Tumgik
#ve bunların hiçbiri insan değil
meralmeri · 1 year
Photo
Tumblr media
Bütün aptallığıyla, hatasıyla, pişmanlığıyla yol alan bir insan için henüz hiçbir şey geç değil diyemeyiz hiçbirimiz. Evet o her şey için geç kalmıştır. O insan pek tabi ki; aptaldı, hatalıydı, pişmandı ama öyle de olsa varlığını sorguluyor, kendisiyle kavuşuyor, başkalarını görüyor ve düşünüyordu. Kimi zaman ise bunların hiçbiri değildi. Dünyanın her yerinde farklı olan her şey gibi çok benzerdi yaşamın kendisi. Biz yeter ki veda etmeyi bilelim kendimize karşı dürüstçe. İşte o zaman büyüyordu ve küçülüyordu tüm çiy taneleri yeryüzünde.
Meral Meri
83 notes · View notes
duraksamadangittiler · 15 hours
Text
Beni bu dünyanın ar damarının henüz çatlamadığına inandır Hezâ! Suretimin, küçük göllerin yüzeyine baktığım esnada akıp, dünyanın pisliğine bulandığım hissinde haksız olduğum konusunda ikna olmama yardımcı ol. Beni çekip al ki bütün bu anlamsız tahammül etmek çabası saçmalığından, küçükken inandığım bütün güzel inançların hâlâ gerçekleşebileceğine dair yeniden umutlanayım. Umutlanayım ki, yoluma yeniden daha sağlam ilerleyebileyim. Çünkü ben yolu ilerlemek yerine koşu bandı üzerinde sakin yürüyüş hissimden çıkabileyim. Umudun varlığına hasret kaldığım yerde, rutubet dışarı çıksın diye penceremden içeri sızan umutsuzluk havasını hissetmeyeceğim bir maske geliştirmeme yardımcı ol. Yüzüne bakmadığım televizyonların saçtığı anlamsız umutsuzluklar değil amacım, bunu özellikle anla Hezâ. Anla ki, kanıksa ve vaktinde anlam veremediğim bütün anlamsızlıkların başrolüne soyunma sebebim olan bu yaşamı affetmeye çalışırken aynı zamanda sindirebilmeme yardımcı ol. Sabahın altısından akşamın beşine kadar cebelleştiğim çarkın dişlisine bulaşmak istemiyorken kendimi dişlilerinden biri olarak bulduğuma sen de şahitsin. En başından beri tek şahidim sensin, çünkü kurduğum cümlelerimin artık eskisine nazaran hiçbir akıcılığı kalmadığını en iyi sen anlamalısın. Bütün hissiyatımı ve maneviyatımı yanımda götürdüğüm yerlere, artık bomboş ruhum ve düşünemeyen zihnimle hiçbir şekilde kendimi bulamayışımdan yorulduğum için en gizli köşelerdeki ağacın dibine çöküp ağlayışımın bir son olacağını söyle bana, ne olursun! Söyle ki, uzun uzun dalıp gidebildiğim denizlerin karşılığını birilerine inanacak veya sevebilecek gücü kendimde artık bulduğumu haykırarak söyleyebileyim. Tanımadığım suratlara rastladığımda, hayatının suçlusu benmişim gibi suratıma sert sert bakmasın. Söyle ki, tüm saf ve samimiyetimle güldüğüm çocuklar tarafından kötü insan olarak görülmeyeyim. Beni sağlam bir şekilde sars ki, sokak köpeklerinin insanlardan kaçmadığı bir sokağa rastlayabileyim. Bütün bunların hepsi anlamsız gelecek ve hiçbiri olmayacaksa beni hırpala. Öyle hiddetli bir şekilde hırpala ki, bildiğim bütün gerçeklikleri ve gördüğümde sarsıldığım görüntüleri unutayım. Doğduğum coğrafyayı, leke gelen insanlığımı, aynı geni paylaştığım katilleri ve bildiğim bütün renkleri unutayım. Unutayım ki, kendimi hatırlayayım yalnızca. Yalnızca kendi kendimi bildiğim bir dille yalnız başıma kalayım. Ya da beni bu dünyadan kaldırmalarına yardımcı ol ki, çevirdikçe suratıma sertçe çarpan sahteliklere artık rastlamayayım Hezâ..
16 notes · View notes
Text
Bazı şeylere artık gücün kalmadı biliyorum. Nefes almak zor geliyor, konuştuğun her kelime canını yakıyor. Kaçmak istiyorsun. Herşeyden ve belki de herkesten...
Ama imkanın yok bunu da biliyorum. Etrafında bir ateş çemberi var ve bunu aşmak için vücudunda derin yanıklar oluşması gerekiyor. Sen bunu istemiyorsun. Belki de cesaret edemiyorsun kendini ateşlere atmaya. Olur ya herkes herşeyi göze alamaz. Herkes herşeyle başa çıkamaz. Belli ki sende bununla başa çıkamıyorsun. Sakın kendini yargılama. Sen harika bir insansın sadece biraz şanssızsın. Hayat sana kaldıramayacağın yükler yüklüyor. Bu senin suçun değil. Yıkılman, diz çökmen, ağlaman, en aciz halinle yüzleşmen... bunların hiçbiri senin suçun değil.
Sadece şunu unutma ki. Yalnız değilsin. Dışarıdan mutlu mesut, huzurlu görünen herkes senle aynı durumda. Aranızdaki tek fark onların yıkıldıkları anda kalkmayı bilmeleri. Hemen değil tabi ki. Zamanla. İyice yıkıldıktan sonra, hayata karşı tamamen boyun eğdikten sonra, yıkıldığını kabullendikten sonra. Kendine geldiğini hissedip nefes almaya başladıktan sonra en güçlü halinle savaşmaya devam etmeye devam ederek. Tek sır bu. Tek sır herşeyin sonunda en güçlü haline bürünmek. Emin ol o güce sahipsin. Ne kadar aciz olursan ol içinde bir yerlerde herşeyle başaçıkabilecek o güç var. Bütün dünya hatta sen bile karşı gelebilirsin bu düşünceye ama ben sonuna kadar eminim bundan. Şimdi senden tek dileğim ne kadar geç olursa olsun bu gücü keşfetmen. Başta nefes almaya bile takati olmayan sen, bir gün kendini fethedecek güce sahip olabilirsin. Unutma ben sana bütün kalbimle güveniyorum güzel yürekli insan. ❤
6 notes · View notes
bunudaburayayazdim · 1 year
Text
Burası saf bir yazı bloğu olacağı için kafama göre yazabilirim gibi hissediyorum. Bence hislerimde haklıyım. İlk yazıda taslakta beklettiğim iç savaşımdan biraz bahsetmiştim. Bu kez değişiklik yapalım. Yapalım yapmaya da, ne yazalım...
Geçen gün anonimler aracılığıyla yapılan ahmaklığa değinmiştim diğer blogda. Ona biraz daha devam edesim var. İnsanların "hoha burası internet burada kimliğim gizli" mantığıyla (ki çok hatalı bir mantık çünkü ücretli vpnler kullanmıyorsanız gayet de açıktasınız djfgjdfgj) "hadi şuna söveyim, hadi bunun gününü bok edeyim" tarzı gereksiz salaklıklar içeren davranışlarını anlayamıyorum.
Bir insan neden başka birini üzmekten keyif alır ya? Nasıl bir mutluluk geçebilir yani eline? Birine çirkinsin demek ne zamandan beri kabalık değil de dürüstlük? Birinin kendinde sevdiği bir özelliği küfrederek yermek ne zamandan beri karaktersizlik değil? Ne zaman bu kadar kaybettik biz insan olabilme yetimizi?
Anonim özelliği sizin gibi karakter yoksunu davarlar, açıktan yazmaya korkacakları cümleleri yapay bir maskenin arkasına gizlenip söyleyin diye mi var gerçekten sizce? Bu kadar yüzeysel mi gerçekten beyniniz ve hayatlarınız? Bu kadar mı düz yaşıyorsunuz ya? Aşırı ahmaklık kokuyor bu yaşam biçimi. O kadar kendini başaramamış ki başkalarını da aşağıya çekmeye çalışıyor lağım kokan kelimeleriyle...
Birini gerçekten tanımak, olumsuz yorum yapacak olsan da bunu düzgün bir üslupla yapmak ne kadar zor olabilir ki? Biri sizin için zeki olmayabilir, güzel/yakışıklı olmayabilir, kötü bir mizah anlayışı olabilir. Bunların hiçbiri size "ohaha ne malsın, hehöhö çok çirkinsin, hihaha çok salaksın" vb anlamsız salaklıklarınızı damla damla akıtan cümleleri kurma hakkı vermiyor çok sevgili amip dostu arkadaşlar. Çok büyük sabır testisiniz gerçekten... Neyse yine gereksiz yükseldik, gideyim bi' kahve içeyim.
19 notes · View notes
doriangray1789 · 1 year
Text
SİDDARTHA - HERMAN HESSE
Bazı kitaplar vardır, okunur, sadece kelimeler ve cümleler hatırlatır bize o kitabı, tahlil edilir ve unutulur. Bazı kitaplar vardır, hiç eskimez, etkisini hiç yitirmez. Yıllar sonra aynı kitabı okumaya karar verdiğinizde bile tadının farklılaşacağını, önceki okumadan daha çok derinleşeceğini bilir ve hissedersiniz, ancak etkisi aynı kalır, ne eksilir ne eskir, belli bir zamana değil, tüm zamanlara aittir, zamansızdır. Siddartha bu tür kitaplardan biri, kesinlikle bir başyapıt. Yolculuk... Kendi ben’ini bulma yolunda aşkı, mutluluğu, bilgiyi, hakikati, hikmeti arayış. Her şeyden önce nefsten arınmak, kendi ben’inin özüne girmeye çalışmak… Siddartha’nın yolculuğunda karşısına çıkan her şey öğreticidir, her insan bir fikir, her fikir, kendini bulma yolunda bir arayış… Bir varış noktası olmayan yol, insanı varacağı yere götüremeyendir ama arayışın kendisidir aynı zamanda. Siddhartha; hem yoldur, hem yolcudur, hem yolda karşılaşanlardır  hem de bunların hiçbiri olmaya yetmeyen bir samanadır… Düşüncelerimiz ve çevremizde olan şeyler sürekli gelişip değişse de temel olan felsefe hep aynı kalır. Gerçeğe ulaşmak için katettiğimiz yollar hepimiz için farklılık gösterse de, gerçeğin yerinin aslında hep sabit kalması gibi. Hepimizin hikâyelerinin farklı olması, ama vardığımız ortak değerlerin aynı olması gibi. Babasının Siddartha’ya olan sevgisi, geleceğin bilge kişisi olarak görmesi onu mutlu etmiyordu. “Kalabalığın oluşturduğu sürüde kimseye zararı olmayan aptal bir koyun” olamayacağını biliyordu, ama babasının olmasını istediği kişi olmanın ona yetmeyeceğinin, aradığı şeyin bu olmadığının da farkındaydı. Bilge kişilerin öğretileri de onu göze almakta olduğu yolculuğa çıkmasına engel olmuyordu. Arkadaşı Govinda ile kendi özünü bulmak için yolculuğa çıkacaktı. Arınmış olmak; susamalardan, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış olarak; bensizlik düşünceleriyle mucizelere kapıları açmak... Gezgin birer samana olmak için yola çıkmışlardı. “Yeni insanlar gördüm, yeni yerler tanıdım, eğlendim, başkarının bana gösterdiği güler yüzlülüğün hazzını yaşadım, dostlar edindim, Kamaswami (varlıklı prens) olsaydım, kızıp öfkelenirdim.” Neruda’nın “Yavaş Yavaş Ölüler” dizeleriyle başlayan şiirini anımsatmıyor mu? Varlığın saadet getirmediğini, paylaşmanın, sevdiklerimizle vakit geçirmenin, yeni yüzler görmenin mutlu olmanın kaynağı olduğunu anlatan tekrar tekrar okuduğum harika bir pasaj… Hesse’nin kitaptaki mesajı şu: Dini inançları kesinkes kabul etmek, araştırmamak, sorgulamamak  doğru olan bir şey değildir. Siddartha’nın çevresindekilere “Çocuk İnsan” suçlaması yaparak ayrım yapması dikkate değer bir diğer nokta. Nedir çocuk insan? Dünyanın içyüzünü görmekten kaçan, hazları ve zevkleri için yaşayan, dünyadaki varlık nedenini göz ardı eden, ölçüsüz, sorgulamayan bir insan. "Sorgulamak" Bugünlerde çokça istismar edilen bir kelime. Daha çok seküler kişilerin ağızlarına pelesenk olan bir kelime, olmaya da devam ediyor, Google’dan sorgulamak yerine kendini adamış Siddartha’yı okumaları çok daha iyi... İnsanların inançları vardır, değerleri vardır, asla değişmeyecek, daima hayatının bir umut kaynağı olacak, yaşamayı, gerçek doğruya ve erdeme götüreceğine inandığı inançlar vardır. İnsan bu derece değer verdiği veya önemsiz gördüğü bir şeye rasyonel bakabilmekte zorlanır. Bu insanın kendi öznelinde cevaplandırabileceği bir şeydir fakat kesin bir yol belirlediğimizde “Neden” sorusuna mantıklı bir cevap getiremediğimizde seçtiğimiz yolu koruyamamış oluyoruz.  Siddhartha'nın felsefesine göre, “Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması iyidir.”(Sayfa 99) Siddhartha'nın hedefi ise şudur: "Arınmış olmak; susamalardan arınmış, istemelerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksiz düşünmelerle mucizelere kapıları açmak, işte buydu onun hedefi. Beden tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz." (Sayfa 24)
“Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması iyidir,” diye geçirdi içinden. “Dünya zevklerinin ve dünya malının insana hayır getirmeyeceğini daha çocukken öğrendim. Hanidir biliyordum bunu ama ancak şimdi yaşadım. Ve şimdi biliyorum, belleğimle değil, gözlerimle, yüreğimle, midemle biliyordum böyle olduğunu. Ne mutlu bana ki, biliyorum artık!” (Sayfa 99)
 "Hayır, gerçekten arayan biri, gerçekten bulmak isteyen biri, hiçbir öğretiyi benimseyemezdi." (Sayfa 111)
"Vaktiyle işlediğin budalalıkları, oğlunu bunlardan sakınmak için mi işlediğine inanıyorsun? Hem, oğlunu Sansara'ya karşı koruyabilir misin? Nasıl yapabilirsin bunu? Öğreterek mi, duayla, tapınmayla mı, uyararak mı?...Hangi baba, hangi öğretmen yaşamını yaşamaktan, yaşamla kendini pisletmekten, bizzat günahlara girmekten, bizzat o acı içkiyi içmekten, kendi yolunu kendisi bulmaktan alıkoyabildi Siddhartha'yı? Sanıyor musun ki, sevgili dostum, bu yolu yürümekten belki esirgenen biri olabilir? Sevgili oğlun bundan esirgenir sanıyorsun belki, çünkü onu seviyorsun, acı ve üzüntüden, düş kırıklıklarından esirgemek istiyorsun onu. Ne var ki, onun için tekrar ölüp dirilsen bile, yine de yazgısının en küçük bir parçasını koparıp alamazsın ondan." (Sayfa 120)
"Bir kimse arıyorsa, gözü aradığı şeyden başkasını görmez çokluk, bir türlü bulmayı beceremez, dışarıdan hiçbir şeyi alıp kendi içine aktaramaz, çünkü aklı fikri aradığı şeydedir hep, çünkü bir amacı vardır, çünkü bu amacın büyüsüne kapılmıştır. Aramak , bir amacı olmak demektir. Bulmaksa özgür olmak, dışa açık bulunmak, hiçbir amacı olmamak. Sen, ey saygıdeğer kişi , belki gerçekten arayan birisin, çünkü amacının peşinde koştuğundan hemen gözünün önündeki bazı şeyleri görmüyorsun." (Sayfa 137)
Siddhartha'ya göre, bilgi ve bilgelik birbirinden farklı konulardır. Bilgiyi sözcüklerle ifade etmek, başka birine aktarmak mümkünken, bilgelik bir ruhtan diğer bir ruha geçemez. Çünkü insanlar birbirinden farklı karakterlerdir. Her ruh farklı hazlarla doyuma, bilgeliğe ulaşmaktadır. Her ruhun eksiği vardır, fakat bu eksiklik kişiden kişiye değişim göstermektedir. Bu sebeple: "Bilgi bir başkasına aktarılabilir, bilgelikse hayır. Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle mucizeler yaratılabilir, ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez."(Sayfa 139)
İşte Siddartha’nın çocuk insanı tam olarak da bu: Seçtiği yolu açıklamakta, cevap getirmekte zorlanan, yemek, içmek, çalışmak dışında hiçbir şey yapmayan insan, insanlar… Govinda ve Siddartha kendi hikâyelerini bulmak için yerleşik yaşamlarını bıraktıklarında Budha ile  karşılaşıyorlar. Siddhartha, Budha ile sohbetlerinde ondan çok şey aldığını ama aynı zamanda ona çok şey kattığını hissediyor. Ama aradığının bu olmadığına karar vererek yoluna devam ediyor. Bilgeliği değil, “bilgi”yi tercih ediyor Siddartha. Budizm felsefesini işleyen bir kitap olsa da, her birimizin gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık dönemlerini anlatıyor. Bazı insanların arayışları yoktur: kendileri olmaya ve kendilerini bulmaya korkarlar, anneleri ve babaları gibi olmak daha kolay geldiği için onların açtığı yoldan gitmeyi tercih ederler. Bazılarımız Govinda’dır: Bir arayış için, kendimizi bulmak için, sürüden ayrılmak için yola çıkmışızdır ama bir bakmışızdır ki başka bir çobanın sürüsünde olmuşuzdur. Bazılarımız Siddhartha’ nın orta yaşlarındaki hali gibiyizdir: Daha önce yapılmış hatalardan ders çıkarmak yerine bütün hataları teker teker kendimiz yaparız - bazılarımız ders çıkarabiliriz, birçoğumuz da ders çıkaramadan sürdürdüğümüz hayatların bir parçası olarak yaşar gideriz-. Ve çok az bir kısmımız da Siddhartha’nın son dönemlerindeki bilgeliğe ulaşma şansı yakalayabiliriz. "Bilgi bir başkasına aktarılabilir, bilgelikse hayır. Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle mucizeler yaratılabilir, ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez." (Sf. 139) Kitabın en güzel bölümlerinden biri de, Siddartha’nın yaşlılık döneminde aradıklarına kavuşmuş olması; birçok insan gibi, doğayla buluşması, ırmakla konuşup onun öğütlerini dinlemesiydi. Çünkü doğa insanlardan daha önyargısız, daha içten ve daha olduğu gibi konuşur, tüm cevapları bulabiliriz, ama dinlemeyi bildiğimizde… Beş yıl sonra okuduğumda farklı, yine on yıl sonra okuduğumda kitapta farklı bir şeyler bulabileceğimi biliyorum. Siddhartha’nın somut olarak yaşadıkları değil belki ama düşünsel ve ruhsal olarak yaşadıklarını farklı dönemlerinde farklı biçimlerde hepimiz yaşıyoruz. Dolayısıyla farklı yaşlarda kitaba baktığımız pencere farklı olacağı gibi getireceğimiz yorum ve etkilenme de farklı olacaktır, en azından ben böyle düşünüyorum. “Zaman gerçek değildir, Govinda, ben sık sık yaşadım bunu. Zaman da gerçek değilse, dünya ile sonsuzluk, acı ile mutluluk, kötü ile iyi arasında var gibi görünen çizgi de bir yanılgıdan başka bir şey değildir.”
  Hayat, doğduğumuz gün başlayıp öldüğümüz gün sonlanan amansız bir yolculuktur. Aynı zamanda hayat, doğduğumuz gün başlayıp öldüğümüz gün sonlanan amansız bir arayıştır da. Kimileri bu yolculuk esnasında sürekli arar durur; kimileri ise hiçbir zaman aramaya tenezzül etmez. Kimileri yorulur yarı yolda bırakır; kimileri asla yorulmaz, yılmadan aramaya devam eder. Kimileri başkalarından duyduklarına kayıtsız şartsız inanır; kimileri ise inanmak için somut bir şeyler arar durur. Fakat hepimiz, nefes aldığımız o ilk saniyeden nefesimizin çıkacağı son saniyeye kadar amansız bir arayış içerisinde savrulur dururuz.
18 notes · View notes
puellaaeterna · 8 months
Text
Ya kıza diyorum ki “Neden hiçbir şey yazmadın bana bunca zamandır? Senin meşgul olunsa bile ‘meşgulüm müsait olunca dönücem’ gibi şeyler denmesi gerektiğini düşündüğünü biliyorum. Durum böyleyken yaptığın şey biraz ayıp gibi.”
Kız bana diyor ki “Üç gündür ablamın düğünüyle uğraşıyordum, meşguldüm. Sadece arada gelip Valorant oynadım o yüzden yazmadım izleyelim diye.”
Diyorum ki “Üç günlük mevzu değil bu, 9-10 gündür tek kelime etmedin. İzlemek istememiş olabilirsin, unutmuş olabilirsin, meşgul olabilirsin bunların hiçbiri sıkıntı değil. Ölü taklidi yapman sıkıntı. Allah’tan çevrimiçi oyunda falan görüyorum yoksa baya endişe ederdim çünkü hani hiç beklemezdim senden böyle bir şey.”
Diyor ki “Zaten müsait olunca izleyelim dediğim için haber verilecek bir şey görmedim ama dert ettiysen özür dilerim. Bir daha böyle bir şey olursa haber veririm. Birbirimizi tanıyoruz kötü niyetle bir şey yapmam sana.”
“Ama böyle bir davranış beklemezdim cümlen kırdı, bir şey yapmadım çünkü schfsscs”
Diyorum ki “Müsait olunca izleyelim demiş olsaydın eğer evet, bir şey yapmamış oluyordun ama biz perşembeye sözleşmiştik. Perşembe günü ve sonrasında ses çıkmayınca insan dert ediyor. Ve evet, insanlar karşısındaki insana verdikleri değer doğrultusunda meşgul olduklarında haber veriyorlar.”
Diyor ki “Benim yaptığım şeyin daha doğrusu yapmadığım şeyin değerle alakası yok. Ben bir şeyi dert edersem soruyorum. Zaten seninle belirli bir seviyede olduğumuz için sen de bir şey yazmadığın için dert edeceğini düşünmedim. Haber verseydim daha güzel, daha doğru olurmuş ama ne bileyim değer falan böyle bir olay yüzünden bunları konuşmak bile saçma geliyor.”
“Ben yatıyorum çok yorgunum, bir şey yazarsan yarın cevaplarım.”
Dedim ki “Bunun seviyeyle bir alakası yok. Bizim seviyemiz sen ‘izleyesim yok’ dersen gücenmeyeceğim bir seviye, evet. Ama biriyle plan yapıp planı ekmen gerektiğinde plan yaptığın kişiye hiçbir şey söylememek ayıp. Neyse üstüne kafa yorup cevap vermene gerek yok, sıkıntı değil. Bana göre yanlış olan şey sana göre yanlış değilmiş bunda tartışılacak bir şey yok. Ama yanlış bulduğum bir şeye yanlış dediğim için kırılıyorsan da yapabileceğim bir şey yok.”
(???)
(Ben takıntılı mıyım???)
(Normal bir olay mı bu???)
2 notes · View notes
serhatnigiz · 8 months
Text
Özel Mülkiyetin Gölgesinde Tarihsel Temsiliyetist Devlete Dair Ütopik Proletaryalist Yanılsamalar Üzerine
Tumblr media
“Komünistlerin kuramı bir tek cümlede şöyle özetlenebilir: özel mülkiyetin kaldırılması. Devlet özel mülkiyetin ilk ve en güçlü koruyucusu olduğuna göre, bu amaç sosyalist güçlerin devlet gücüyle kafa kafaya çatışması olmadan gerçekleşemez.” (K. Marx - F. Engels, Komünist Manifesto)
Marx, Engels ve Lenin gibi düşünen pek çok komünist devlet aygıtının tarihsel olarak değişik ve farklı biçimlerini soyutlayarak ve yorumlayarak devletin özel mülkiyetle özdeş kılındığı bir Marksist tarih algısının zamanla oluşmasına neden olmuştur. Şöyle ki, bu eğilim gerçekte 16. ve 17. yüzyıl burjuva devrimcilerine ait yanılsamalı bir tanımın devamı ola gelmiştir. İşte bu tanım üzerinden burjuva devrimcileri galebe çaldıkları feodalizme (krala ve kralda cisimleşen feodal mülkiyete) karşı savaş açmışlardı. Bu savaşıma da burjuva devrimcileri “özgürlük” mücadelesi adını veriyorlardı. Başka bir deyişle, buradaki özgürlük burjuvazinin feodalizmden ve feodal özel mülkiyetten özgürlüğünü elde etmesinden ibaret idi. Bu sayede burjuvazi ile birlikte kurulan parlamento, genel oy ve seçim hakları, modern (burjuva) insan hakları hareketinin gelişmesine de olanak sağladı.
Dolayısıyla, özel mülkiyetçi devlet algısı, burjuva devrimcileri arasında feodal devlete karşı savaş verme ve onun yerine burjuva özel mülkiyetçi, “hür teşebbüse ve girişime” dayalı bir devlet algısının gelişmesine de zemin hazırlamıştı. Proletaryan özel mülkiyetçi devlet algısı da tıpkı burjuva devrimci algı gibi sorunun temelini özel mülkiyette gördüğü içindir ki, bu durum özel değil, kamusal mülkiyet ilişkileri üzerinden sosyalizme ya da komünizme ulaşılabileceği algısının oluşmasına sebebiyet vermişti. Bu nedenledir ki, sosyalizm ya da komünizm eşittir “kamu mülkiyeti” ya da “devlet mülkiyeti” biçiminde bir algı oluştu. Hatta sosyalist ya da komünist olmak “kamucu” olmakla ya da “devletçi” olmakla özdeş şekilde algılandı. Bugün bile bu algı büyük oranda devamlılığını korumaktadır.
Halbuki proletaryalist algıların aksine özel mülkiyet devleti belirlemiyor, tersine devlet özel mülkiyeti belirliyor. Başka bir deyişle, özel mülkiyetin biçimi sınıf eliyle devleti belirlemiyor, aksine devlet yarattığı memur tabakası (ki bu toplumsal tabakanın bir “sınıf” olduğu da söylenebilir) eliyle sınıfları ve özel mülkiyeti belirliyor. Dahası, ilkel sermayenin oluşabilmesi açısından gerekli olan para-sermayenin tarih sahnesine çıkışı bile devlet ve devleti oluşturan memur tabakası (sınıfı) eliyle gerçekleşmişti. Bunun en bilinen örneği Köleci dönemin ortalarında var olmuş olan Lidya devletinin parayı (sikkeleri) bulan tarihteki ilk devlet olmasıdır. Keza para demek para-sermaye, para-sermaye demek ilkel-sermaye demektir. Burada parayı ve sermayeyi yaratan özel mülkiyet değil, devlettir. Devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) olmasaydı bunların hiçbiri gerçekleşemezdi.
Diğer bir deyişle, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist sistemlerin tümünde devlet bir memur tabakası (sınıfı) eliyle özel mülkiyetin o toplumsal formasyona uygun biçimini ortaya çıkartmaktadır. Bu ister köleci mülkiyet biçiminde olsun, ister feodal mülkiyet biçiminde olsun, ister kapitalist mülkiyet biçiminde olsun, özel mülkiyetin biçimini belirleyen ana faktör her koşul altında devletin memur tabakası (sınıfı) olmuştur. Bu durumun anlaşılamamış olması proletaryanizm ve genel manada Marksist tarih teorisi açısından devlet ve özel mülkiyet konularındaki temsiliyetizm ve memuriyetizm olgularının da görülememesine neden olmuştur. Ne yazık ki bugün dahi ister teocu/ortodoks Marksizm olsun ister neocu/postçu Marksizm olsun bu konuya dair genel bakış açısı “sınıfların devleti yarattığı ve devletin ise sınıfsal sömürüyü devam ettiren bir aygıttan ibaret olduğu” tezine dayanmaktadır. Halbuki bu tespit ve tanımlama şekli kısmen doğru olmakla birlikte, gerçeğin ancak çok küçük bir bölümünü açıklamaya yetmektedir.
Haliyle, 16. ve 17. yüzyıla damgasını vuran anti-feodal burjuva devrimciliğinin “özel mülkiyet eşittir devlet algısı”, biçimsel olarak kabuk değiştirmiş olsa da, nihayetinde bu algı kamusal mülkiyet biçimindeki proletaryanist temsiliyetist algı içinde de yaşamaya devam etmiştir. Burjuva devrimciliğinin feodalizme karşı geliştirdiği bu tepkisel teorik refleks Marx ve Engels tarafında da yeterince fark edilememiş olsa ki, Marx ve Engels’in yolundan giden Lenin ve Bolşevizm’de bu burjuva tarih algılarından kesin bir teorik kopuşu gerçekleştirememiştir.
Kaldı ki, her toplumsal devlet formu kendisine ait kurumlar ve devletlü bir memur tabakası (sınıfı) yaratarak özel mülkiyete ve sınıflara yukardan aşağıya doğru şekil vermektedir. Aynı durum “reel sosyalizm” olarak anılan Sovyet deneyiminde de kendisini göstermiştir. Keza Sovyetlerde mülkiyet ilişkileri sosyalist ve komünist ütopyaya uygun bir biçimde kamusal hale getirildiği halde, Sovyet devleti içinde de devletli bir memur tabakası (sınıfı) oluşmuş ve çeşitli ayrıcalıklara sahip olan bu tabaka (sınıf) proletarya adına ve proletaryaya rağmen “proletaryan-efendicilik” yapan bir devletlü-memur tabakasına (sınıfına) dönüşmekten de kurtulamamıştır. Başka bir deyişle, kamusal mülkiyetin varlığı Sovyet sistemi içerisinde sovyetik bir memur tabakasının (sınıfının) ortaya çıkmasını engelleyememiştir. Bu da yine tek tek şahıslara (Lenin’e, Stalin’e vs.) bağlanarak açıklanabilecek bir durum olmayıp, tamamen sistemin yapısal karakterinden kaynaklanan bir durumdur. Aynı memur tabakası (sınıfı) Sovyetlerin dağılması sürecinde halkın büyük çoğunluğunun karşı çıkmasına karşın (91’deki referandum sonuçlarına rağmen) sistemin fişini çekmekten de geri durmamıştır.
Bütün bu nedenlerden dolayı, devleti eşittir özel mülkiyet olarak gören proletaryalist teori ve algı, devletin kendisinin devletlü bir memur tabakası (sınıf) yaratmakta oluşunu da ne yazık ki göz ardı etmiştir. Başka bir açıdan, proletaryalist-Marksizm devleti oluşturan memurun (sınıfın) devletlü bir tabaka (sınıf) olduğunu göremediği için, bürokrasi sorununda çuvallamış ve bu konuya dair akılcı çözümler ve esnek stratejiler/taktikler geliştirmekte de başarısız olmuştur. Başka bir deyişle, proletaryanizm temsiliyetizme ve memuriyetizme karşı mücadelede “iki kere ikinin her zaman dört etmeyeceğini” bir türlü anlamak istememiştir! [1]
Hangi devlet biçimi olursa olsun, insanlık tarihinde bugüne kadar görülmüş olan tüm devlet türleri devletin kendisinin özel mülkiyetçi bir sınıf yaratmasına dayanmaktadır. Bu yüzden kamusal mülkiyete dayalı bir temsiliyetist ve memuriyetist sistem kendisine “sosyalist” ya da “komünist” de dese, bu sistemin kamusal bir memur tabakası (sınıfı) yaratması da kaçınılmazdır. Keza her türden özel mülkiyetçi sistemin çatısında/toplumsal üst yapısında devlet ve devletlü-memur tabakaları (sınıfları) vardır. Fakat her özel mülkiyet durumundan da eşittir kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi kapitalist devlet ve devletlü-memur tabakası (sınıfı) tarafından yaratılmış olan özel mülkiyet biçimlerini (ve bu biçimlere bağlı burjuva/feoburg/sanayiburg/teknoburg vs. türlerini) zorunlu kılar. [2]
Dolayısıyla, kendisine “sosyalist” ya da “komünist” adını veren bir sistemde de devleti ve devletlü-memur tabakalarını (sınıflarını) aşağıdan yukarıya doğru denetleyebilecek, geri çağırabilecek, hesap sorabilecek ve yargılayabilecek toplumsal kurumlar yoksa ortada bir “işçi iktidarı” ya da “emekçi iktidarı” pratiğide yok demektir. Bu durumda aynı devletin ve devletlü-memur tabakasının (sınıfının) yukardan aşağıya doğru kapitalist özel mülkiyeti ve burjuvaziyi (sınıfı) yeniden örgütlemesi sadece bir süreç meselesinden ibarettir. SSCB’de, Doğu Avrupa ülkelerinde ve Çin’de yaşayan acı deneyimler bu gerçeğin en açık kanıtıdır. [3]
Salt Lenin açısından değil, Marx ve Engels açısından da “özel mülkiyet eşittir devlettir” algısı burjuva devrimci bir algı olup, proletaryanizmin bu sorunu kamusal mülkiyet yoluyla aşma gayretleri de başarısız olup yenilgiye uğrayınca, Sovyetlerde ve diğer ülkelerde proletaryanizmin zamanla kamusal bir bürokrasiye ve hatta kamusal bir aristokrasiye dönüşmesi de yine bu devletlü-memur tabakası (sınıfı) gerçeğinin yeterince kavranamamış olmasından kaynaklanmıştır. İşte toplumsal denetimizm düşüncesi bütün bu deneyimlerin deney öncesi ve deney sonrası derslerinin bugün ki pratik deneyler ve mücadeleler içinde aldığı teorik ve felsefi bir miras-biçimi olma özelliğine de sahiptir. Nasıl mı?
Tarihte devlet var oldu var olalı, devletlü-memur kastları da, sınıfları da, zümreleri de temsiliyetizm ile birlikte var ola gelmiştir. Yürütme, yargı ve yasama kurumları şeklinde gelişen üç bacaklı devlet modelleri, kapitalist toplum modellerini yaratırken ve bu modeller bir avuç kasta/sınıfa/zümreye dayanırken, sınıflı toplumların aksine sınıfsız bir topluma gidişte, yeni sosyalist devlet ve iktidar modeli olan toplumsal denetim kurumlarının temelleri başlangıçta bir avuç insan tarafından atılacak olsa da, süreçle birlikte bu kurumlar toplumsallaşa toplumsallaşa her geçen gün daha da toplumsallaşarak bir avuç insan olmaktan çıkarak, çoğunluğu kucaklayıp içine alan devasa topluluklara dönüşe dönüşe, tüm emekçileri ve ara sınıfları tek bir çatı altında birleştire birleştire, ezici çoğunlukların toplumsallaşmış devlet aygıtına dönüşecektir. Başka bir deyişle, devlet temsiliyetizm ile değil, denetimist bürokratizm ve denetimist devlet ile kitleselleşerek temsiliyetist devletinde adım adım sönümleneceği bir sürece doğru evrilecektir.
Tarihte yürütme, yargı ve yasama temsiliyetizmleri var oldu olalı, bunlara bağlı temsiliyetist devlet aygıtları yetkiyi kurumlardan kurullara, kurullardan üst kurullara, üst kurulları da kişilere bağlayan bir yapıya sahip ola gelmiştir. Bu yüzden sosyalizmin alt evresindeki çoğulculuktan sosyalizmin üst evresindeki çoğunlukçuluğa geçiş sürecinde yetki toplumsal iradeye/emekçi sınıflara doğru yayılmak ve genişlemek zorundadır. Ancak bu şekilde yetki bir avuç kastın/sınıfın/zümrenin elinden zor yoluyla alınarak emekçi kitlelere üleştirilebilir. Ve ancak bu yolla emekçi sınıfların gerçek tarihsel iktidarı tesis edilebilir.
Sosyalizm her şeyden önce politik bir kültür meselesidir. Kuşkusuz bu kültürün merkezinde de toplumsal denetim düşüncesi olmak zorundadır. Toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç oluşturmak komünistlerin görevidir. Sosyalizm artık bu şekilde tarif edilmelidir. Başka türlü bir sosyalizm kesinlikle mümkün değildir. Tarihsel pratikte yenilgiye uğramış ve bir daha gerçekleşmesi mümkün olmayan proletaryalist “sosyalizm” modelleri dün olduğu gibi bugünde bir yanılsamadan ibarettir!
O vakit Marx ve Engels’in kaleme almış olduğu Komünist Manifesto’yu yeniden yorumlandığımızda şunları söylememiz gerekir:
“Komünist kuramı “bir tek cümlede” özetlemek gerekir ise, özel mülkiyetin kaldırılması, özel mülkiyetin en güçlü koruyucusu olan devletlü-kastlara/sınıflara/zümrelere karşı toplumsal denetimist politik kültür ve bilinç geliştiği ölçüde gerçekleşebilir. Dolayısıyla, sınıflı toplumdan sınıfsız topluma geçişte, toplumsal denetim mücadelesi yürütülmeksizin emeğin çoğulculuğundan emeğin çoğunlukçuluğuna da sosyalizm yoluyla geçiş mümkün değildir. Bu geçişin sağlanabilmesi tüm sınıflı toplumlarda özel mülkiyetin karakterini belirleyen temsiliyetizm ve memuriyetizm biçimlerine karşı denetimist bürokratik savaşımı da zorunlu kılar. Aksi takdirde, tarihsel-temsiliyetist burjuvazinin politik ve kültürel hegemonyasına da asla son verilemez.”
Sonuç olarak bir topluma karakterini veren şey, her ne kadar alt yapıda “üretim ilişkileri” gibi gözükse de, aslında alt yapıda emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun alt yapısında her ne kadar gözükmese de ve bu durumda alt yapı üst yapıya oranla daha çekinik ve ikincil planda var oluyorken, o toplumun son çözümlemede karakterinin üst yapı ile belirlenmesi nedeniyle, o toplumun üst yapısını da belirleyen temsiliyetizm ve temsiliyetizmin türevleri olmaktadır. Bu tespit emekoloji’nin “alt yapı ile üst yapı arasındaki diyalektik birliğinin” temelini oluşturmaktadır.
Kısacası, temsiliyetizm ve temsiliyetizm türevlerine göre o toplumun ana egemen biçimi belirlenirken, bu biçime uygun düşen alt yapıda ise emek türlerinin birleşik diyalektiği o toplumun (ekonomik, kültürel, sanatsal vs.) dokusunu ve karakterini oluşturmaktadır. Emekoloji, alt yapı ile üst yapı arasındaki bu diyalektik ilişkinin emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiği temelinde yeniden yorumlanması ihtiyacından da ortaya çıkan yeni bir bilimsel disiplindir.
Temsiliyetizm bürokratizmden çok farklı bir şeydir. Memuriyetizm ile bürokratizmin doğrudan birbirine bağı olsa da, temsiliyetizmin hem memuriyetizmden hem de bürokratizmden apayrı bir yapı oluşturduğunu anlayabilmek için ilkel komünal topluma bakmak yeterli gelecektir. İlkel komünal toplumda ne memuriyetizm ne de bürokratizm vardı. Lakin memuriyetizmin ve bürokratizmin ilkel komünal dönemde var olmamış olması durumu ilkel komünal dönemde temsiliyetizmin var olmadığını kanıtlamaya yetmez. Keza temsiliyetizm oluşmadan, din ve devlet oluşmadan, devlet bürokrasisi oluşmayacağı için, temsiliyetizmden sonra devletin bürokratizmi oluşur, en sonda ise bu bürokratizmi yöneten de bir memur tabakası (sınıfı) oluşur. Bu memur tabakası (sınıfı) oluşur oluşmaz da özel mülkiyetçi sınıflı toplum formasyonu ortaya çıkar. Köleci özel mülkiyet, feodal özel mülkiyet, kapitalist özel mülkiyet biçimleri bu sınıflı toplum formasyonlarının aldığı tarihsel-temsiliyetist biçimlerdir.
Dolayısıyla, sınıf toplumlar tarihi temsiliyetizm ve temsiliyetizm türlerinin biri biri üzerine geçen biçimlerinin ve bu biçimler arasında süre giden savaşımların tarihidir. Halde böyle olunca, sosyalizm ve komünizme giden yol temsiliyetizmin ve temsiliyetizm türlerinin panzehiri olan toplumsal denetimizm mücadelesinden geçmek zorundadır. Bu sebepledir ki, özel mülkiyetin gölgesindeki tarihsel temsiliyetist devlet biçimlerine dair ütopik proletaryalist algı ve teorilerin kapsanarak aşılması bilimsel komünist düşüncenin gelişimi içinde bir elzemdir.
Dipnot
[1] Her özel mülkiyet eşittir kapitalizm anlamına gelmemektedir. Keza her özel mülkiyetten kapitalizm çıkmaz. Kapitalizmin ortaya çıkabilmesi için özel mülkiyetin kapitalist biçiminin (sanayi emek türünün) ortaya çıkması gerekir. Şayet devlet ve devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler olmasaydı özel mülkiyeti temel alan bir devlet modelide, üç bacaklı kapitalist bir devlet modelide ortaya çıkamazdı. Kapitalizmin dolayısıyla kapitalist özel mülkiyet biçiminin ortaya çıkışında devletin ve devletlü-kastların/sınıfların/zümrelerin oynadığı rol gerçekte hiç kimse tarafından görülmek istenmemiştir. Emekolojistler bu yüzden temsiliyetizm kavramını durduk yere kullanmamışlardır. Köleci sistemde bile bir kölenin teminatı köle sahibinin ukdesindeydi. Modern kapitalizmde de işler seçme, seçilme, parlamento vs. üzerinden yürüdüğü için "seçmenin teminatı da seçilmedir" diye kabul edilmekteydi. Bu da asli unsur olan seçmenden/emekçi sınıflardan kopuk bir seçilmenler (atanmanlar) kastının/sınıfının/zümresinin oluşmasına ve halkın çoğunluğunun yararına değil, bir avuç seçilmen azınlığının çıkarı için var olmaya devam eden bir devlet ve iktidar aygıtının ortaya çıkması sonucunu doğurmaktaydı. Kapitalizm gücünü devletlü-kastlardan/sınıflardan/zümrelerden almakta ve özel mülkiyetin/sermaye birikiminin biçimide bu şekilde belirlenmektedir. Talan ve yağma düzeni temsiliyetizm eliyle sürdürülmektedir. Kapitalist devlet ve devletlü-sınıflar olmasa burjuvazi bir ay bile ayakta kalamaz! Devlet aradan çıkarsa dünyanın açları, baldırı çıplakları, garibanları, dışlanmışları, ötekileri vs. bunları çiğ çiğ yer bitirir! Kapitalizm denilen illetin tarihi şunun şurasında oturmuş ve yerleşik bir sanayi kapitalizmi olarak ortaya çıkması en fazla 200 yıl bile değildir. Üstüne üstük kabaca 1950-60 sonrası glokal-kapitalizmin gelişimiyle sahneye teknik-elektronik emeğin çıkması ve protekyanın kendiliğinden bir biçimde de olsa üretimde fiili önderlik konumuna geçmesiyle birlikte, sanayiburglar ve teknoburglar ne yapsak da sistem üzerindeki kontrolümüzü sürdürsek diye kara kara düşünmeye başladılar. Zira hem temsiliyetizm hem burjuva devlet modelleri hem de devletlü-kastlar/sınıflar/zümreler tarihsel sınırlarının sınırına yaklaşmış durumdalar. Kuşkusuz bu durum, biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin doğa karşısındaki mukavemet oran ve orantılarıyla meydana gelen tarihsel sistemlerin devir ve momentlerinin hesaplanmasıyla da, nominal değerler açısından yeni bir tarihsel sistem olan sosyalizmin de hangi şartlar ve hız mekaniği ile ortaya çıkacağına dair somut ve soyut ön görüngülerin oluşabilmesini de olanaklı hale getirmektedir.
[2] Her temsiliyetizm kesinkes memuriyetizm yaratır. Lakin her memuriyetizm kesinkes temsiliyetizm yaratır diyemeyiz. Keza her memuriyetizm kısmen temsiliyetizm yaratabilir. Köleci, feodal ve kapitalist temsiliyetizm sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist memuriyetizm yaratmıştır. Toplumsal denetimist memuriyetizm ise sosyalist memuriyetizm yaratır. Bu sosyalist memuriyetizmde temsiliyetizm değildir. Bu toplumsal denetimist memuriyetizm yaratılamadığı için Sovyetik proletaryan temsiliyetizm modeli çökmekten kurtulamamıştır. Bu şartlar altında da sosyalizme geçiş yapmak mümkün olmamıştır. Sosyalizmin tarihsel olgu ve ilkesi olan toplumsal denetimist fikirler hayata geçirilemediği için proletaryan kapitalizm ne üst yapıda ne de alt yapıda sosyalizme dönüşememiştir.
[3] Örneğin, Bolşevikler iktidarı aldıklarında da aldıktan sonrada gerçekte iktidar değillerdi. Çünkü eski sistemin iktidar ilişkileri hala canlılığını koruyordu. Öyle bir noktaya geldiler ki, yönetemeyeceklerini anlayınca mecburen eski sistemin memurlarını yeniden göreve çağırmak zorunda kaldılar. Troçki bile Lenin'in talimatıyla ilk başlarda Kızıl Ordu’yu (asker Sovyetlerini) eski Çarlık subaylarından ve askerlerinden devşirmek zorunda kalarak kurmuştu. Bu da tarihsel zorunluluktan idi. Çünkü askerlik bilim ve eğitimine vakıf olan bilinçli komünist sayısı pratikte bir avucu geçmiyordu. Yeni Sovyet devletinin başındakilerde bir avuç komünistti ve tüm çevreleri eski sistemden gelen memur kastları tarafından zorunlu olarak kuşatılmıştı. İster “işçi devleti” densin, ister “proletarya devleti” densin, devlet varsa kurum ve memur var demektir. Sovyetler Birliği’nde de tıpkı kapitalist ülkelerde olduğu gibi yasama, yargı ve yürütme biçimindeki devlet erkleri vardı. Buna verilebilecek en basit örneklerden biri Sovyet yargısının içinde bulunduğu durumdu. 1920'lerden itibaren Sovyet yargı sistemi içinde çalışan hakim, savcı ve avukat gibi yargı personelinin çoğunluğu feodal Çarlık döneminde yetişmiş olan kişilerden (feodal-memurlardan) oluşuyordu. Dolayısıyla, bu feodal-memurların hak, hukuk, adalet vs. gibi temel yargı normlarına dair bakış açıları tarihsel ve toplumsal temsiliyetist kültürden kopmuş değildi. Gerçekte iktidar olmak sadece siyasi iktidara bir partinin geçmesinden ibaret değildir. İktidar sorununun çözümü yeni tarihsel ve toplumsal bir sistemin inşası için gerekli olan kurumların eski toplumun bağrından çıkabilmesi kabiliyetine ve iradesine bağlıydı. Keza eski toplumun olumlu ve olumsuz mirasını devralan yeni kurumlar olmaksızın eski toplumdan gelen canlı ve somut iktidar ilişkilerinin denetim mücadelesi içinde zayıflatılabilmesi ve temsiliyetist kültürden gelen burjuva alışkanlıkların ve algıların ortadan kaldırılabilmesi mümkün değildir.
31.08.2023
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
Merhaba. Ben Elif. Bunu okuyorsanız büyük ihtimale bunu biliyorsunuzdur. Bu yazı bu bloga attığım en uzun ikinci yazı olacak, yani tahminlerimce. Çünkü bu yazıda ilk gerçek aşkımdan bahsedeceğiz. Dikkat etmemiz gereken şey ilk aşkımdan değil, ilk gerçek aşkımdan bahsedecek olmamız. 
Eğer benimle yeni tanışmış biri olsaydınız büyük bir ihtimalle benimle ilgili ilk düşünceniz ne kadar şıpsevdi olduğumla ilgili olurdu veya belki de bana aşka aşık derdiniz. Fakat gel gör ki ben bunların hiçbiri değilim. İlk aşkım yedi yaşlarımda annemin çocukluk arkadaşının oğlu yani benim de çocukluk arkadaşım olan Doğukan’dı. Hatta Doğukan’a o kadar aşıktım ki anneme bile anlatmıştım! Kimse de beni durdurup dememiş ki ‘Elif sen n’apıyorsun? Kızım daha yedi yaşındasın bir bekle.’ İlk aşkım böyleydi ve çok gariptir ki Doğukan’ı hiçbir karşılık almadan 13 yaşıma kadar sevdim ve vazgeçişim tek bir gecede oldu. 
Ve sevgili Ulaş... İlk gerçek aşkım. Son bir buçuk senedir hayatımdaydı. Fakat biz son bir aya kadar konuşmadık bile! Tanışmamız bir sohbet grubunda olmuştu. O İstanbul’da, ben ise İzmir’deydim. Arada ne söylemesi ne de yazılması kolay kilometreler vardı. Ulaşla ilk tanıştığımız zamandan itibaren onunla asla duygusal bir bağ kuracağımı düşünmedim. Fakat sonra bir şeyler oldu ve on sekiz gün önce bir iişkiye başladık. Her şey çok güzeldi. -Buraya kadar bakıldığında ‘Nerede bu aşk?’ diye düşünebilirsiniz. İnanın ben bundan sonrasında bile o bağın hangi sırada, hangi anda oluştuğunu hâlâ anlamıyorum.- Sonra sözler verilmeye başlandı, sonra hayaller kurulmaya, sonra kilometreler sayılmaya... Ve bundan sonrası tam bir hüsran. Bir anda tavırları değişti. Bir anda o kadar soğuk bir insan oldu ki tanıyamadım. Ve bu sabah, saat tam 11:31′de bir mesaj yazdım; bir şey mi oldu? Ve cevap çok gecikmedi, saat 11:47′de bir yeni mesaj; elif, ben yapamıyorum, aklımda başkası varken olmuyor. 
İşte tam o an, tam o saniyede fark ettim; ben aşık olmuşum. Ve tam o an, aşk Dünya üzerindeki en acımasız duyguydu. En çok can yakan, en çok içimi yakan o duygu. Ve hayatıma hoş geldin; ‘ellerimi şimdi kim ısıtacak?’ sorusu. 
İşte bu benim gerçek aşk hikayem. Şuan tarih 30 Mayıs 2022 · 02:56. 
Ve son olarak, 
Merhaba Ulaş,
Bu benim sana veda mektubum. Şu hayatta ellerimi ısıtmasını isteyebileceğim tek kişi sendin. Bana basketbol öğretmesini istediğim tek kişi sendin. Sabaha kadar konuşmalarımı dinleyen tek kişi sendin. Babamın kırdığı kalbi toplamayı teklif eden ilk kişi sendin. Kalbime gelip hoş gelen ilk kişi sendin. Yanına yatıp yıldızları izleyecek kadar güvenebileceğim tek kişi sendin. İyi ki vardın, keşke hep var olsaydın. Seni seviyorum. Bu arada seni seviyorum dediğim ilk kişi de sendin. Senden vazgeçişim nasıl olacak bilmiyorum çünkü bana gelişini daha çok yeni anlamıştım.
Başka bir evrende, Kordon’da, çimlerde senin yanında olabilirim. Birlikte yıldızları sayarız. Bitince de ayrılırız. Belki hiç sarılamadık, belki Alsancak sokakları bizi hiç tadamadı fakat bir köşe başında, elinde bir mimoza buketi, her zaman oralarda bir yerlerde olacaksın. Bu evren bizi sevmedi ama başka bir evrende yanımdasın sevgilim.
Ben senden gidemem, sende özle dön olur mu? Daha diyecek çok şeyim var fakat bugünlük bu kadar. Renkli rüyalar sevgilim.
~🦋✨
Tumblr media
8 notes · View notes
flowerwhy · 8 months
Text
Çok değişik bir kişiliğim var, gerçi insanlar bana bunun garip olduğunu söyler sadece. Oysa beni kimse bilmez gizemli olarak görürler beni. Kimse beni tam olarak bilmez, gerçi benim hakkımda tek bir soru soran olmadı. Aslında iyi biriyimdir.. Gerçi kimse beni merak etmiyor. İyi şeyler yaşamadım, çoçukluğumdan bu güne kadar hep yalnızdım, bunları hep kendi başıma atlatmaya çalıştım, yaşadığım kötü bir hissi bir başkasına yaşatmayı hiç istemem, nasıl acıttığını bilirim çünkü, farkında olmadan yaparsam çok üzülürüm.. Konuştuğum herkesin yanlarında olduğumu bilmelerini isterim, tüm dünya sırtını dönse bile benim her zaman orada olacağımı bilsinler isterim, bilmezlerse çok üzülürüm buna. Yaşamadığım hisleri başkalarına yaşatmayı hep istemişimdir ve bunu yapmak için çabalıyorum, belki de yapamıyorumdur ama en azından deniyorum, yaşamadığım hisleri bilmeden yaşatabilmek kolay mı ki? Bunu gören oldu mu bilmiyorum, ama olduysa bile giden onlar oldu. Genellikle giden taraf olmam, bırakılan taraf olurum. Çok duygusalımdır, en ufak şeye kırılabiliyorum, hatta ağlıyorum da çoçuk gibi hassasım, çok fazla dürüstüm, açık sözlü değilim ama kırıcı olmam, söylenilen her cümle kafama takılır hiç çıkmaz aklımdan günlerce hatta aylarca.. Bu huylarımı pek sevmiyorum, bu yüzden fazla safım çünkü, bu da muhtemelen sinir bozucu bulunur. Yine de kırıldığımı hiç belli etmem karşı tarafa, bunu dışa vurupta gerginlik yaratmak istemem, çok düşündüğüm için bazen haksız da olabilirim diye düşünüp karşı tarafı düşünmeyi tercih ederek içime atarım. Yaralarına ortak olup sarmayı severim, herkesi her an dinlemeye hazırımdır, beni sıkabileceklerini düşünmelerini istemem, saçma bir konu olsa bile sabaha kadar dinlerim, düzgünce teselli edebildiğim de aldığım teşekkür bana dünyaları veriyor. Çok seviyorum sanırım herkesi mutlu etmeyi. Benim aksime onlar beni üzmeyi seçse de intikamı asla düşünmem nefret ederim hatta, çünkü intikam alanın ona yapılanı yapandan ne farkı kalır ki? Yaşadığım kötü bir hissi yaşatmayı sevmediğimi söylemiştim. Sevmediğim bir insan olsa bile canını acıtmak istemem. Kendim gibi birilerini bulabilsem keşke diyorum bazen.. İnsanlar beni hep kırıyor çünkü, ben onlara iyi gelmeye çalışırken onlar bunu umursamıyor bile, neyde yanlış yapıyorum bilmiyorum. Şiddetli seviyede sosyal anksiyetem olduğu için ilk yazmaya hep korkarım, rahatsız edebileceğimi düşünürüm, olmayacak bir anda yazabilirim diye paniğe kapılırım, sırası değildir diye düşünürüm, sıkarım diye düşünürüm, bunların hiçbiri elimde değil kim olursa olsun hep bunları düşünüyorum. Ama yazdıkları an cevap veriyorum.. Çok fazla dikkat ediyorum, ama bunu bana yapan yok.. Sadece 17 yaşındayım ve yaşıtlarımla hiç uymuyorum..
0 notes
313-silistrevi · 8 months
Text
Ülkemizdeki
Kapitalizm ve Din
Son durumumuz " Dine Uygun İnsan " olması gerekirken " İnsana Uygun Din " haline gelmiş-getirilmiştir...
Ülke tarihinde ; Ülke İnsanları'nın Kapitalist sistemin en iyi oyuncusu olan mevcut erk tarafından köleleşmesi Din ile Ekmeğin arasını açmıştır...
Maddi yoksunluk-yoksulluk (Ekonomik Dar Boğaz) insanın Dîn'e karşı yabancılaşmasının neden olduğu DEİZM hastalığının başlangıcı olmuştur...Bu hastalık öylesine büyük acılar vermiştir ki insanlar dinin sunduğu teselliye , içinde bulundurduğu - adalet -sevgi-saygı-ahlâk- yardımseverlik - ilim - maneviyat vs .gibi durumlara ihtiyaç duymadan direkt olarak yaşadığı ekonomik dar boğazın getiri'- lerine - sıkıntılarına odaklanmış , kalbinden maneviyat alınmış ve
-- evet bir Yaradan var ama ondan sonra gelen Peygamber'e , Dîn' e , Kitâbullâh' a karşı kalbinde hiç bir iz bırakılmamış DEİST insanlar topluluğu meydana getirilmiştir...
Ülkemizde ki mevcut erk Dîn'i kullanarak Kapitalizm 'e hizmet eden bir kurum hâline gelmiştir...
Mevcut devlet Dîn kavramını Orta ve Alt toplumun "tesellisi olarak kullanarak " Sabredin, Şükredin,İsraf Etmeyin,Ensar, Muhacir, Başörtüsü,Vatan,Cami gibi söylemleri ile baskı altında tutarken, Egemen Üst Sınıfa hiç dokunmadan paralarını - döviz'lerini misli misli katlamış, gayrimenkullerini- mallarını kat kat arttırmıştır...
Bir toplumda eşitsizlik varsa, adaletsizlik azalmak yerine kalıcı' laşır...
Mevcut erk Egemen Üst Sınıfa bu Dinî söylemlerde bulunmadan !! Maddi imkanlarını katlamalarına müsaade etmiş , diziler de oyuncu ların kazandığı, futbolcularin kazandığı, kendi maaş 'ları , saltanat yaşantılarını, saraylar da haracanan savrulan paraları , ihaleleri , vergilerilerini ödemeyenleri bile kafasını çevirerek ! görmezden gelmiştir!! ...ama bunların içinde hiç bir zaman Ahiret , Hesap Günü gibi kavramlar yoktur...!!?
Mevcut erk ; Orta ve Alt tabakaya Dîn' i kullanarak , her şeyin daha iyi olacağını vaat eder , ( Egemen Üst Sınıfa) söylemediği'ni , Allâh var gam yok diyerek insanları öbür dünyada daha iyi bir konum karşılığında mevcut düşük konumlarını kabul etmeye sürükler...Şükretmye sevk eder..
Esasında Orta - Alt tabakayı ve yoksulları yerinde tutan ve sosyal değişimi engelleyen etkili bir kontrol şeklidir bu Kapitalizm 'in en iyi oyuncularının...
İçinde bulunduğunuz durum kısaca DİN ; Kapitalizm 'in en iyi oyuncularının Dîn' i kendi çıkarları için kullandığı , Egemen Üst Sınıf' ile birlikte Orta-Alt ve Yoksul sınıfını kontrol etmek ve bastırmak için kullandığı bir araç hâline gelmiştir...
Zaten öyle değil midir? Bugün Ka'be ye Beytullah 'a gitseniz 120 Millet 'ten , Rengârenk Farklı Farklı Müslüman'lar ve Müslüman Devletler vardır...
Ve Hepsinin başında ben Müslüman'ım diye gelen liderleri vardır..
Ama hiçbiri , (bizde dahil) ;
Huzur ve Refah İçinde Değiliz...
0 notes
Text
Tam bir SKANDAL!
Kendime sözler verdim, yetmedi buralarda yazdım ama yine olmadı, yine olmadı! 2020 yılı da en çok sevdiğim şeyle arama bir türlü kapanmayan mesafeler koyarken, bir yandan da onsuz yaşayamadığım bir yıl olarak ki��isel tarihime geçti. Evet, “yazmak”tan bahsediyorum.
Yazarak para kazanan biri olarak yazma eyleminden bir o kadar da uzak oluşumun nedenini ben de bulamıyorum. Geçenlerde Zoom üzerinden arkaaaşlarımla(*) konuşurken anlatıyordum: Herkes zaten her şeyi yazmış, söylemiş, ifade etmiş ben ne yapsam bu saatten sonra olmayacak gibi. Dijital dünyaya gereksiz birkaç piksel daha mı bırakayım diye… Neyse ki aklı başında insanlar da, aslında bu işlerin böyle olmadığını bana hatırlatıverdiler. O yüzden yeniden bu tatlı mekâna bir uğradım. Bu defa bu uğrayışın, Ted Mosby’nin MacLaren’s Pub’a bağlılığına evrilmesini umuyorum, hayırlısı…
Tumblr media
Pandeminin henüz çok çok başında evde kalmanın önemine ve zamanın su gibi nasıl geçtiğine dair bir yazı yazıp dışarı çıkma tutkusunu bastıramayanları da inceden eleştirmiştim. Eleştirmek demeyelim de çok çok minik taş parçacıkları atmıştım diyelim.
Ancak zaman geçtikçe anladım ki evde olmak da zor iş. Bunu son 35 günde sadece bir defa sokağa çıkmış biri olarak söylüyorum. Hatta “sen hâlâ çıkmadın di’ mi” sorularından ya da “arada bir sabahları çıkıp yürü, o kadar hareketsiz kalma” uyarılarından utanmasam daha da kalırdım evde muhtemelen. Zira pandemi olmasa da evden 10 gün çıkmayabilen bir insan olarak bu tip durumlar benim için pek de anormal değil. Ama anladım ki insan, sosyal bir varlıkmış ve ben kesinlikle sosyal bir insanım. Bu sosyallik kendimle de olsa…
Şöyle ki pandemiden önce de evden çalışıyordum ve “ofise gitsem de iki insan görsem” ya da “benim mutlaka sabah çıkıp akşam gelmeli bir disipline ihtiyacım var” insanı olmadığım için de çalışma hayatım çok farklı değildi. Ancaaaaaak iş dışında yaptığım aktiviteler kısıtlanınca işin rengi değişti.
body > iframe { min-width: auto !important }
View this post on Instagram
A post shared by snobmagazin (@snobmagazin)
Tiyatroya, sinemaya gidememek, arkadaşlarla görüşememek, sahilde gönül rahatlığıyla gezememek, kitapçılara girip çıkamamak… Bunlar resmen dengemi bozdu. Hâlâ yazlık ve kışlık giyeceklerimi mevsimi gelince ayıran biri olarak yazlık kıyafetlerimin neredeyse %90’ını hiç giyemediğimi fark ettim. Ve “ben şu an neden böyle saçma bir şey yapıyorum ki zaten bu kıyafetleri de giyemeden kaldıracağım. Ay bu eteğimi de ne çok severim, şu kazağım da yumuşacık” diyerek onlara sarılıp dertlenince psikolojimin pek de iyi olmadığını anladım.
Allah başka dert vermesin(!)
Mekânsal hafızanın verdiği dayanılmaz hüzün Sizin de rutinleriniz var mıdır bilemiyorum ama benim delicesine bağlı olduğum rutinlerim vardır. Şu aralar var olan koşullar nedeniyle pek yok maalesef, ama eskiden vardı. Meselâ bir dönem her pazar sabah erkenden kalkıp kahvaltımı yapar, ardından da Kadıköy’deki Pappa Cafe’ye giderdim. Akşama kadar orada kitap okurdum, çalışırdım, yazı yazardım. Akşam da elime sıcak bir içecek alıp Rexx’te film izlerdim. Şimdi zaten bunların herhangi birini yapmam mümkün olmadığı gibi pandemi bitince de yapamayacağım çünkü yukarıda saydığım mekânlar artık maalesef yoklar. Mekânsal hafızamız birkaç yıldır, kentsel dönüşüm adı altında yerle bir oluyordu. Pandemi sayesinde o güzelim hafızalarımıza buldozer girdi. Muhtemelen bir gün birbirimize sarılıp karşılıklı oturarak dertleşebildiğimizde her zaman gittiğimiz kafeye gidemeyeceğiz, çoğu mekânın yerinde yeller esiyor olacak… Geçmişine düşkün bir insan olarak bu durum beni hayli üzüyor. İleride, zamanında çok sevdiğim mekânların hiçbiri kalmayacak ve hatta bulundukları yerler o kadar sık değişime uğrayacak ki hiçbirini hatırlayamayacağım ya da oldukça puslu olacak hatıralarım. Hüzün…
Yine de bildiğim kadarıyla henüz koronavirüsün bünyeme girmemiş olmasından memnun olmalıyım. Açık havanın sağladığı bir nebze de olsun sağlıklı koşulların verdiği yetkiye dayanarak yollar kateden arkadaşlarımla sahilde keyif yapabilmek güzeldi.
Tumblr media
Aşçılık performansımda gözle görülen bir yükselişin yaşanması da son derece umut verici. Tamam bir MasterChef olma iddiam hâlâ yok; ama en azından karnıyarık, dolma, muzlu rulo pasta gibi çok sevdiğim yiyecekleri yapabiliyor olmaktan gurur duyuyorum. Gerçi Tunç’un mısır ekmeği, bal kabağı çorbası ve vişne likörü yapımı mutfaktaki iddialı duruşumu biraz bozuyor ama olsun… Seni yeneceğim genç adam!
Tumblr media
Bol bol ürettim, belki kendim için pek vakit ayıramadım ama bunca aydır çalıştığım dergi için yazılar yazmaya devam ettim. Farklı internet siteleri için içerikler ürettim. Kitap okumaya daha çok vakit ayırmayı başardım, izlenecekler listeme dokunmaya başladım.
Nil Karaibrahimgil ya da Fahrettin Husband kadar Polyanna olamasam da bende de iyimserlik tanecikleri olduğunu düşünüyorum.
Şimdi sırada yeni yıl gelmeden pek sevdiğim bir projeyi daha ayağa kaldırmak var. Belli mi olur belki 31 Aralık’ta sanal sanal lansman da yaparım. Hayâl etmek başarmanın yarısıdır. Bu söz böyle değildi, ama şimdilik böyle kalsın olur mu?
EditBüdüt1: Mekânsal hafıza konusunu aydınlatacak kitaplara ve yazılara rastlamanız halinde paylaşmanız nasıl da şahane olur, anlatamam.
(*)EditBüdüt2: Yazma ya da üretme konusunda zaman zaman Dark Side’a geçmiş tavırlar sergilesem de beni dürtükleyen sevgili arkaaşlarım Dilem ve Tarık’a teşekkürü her zaman borç bilirim. (19 Aralık 2020)
0 notes
doriangray1789 · 5 months
Text
Kamp Yapacaklara Altın Değerinde Tavsiyeler
2002 y��lından beri hem teknik hem de keyfe keder kamp yapıyorum ve 20 yıldır kampçılık konusunda edindiğim en büyük aydınlanma şu oldu: her türlü kamp ekipmanı, sizin hayatta kalmanız için değil, konforunuzu artırmak içindir. aklınıza gelebilecek tüm kamp ekipmanlarının daha hiçbiri icat bile edilmemişken on binlerce yıl boyunca kamp yaparak yaşadık. bu yüzden kamp alışverişi yaparken, ne kadar konforlu olmak istediğinizi düşünerek alışveriş yapın. çok konforlu olmak istemek ayıp değil. ancak kampta çok konfor, yolculukta ve kurulumda düşük konfor anlamına gelir çünkü dünya kadar eşya taşımak zorunda kalırsınız. iyi düşünün.
sırt çantası alacaksanız, kişi başı 50 litreyi geçmemeye çalışın. mümkün olduğunca küçük sırt çantası alın. çünkü insanın garip bir psikolojisi var: çanta büyüdükçe o çantayı doldurma ihtiyacı hissediyor. “nasılsa yer var, belki lazım olur diye şunu da alayım” diyerek çantaya attığınız her şey size ekstra ağırlık, meşakkat, kamp alanında fazladan dağınıklık ve gerçekten lazım olan şeyleri çanta içinde bulma konusunda zorluk olarak geri dönecek. o yüzden 100 litrelik çanta alacağınıza 50 litrelik çantaya sığmaya çalışın. aslında ne kadar az ekipmana ihtiyacınız olduğunu gördüğünüzde şaşıracaksınız.
mutlaka kişi başı 1 tane kafa feneriniz olsun
fenerlerinizin mümkünse hepsinde kırmızı ışık modu bulunsun. kuşlar hariç doğadaki canlıların neredeyse hiçbiri kırmızı rengi göremez. bu yüzden gece karanlığında fener yaktığınızda “noluyo orada!?” diye yanınıza gelmezler. böcekler de kırmızı rengi göremedikleri için başınıza üşüşmezler. kırmızı ışık, doğal hayatın %90’ı için aslında zifiri karanlıktır. insan olmanızın avantajını kırmızı ışık kullanarak yaşayın.
kışın veya çok yüksek rakımda soğuk bir yaylada kamp yapmayacaksınız bulabildiğiniz en makul fiyatlı uyku tulumu işinizi görür (en ucuzunu almayın). 2 kişiyseniz, birbiriyle birleşip 2 kişilik olan uyku tulumları var, çok tavsiye ederim. romantikliğinden değil, 2 kişi aynı tulumun içindeyken çok daha iyi ısınır.
şişme yatak yerine, bulabildiğiniz en kalın matı almanızı tavsiye derim. eğer uzun süreli kamp yapacaksanız ve büyük şehirlerden uzaktaysanız şişme olan hiçbir şeye güvenmeyin. o yatak patlarsa, delinirse, hava kaçırırsa kampınız o anda biter ve kös kös geri dönmek zorunda kalırsınız.
iyi bir bıçak ve bir balta mutlaka alın
baltanın kampçılık sitelerinde satılan alengirli şeylerden olmasına hiç gerek yok, bunların %99’u palavradır. herhangi bir nalburdan alın (balta değil, nacakistiyorum diyeceksiniz), zaten çok daha ucuz olacak. sırt çantanıza asabileceğiniz büyüklükte olsun, çok büyük veya çok küçük olmasın. odun veya dal kesmeseniz bile çekiç gibi kullanırsınız, çadırın kazıklarını daha kolay çakarsınız.
eğer bir camping’de değil de yaban doğada kamp yapıyorsanız hayatta kalmanızı garanti edecek şey üstün yön bulma kabiliyetleriniz veya bushcraftbecerileriniz değil, cep telefonunuzdur. mutlaka yanınızda yedek, ikinci bir powerbank bulunduracaksınız ve acil durumlar haricinde asla kullanmayacaksınız. telefonunuz her zaman şarjı dolu, darbelere ve suya karşı koruma sağlayan kılıfında olacak. kamp yerine gittiğinizde şebeke çekiyor mu, gps’te sorun var mı diye daha çadırı kurmadan kontrol edeceksiniz. tanıdıklarınıza nereye kamp yapmaya gittiğinizi, ne zaman gittiğinizi ve ne zaman dönmeyi planladığınızı haber vereceksiniz. kampı kurduğunuzda tanıdıklarınıza lokasyonunuzu mesaj atacaksınız. sms ile gps koordinatlarını da atabilirsiniz, whatsapp’tan konum da paylaşabilirsiniz. telefonunuzu gereksiz yere kullanmayın
gerçekten hiçbir yerleşimin olmadığı dağ başında kamp yapıyorsanız, başka önlemler de almanız lazım
o bölgenin hangi köye veya mahalleye bağlı olduğunu bulun (google maps gösterir). o köyün muhtarına telefon edin (bir google araması ile 15 saniyede falan öğrenirsiniz numarayı) ve kamp niyetinizi belirtip bölge hakkında bilgilenin. temiz su kaynakları var mı, varsa neredeler? yaban hayat nasıl, yırtıcı hayvan (ayı, domuz, kurt) var mı? zehirli hayvan (mesela yılan) var mı? muhtar ve köylüler bunların hepsini bilir. ne zaman geleceğinizi ve ne zaman döneceğinizi belirtin.
o bölgeye bakan jandarma komutanlığını da öğrenin (muhtarlar bilir) ve onlara da niyetinizi haber verin. merak etmeyin rezil olmazsınız, %99 olasılıkla hem muhtar hem de jandarma sizinle ilgilenecek. bölgeye giderken muhtarını aradığınız köye uğrayın, kahvede oturup 1-2 çay için, taze ekmek alın ve muhtara uğrayıp bir selam verin. yanınızda küçük de bir hediye götürün. minik bir kutu çikolata olabilir. o muhtar sizi asla unutmayacak
çadırınızın bütün kazıklarını mutlaka çakın. düz değil açılı çakacaksınız çadıra göre yaklaşık 120 derece dışa doğru açılı olmalı. şiddetli ve sürekli yön değiştiren rüzgarlar çadırınızı alıp götürmesin.
-kazıkları çaktınız, sıkıca gerdirerek bağladınız. şimdi çadırın etrafını yaklaşık 10 cm derinlikte hendek gibi çevreleyen bir kanal açın. bu hendek yağmur yağması durumunda çadırınızın altına su girmesini engelleyecek. çadırınızın altı kapalı bile olsa bu gerekli.
çadırınızı kurduktan sonra çadırın önündeki alanın çadırınızla aynı büyüklükteki kısmını suyla hafifçe ıslatıp süpürgeyle süpürün. hatta bunu her sabah yapın. zemin sertleşir ve temizlenir. çadırınızın önünde nispeten güvenli bir tampon alan oluşur.
- çantanızda arı örümcek akrep vs sokmalarına karşı amonyak bulundurun. alerjik bünyelerde antidot bulundurmak şart.
- mutlaka ilkyardım çantanız olmalı.
olabildiğince ateş yakmaktan kaçının. illa ateş yakacaksanız sığ bir çukur kazıp etrafındaki tüm yanıcı maddeleri uzaklaştırın. çukurun etrafına taş dizin. dere yataklarından toplanmış taşlardan kaçının ama. içinde hapsolmuş su damlaları taşın patlamasına sebep olur. işiniz bitince mutlaka ateşi söndürün. kendiliğinden sönmüş görünebilir ancak külün altında görünmeyen korlar rüzgarla açığa çıkar ve tehlike yaratır.
- kap kacak bardak vs eşyalarınız esnek plastik veya metal olmalı. cam ürünler kullanmayın
5 notes · View notes
revebrises · 1 year
Text
Başlangıçta, nefret ve aşkın arasındaki ince çizgi boynuma dolanmış beni boğuyor gibi hissettim. Nefessiz bırakmaya değermişim gibi, içimde filizlenenler ben onları besledikçe yalnızca dikenli güllere dönüşecekmiş gibi. Bu beni üzmeli mi bilmiyorum ama gerektiğinde o dikenleri kendime sapladım, yeri geldi balmışçasına yuttum onları. Boğazımdaki yumruları deler geçer ve sana karşı ağzımı açmama yardım ederler diye. Onların keskinliğini ben bile fark edememişken o yüzüme vurdu, bu yüzden minnettar olacağımı düşünmemiştim hiç. O gece tekrar bıçaktan duvarlara savurdum kendimi; güzel değildi, yalnızca kırmızıydı ama her acıyı şiire dönüştüren biz değil miydik zaten? Dün ona, bugün sana, yarın belki bambaşka birine cehennemi yaşatmam söz konusuysa belki de orada benim olmam gereklidir sandım, yanılgılara düştüm. Ama karşıma bir şans daha çıktı, küllüğe ne kadar sert bastırırsam bastırayım o kıvılcım sönmedi ve soluklarım kesilmedi. Deniz kendine ait olmayanı kıyıya vurdurur, hayat ona ait olmasam çoktan beni kumlara bırakmaz mıydı? Toprağa, daha doğrusu. Bunların hiçbiri seninle, onunla veya onlarla ilgili değil. Şefkatimin dikenler değil de tomurcuklarla büyümesini istememe sen sebep oldun ama, bu inkar edilemez. Avuçlarıma doluşan kasımpatılar senin gibi güneşi görmek uğruna buzları kıracak kadar güçlü değil belki ama yumruğumu sıkıp ezmiyorum da onları. İçimdeki taç yapraklı sevgiyi sana göstermeme gayretindeyim, ona ve sahibine duyduğun şefkatten şüphem olmasa da böylesinin daha iyi olduğuna ikimiz de eminiz. Seninle aynı zaman dilimine denk geldiğim için mutluyum, gözlerimin önünde var olduğun için mutluyum. Kılını bile kıpırdatmadan bana hâlâ insan olduğumu hatırlattığın için mutluyum. Seni sevebildiğim için mutluyum ve bu benim için yeterli.
0 notes
mylifeismysong · 1 year
Text
26.03.2023 Pazar 22:36
Bugün canım çok sıkkın uyandım. Uyanırken bile iç sıkıntımı bastıracak, hayır bastıracak değil yok edecek bir motivasyon istedim. İçim sıkılıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kaldıramacağım yüklerin altına mı girdim? Kapasitem yeterli mi değil? Beni ne mutlu eder? Gilmore Girls'ü izliyorum. Uyumadan belki biraz kafam dağılır rahatlarım diye. Olmuyor. Allahım bir yol göster. Ne yapacağım bilmiyorum ne severdim ben ? Bana iyi gelecek hiç birşey yok mu ? Çok bunaldım. Daralıyorum. Neler oluyor yine ? İyiydim. Nedir bu üzerimdeki ağırlık? Sabah uyandığımda şunu düşündüm. Uyurken. Hayata çok şey veriyorum. Birşey alamadan veriyorum sadece gibi hissediyorum. Ve bunun beni tükettiğini hissediyorum. Biraz almaya ihtiyacım var. Allahım motivasyona ihtiyacım var. Enerjim tükeniyor. Kısılmış hissediyorum. Bu ne demekse .. Ramazanın 4. günü bitti. İçim buruk.. Güzellikler diliyorum Allahım senden. Enerjimi yenileyecek bir hayat motivasyonu gönder bana ne olur. Güzel, mutlu edici lutuflarına çok ihityacım var . Cok cok cok...İşin açıksası canımı sıkan bir konu da sanırım iş yerinde yapıtığım işin benden alınıp başkasına verilmesi. Kendimi geriye düşmüş hissettirdi. Motivasyonumu düşürdü. Biri söylesin ben yapayım istiyorum diyordum öylesi kolay sanıyordum. Ama ben yönetilmek değil yönetmeyi istiyormuşum bunu gördüm. İşlerin böyle olması güvenimi de zedeledi. Kendimi yetersizim galiba diye düşündürdü ve sanki yok ben yapamıyorum beceremiyorum derken buluyorum kendimi sürekli. Allahım ne olur bu konuda da bana yardım et. Zihnimi aç. Beynimi aç. Algımı aç. Kendimi aptal gibi hissetmeme engel ol. İçimde sürekli bir tedirginlik. Ne olur Allahım bana yapabildiğimi göster. İnsanlara yapabildiğimi göster. ..
Bir diğer konum Allahım, yaşımın ilerliyor oluşu beni çok endişelendiriyor. Kendimi bildim bileli senden bir sevgili istedim. Hayat arkadaşım olacak seveceğim sevileceğim bir eş istedim. Sınavım oldu. Hikmetini anlayamam. Bilemem. Ama hep ona sığındım. Bir sebebi olduğuna, demekki öğreneceklerim varmış dedim, belki hazır değilim dedim hep bir sebebi olduğuna inandım. Kendimi bildim bileli liseden beri. İnsanların sevgilileri olduğu yaştan beri benim de olsun istedim. Onunla evleneyim istedim. Gençlik yıllarım birer birer geçti 18,19,22,25,28,30,31 ve 32...Hiç..Hiç karşıklı aşkı yaşamadım. Yaşadım sandığımda ve evlendiğimde büyük bir hüsranla sona erdi zaten. Neden hep sevilmek istedim bu kadar? Bu kaygım neden ? Hiç anlam veremdim. Ama hep istedim. Kağıtlara yazdım dualarımı.. Çocukluk aşkı, gençlik aşkı, yaz aşkı, üniversite aşkı.. Bunların hiçbiri olmadı bende. Hep buna hasret kaldım. Sevmeye ve sevilmeye. Umreye eşiyle giden güzel çiftleri gördüğümde Allahım böyle biri nasip et dedim. Dubaide iki çift arkadaş grubu gördüğümde Allahım bana da eşimle arkadaşlarımla böyle bir tatile çıkmayı nasip et istedim. Londrada tanışan orda evlenen türk arkadaşlarımda belki benim de böyle olur duası taşıdım içimde. Hep istedim. Hep gıpta ettim. Bu kadar zor olduğunu tahmin edemezdim. Kendimi korudum sakladım ki eşimin karşına tertemiz çıkayım. Benim de karşıma öylesi çıksın... Hala bilemiyorum. Belki benim için böyle olması gerekti. Yine de çok şükür. Hayatımda bunun dışında çok şeye sahibim. Şımarıklık etmek istemem.. Ama .. insan istiyor.. sevmek sevilmek.. Hayata geç kalmamak.. Eğer kurulu düzen sistem bu ise, buna erişmek. Hala istiyorum Allahım... Bu koşturmanın stresin içinde yüzümü güldürecek bana hayat enerjisi verecek beni sevecek değer verecek üzmeyecek, Senin ve benim seveceğim birini...Gözümü açamayacak kadar yorgun olduğum sabahlarda mesajını görünce enerjimin yerine geleceği o anları yaşamak istiyorum Allahım. Ne olur bu sene nasip et...İşimde de yardımcım ol. İlişkilerimde de Allah'ım. Güzel lutuflarına talibim. Ailemin beni iyi yerlerde görmesini nasip et. İşimde eşimde. Amin!
1 note · View note
hakanyuksels · 1 year
Text
Lale
Hayat dediğimiz bu yolculuk çok kısa ve meşakkatli bir yol. Bazen taşlı bazen ise dikenli yollardan geçtiğimiz uzun bir yol. Ama o yolu çiçeklerle bezemek ve güzelleştirmek de sizin ellerinizde. Yapmanız gereken tek şey ise o çiçeklerin tohumunu bulup ekmek. Evet çiçekler ve ağaçlar uzun vadede büyürler bazılarının ömürleri de kısadır. Lale mesela, yılda bir kere açar, ama güzelliği ve kokusu görülmeye ve yaşamaya değerdir. Peki sen o yol için ne yapıyorsun? Bu soruyu sorduğun zaman gittiğin yolu güzelleştirmek için elinden geleni yapıyor insan. Pişmanlıkların, keşkelerin ve iyikilerin geliyor aklına. Neden harekete geçmiyorsun? Neyi bekliyorsun ki! Enkaz altında kalıp tekrar hayata dönmeyi mi? ya da ölümün eşiğinden dönüp sihirli bir değneyin sana dokunmasını mı? Bunların hiçbiri olmayacak bunun farkında değil misin? Bir an önce o yolu güzelleştirmen gerektiğinin farkında değil misin? Bir kahve iç mesela, kendi başına dışarı çık. İnsan içerisine karış, martıların sesini dinle. Kendine sadece senin olacağın alanlar yarat. En önemlisi de ne biliyor musun? Keşke dediğin her şeyi yapmaya başla. Hepimizin ölmeden önce pişmanlıklarımız ve keşkelerimiz olacak. Bazen yarım kalmış cümleler ve hayatlar. Neden bunu en aza indirmeyesin ki? Gerçekten düşündüğümüz kadar varız, kendimizi sevdiğimiz ve değer verdiğimiz kadar. Laleler kadar kısa, bir o kadar da güzel. 
1 note · View note
herokinn · 1 year
Text
Nasıl unutur..
Kusur zannettiğin her ayrıntına bakmaya doyamadığımı nasıl unutacak , akıldan uçar gider de kalbimden nasıl ayrılacak bu denli ağır sarmalanmış sarmaşık. Uyurken hareket eden burun kanatlarını izlediğim sonsuz dakikaları nasıl söküp alacağım kaderimden. Gözlerine bakarken artik gözüm dolmayacak belki ama bunun yükü de kalbime yüklendiğinde kalbim dolup dolup taşacak , içinde bir nefese yer kalmayan göğüs kafesime nasıl anlatacağım artik bunları geride bırakmam gerektiğini . Anı seninle yaşamadığım zamanlarda geçmiş geçiyordu bir şekilde , mutluluk sandığım mutlu anlar ve en acı günüm sandığım bir kaç küçük acı .Şimdi nasıl unutur , bu kalp içini hakikatle dolduran anları .Yaşamışken bu denli nasıl yaşamamış gibi yapabilir . Ya da kalbime yakışan bu iyi ve güzeli nasıl ayırıp da sıradan hayatına döner , nasıl coşkuyla atmayı bırakır , nasıl atar demeyeceğim atmak zorunda çünkü . Geçer belki ha , bir gün unutur , bir gün mutlu olur .Kurtulur acılardan kederden . Kederlenme güzelim , kalbimin güzeli. Senin taşıdığın yükü kalbimin üzerine için rahatlar şekilde koyabilirsin . Hani demiştin ya “o kalbin çok iyi ve özel ona iyi bak “ o zaman da seninle güzeldi . İçimde bilmediğin bir sen vardı zaten . Şimdi yüklerini benim kalbime yükleki orada olmamasını istediğin sen altında ezilsin . Sesi kesilmez belki ama biraz olsun diner. Olsun , onunla birlikte ben de ezilirim altında , zaten sen yokken hep bir şeylerin altında ezilen ben değilmiydim . Zor olmaz diye düşünüyorum alışmak bomboş hayatıma . En azından o zamanlar fikrini önemsediğim tek insan karakterimden şüphe duymuyordu . Bununla yüzleşmek de benim cehennemim olsun . Bunların hiçbiri senin suçun değil kalbimin güzeli .. Zaten getirip kalbime bıçağı saplasan da senin suçun olmaz . Çünkü o kalbi güzelleştiren sendin…
Kendine iyi bak olur mu ,rabbime emanetsin , seni hep iyilerle karşılaştırsın , en büyük zulümü yapsan da benden iyiyi göreceksin , çünkü içimde senin için kötü bir şeye hiç yer olmadı .Yolun açık ve güzel olsun kalbimin güzeli …..
Vardım ki seni sevdim , evler arasında bir evdin…
Evime veda mektubu :)
03.12.2022~VEDA
1 note · View note