhi'dir. Şeyhliği babasından devralmıştır. Ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı, uzun süre Kısıklı'daki Çamlıca Bektaşi Tekkesi'ne devam etmiştir. Şair Necip Fazıl Kısakürek, 1943'lerde Nakşi Şeyhi Seyyid Abdülhâkim Arvasi'den feyz alıp Nakşi tarikatına girmiştir. Peyami Safa'dan Cemil Meriç'e, İbrahim Çubukçu'dan Doçent Agâh Oktay Güner ve Prof. Ayhan Songar'a, Nevzat Yalçıntaş'tan Selçuk Özçelik'e kadar daha nice kişi de Rufailikten Mevleviliğe, Kadirilikten Nakşiliğe türlü tarikatlara eğilim göstermişlerdir.Günümüzün ve yakın geçmişimizin tarikatçılarından biri de ünlü yazar, diplomat ve politikacı Yakup Kadri Karaosmanoğlu'dur...Evet, Yakup Kadri Karaosmanoğlu bir Bektaşi'dir.Bir Bektaşi muhibbi...Bektaşi tekkelerine uzun, çok uzun yıllar devam etmiş Yakup Kadri bu konuda bir de roman yazmıştır. Yazarın ünlü Nur Baba adlı bu romanı ilk kez 1921'de Akşam gazetesinde tefrika edildiğinde türlü tepkilere neden olduğundan, kitap olarak yayınlandığı 1922 yılında Yakup Kadri bu romanın başına yazdığı uzun bir açıklamada şöyle der:"Ananeden yetişmiş hakiki ve samimi Bektaşiler, Bektaşi dergâhlarının bugünkü hali karşısında dil hundurlar (içleri kan ağlamaktadır). Ben bunlardan biriyim ve yaraya parmağımı koymak suretiyle tedaviye nereden başlamak lâzım geldiğini bu kitapta göstermeye çalışıyorum..."Bektaşiliğini böylece açımlayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu kimdir, nasıl Bektaşi olmuş, edebiyat, politika ve diplomasi yaşamlarında neler yapmış, Nur Baba'da neleri anlatmış ve "son dileğim" dediği vasiyetinde neleri istemiştir, izninizle bunları da yarınlarda anlatalım.
Ölümümde ne resmî ne dinî merasim isterim
Bir Bektaşi muhibbi olduğunu söylediğimiz Türk yazınının ünlü ustalarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nu tanıyıp anlamak için, gelin baştan sona değil, sondan başa doğru gidelim. Ama bunun için gene başa kısaca bir göz atalım:Yakup Kadri, 1889 yılının 27 Mart günü Mısır'ın başkenti Kahire'de doğmuştur. Doğumunda zayıf, kara kuru ve hastalıklı bir görünümü vardır. Babasını daha ilkokula bile başlamadan yitirmiştir. Pek genç yaşında, 1912'de, o dönemde öldürücü bir hastalık olan vereme yakalanmıştır. 1916 yılında üç buçuk yıl, 1926'da da bir yıl İsviçre'nin Alp Dağları'ndaki sanatoryumlarında tedavi görmüştür. Bu arada ve sonraları, İspanyol nezlesi denen ve bir dönem ortalığı kırıp geçiren ölümcül grip dahil, geçirmediği hastalık yok denebilir; defalarca ameliyat olmak, yaşamı boyunca da sağlık sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır.Yakup Kadri, bunca sağlıksızlığına karşın, 85 yaşına kadar yaşamış ve ciddi olarak ölümü ilk kez 78 yaşındayken, 1967'lerde düşünmüş olsa gerektir. Çünkü o günlerde, çok sevdiği eşinden gizli olarak kendi el yazısıyla yazıp hazırladığı ve çok yakını beş altı kişiye ayrı ayrı verdiği, "Karımdan, Dostlarımdan Son Dileğim" başlıklı üç satırlık vasiyetnamesi şöyledir:"Ölümümde ne resmî ne de dinî merasim isterim. Hastaneye kaldırılacak cesedimin doğrudan doğruya mezarlığa nakli!"Bu son dileğin ardında, "Ankara, 4 Nisan 1967" tarihi ve "Y. K. Karaosmanoğlu" imzası yer almaktadır.
Annesinin mezarını bularak, aynı yere gömülmek istedi
Türk yazınında roman ve düzyazının doruklarında yer alan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bu vasiyetnamesini yaşamının sonraki yıllarında, ölümünün iyice yaklaştığı düşüncesiyle olsa gerekir ki, daha da geliştirmiş, 1972 yılında, 47 yıl önce yitirdiği anasının İstanbul'daki mezarını araştırıp bulmuş, öldüğünde, kendisinin de onun yanına gömülebilmesi için belediye ve mezarlıklar müdürlüğünde gerekli işlemleri yaptırmış, gider paralarını yatırmış ve gene yakınlarına bir bölümü yazı makinesi, bir bölümü el yazısıyla yazılmış, hatta bir de kroki çizilmiş, "Son Dileklerim" başlıklı daha genişçe bir vasiyetname bırakmıştır. Bunda da Karaosmanoğlu şöyle yazmaktadır:"Ölümümde kaldırılacağım hastane veya morgda gerekenler yapıldıktan sonra, cenazemin alışılmış törenlerden hiçbirine tâbi tutulmaksızın, hemen İstanbul'a nakli ile, anam İkbal Hanım'ın 1925'ten beri medfun bulunduğu (Beşiktaş'ta Yahya Efendi Türbesi'ndeki) mezarıma gömülmemi dilerim...İkinci dileğim, mezar taşıma taalluk etmektedir. Bu hususta düşündüğümü, aşağıda yıkık bir binadan arta kalmış boz renkli bir duvar parçasının krokisi şeklinde çizmeye çalışmış bulunuyorum."Yakup Kadri, bu vasiyetinde, mezar taşının üstüne yazılacak yazıyı da, salt ölüm yılını iki yıldızla boş bırakıp şöyle belirtmiştir:
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU 1889 - 19**Burada anası İkbal Hanım'la birlikte yatmaktadır.Her ikisine de rahmet ola
İmzalanmış bu vasiyetnamenin altındaki notta ise, gömüleceği mezarın ada ve parsel numaraları belirtilmekte, yapılan işlemlerin belgeleri de eklenmiş bulunmaktadır.Yakup Kadri'nin bu tutumu, tam Bektaşilere özgü bir tutumdur. Sade, alçakgönüllü, gösterişsiz...
Necip Fazıl: Cenazemde kadın istemiyorum
Yazın dünyamızın bir başka doruk yazarı sayılabilecek şair Necip Fazıl Kısakürek'in, bir Nakşi olarak 78 yaşında ölmesinden önce hazırladığı vasiyetnamesindeki şu satırlar ise ne kadar değişiktir:"Beni, .... İslami usullerin en incelerine riayetle gömünüz...Nasıl, nerede ve ne şekilde öleceğimi Allah bilir. Fakat imkân âleminde en küçük pay bulundukça, biricik dileğim, Ankara'da, Bağlum nahiyesindeki yalçın mezarlıkta, şeyhimin civarına defnedilmektir. Elden gelen yapılsın...Cenazeme çiçek ve bando mızıka gönderecek makam ve şahıslara uzaklığımız ve kimsenin böyle bir zahmete girmeyeceği malûm... Fakat bu hususta bir muziplik zuhur edecek olursa, ne yapılmak gerektiği de beni sevenlerce malûm... Çiçekler çamura ve bando yüzgeri koğuşuna...Cenazemde, namazımda durmayacaklardan hiç kimseyi istemiyorum! Ne de kim olursa olsun kadın... Ve bilhassa, ölü simsarı cinsinden imam!.. Ve 'bidat' belirtici hiçbir şey!.. Başucumda ne nutuk ne şamata ne metih ne şu ne bu... Sadece Fatiha ve Kur'an.Mezarımda ilâhî ve ulvî isim ve sıfatlardan ve benim beşerî ve süfli isim ve sıfatlarımdan hiçbir iz bulunmayacak... Mevlit de istemem!.. Onu, uhrevî rüşvet vasıtası yapanlara bırakınız! Sadece Kur'an..."Bu da Nakşilere özgü, sınırları katı çizilmiş bir başka vasiyet örneğidir.Biri Bektaşi, öteki Nakşi iki yazın adamımızın son dileklerindeki yalınlığa dikkat etmek gerek.
Altı yaşındayken babasını kaybetti
13 Aralık 1974'te 85 yaşında ölen Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun babası Abdülkadir Bey, XVII. yüzyıl sonlarından başlayarak, o zamanlar Saruhan vilâyeti denilen Aydın ve Manisa bölgelerinde hüküm sürmüş Karaosmanoğlu sülâlesindendir. Gençliğinde bir ara edebiyat ve gazeteciliğe de bulaşmış, ama daha çok politika alanında ünlenmiş Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu da Yakup Kadri'nin yakın akrabalarındandır.Yakup Kadri'nin babası Abdülkadir Bey, genç yaşında Mısır'a gitmiş, orada Hıdiv Hanedanı'ndan İbrahim Paşa Konağı'nda görev almış ve paşa tarafından İkbal Hanım'la evlendirilmişti. Yakup Kadri işte bu evlilikten 1889 yılı 27 Mart günü dünyaya gelmiştir.1895 yılında İbrahim Paşa ölünce, Abdülkadir Bey, eşi İkbal Hanım'ı ve o sırada altı yaşında olan oğlu Yakup Kadri'yi alarak baba yurdu Manisa'ya dönmüştür. Bu dönüşten kısa bir süre sonra da Abdülkadir Bey vefat etmiştir.Annesi, küçük Yakup Kadri'yi Manisa'da Fevziye Mektebi-i İptidaisine yazdırır (1901). İki yıl sonra İzmir İdadisine gönderilir (1903). Sonradan Fecri Ati edebiyat topluluğunun öncülerinden olacak Şahabettin Süleyman'la Yakup Kadri'nin arkadaşlığı burada başlar.Ne var ki, Yakup Kadri, İzmir'de lise öğrenimini tamamlayamaz. Mısırlı İkbal Hanım'ın, kocasını yitirişinden sonra mücevherlerini sata sata sürdürdüğü yaşam kavgası, sonunda bir çıkmaza girmiştir. İzmir ya da Manisa'da geçimlerini sağlayabilmeleri olanaksızdır. Aile yeniden Mısır'a döner. Yakup Kadri bu kere İskenderiye'de Frerler Fransız okuluna verilir ve bir yıl okur. Ancak, Yakup Kadri, İzmir'deki idadi öğrenimi günlerini aramaktadır. İzmir'e döner. Yaz tatili nedeniyle Mısır'a geldiğinde (1906), burada bu kez Abdülhamid'e baş kaldırmış Jön Türklerle tanışır. On yedi yaşındadır. Yeniden İzmir'e dönmekten vazgeçip, sınavla tekrar Fransız Frereler okuluna girer, iki yıl sonra da bakaloryasını verir, orta öğretimini tamamlamış olur.
İnsanlar birer ağaç gibi ilgisiz ve duygusuzdu
O yıl (1908) ailece yurda döner ve İstanbul'a yerleşirler. Yakup Kadri, Mektebi Hukuk'a yazılır. Ama anasını da beslemek, çalışmak zorundadır. Üçüncü yılında hukuku bırakır. Gazeteciliğe başlar. Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı kitabının önsözünde bu konuda şöyle yazar:"... On beş, on altı yaşımda tek başıma hayata atıldığım zaman, Paul Verlaine'in Zavallı Gaspard manzumesindeki bahtsız öksüzden hiç farkım yoktu. Türlü engeller ve kaderin türlü terslikleriyle bir labirent halini almış olan yolumu kendi kendime sökmüştüm. Nereye gitmek için?.. Onu da bana gösteren olmamıştı... Dante'nin sık bir ormana benzettiği hayatta insanlar birer ağaç gibi ilgisiz ve duygusuzdu.Onun içindir ki, insanlarda bulamadığımı, pek genç yaşımdan beri kitaplarda aramaya başlamıştım. Türkçe, Fransızca edebiyat ve felsefe elime ne geçerse okuyordum ve bu suretle yalnızlıktan, kimsesizlikten kurtulmaya çabalıyordum. Kitaplar benim için hem birer dost hem birer rehber yerini tutuyordu. Ama ne dereceye kadar iyi dost ne dereceye kadar gerçek rehber? Doğrusu orasını pek kestiremiyordum. Çok sonradan anladığım bir şey vardır ki, o da iyi veya kötü, gerçek veya düzme, hepsinin birden bana soyut bir dünya görüşü vermiş olmalarıydı. Ben bu çeşit dünya görüşünden, yani bu fikir macerasından ancak hayatın realiteleriyle doğrudan doğruya temas ettikten sonra kurtulabilecektim."
Babı Âli ile kucak kucağa bir edebiyat delisi
İstanbul'a geldiğinde Yakup Kadri bir edebiyat delisidir. Romanlarını, yazılarını okuduğu Mehmet Rauf, Halit Ziya ve Hüseyin Cahit'i görmek, tanımak için can atmaktadır. Bu isteğini de İzmir İdadisinden arkadaşı, yaşça kendisinden birkaç yaş büyük Şahabettin Süleyman aracılığıyla gerçekleştireceğini umar. Nitekim, İstanbul'un edebiyat çevrelerine bu arkadaşı sayesinde girebilecektir.Yakup Kadri, Eylül romanı yazarı Mehmet Rauf'u bir rastlantı sonu birkaç gün sonra bir operet matinesinde görür ve Şahabettin Süleyman'ın girişkenliği sayesinde de birkaç dakika görüşmek olanağını bulur. Ve tam bir hayâl kırıklığına uğrar. Karşısında "Tıknaz ve cüce denilecek kadar kısa boylu, pırıltısız" bir adam vardır.Yakup Kadri sonra daha başka Edebiyat-ı Cedide şair ve yazarlarını tanır. Bunların birçoğuyla dostluklar kurar. En yakın arkadaşı, "Eskileri yıkacağız" diye yola birlikte çıktıkları ve Edebiyat-ı Cedide'ye karşı Fecri Ati topluluğunu kuracakları Şahabettin Süleyman'ı da Yakup Kadri şöyle anlatır:"Şahabettin Süleyman her şeyi inkârda o kadar ileri giderdi ki, aslında iyi kalpli bir insan ve vefalı bir dost olmasına rağmen, kendini bütün ahlâk kaideleri dışında yaşayan bir kimse gibi görmeye kadar varırdı. 'Ben paradan başka mabut tanımam, yalnız ona taparım ve onun yolunda, onu elde etmek için her hareketi mubah telâkki ederim' derdi."Yakup Kadri; Refik Halit, Ahmet Haşim, Ali Naci Karacan,Yahya Kemal, Cenap Şahabettin, Abdülhak Hamit, Tevfik Fikret, Abdülhak Şinasi Hisar, Halide Edip Adıvar, Ziya Gökalp, Süleyman Nazif gibi kişilerle tanışacak, çeşitli edebiyat dergilerinin ve gazetelerin yazı işleri kadrolarında çalışacak, Bab-ı Âli ile kucak kucağa yaşayacaktır.
Mistisizm - sosyalizm - ferdiyetçilik - memleketçilik
Uzun yıllar çok yakın arkadaşlık yaptığı Refik Halit Karay'ı anlatırken, Yakup Kadri sonradan şöyle yazacaktır:"Refik Halit, nesir yazarlığından uzaklaşmakta, meyvesini birkaç yıl sonra Memleket Hikâyeleri'nde verecek olan bir realizme doğru gitmekte idi. Dünyada gözle görülür, elle tutulur gerçeklerden başka hiçbir şey onu ilgilendirmiyordu artık. Ben ise, Barres'in büyülü sözlerine kapılarak, önce, gerçeği dış âlemden ziyade iç âlemde arayıp bulmaya çabalıyordum ve bu aramada ben de Barres gibi her yere başvuruyordum. On altı, on yedi yaşlarımda, benim de onun ardından ilk girdiğim yol sosyalizm olmuş; daha sonra, yine onun ardından bunun tam zıddı olan ferdiyetçilik çıkmazına sapmıştım ve nihayet günün birinde onunla birlikte millet ve memleket aşkının sırrına ermiş; yeryüzünde iyilik, doğruluk ve güzellik adına ne varsa ancak anavatan topraklarında bulunabileceğini anlamaya başlamıştım."
On iki yaşında verem oldu, Bektaşilikle tanıştı
İşte Yakup Kadri bu arayışlar içindeykendir ki, 1912 yılında vereme yakalandığını öğrenir. Ve bu arada Bektaşilikle tanışır. O aralar Paris'ten yeni dönmüş Yahya Kemal'le arkadaş olur ve onun da etkisiyle Yunan ve Lâtin kaynaklarına dayalı yeni bir sanat anlayışını savunmaya başlar. Ayrıca Doğu mitolojisiyle ilgilenir ve mistisizme yönelir.İşte, Nur Baba romanı bu dönemin yapıtıdır ve Bektaşiliği anlatmaktadır. Ne var ki, veremden ciğerleri delik deşik, Birinci Dünya Savaşı içinde, İttihat ve Terakki Fırkasının desteği ile İsviçre'ye sanatoryuma tedaviye gönderilince (1916), bu romanının yayını geri kalır. Yayınlanması ancak 1921'de mümkün olacaktır. Ama bundan önce Yakup Kadri, 1913 yılında Bir Serencam adlı hikâyeler kitabını yayınlamış, mensur şiirleri ve hikâyeleriyle Fecri Ati'nin önemli bir kalem savaşçısı olarak sivrilmiştir.
Verem tedavisi için gittiği İsviçre'de üç buçuk yıl kaldı
Muhalif olduğu için öldürülen gazeteci Ahmet Samimlerin, sürülen Refik Halitlerin arkadaşı olduğu halde, Peyam yazarlığından İkdam yazarlığına ve yönetmenliğine geçen Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Fecri Ati yazın topluluğunun "sanat şahsi ve muhteremdir" görüşlerinden de vazgeçecek, birbirini izleyen Trablus, Balkan ve Cihan savaşlarının getirdiği değişimle, daha çok savaşı ve savaşın getirdiği yıkımları konu alan hikâyeler yazarken, 1916 yılında İsviçre'ye tedaviye gönderilecektir.İttihat ve Terakki Fırkası kadar Bektaşi tekkesindeki dostlarının da yardımı ve desteğiyle İsviçre'ye gönderilen Yakup Kadri, orada üç buçuk yıl kalacak, Mondros ateşkesinden sonra İstanbul'a dönecek ve 1919 ortalarında İkdam gazetesinde yazarlığının yanı sıra güncel olayları kovalayan bir gazeteci olacak, Anadolu'da beliren Ulusal Direniş hareketini desteklemeye başlayacaktır.İsviçre'ye gitmeden önce, yazarlık ve gazeteciliğin yanı sıra Üsküdar İdadisi'nde edebiyat ve felsefe öğretmenliği de yapmış olan Yakup Kadri'nin, Bektaşilikle ilk teması nasıl olmuştur, kesinlikle bilinememektedir. Ancak gençlik anılarında,Yahya Kemal'le arkadaşlıklarını anlattığı bir bölümde, bu konuda bazı ipuçları vermektedir.
Yahya Kemal ile ona sigara paralarını annesi veriyordu
Yıl 1912'ler olmalıdır. İttihat ve Terakki'nin muhaliflerini sindirdiği dönem. Yakup Kadri ve Yahya Kemal de bu dönemde, muhaliflere eğilimli ve iktidarın gözüne pek hoş görünmeyen yazarlar, gazeteciler olarak işsiz ve parasızdırlar. Yakup Kadri'nin Kızıltoprak tarafında oturdukları daracık bir evi vardır. Yahya Kemal ise iyice yersiz yurtsuzdur. Ancak arkadaşlarının evlerinde ya da edebiyat hayranı varsılların köşklerinde sığıntı gibi yaşayabilmektedir. İşte böyle bir dönemde, iki arkadaş Yakup Kadri ve Yahya Kemal , İkbal Hanım'ın Kızıltoprak'taki evine sığınmaktan öte âdeta sinerler. Pek paraları da olmadığı için şöyle doğru dürüst bir sokağa da çıkıp, istedikleri bir içkili lokantaya bile gidemezler. Böylece bir süre geçer, sigara paralarını bile Yakup Kadri'nin annesi İkbal Hanım vermektedir.
Yahya Kemal'i Bektaşî Tekkesi'ne götürdü
İşte o günleri Yakup Kadri şöyle anlatmaktadır:"İtiraf ederim ki, ben, bu bunaltıcı duruma pek fazla katlanamamışımdır. Arasıra, zavallı Yahya Kemal'i yalnız başına evde bırakıp soluğu, çoktandır semtine uğramadığım Çamlıca Bektaşî Tekkesi'nde almağa başlamışımdır. Gerçi, beni, dert ortağıma karşı böyle bir vefasızlığa sevkeden birtakım zorlayıcı ve sürükleyici sebepler de yok değildi. Birkaç zamandır, bu tarikat arkadaşlarımdan hatırlarını kıramayacağım bazı hanımlar kâh faytonları, kâh uzun arabalarıyla beni almaya gelmekte idiler. İlk gelişlerinde, her ne kadar evimdeki misafirden bahsederek özür diledimse de sonraları artık bu özrümü dinletemez olmuştum. Şu var ki, o tarihlerde ben yirmiüç yaşında bir gençtim; kadın arkadaşlarımın ısrarlarına nihayet bir dereceye kadar dayanabilirdim. Bundan başka, Yahya Kemalde bahçe kapısı önünde hanımlarla, âdeta bir çekişmeyi andıran uzun konuşmalara oturduğu odanın kafesi ardından bizzat şahit olduğundan beni mazur görmekte tereddüt etmiyordu.İşte bundan cesaret alarak arada bir Çamlıca'daki Bektaşî Tekkesi'nin yolunu boyluyordum. Orada ne yapılır? Nasıl vakit geçirilir? Bunu, Nur Baba romanımda uzun uzadıya anlattığım için burada tekrar anlatmaya lüzum görmemekteyim. Ancak şu da vardı ki, çok defa bir gece kaldığımız o yerde bazen iki üç gece kaldığımız olurdu. O vakit, ben, eve derin bir vicdan azabı içinde dönerdim ve Yahya Kemal'i, üst üste içtiği cigaraların dumanıyla bir akvaryuma dönen odasında bir koltuğa gömülü, elinde o tarihte yazmakta olduğum Nur Baba'nın müsveddelerini gözden geçirerek beni bekler görünce, bu azap, yüzümü kızartıcı bir utanca inkılâp ederdi. Bundan dolayıdır ki, günün birinde Yahya Kemal'i de alıp Bektaşî Tekkesi'ne götürecektim."
Tepkiden çekindiği için Nur Baba'yı sekiz yıl sonra yayınladı
Bektaşiliğe 1911'lerde ya da 1912 başlarında bulaştığı anlaşılan Yakup Kadri, 1912'lerde yazmaya başladığı ve 1913 yılında tamamladığı romanı Nur Baba'yı, İsviçre'ye tedaviye gidişine kadar, Bektaşi sırlarını açıklıyor diye uğrayacağı hücumlardan da çekinerek 1921 yılına kadar yayınlamamıştır. 1919 yılı ortalarında İstanbul'a dönünce, bir yandan İkdam gazetesinde gazetecilik yapar ve Anadolu direnişini desteklerken, bir yandan da gene o Bektaşî Tekkesi'nin koruyucu sığınağı ardında, işgal İstanbul'unda, Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye adına gizlice İstanbul'un Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ni oluşturacak, bir devrimci olarak, başını Velit Ebüzziya'nın çektiği Ankara'daki Erkânı Harbiye-i Umumiye Riyaseti'ne bağlı M.M. Grubu ve başında eski ünlü İttihatçılardan Kara Kemal Bey'in bulunduğu Karakol Cemiyeti ile kâh işbirliği kâh çekişme içinde, Anadolu'nun Kurtuluş Savaşı'na katkılarda bulunacaktır.
Anadolu'ya geçti, işgal altındaki Ege'nin durumunu yazdı
1921 yılında Ankara'nın çağrısı üzerine Anadolu'ya geçip, görevli olarak Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya yörelerini dolaşan ve Yunan işgali sonunda buraların halini anlatan yazılar ve öyküler yazan Yakup Kadri, 9 Eylül 1922'de İzmir'in kurtarılışından sonra da Mustafa Kemal'in konuğu olarak Falih Rıfkı Atay'la birlikte, Uşaklıgillerin evinde yatıp kalkan, kendini Anadolu devrimine adamış yarı gazeteci, yarı edebiyatçı, yarı politikacı bir Kurtuluş Savaşçısıdır.
Ankara'da bir "gönülsüz politikacı"
1923 baharında, İstanbul'daki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Teşkilatı Başkanlığını Ali Çetinkaya'ya devreden İkdam gazetesi yazarı Bektaşi muhibbi Yakup Kadri Karaosmanoğlu, yapılan seçimlerde İkinci TBMM'ne Mardin milletvekili seçilir ve Ankara'nın yolunu tutar. Artık, 1909'da yayımlanan ilk oyun kitabı Nirvana'dan sonra 1913'te Bir Serencam adlı hikâyeleri, Kiralık Konak ve Nur Baba adlı romanları, Erenlerin Bağından adlı mensur şiirleri, Halide Edip, Falih Rıfkı ve Asum Us'la birlikte kaleme aldıkları İzmir'den Bursa'ya adlı makaleleri kitap olarak yayınlamış ünlü bir yazar ve "gönülsüz bir politikacı"dır.Mustafa Kemal Paşa'nın, Atatürk'ün sofrasının demirbaş konuklarından biri olan Yakup Kadri, 1931'e kadar Mardin, sonra da 1931 - 1934 arası Manisa milletvekilliği yapacak, bu arada Mutasarrıf Asaf Bey'in kızı, Burhan Asaf Belge'nin kızkardeşi Leman Hanım'la evlenecektir (1923). Cumhuriyet ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinin ateşli bir yazarıdır ama, 1926'da verem hastalığı tazelenir. Yeniden İsviçre'ye yollanır. İsviçre'deki bu tedavi döneminde, Alp Dağları'ndan başlığıyla izlenimlerini yazmıştır.
Kadro dergisini çıkarmanın bedeli: Zoraki diplomatlık
1932 yılı ise, Yakup Kadri için önemli bir dönüm noktası olur. Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte Kadro dergisini çıkarmaya başlarlar. Başlangıçta ilgiyle ve desteklenerek karşılanan Kadro dergisi, Recep Peker'in başında bulunduğu CHP yöneticilerince yaydığı düşünceler zararlı bulunduğu için imtiyaz sahibi Yakup Kadri'nin Tiran'a orta elçi atanmasıyla kapanır ve Yakup Kadri'nin zoraki diplomatlık dönemi başlar. 1935'te Prag, 1939'da La Haye, 1942'de Bern elçiliklerine atanan Yakup Kadri, 1949 - 1951 yılları arasında Tahran'da büyükelçi, 1951'den emekli olacağı 1955 yılına kadar da gene Bern'de orta elçi olarak görev yapar. 1957 yılında Ulus gazetesi başyazarlığına getirilir. 27 Mayıs Devrimi'nden sonra, CHP kontenjanından değil, Milli Birlik Komitesi kontenjanından Kurucu Meclis üyesi olur. 1961'de CHP Manisa milletvekili seçilir. 1962'de Atatürk ilkelerine ters düştüğü gerekçesiyle CHP'den ayrılır ve 1965'te de politikadan çekilir.
Nur Baba: Bektaşi yaşayışı, Bektaşi âyinleri
Ömrünün son yıllarında Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu başkanlığı yapan Yakup Kadri Karaosmanoğlu 13 Aralık 1974'te ölür ve vasiyeti gereği İstanbul'da, Beşiktaş'taki Yahya Efendi mezarlığına, annesinin yanına gömülür.Dokuz romanı, üç hikâyeler kitabı, iki mensur şiir, beş anı, iki monografi, beş makaleler derlemesi ve kitaplaşmamış dört oyunu olan Yakup Kadri'nin kendi Bektaşiliğinden esinlenerek ve yıllarca devam ettiği Çamlıca'daki Bektaşî Tekkesi şeyhini model çizerek kaleme aldığı Bektaşiliğin son dönemini anlatan Nur Baba adlı romanında işlediği konu özetle şöyledir:Bir Bektaşi tekkesi çevresinde o tekkenin şeyhiyle, evli bir genç kadın arasındaki aşk. Ama romanın önemi, bu aşk hikâyesinin çok iyi verilmesinin yanı sıra, Bektaşi yaşayışına Bektaşi âyinlerine ilişkin bilgiler de vermesindedir.
Atatürk: Bu, senin anlattığın Nur Baba'ya benzemiyor
Yayımlandığı dönemde büyük yankılar uyandıran, sonradan beş kez basılan Nur Baba'yı yayımlandığı dönemde ilgiyle okuyanlardan biri de Mustafa Kemal Paşa olmuştur. Gençliğinde tasavvufla ilgilendiği yolunda Nutuk'ta Abdülkerim Paşa ile yaptığı bir telgraflı konuşmada belirtiler bulunan Mustafa Kemal Paşa, sonradan Yakup Kadri'nin açıkladığı üzere, romanın yaşayan bir kişiden ilham alındığını öğrenince, Nur Baba kahramanını tanımak merakına düşmüş ve tanımıştır.1970 yılında Mustafa Baydar'ın Milliyet Sanat Dergisi'nde yayımlanan bir yazısında açıklandığı üzere, Yakup Kadri, bu konuda şunları yazmıştır:"- Atatürk, Nur Baba romanının kahramanını görmek merakında idi, çünkü, bunun gerçekten mevcut bir Bektaşi şeyhi olduğunu kendisine söylemişlerdi. Çankaya'da oturan Dr. Ragıp adında bir Bektaşi de onu şahsen tanıdığını söylemiş ve bulup Atatürk'e takdim etmek görevini üstüne almıştı. Türk Dil Kurumu'nda da belirttiğim gibi bu Kısıklı Dergâhı'nın şeyhi Ali Baba'ydı. Bahis konusu romanımın etrafında yapılan polemiklerde hep bu adamın adı geçmiştir. Sebebi şu; çünkü, ben yarı tasavvufa düşkünlüğüm, yarı Bektaşi sırrı denilen şeye karşı merakım saikasıyla tarikata girmek kararımı bu dergâhta gerçekleştirmiştim. Yani Ali Baba'dan, 'Nasib' almıştım. Fakat, ilk günden itibaren, Ali Baba başta olmak üzere orada herkes ve her şey beni bir hayal kırıklığıyla etkilendirmekten öteye geçememişti. Ali Baba, tasavvufla hiç alâkası olmayan hatta okuyup yazması kıt bir adamdı. Kalıbının, çehresinin bazı niteliklerinden başka benim Nur Baba'ya benzer tarafı yoktur. (Kadınlara düşkünlüğünden ve kadınların ona kapılmalarından başka.) Nitekim, Atatürk onda Nur Baba'yı bulmak için hayli yoklama ve denemelerde bulunmuş, (mesela romanda güzel sesli olarak tanıttığım için), 'şarkı söyle, nefes oku' demiş, karşılığını alamamış ve beni yanına çağırıp, onun işitemeyeceği bir sesle, 'Yakup Kadri, bu, senin anlattığın Baba'ya hiç benzemiyor' diye âdeta yakınır gibi olmuştu. İşte ben de bunun üzerinedir ki, paşam, demiştim, bu Nur Baba'nın ham maddesidir."
Hakiki Bektaşiler, dergâhların bugünkü hali karşısında dilhundur
Yakup Kadri Karaosmanoğlu üzerine en etraflı incelemeyi yapmış olan Niyazi Akı, Nur Baba ve Bektaşilik konusunda şöyle yazar:"... bunlara nazaran Nur Baba'nın bir hayat tecrübesi, bir edebî kültür neticesi olduğu meydana çıkar; yazarın şahsî müşahedelerine (gözlemlerine) dayanan eser örfler bakımından dokümanterdir (belgeseldir). Kiralık Konak nasıl imparatorluğun son zamanlarında çözülen aileyi tasvir ediyorsa, Nur Baba da aynı yıllarda bir din ve kültür müessesesindeki (Bektaşilik) bozuluşu anlatır."Zaten Yakup Kadri de, sonradan bu romanının başına yazdığı "İzah"larda "Ananeden yetişmiş hakiki ve samimi Bektaşiler, Bektaşi dergâhlarının bugünkü hali karşısında dilhundurlar. Ben bunlardan biriyim" demiyor mu?
(İlhami Soysal / Milliyet Gazetesi / 11 - 15 Ekim 1983 / Kaynak:
gazetearsivi.milliyet.com.tr)
1 note
·
View note