Tumgik
#ulusların kendi kaderini tayin hakkı
mriya2014 · 5 months
Text
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı korkunç bir girişim ve ya Kaos tetikleme bir oyunu
Sade bir kapalı çember içinde var olan bazı insanların bildiği ve başkalarının da bilmediği gibi bir bilgi olarak saklanan bir sır olarak anlatılan Büyük Hayat sırrı olarak anlatılmak istenen gerçek : “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı korkunç bir girişim değil sade doğada Kaos tetikleme olarak algılanabilir. Ve bu Kaos tetikleme görünmeyen bir itici güç periyodik olarak Hayat akışın önüne…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
yorgunherakles · 3 years
Quote
sapma atomun bağrında karşı mücadele verebilen ve direnebilen o şeydir.
karl marks, doktora tezi -  lucretius okuması
17 notes · View notes
ruptureline · 4 years
Text
Mühürler - Gökhan Atılgan
İbrahim Kaypakkaya ve Proleter Devrimin Güncelliği, Ateş Uslu
462 - Kaypakkaya bir yandan Maoizmden etkilenerek geliştirdiği devrim stratejisini Türkiye’nin özgül koşullarında hayata geçirmeye çabalamış ve bu doğrultuda Türkiye Komünist Partisi-Marksist-Leninist (TKP-ML) adlı illegal örgütü kurmuş, diğer yandan da bu devrim stratejisini de tamamlayacak şekilde derinlikli bir Kemalizm eleştirisi yaparak ulusların kendi kaderini tayin hakkı konusunda kapsamlı bir analiz ortaya koymuştur.
465 - ABD Donanması Altıncı Filosu’na karşı Temmuz 1968’de dü- zenlenen gösteriler bağlamında yayımladığı bir bildiri nedeniyle Kasım 1968’de Yüksek Öğretmen Okulundan atıldı. Aynı dönemde sosyalist gençler arasında MDD tezleri giderek daha fazla yaygınlık kazanıyordu; Kasım 1968’de yayınlanmaya başlayan Aydınlık Sosyalist Dergi (ASD), Mihri Belli çevresinde toplanan Milli Demokratik Devrim yanlılarını bir araya getiriyordu. Bu tezler İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Fikir Kulübü içinde büyük ilgi topladı. Kaypakkaya, 1969 ortalarından itibaren Milli Demokratik Devrim tezini benimsedi ve hemen sonrasında Türk Solu dergisine yazılar yazmaya başladı; önce grevler ve toplumsal mücadelelerle ilgili kısa haberler kaleme aldı, daha sonra daha ayrıntılı haberler yayımladı.
466 - Aydınlık dergisi 5 Ocak 1970’te ikiye bölündü; Mihri Belli, Mahir Çayan, Münir Ramazan Aktolga, Yusuf Küpeli ve Atilla Sarp’ın dahil olduğu bir grup Aydınlık Sosyalist Dergi’yi çıkarırken Doğu Perinçek, Şahin Alpay, Halil Berktay, Gün Zileli, Cengiz Çandar, Ömer Özerturgut, Oral Çalışlar, Atıl Ant ve Bora Gözen’in dahil olduğu bir diğer grup Proleter Devrimci Aydınlık’ı (PDA) çıkardı.
467 - Dünya sosyalist hareketi içinde 1960’ların ortasından itibaren Çin Devrimi ve Maoizme yönelik olarak büyük bir ilgi uyanmıştı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile Çin Komünist Partisi arasında 1950’lerin ortasından itibaren ideolojik düzlemde ayrılıklar kendini göstermişti: Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1949 yılını izleyen yaklaşık beş yıllık dönem boyunca Çin Marksizmi, Sovyet Marksizminin yoğun etkisi altında gelişirken 1955’ten itibaren Mao başta olmak üzere Çin komünistleri Çin’in özgüllüklerine dikkat çekmişlerdi.
472 - Kaypakkaya, 1971 sonu ve 1972 başında TİİKP yönetiminin Türkiye tahlili ve devrimci strateji konusundaki konumlanışlarını eleştiren üç yazı kaleme aldı: “Türkiye’de Milli Mesele” (Aralık 1971), “Başkan Mao’nun Kızıl Siyasal İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım” (Ocak 1972), “TİİKP Program Taslağı’nın Eleştirisi” (Ocak 1972).
Bu raporun yayımlanması sonrasında Kaypakkaya ve bir grup arkadaşı, Perinçek ve diğer TİİKP yöneticilerinin silahlı mücadeleyi geciktirdikleri, pasif ve reformcu oldukları gerekçesiyle Şubat 1972’de örgütten ayrıldı. Bu grup 24 Nisan 1972’de Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist (TKP-ML) adlı ayrı bir örgüt kurdu; örgütün silahlı kanadı ise Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) adını taşıyordu.
474 - Kaypakkaya, Kemalizmi ilerici olarak değerlendiren bu yaklaşımları reddeder. Ona göre içinde bulunulan dönem “proleter devrimleri çağı”dır. Kurtuluş Savaşı’nın Asya’nın ezilen halklarına cesaret verdiğini söyleyenleri de olumsuzlar. Ona göre Kurtuluş Savaşı “Asya’nın korkak burjuvazisine ve emperyalist ülkelerin mali oligarşisine” cesaret vermiştir.
475 - Kaypakkaya Mao Zedong’un bulgularından hareketle komprador burjuvaziye ve toprak sahiplerine karşı “milli burjuvazi” ile ittifak yapılmasını öngören, Kemalist Devrimi de bir “milli burjuva” devrimi olarak değerlendiren Milli Demokratik Devrim yanlısı yazarlara eleştiriler yöneltir. Kaypakkaya Lenin, Stalin ve Şnurov’un yazılarında kullanıldığı haliyle “milli burjuvazi” teriminin Mao Zedong’un eserlerinde karşılaşılan “milli burjuvazi” terimi ile karıştırılmaması gerektiğini söyler. Lenin, Stalin ve Şnurov ise ‘milli burjuva’yı ‘Türk olan burjuva’ anlamında kullanırlar; Mao ise ‘milli burjuvazi’yi ‘işbirlikçi/komprador’ burjuvazinin karşıtı olarak kullanmaktadır; üstelik Şnurov toprak ağalarını da “burjuva” kategorisi içinde değerlendirmektedir. Dolayısıyla Lenin, Stalin ya da Şnurov’un eserlerinde Kemalist Devrimi ‘milli burjuvazinin devrimi’ olarak nitelemeleri, onların Kemalist Devrimi Türk burjuvazisinin devrimi olarak gördüklerini gösterir; bu anlamıyla milli burjuvazinin içinde emperyalizm ile işbirliği yapan (‘komprador’) burjuvazi de bulunur.
476 - Kaypakkaya, Cumhuriyet Halk Partisi ile diğer partiler (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Demokrat Parti-Adalet Partisi) arasındaki çatışmaları ilericiler ve gericiler arasında bir mücadele olarak düşünmez; bunları toprak ağaları ile komprador burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki gerilimler olarak ele alır.
477/8 - Kaypakkaya, Kemalistlerin devletçi oldukları gerekçesiyle onlara ilericilik atfedenlerin görüşlerini de kesin bir şekilde reddeder. Hâkim sınıfların hiçbiri ebedî olarak devletçi, hür teşebbüsçü, tek partici ya da çok partici değildir; hâkim sınıflar konjonktüre göre ekonomi politikası ya da parti sistemi gibi alanlarda tercihler yapabilirler ve sosyalist hareket bu tercihlere dayanarak hâkim sınıflara ilericilik atfedemez: “bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz.”
484 - Mao, kızıl iktidarın emperyalist bir ülkede ya da bir sömürgede mümkün olmadığını, ancak yarı-sömürge olan Çin’de mümkün olduğunu söyler. Kızıl iktidarın var olması bir “olağanüstü olay”dır, başka bir olağanüstü olayın varlığıyla (beyaz rejimin savaş içinde bulunmasıyla) gerçekleşebilir, bu da Çin gibi yarı-sömürgelerde mümkün olur.
1960’ların ikinci yarısında ortaya atılan Milli Demokratik Devrim stratejisiyle Kaypakkaya’nın Çin Marksizminin etkisiyle 1970’lerin başında savunduğu “kesintisiz ve aşamalı devrim” stratejisinin birbirinden farklı niteliklere sahip olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Milli demokratik devrim stratejisinde işçi sınıfı, köylülük, küçük burjuvazi ve milli burjuvazinin ittifakıyla emperyalizm ve feodalizme karşı yapılacak olan bir “milli demokratik devrim”in tamamlanmasından sonra sosyalist devrim için gerekli şartların oluşacağı savunulurken, “kesintisiz ve aşamalı devrim” stratejisinde aşamalar tek ve bütünleşik bir sürecin uğrakları olarak tarif ediliyordu. Kaypakkaya (ve aynı dönemde Çayan) Mihri Belli gibi Milli Demokratik Devrim teorisyenleriyle polemiğe girerken gerek terminolojik açıdan, gerekse içerik açısından ‘milli demokratik devrim’ stratejisi ile bir kopuş gerçekleştirmişlerdir. 
495 - Kaypakkaya Türkiye tahlili yaparken sınıflar üstü bir devlet tanımına başvurmaksızın ya da ‘ilerici burjuvazi’ ezberini tekrar etmeksizin Kemalizme keskin bir sınıfsal eleştiri yöneltmiş; ulusal sorunu incelerken ise bir yandan milliyetçiliği radikal bir şekilde reddetmiş, diğer yandan da soyut ilkesel bir ‘ulusların kendi kaderini tayini’ savunusu yapmak yerine ‘ulusların kendi kaderini tayini’ni proleter devrim perspektifinden değerlendirmiştir.
1 note · View note
serhatnigiz · 5 years
Text
Tarihsel Ulusçuluk, UKKTH’nin Açmazları ve Bölgesel Devrim Üzerine
Tumblr media
“Marx ne sistematik bir ulusal sorun teorisi, ne “ulus” kavramının tam bir tanımını verdi ne de bu konuda proletarya için genel bir siyasal strateji geliştirdi. Konuya ilişkin makaleleri genellikle özgül durumlarla ilgili somut siyasal önermelerdi.”
Michael Löwy
Proletaryan-sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels; emeğin yayılım grafiği/mekaniği açısından ele alındığında D3 (nicel dönüşmüş sanayi emeği/dıştan yanmalı buharlı makinalar/kısmen içten yanmalı motorlar) döneminde yaşamıştı. Bu dönemde dünya hala büyük oranda feodal mekanik tarım emek ilişkilerinin ve pazarlarının/ürünlerinin hakimiyeti altında idi. Burjuvazinin; özellikle de ön-sanayiburgların feodal dönemden kalma soya dayalı aristokratik/monarşik yapıları ve tarım emeğine dayalı ürün-meta-pazarlarını ortadan kaldırabilmek için (aydınlanma/ilerleme düşüncesinin de izlerini taşıyan) ulusçuluk ideolojisinden yararlanmak istemesi bir raslantı değil, bilinçli bir sınıf tercihi olma özelliğine sahipti. Keza; ulusçuluk bu dönemin D3-kapitalizminin gelişme dinamiklerine de uygun düşen bir ideolojiydi. Bu anlamıyla “ulus” kavramı ve “ulusçuluk” ideolojisi doğduğu andan itibaren burjuva içerik taşıyan bir kavram ve ideoloji olarak günümüze kadar varlığını sürdürdü.
Bu dönemde D3-ön-proletaryasının mücadeleleri bile ulus temelinde ve ulusal ölçekte gerçekleşiyor; proletarya ulusal pazar ekonomisi içindeki konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Ve yine bu dönemde özü itibariyle ulusalcı ve reformist bir akım olarak doğan ön-sendikalizmdeki nispi yükselişin arka planında da işçilerin/proleterlerin artık-değer sömürüsünden/ödenmemiş/gasp edilmiş emekten daha fazla “ulusal pay alma” mücadelesi vardı. O dönemde sanayi kapitalizminin en çok geliştiği yer olan İngiltere’de ortaya çıkan Çartist hareketi bu mücadelelerin en tipik örneklerinden biriydi. Kaldı ki; başka Avrupa ülkelerinde de benzer işçi/proleter hareketleri eş zamanlı olarak cereyan ediyordu. Marx ve Engels’in ulus ve ulusçuluğa ilişkin ilk fikirlerinin olgunlaştığı ortamda böylesi bir emek-konjektürüne denk düşmekteydi. Kuşkusuz bu öncül fikirler bütünsel bir teorik yaklaşımdan daha çok; dönemin özgül şartları içinde gelişmiş olan somut tahliller olma özelliğine sahipti. Bu açıdan bakıldığında; Marx ve Engels’in Polonya ve İrlanda sorunlarını (ve diğer "ulusal sorunları") ele alış biçimleri de yine bu tutumun izlerini taşımaktaydı.
1844 Devrimleri, 1789 Paris Komünü vb. gibi birçok tarihi (burada değinemeyeceğimiz kadar çok isyan, ayaklanma, halk hareketi vs.) olay öncelikli olarak "ulusal" hareketler olarak başladı. Keza; bu döneme damgasını vuran asıl şey, feodalizme karşı yürütülen her türden ulusal-devrimci-hareketler ve yeni ön-ulus-devletlerin kuruluş süreçleri olmuştur. Başka bir deyişle; ister burjuvazinin önderliğinde olsun, ister köylülüğün ve proletaryanın da aktif katılımı biçiminde olsun, bu dönemde gerçekleşen bütün siyasal ve sosyal hareketler asıl olarak ulusal bir karaktere (başka bir deyişle, ulusal bir pazarın inşası sürecine) bürünmek zorunda kalıyordu. Kuşkusuz bu durum; doğal olarak ulusal bir sanayi pazarı üzerinde yükselen (burjuvayan ve proletaryan) kapitalizmin nesnel ve öznel gelişme dinamiklerinden kaynaklanıyordu.
Marx ve Engels’den farklı olarak; Lenin (nitel değişmiş sanayi emeği-D4) döneminde ise, bu sefer kapitalist-ulusçuluk merkezden merkez-çevreye ve merkez-karşıtına doğru (sömürgecilik ve emperyalizm biçiminde) kaymaya başladı. Zira; sanayi emeğinin Batı’dan Doğu'ya doğru hareketi, yani feodalizmin Ön Asya’da ve Uzak Asya'da tasfiye edilmesi sürecinde; yine çeşitli türden proletaryan hareketler ve milli kurtuluşçu hareketler bu "ulusçuluk" gömleğini büyük bir iştahla giydiler. Keza; bu "gömlek" özü itibariyle global-feodalizme karşı minimal kapitalist ulusçu-devrimler dönemine de işaret ediyordu. Öte yandan, bu döneme damgasını vuran ulusçu-proletaryan-kapitalizmin temellerinin de yine Ekim Devrimi ve Bolşevizm’in öncülüğünde şekillenmiş olması da hiçte raslantı değildi.
Örneğin; Rusya'da liberal burjuva partisi KADET'lerin zayıf olması, yani D3 ön-sanayi-burjuvazisinin zayıflığını fark eden Lenin, ikili iktidar sürecinde D3 burjuvazisinin de “rolünü çalarak” araya girmeyi başardı ve Rusya'da proletaryan karakterli ama özü itibariyle feodalizmin tasfiyesini hedefleyen bir ulusal sanayi kapitalizminin; yani proletaryan-kapitalizmin inşasına girişildi. Başka bir deyişle, Lenin öncülüğündeki Bolşevik Partisi’ni iktidara taşıyan asıl etken D3 burjuvazinin “demokratik” görevlerinin de (siz bunu kapitalizmin/sanayi emeğinin iktidarının kurulması olarak okuyun) proletarya ve köylülük tarafından sırtlanılmış olmasıdır. Dahası; Rus liberal burjuvazisine kıyasla proletaryanın ve köylülüğün desteğini kazanmış olan radikal-Bolşevizm, D3 Rus burjuvazisinden çok daha hızlı bir biçimde Rusya’da feodalizmin tasfiye edilmesi ve geniş bir coğrafyaya yayılmış olan ulusal bir sanayi kapitalizminin kurulması süreçlerini (ağır bedeller de ödeyerek) tamamlamayı başardı. Kısacası; burjuvazinin merkez çevredeki zayıflığı, proleter ve köylü kitleler tarafından desteklenen merkezi bir öncü parti ve deneyimli kadrolar sayesinde Bolşeviklere “yukardan aşağıya doğru” sanayileşme yolunda büyük bir taktik ve stratejik avantaj sağladı. [1].
Merkez kapitalizmde (Özellikle de Batı Avrupa ülkelerinde) 2.5 asırda tamamlanabilmiş olan feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin “aşağıdan yukarıya doğru” inşası, merkez çevreye ve merkez karşıtına gelindiğinde ise, tıpkı Rusya ve Çin örneklerinde de görüldüğü gibi “tepeden inme” bir “prusyatik” ulusal memur-kastları kapitalizmi niteliğine bürünmüştür. Keza; dönem feodalizmin tasfiye edilmesi ve miminal kapitalist pazarların ve minoktokratik-devlet aygıtlarının inşa edilmesi dönemiydi. “Ulusalçılığın” o dönem için proletaryan-marksizmin içine işlemiş olması; asıl olarak sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı sınıf düşüncesi üzerine oturan yapısından (ki proletarya da aynı ulusal sanayi pazarının bir parçası idi), kendi döneminin nesnel emek yasalarından ve bu eğilimlerin/üst yapısal formasyonların ulusal pazar ekonomilerinden bağımsız bir şekilde gelişmesinin mümkün olmamasından kaynaklanıyordu. [2].
Ne Marx, ne Engels, ne Lenin vs. hiç kimse kendi tarihsel emek kesitinden ve o kesitin nesnel ve öznel emek yasalarından bağımsız olarak ele alınamaz. Bu yüzden Marx ve Engels’in “D3-ulusçuluğu”nun, Lenin’in de “D4-ulusculuğu”nun etkilerini taşıması kaçınılmazdır. Hele bugün için minimalist-ulusçuluğun tükenme sürecine girdiği, tekno-tekellerin ulus-üstü bölgesel ve uluslararası hareketine dayalı glokalist-ulusçuluğun ve teknik-sömürgeciliğin/emperyalizmin ise hızla öne çıkmaya başladığı bir emek-konjektüründe; ulusçuluk üzerine yapılacak bir tartışma asla emek türlerinin birleşik-çatışkısal iş bölümü diyalektiğinden/mekaniğinden; dolayısıyla emekolojik yol ve yöntemden yararlanılmadan yapılamaz.
İnsanı ve insan toplumlarını emeğe “indirgemeden” ve emeği kendi içinde nitel ve nicel alt ve üst türlere ayırmadan; tarihsel koşullara, kişilere ve sınıflara bakan her anlayış bilim dışı bir yanılsamadan ibarettir. Gerçekte ise böyle bir gerçeklikte yoktur. Dahası; ister “teocu-marksist” akımlar olsun, ister “postçu-marksist” akımlar olsun, benzer bütün yaklaşımlar var olan gerçekliğin soyut bir yanılsamasına saplanıp kalmaktan da öteye geçememektedir. Bunun en bariz örneklerini; bugün “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” talebi etrafında yapılan bir dizi teorik ve politik tartışma vesilesi ile de görebiliyoruz.
Her "ulusun" kendisini ayrı bir devlet biçiminde örgütleme hakkını temel alan Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) talebi, 20 yy. ilk ve ikinci yarısında feodalizme karşı kapitalizmin (mevcut sanayi emek güçlerinin) gelişimi açısından "ezilen ulus" hareketlerine belirli ölçülerde “ilerici”, “devrimci” ve “demokratik” bir nitelik kazandırmış olsa da, günümüzde glokal-kapitalizm ile birlikte ulusal sanayi ekonomilerinin ve ulus-devletlerin hiçbir tarihsel ilericiliği kalmadığı için, "ulusal sorunların" yine ulus-devlet temelinde her daim burjuva çözümünü savunmakta, sosyalist/komünist bir bakış açısı olma özelliğini topyekün yitirmiş durumdadır. Başka bir deyişle, bir burjuva akım olarak minimal-ulusçuluk akımı; gelinen aşamada hem siyasi, hem iktisadi hem de kültürel açılardan ilerici, devrimci ve demokratik özelliklerini büyük oranda kaybetmiş olan, atıl, gerici ve savunmacı pozisyona düşmüş olan bir ideoloji durumundadır. [3].
Bu yüzden günümüz dünyasında; UKKTH EKKTH'yi değil, emeğin kendi kaderini tayin hakkı "ulusun" kendi kaderini tayin hakkını belirlemek zorundadır. Emeğin en ileri kesimini oluşturan protekyanın (teknik/elektronik emekçiler sınıfının) ideolojik ve politik önderliği olmaksızın "ulusu" (emeği) oluşturan sınıfların, başta proletarya (sanayi emekçileri) ve köylülük (tarım emekçileri) olmak üzere kurtuluşu da mümkün değildir. Bu açıdan "ulusal soruna" bağlı olarak gelişen her türden etnik kimlik talepleri, dilsel ve kültürel haklar, yerel ve bölgesel eksenli demokratik görevleri de kapsayacak bir biçimde, devrim ve sosyalizm mücadelesinden (protekyanın kurtuluş mücadelesinden) ayrı ele alınamaz. Bunun aksini idda edenler; gerçekte klasik UKKTH savunusunun arkasına saklanıp (bilerek ya da bilmeyerek de olsa) protekyanın asıl sınıf düşmanları olan sanayiburgların ve teknoburgların glokal-sömürgeci/emperyalist politikalarının şuursuz takipçileri olmaktan da kurtulamamaktadır.
Örneğin; Türkiye, Irak, Suriye ve İran’ı kapsayan dört parçalı Kürt çoğrafyası düzleminde Kürt emekçilerinin kurtuluşu diğer bölge emekçilerinin kurtuluşundan ayrı düşünülemeyeceği gibi, her türden burjuva ve küçük burjuva ulusalçı hareketin sözde "ulusal kurtuluş programı" da ne bölge haklarına ne de dünya halklarına barış getiremeyeceği gibi, glokal-kapitalizmle ve değişen iktisadi (tüketim-değer) yasa(sı) ile birlikte bütün bu hareketler de glokal-sömürgeciliğin/emperyalizmin yerel ve bölgesel "küçük ortakları" ve “şubeleri” olarak kalmaktan da kurtulamayacaktır. Bu durum; hareketlerin politik ve ideolojik önderliklerinin öznel ve menfi tercihlerinden değil, asıl olarak glokalizmin eski tip minimalist-ulusçuluğun maddi zeminlerini yok etmeye dönük yürüttüğü glokal pazar savaşlarına dayalı militarist ve yayılmacı yeni emperyalist siyasetinden kaynaklanmaktadır. [4].
Keza; sözde "taktik ortaklık" adı altında glokal-emperyalist güçlerden ufak ya da büyük "pay koparabileceği" yanılsamasına kapılan her türden glokal-ulusçu hareket; son tahlilde ulus-üstü kapitalist tekellerin bölgesel ve yerel siyasetinin kullanışlı bir "tüketim aracı" olmaktan öteye geçemeyeceğini acı bir biçimde deneyimleyerek öğrenmek zorunda kalacaktır. Bu tespit özü itibariyle; “ulusal soruna” ya da “ulusal hareketlere” ilişkin bir büyüklük (tepeden bakma) dikotomisi değil, askine kapitalizm sınırları içinde demokratik ve reformist çözüm arayışı içinde olan hareketler dolayımıyla “ezilen” kimlik ve kültürden olan emekçileri bekleyen yakın ve uzak tehlikelere dikkat çekme sorumluğunun bir gereğidir.
Kürt halkı ve emekçileri de dahil olmak üzere, farklı milletlerden emekçilerin (Türk, Yunan, Ermeni, İran, Arap, Rus vs.) kurtuluşu ancak ortak ve ayakları yere basan bir “bölgesel devrim” programı ve strateji ile gerçekleştirilebilir. Aksi takdirde; “ulusal” kompartımanlar yoluyla birbirlerine karşı sürekli düşmanlaştırılmaya çalışılan bu halklar, glokal-kapitalizmin derinleşen mali, askeri ve siyasi krizine bağlı olarak, egemen sınıflar eliyle yoğunlaştırılan militarizm ve şovenizm virüsüne karşı ortak bir zeminde buluşamadığı müddetçe, tıpkı iç savaş cenderesinden bir türlü çıkamayan Libya ya da Suriye deneyimlerinde de görüldüğü gibi, sömürgeci ve emperyalist politikalar neticesinde, bütün bu halklar glokal-kapitalizmin bölgesel hesapları için birbirine karşı kışkırtılabilecek olan “kullanışlı araçlar” olarak görülmeye de devam edilecektir.
Bu gidişata karşı “imdat freni” ancak protekyanın politik ve ideolojik önderliği altında gerçekleşecek olan bir bölgesel devrim stratejisi ile çekilebilir ki; glokal-kapitalist politikaların yayılmacı ve istilacı doğasına karşı bölgesel protek-proleter devrim stratejisi, sadece Türk ve Kürt emekçilerini değil, tüm bölge halklarını da kapsayacak bir bölgesel devrim perspektifinin katölüzörü olacaktır. Keza; minimal sanayi pazarlarının parçalanarak yerini bölgesel ortak pazarlara bırakmaya başladığı bir dünya konjektüründe; Balkanlardan Kafkaslara, Anadolu’dan Ortadoğu’ya kadar uzanan geçiş bir çoğrafi hatta emekçilerin kurtuluşu bölgesel bir mücadele programının başarılı olmasına bağlıdır.
Dolayısıyla; bölgesel pazarların bölgesel birleşme süreçleri kaçınılmaz olarak bölge devrimlerini de zorunlu hale getirmektedir. Ve yine aynı şekilde ulus-ötesi bölgeselleşme olgusu bölgesel düzeyde faaliyet yürüten devrimci partilerin yaratılması sorununu da gündeme getirmektedir. Bu açıdan devrimci parti modelinin hem teorik hem de pratik ayaklarına ilişkin yeni emek dinamiklerine uygun bir programatik, taktik, stratejik hattın benimsenmesi de bir elzemdir.
Kuşkusuz merkez-çevre konumlanışta yoğunlaşmış olan glokal-kapitalizm kaynaklı çelişkiler yığını ancak yine bölge emekçilerinin ortak bir mücadele perspektifi eliyle aşılabilir ki; kendiğinden isyanlara dayalı “ön-devrimci” durumların şimdiden ayak seslerinin duyulmaya başlandığı bu ara geçiş sürecinde, glokal-sömürgeci/emperyalist saldırganlık karşısında yine aynı ölçekte emeğin bölgesel devrim stratejisini hayata geçirmeye çalışmak protek-sosyalist/komünist güçlerin asıl görevi olmalıdır.
Bu noktada; protek devrimci bir disiplinin yaratılabilmesi ve devrimci bir önderliğin inşası için gerekli olan siyasal ve örgütsel stratejilerin ve taktiklerin geliştirilmesi de, bütünsel bir sınıf mücadelesi perspektifinin zayıf olduğu koşullarda emekçi sınıfları bekleyen tehlikelere karşı tetikte ve uyanık olma ihtiyacının en temel gereği olmayı da bugünde sürdürmektedir. Önemli olan buzu kırıp yolu açmaktır; gerisi de mücadelenin büyütülmesiyle birlikte mutlaka gelecektir.
Dipnotlar
[1] Burjuvayan-kapitalizm proletaryan-kapitalizmi aşamaz. Keza; Burjuvayan kapitalizmin/sanayi emeğinin iktidarının en ileri ve “sosyal-demokratikleşmiş” biçimi proletaryan-kapitalizmdir. Örneğin, Rus halkının son yıllarda minoktokratik-kapitalist döneme özgü ulusal refah ve kalkınma eksenli sovyet politikalarına özlem duymasının asıl sebebi; gloktokratik-kapitalizm ile birlikte, sadece Rusya'da değil tüm dünyada farklı oranlarda ekonomik yapının ve çalışma hayatının yoğun bir biçimde “esnekleştirilmesi” ve sosyal hakların kısıtlanmasına bağlı olarak nispi/göreli refahın/artık-değerden alınan emekçi payının düşme eğilimine girmiş olmasıdır. Emeklilik yaşının artışı, ücretlerdeki düşüş, alım gücündeki zayıflama, devlet yardımlarımdaki kesintiler (sağlık, okul, kreş) vb. gibi bir ton şeyden dolayı emekçi sınıfların geçmiş "sosyalizm" deneyimlerine özlem duyması gayet normal bir durumdur. Lakin; tarihin/emeğin "tekerinin" geriye doğru döndüğü hiçbir zaman görüşmemiştir. Yeni bir devrim ancak yeni bir emek biçimi/teknik emek ve yeni bir emek sınıfı/protekya ile mümkündür. Proletaryan-kapitalizm ve proletaryalist-devrimcilik kapitalizmin en ileri sosyal-demokratikleşmiş biçimi olarak tarih sahnesindeki işlevini tamamlayarak artık sosyalizm mücadelesi sahnesini protek-sosyalizme ve protekyan-devrimciliğe bırakmaya mecburdur.
[2] Yaşadıkları zaman dilimi itibariyle ve “ulusal sorun”da gerekli olan bilimsel yöntem sorununu o dönem için yeterince çözememiş olmalarından da kaynaklı olarak Marx ve Engels; ulusal sanayi emeğinin kullanıcı-sınıf yanını oluşturan proletaryaya gereğinden fazla “anti-ulusçu” misyonlar yükleyerek hatalı çıkarımlarda bulunmaktan da kurtulamamıştır. Örneğin, Marx ve Engels Alman İdeolojisi’nde şu tespiti yapıyordu: “…her ülkede proletaryanın tek ve ortak bir çıkarı, tek ve ortak bir düşmanı, tek ve ortak bir mücadelesi vardır. Ancak proletarya ulusallığı ortadan kaldırabilir, ancak proletarya ulusların kardeşliğini mümkün kılabilir.” Marx ve Engels’in yorumlama biçiminin aksine; tıpkı burjuvazi gibi proletarya da ulusal sanayi kapitalizminin üzerinde yükseldiği için, bir sınıf olarak ortaya çıkışından itibaren ulusalcı ideolojilerin “doğum lekeleri”ni de bünyesinde daima taşımak zorunda kalmıştır. Dahası; proletaryanın farklı ülkelerde ve farklı dönemlerde kendi burjuvazisinin “ulusal çıkarlarını” peşinen kabul etmesi de, yine bu iktisadi ve sosyal ulusçu temel sayesinde gerçekleşmiştir. Ve yine Kautsky, Bernstein vb. gibi proletaryan-devrimci kökenden gelen “sosyalist” liderlerin yeri geldiğinde kendi ulusal burjuvazilerinin yedek lastiği konumuna düşmesi de (Örneğin, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı), yine bu ulusçu nesnel-iktisadi zeminden kaynaklı öznel ideolojik yanılsamaların “kaçınılmaz” bir sonucudur.
[3] Geçmişten bugüne kadar gelen süreçte çeşitli türden proletaryan hareketlerin kapitalizm karşısındaki güçsüzlük ve acziyet duygusunu etnik hareketlere yedeklenerek gidirme yoluna gitmesi, elbette ki nedensiz değildir. Keza; minimalist dönemin proletaryanizminin nispeten “güçlü” olmasının bir nedeni de bu “etnik havuzdan” fazlasıyla beslenmiş olmasıdır. Dahası; proletaryalist akımların sosyalizmin bir “ön şartı” olarak, minimal sanayi pazarları ile etnik-proletaryanizmi iç içe geçirmesi hiçte tesadüf değildir. Keza; etnik-proletaryanizm (siz bunu UKKTH savunusu biçimindeki proletaryanizm olarak okuyun); yine etnik-proletaryanizmi enternasyonalist-proletaryanizme ulaşma yolu ve “demokratik” aşaması olarak görme yanılsamasına düşmekten de kurtulamamıştır. Kuşkusuz; “ulusal sorun”un nesnel temelini oluşturan öznel dil, kültür vs. karmaşası ve çatışmaları bugünde inkar edilemeyecek bir biçimde devam etmektedir. Zira; dil, kültür, coğrafya, tarih vs. gibi farklılıklar dünya üzerinde yaşayan halkların/insanlığın bir arada yaşama koşullarında çeşitli sorunlara neden olmaya devam etmektedir. Bu açıdan ele alındığında; dünün etnik-proletaryanizmi minimal sanayi pazarlarının ve sanayiburgların zayıflaması hasebiyle, sistemin devrimci temelde aşılması bir yana, tam tersine kapitalizm açısından bile bu eğilim: sistem-içi restorasyoncu işlevini dahi büyük oranda kaybetmiş bulunmaktadır. Başka bir deyişle, gerçekte etnik-proletaryanizmin iflasının asıl nedeni; minimal-kapitalist pazarların yerini hızla tekno-pazarlara ve teknoburgların egemenliğine devretmekte oluşudur. Kuşkusuz bu yeni egemenlik biçimi; teknik-sömürgecilik/emperyalizm eliyle peydahlanan yeni bir “glokal-ulusçuluk” ve hatta glokal-faşizm tipini de, bugün de facto (bir fiil) Suriye’de, Afganistan’da, Libya’da vs. bir çok ülkede test etmeye ve sınamaya devam etmektedir. Öte yandan, proletaryan minimalist ulusçuluğa ilişkin olarak; proleter diktatörlük üzerinden sosyalizme/komünizme geçiş yanılsaması sorununa da kısmen değinmek gerekir. Keza; proletaryalist sol mecburi olarak ulusçu bir sol olmak zorunda idi. Dolayısıyla; proleter diktatörlüklerin sosyalizm/komünizm yaratmakta ki başarısızlığı; asıl olarak emeğin türsel farklılaşmasını en başından itibaren görmezden gelen proleter-sosyalizmin kendisinin bir yanılsama olmasından kaynaklanmaktadır. Zira; ulusculuğun hangi türü olursa olsun, bunun bir sosyalizm/komünizm yaratmayacağının altını çizerek vurgulamak gerekir. Proleter ulusçuluğun ister minimal biçimi olsun, ister glokal biçimi olsun, bu eğilimden sosyalizm ya da komünizm çıkması asla mümkün değildir. Lakin; bölgesel pazarlara ve bölgesel devrimlere uygun olarak protek-sosyalizmin ön/alt kompartımanları biçiminde örgütlenmiş olan “bölgesel-ulusçuluk” taktiklerinin bile belirli ölçülerde sosyalizm için “manivela işlevi” görme özelliği de tek başına sosyalist bir görev olmasa da, demokratik görevler açısından bu türden geçiş-taktiklerinin kontrollü gerekliliği ise, tüm dünyada devam eden bir sürecin getirdiği bir zorunluluktan başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle; Emeğin kendi kaderini tayin hakkına tabi bölgesel-ulusçuluğun kendi kaderini tayin hakkı taktikleri ile emegin kendi kaderini tayin hakkına tabi minimal-ulusçuluğun kendi kaderini tayin hakkı arasında da yine kategorik bir ayrışım/sınıflandırma yapılması ve buna bağlı olarak stratejik hedeflere uygun yeresel, yerel ve bölgesel özel-taktiklere de başvurulması “ulusal sorunun” bir gereği olmaya da devam etmektedir. Lakin; nihayetin de ulusçuluğun ufku kapitalizme kadardır. Diğer bir deyişle; sosyalizm ulusçuluğun dağılıp parçalandığı bir evrede ortaya çıkabilecek olan bir toplumsal formasyondur. Keza; glokal-ulusçuluk ulusçuluğun parçalanma ve dağılma sürecinin bir halkasıdır. Ulusçuluktan çıkma bu bölgesel-ulusçuluk ulusçuluğun aşılması anlamında ulussuz-sosyalizmin adım adım nesnel temelini de oluşturmaya devam etmektedir. Bu açıdan bölgesel-ulusçuluk ulusçuluğun sönümlenmeye bağladığı yeni bir evreye işaret etmektedir. Kuşkusuz bu durum; kendine özgü yeni tip stratejileri ve taktikleri de beraberinde getirmektedir.
[4] Kapitalist merkez-çevre konumlanış içinde olan T.C. devleti glokal-kapitalizmin “yarı sanayi-sömürgesi” ve “yarı tekno-sömürgesi” konumunda; glokal ulus-üstü tekellerin ihtiyaçlarına göre şekillenen bu yapı; ne Türk ne de Kürt emekçilerinin sorunlarını çözemez. En basitinden "Kürt meselesi"nde; sürekli şoven ve militarist politikalar üreterek sorunun (klasik tanımlama gereği “burjuva-demokratik” temelde dahi) çözümünü zayıf ve yetersiz emek güçlerinden dolayı engelleyenler, yine bu ülkenin hakim sınıflarından başkası değildir. Dahası; gloktokratik-burjuva güçler minoktokratik-burjuva güçlerin aksine Kürt sorununda taktiksel olarak "reformist" bir çizgi izliyormuş izleni mi yaratmaya çalışsa da, son tahlide iki kanatta çeşitli "yalpalamaları" ve konjektürel popülist adımları dışta tutarsak, bu meseleye ilişkin egemen devlet çizgisini sürdürmeye (Kürtler söz konusu olduğu zaman) özel bir “hassasiyet” göstermektedir. Bu noktada da; özellikle demokratik mücadele alanlarına ilişkin yoğun bir devlet baskısının kurulmak istenmesi de, gerçekte sistemin yaşadığı iç-dış tıkanıklığın ve korkunun bir dışavurmudur. Bu yüzden devlet aygıtı yazılı ya da görsel tüm ideolojik hegemonya araçlarını kullanarak toplumun bütün kesimlerini yoğun bir şovenizm ve millyetçilik tesiri/batağı altında bırakmak istemektedir. Keza; sistemin yeniden üretimi noktasında bu mekanizmaya egemen sınıflar tarafından özel bir stratejik misyon yüklenmektedir. Kaldı ki; bu stratejiden en küçük “taviz” sistem açısından bir “dağılma” ve “parçalanma” olarakta yorumlanmaktadır. Kuşkusuz sürekli ezberletilen bir tekrar olarak “bölünme” söylemi de bu mantığın bir izdüşümüdür. Başka bir deyişle, bu yönelim ilk bakışta sistemin en güçlü olduğu alan/mevzi gibi gözükse de, demokratizm mücadelesi açısından ele alındığında ise bu olgu; ısrarla gizlenmeye çalışılan bir gerçek olarak sistemin asıl “zayıf karnı” ve “aşil topuğu” olmaya da devam etmektedir. Lakin; bu aşamada gerekli olan toplumsal denetim temelli radikal-demokratizm’in, yani sistemin çevreden merkeze/tabandan tavana doğru emekçi-vatandaş eliyle “kuşatılması” hareketinin hayata geçirilmemesi noktasında da, akıl tutulması yaşayan “solların” ezberleri, yetersizlikleri ve dar kafalılıkları vs. ise ayrı ve daha uzun bir yazının konusudur.
Konuyla Bağlantılı Yazılar:
Sistemin Demokratikleşmeme Sorunu, Demokratizm ve Sosyalizm, 28.06.2014
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/90182476847/sistemin-demokratikle%C5%9Fmeme-sorunu-demokratizm-ve
Emekoloji ve Ulusal Sorun Üzerine Tezler, 29.01.2016
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/138285968272/emekoloji-ve-ulusal-sorun-%C3%BCzerine-tezler
Neden UKKTH EKKTH’i değil de, EKKTH UKKTH’yi kapsar?, 28.12.2016
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/155068843137/neden-ukkth-ekkthi-de%C4%9Fil-de-ekkth-ukkthyi
Ulusal Sorun Üzerine Kısa Notlar, 03.01.2017
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/155320152807/ulusal-sorun-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-notlar
23.02.2019
Serhat Nigiz
0 notes
ysnyslyrt · 7 years
Text
Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı var da ezilen inancın, ezilen cinsin ve nihayet ezilen sınıfın yok mu?
Misal, kendi kaderini tayin eden ulusun politik liderliğini gerici bir akım ele geçirdiğinde kadınların, eşcinsellerin, dinsel azınlıkların ve işçilerin kaderi nasıl olacak, bunu umursamayacak mıyız?
Belli bir yereldeki halk inanç, ideoloji v.b. farklılıklar sebebiyle de kendi kaderini tayin hakkına sahip midir?
O halde onun adı ulusların değil yerellerin kendi kaderini tayin hakkı değil midir? Ezilen cinsi daha çok ezerek ezilen ulusu kurtarmak mümkün mü? Mümkünse ezilen cinse haksızlık olmuyor mu? Değilse tek başına ezilen ulus olmak yeterli değil sonucu çıkmıyor mu?
Anadilin tanınmıyor olması bir yerelin ayrılması için yeter sebep midir? Ya ezilen ulus belli bir yerelde toplanmayıp tüm ülkede dağıldıysa ne olacak?
Kürtçeyi resmi dil yapacak olan ama emperyalizmin yeni bir yarı sömürgesini kuracak olan Barzani ne kadar ''ulusal'' bir figürdür? Ulusun içine işbirlikçi burjuvaziyi ve feodal artıkları da mı dahil edeceğiz?
https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=1603377233046848&id=100001237604846
0 notes
sizekitap · 5 years
Text
Kızıl Acaristan Salnamesi (1922)
Kızıl Acaristan Salnamesi (1922) Taner Gökdemir Libra Yayınları
Bolşeviklerin “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” prensibi doğrultusunda Rusya’da ulus, din, kültür temelli olarak birçok Şûra Cumhuriyeti ve bunlara bağlı olarak Şûra Muhtariyetleri ortaya çıktı. Bunlardan birisi de Güneybatı Kafkasya’da kurulan ve merkezi Batum olan Sosyalist Acaristan Muhtariyetiydi. Bu çalışmada Acara’da kurulan muhtariyette; Sosyalist devlet yapısı içine İslami devlet geleneğinin nasıl entegre edildiğinin aşamaları incelenecektir. Acaralı entelektüellerin kurulan muhtariyetin legalliğini ispat için mevcut siyasi ortamı gözeterek özellikle Lenin’in sınıf temelli teorilerine yaptıkları atıfları göreceğiz. Bunun yanında Acaralıların bir millet olarak kendilerini nasıl tanımladıkları, üzerinde yaşadıkları toprakların tarihini inşa etme biçimleri ve bunu hangi siyasal düzleme oturtmaya çalıştıkları özellikle Acara Kızıl Meclisi’nde geçen konuşmalardan kayıt altına alınan tutanaklar marifetiyle izah edilecektir.
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://sizekitap.com/tarih/kizil-acaristan-salnamesi-1922/
0 notes
ebookindiroku-blog · 6 years
Text
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg Ebook
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg Felsefe Logos’un bu sayısı “Rosa Luxemburg” adını taşıyor. Kitapta, Sinan Özbek” Rosa Luxemburg ve “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”, Michael R. Kratke “Rosa Luxemburg’un Emperyalizm Çözümlemesi ve Politik Ekonomi Eleştirisine Katkısı”, Helmut Dahmer”Rosa Luxemburg ve Troçki’nin Rus devrimi Üzerine Düşünceleri”, Engin Delice”Rosa Luxemburg’da Kuram ve Gerçeklik Arasındaki Diyalektik Bütün”,,Peter Hudis”Sermayenin Uzamsal Belirleniminin Diyalektiği:Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikiminin Yeniden Düşünülmesi”, Paul Le Blanc”Günümüzde Rosa Luxemburg: Sermaye birikimi karşısında Reform ve Devrim hareketleri”, Can Irmak Özinanır”Kendiliğindenlik, İradecilik ve Örgütlenme: 20. Yüzyılın Tartışmaları ve Gezi Parkı”, Sevgi Doğan”Luxemburg’un Özgürlük Anlayışı”, Jean Numa Ducange “Rosa Luxemburg ve Fransız Sosyalizmi” konulularını ele aldı.
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg Ebook
0 notes
pdfindiroku-blog · 6 years
Text
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg Felsefe Logos’un bu sayısı “Rosa Luxemburg” adını taşıyor. Kitapta, Sinan Özbek” Rosa Luxemburg ve “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”, Michael R. Kratke “Rosa Luxemburg’un Emperyalizm Çözümlemesi ve Politik Ekonomi Eleştirisine Katkısı”, Helmut Dahmer”Rosa Luxemburg ve Troçki’nin Rus devrimi Üzerine Düşünceleri”, Engin Delice”Rosa Luxemburg’da Kuram ve Gerçeklik Arasındaki Diyalektik Bütün”,,Peter Hudis”Sermayenin Uzamsal Belirleniminin Diyalektiği:Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikiminin Yeniden Düşünülmesi”, Paul Le Blanc”Günümüzde Rosa Luxemburg: Sermaye birikimi karşısında Reform ve Devrim hareketleri”, Can Irmak Özinanır”Kendiliğindenlik, İradecilik ve Örgütlenme: 20. Yüzyılın Tartışmaları ve Gezi Parkı”, Sevgi Doğan”Luxemburg’un Özgürlük Anlayışı”, Jean Numa Ducange “Rosa Luxemburg ve Fransız Sosyalizmi” konulularını ele aldı.
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg
0 notes
guncelpdfindir-blog · 6 years
Text
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg Felsefe Logos’un bu sayısı “Rosa Luxemburg” adını taşıyor. Kitapta, Sinan Özbek” Rosa Luxemburg ve “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”, Michael R. Kratke “Rosa Luxemburg’un Emperyalizm Çözümlemesi ve Politik Ekonomi Eleştirisine Katkısı”, Helmut Dahmer”Rosa Luxemburg ve Troçki’nin Rus devrimi Üzerine Düşünceleri”, Engin Delice”Rosa Luxemburg’da Kuram ve Gerçeklik Arasındaki Diyalektik Bütün”,,Peter Hudis”Sermayenin Uzamsal Belirleniminin Diyalektiği:Rosa Luxemburg’un Sermaye Birikiminin Yeniden Düşünülmesi”, Paul Le Blanc”Günümüzde Rosa Luxemburg: Sermaye birikimi karşısında Reform ve Devrim hareketleri”, Can Irmak Özinanır”Kendiliğindenlik, İradecilik ve Örgütlenme: 20. Yüzyılın Tartışmaları ve Gezi Parkı”, Sevgi Doğan”Luxemburg’un Özgürlük Anlayışı”, Jean Numa Ducange “Rosa Luxemburg ve Fransız Sosyalizmi” konulularını ele aldı.
Felsefelogos Sayı: 52 / Rose Luxemburg
0 notes
serhatnigiz · 7 years
Text
Ulusal Sorun Üzerine Kısa Notlar
Tumblr media
"İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkarsanız ve yeşil İrlanda bayrağını Dublin Kalesine çekseniz bile, eğer Sosyalist Cumhuriyeti kurmaya girişmezseniz tüm çabalarınız boşa gidecektir.
İngiltere sizi yönetmeye devam edecektir. O sizi kapitalistleri, toprakbeyleri, finansçıları, bu ülkeye yerleştirmiş olduğu ve analarımızın gözyaşları ve şehitlerimizin kanlarıyla sulayarak yeşerttiği tüm bir dizi ticari ve bireyci kurumlarıyla sizi yönetmeye devam edecektir."
James Connolly
Ulusculuğun hangi biçimi? Sanayi tekellerinin ulusal pazarlara dayalı uluslarası hareketinden (minimal emperyalizmden) teknik tekellerin ulus üstü bölgesel hareketine (glokal emperyalizme) geçiş sürecinde, emeğin aldığı yeni biçime göre şekillenen ulusulculuk biçimlerinin de doğru bir şekilde analiz edilmesi gerekmektedir. İçinden geçmekte olduğumuz süreç; sanayi sömürgeciliğinden/emperyalizminden teknik (popüler ifadeyle teknolojik!) sömürgeciliğe/emperyalizme geçiş sürecidir. Minimal dönemde feodalizm karşısında "ilerici" bir nitelik taşıyan ulusal pazar ve devlet kurma mücadeleleri (ki bu mücadeleler son tahlilde nesnel olarak sanayi emek güçlerinin gelişimine hizmet etmekte idi), tüketim değer yasasına bağlı olarak gelişen glokalizm ile birlikte artık devrimci misyonunu yitirmiştir. Bu nedenledir ki bugün için belirleyici olan ulusların kendi kaderini tayin hakkı değil, emeğin kendi kaderini tayin hakkıdır! Emeğin kendi kaderi ise ancak yine emeğin en ileri biçimini temsil eden teknik emekçiler sınıfının/protekyanın ideolojik ve politik önderliği altında sosyalizm hedefi doğrultusunda yürütülecek olan birleşik emek mücadeleleri temelinde gerçekleştirilebilir. Minimal kapitalist dönemden kalma ulusal kurtuluşçu programlar emekçi sınıfları ulus üstü glokal kapitalizme yedekleyeceği gibi, bu görüşleri savunanları da kaçınılmaz olarak teknoburglar karşısında konumlanış alan sanayiburglarının sömürgeciliğinin/emperyalizminin saflarına itecektir.
-
Marksizm açısından ele almak gerekirse; ulusal sorunun ve ulusal hareketlerin tarihsel gelişimini kabaca üç döneme ayırmak gerekir: Bu üç dönemde Marksistlerin ulusal sorun ve ulusal hareketler karşısındaki tutumları da farklılıklar arz etmiştir. Marksistler gelişmesinin birinci aşamasında ulusal sorunu, burjuvazinin önderliğindeki emekçi sınıfların feodalizme karşı genel demokratik savaşımının bir parçası olarak ele almışlar ve ulusal hareketlere ilişkin tutumlarını, ulusal hareketlerin burjuva demokratik devrimleri geliştirip geliştiremedikleri temel ölçütüne göre belirlemişlerdir. Burjuva demokratik devrimler çağı olan bu dönemde, (sanayi ve tarım iş bölümüne dayalı minimal emperyalist dönemde) dünya gericiliğinin belirleyici konumlanışı feodalizm ve despotik iktidar biçimleriydi. Nitekim bu dönem boyunca, sanayi emek güçlerinin en fazla merkezleştiği ve güçlü olduğu Batı Avrupa'da bu hareketler ulusal pazarların ve devletlerin (İrlanda hariç) kurulması ile sonuçlanmıştır. Aynı dönem içinde; özellikle de 1848 devrimlerinden sonra dünya gericiliğinin merkezlerinden biri de demokratik gelişmenin önünde engel oluşturan Çarlık Rusya'sı idi. İşte bu dönemde Bolşevizm'in "Ulusların kendi kaderini tayin hakkı" şiarı, tarihsel olarak sanayi emekçilerinin (proletaryanın) ve ezilen sömürge halklarının feodal boyunduruktan kurtulma mücadelesini kapsadığı içindir ki devrimci bir özelliği sahipti. Ancak bu bile Bolşevizm tarafından her koşul altında savunulması gereken genel ve değişmez bir ilke olarak ele alınmamış, örneğin Çarlık Rusya'sının ileri karakolu işlevini gören Çekler'in ve Güney Slavların ulusal hareketleri desteklenmezken, diğer yandan ise feodalizme darbe vurduğu ve burjuva demokratik devrimi ilerlettiği düşünülen Polonya ve Macaristan ulusal hareketleri de desteklenmiştir. Kısacası, sanayi tekellerinin sömürgeciliğine/emperyalizmine dayalı minimal kapitalist dönemde ilerici bir niteliğe sahip olan UKKTH talebi, ulus üstü bölgesel tüketim pazarlarına ve glokal kapitalist devletlerin egemenliğine geçiş ile birlikte gerici bir talep haline dönüşmüştür. Keza nasıl ki günümüz glokal kapitalizmi ulusal sanayi pazarlarına dayalı uluslarası bir iş bölümü ilişkisi yerine ulus üstü bölgesel pazarlara dayalı yeni bir teknik sömürgecilik/emperyalizm biçimine geçiş yapmakta ise; glokal kapitalizme karşı mücadele de aynı şekilde başta protekya olmak üzere tüm emekçi toplum kesimlerinin ulus üstü bölgesel hareketine dayalı yeni bir devrimci program, taktik ve strateji temelinde gelişmek zorundadır. Aksi takdirde; dünün minimalist uluscu programlarının savunulması ve bundan kurtuluş reçetesi çıkartılmaya çalışılması, son tahlilde tarihin tekerini geriye doğru çevirmeye çalışmanın ötesinde, bu görüşleri savunanların da Lenin'in ifadesiyle "devrimci antikalar müzesi"ne kaldırılması ile sonuçlanacaktır.
-
Marx, Engels, Lenin, Stalin, Troçki, Mao, Rosa vs. hepsi farklı dönemlerde ulusal soruna ve ulusal hareketlere ilişkin farklı görüşler savunmuşlardır. Bu da emeğin dinamik yürüyüşü içinde kaçınılmaz bir durumdur. Son tahlilde, ulusal soruna ve ulusal hareketlere ilişkin her alıntı yalnızca emeğin siyasi uzamındaki belirli bir kesiti yansıtabilir. Bütün bu alıntılar ile çelişen pek çok başka alıntı da elbette gösterilebilir. Buradaki asıl kasıt, meselenin mantığı ile bağlantılı olarak "geçmiş tartışmalara" alıntılar dolayımıyla gönderme yapma çabasıdır. Ulusal sorunun minimal kapitalist ulusculuk bağlamında ulusal sanayi pazarlarına dayanan bir maddi çözüm zemini kalmadığı içindir ki bu sorunun artık kapitalizm içinde burjuva demokratik temelde bir çözümü de mümkün değildir. Glokalizm ile birlikte artık ulusal sorunlar ve ulusal hareketlerde glokalize olduğu için, meselenin özüne vakıf olanların da hemen fark edebileceği gibi, sorun ancak emeğin kendi kaderini tayin hakkı temelinde, yani kapitalizmi aşan bir boyut ve perspektife sahip olunması gereğince EKKTH talebi ve bayrağı altında çözüme kavuşturulabilir. İşte bu yüzdendir ki EKKTH UKKTH'ye değil, UKKTH EKKTH'ye bağlı olmak şartıyla, demokratikleşme sorunu da dahil olmak üzere tüm meseleler programatik temelde ele alınmak zorundadır. Başka bir deyişle, EKKTH, UKKTH'nin görevlerini de sırtlanarak ilerlemek zorundadır. Teknik emeğin ve protekyanın kendi kaderini tayin hakkı için verdiği mücadele, ulusal sorunların çözümü ile iç içe geçerek, ulusal/demokratik sorunların çözüm adresinin protekya iktidarı ve sosyalist düzen olduğu gerçeğini tüm açıklığı ile ortaya koymaktadır. Protekyanın EKKTH'sinden bahsedilmeden kapitalizmden kaynaklı ulusal/demokratik sorunların çözümünden de bahsetmek artık mümkün değildir.
-
(…) O dönemde UKKTH talebi, asıl olarak feodalizme karşı burjuva demokratik devrim süreci içersinde "işçi sınıfının gelişmesi açısından ele alınıp", kapitalist-emperyalist sisteme karşı bunun "devrimci bir süreci tetikleyeceği savunulmuş"tur. Ancak proletaryan kapitalizm deneyimlerinin sonuçları açısından ele alındığında bu öngörü doğrulanmamıştır. Gerçekte UKKTH talebi çıkış koşulları açısından, tarım emeğine dayalı tarihsel feodal sistemden sanayi emeğine dayalı tarihsel kapitalist sisteme geçiş sürecinde (D4/C7/E1 iş bölümü ilişkisi sürecinde), ulusal pazarların ve devletlerin oluşması, ve "Leninci" bir ifadeyle tekelci minimal kapitalizmin doğumu için gerekli bir yaklaşım ve o dönem için doğru bir politika idi. Sanayi emeğinin iki ana biçimi olan minimal burjuvayan ulusculuk ve minimal proletaryan ulusculuk politikaları doğası gereği kapitalist restorasyon politikalarının dışında yer almadığından dolayıdır ki hem burjuvayan kapitalizm hem de proletaryan kapitalizm ulusal/demokratik sorunları çözmek bir yana daha da derinleştirmiştir. Örneğin, SSCB'nin parçalanması sonrasında ortaya çıkan ulusal sorunlar yıllarca proletaryan kapitalizm içinde ört bas edilmiş, sorunların sanılandan daha büyük olduğu ise daha sonrasında gözler önüne serilmiştir. Glokal kapitalizm/emperyalizm/sömürgecilik dönemine geldiğimizde ise, minimal ulusculuk glokal ulusculuk biçimini alarak, glokal emperyalizmin bir restorasyon sopası halini almıştır. IRA, ETA, PKK, LTTE vb. uluscu hareketlerin glokalistleşme süreci de bu eksende cereyan etmiştir. Bu nedenledir ki glokal evre ile birlikte artık ulusal sanayi tekellerine dayalı pazar ve devlet oluşumu sorunu da böylece geri dönüşü olmayan (bu hareketlerin öznel iradesinden bağımsız olarak) gerici bir talep halini almıştır. Tam da bu nedenledir ki Ortadoğu ekseninde bugün somut örneklerini gözlemlemekte olduğumuz gibi, çeşitli türden minimalist ya da yarı-glokalist ulusculuk balonları bir biri ardına patlamaktan da kurtulamamaktadır. Bu süreçte rotasını glokal emperyalizme çeviren Kürt hareketinin önderliği, ilk çıkış koşullarının aksine minimal ulusculuktan hızla koparak glokal ulusculuğa kaymıştır. İşte bu deneyimin de bize göstermekte olduğu gibi, ulusal sorunların çözümlenmesi kapitalizmi aşan bir boyut ve perspektif gerektirmektedir ki bu da ancak EKKTH talebi ve bayrağı altında gerçekleştirilebilir. EKKTH'nin UKKTH'ye değil, UKKTH'nin EKKTH'ye bağlı olarak gelişmesi gerektiği yönündeki emekolojik perspektif; özünde ulusal sorunlara bağlı olarak ortaya çıkan geçici/asgari/sürekli programsal sorunları çözmeye adaydır ve elbette geliştirilmeye sonuna kadar açıktır. Kaldı ki daha da gerilere gitmek gerekir ise, örneğin insan hakları kavramının ilk ortaya çıkış koşullarını ele alacak olursak; UKKTH talebinin de aynı zeminde ortaya çıktığını görebiliriz. Keza tarihsel despotik feodalizme karşı burjuva bireyin/icatçının (X1'in) ve kapitalist girişimciler sınıfının hak ve özgürlükleri anlamına gelen "evrensel insan hakları beyannamesi" bile (bunun içine "seçme seçilme hakkı", "yasama ve parlemento" vb. gibi burjuva talepleri de eklediğimizde) bu sürecin son tahlilde ulusal sanayi pazarlarının, tekellerinin ve devletlerinin oluşum sürecine tekabül ettiği görülebilir. Kısacası, UKKTH'de, insan hakları talebi de, burjuvazinin feodal boyunduruktan kurtulma mücadelesi ile birlikte ortaya koymuş olduğu siyasi ve toplumsal taleplerden başka da bir şey değildir. Bu durum böyle olduğu içindir ki protekyanın EKKTH'sine dem vurmadan, ve dahası teknik emekçilerin/protekyanın demokratik/toplumsal denetim talebini ağzına almadan ne "ulusal sorun" ne "insan hakları sorunu" ne de diğer “demokratik sorunlar” çözüme kavuşturulabilir. Bize düşen görev; ister Lenin'den yapılmış olsun, ister Stalin'den yapılmış olsun hiç fark etmez, çeşitli alıntıların arkasına saklanarak kendi minimal yada glokal uluscu eğilimlerini emekçi kitlelere "marksizm", "sosyalizm", "komünizm", “ulusal kurtuluş” vs. adı altında dayatmaya çalışan her türden gerici ve karşı devrimci akıma karşı bıkmadan usanmadan bilimsel, ideolojik ve politik mücadele yürütmeye devam etmektir. Yapılması gereken asıl şey tam da budur!
03.01.2017
Serhat Nigiz
1 note · View note
besinhaberajansi · 7 years
Text
"10 soruda ‘Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ nedir?"
http://dlvr.it/Ps2cMx
0 notes
ozel-buro · 7 years
Photo
Tumblr media
ÖZEL BÜRO TUMBLR BLOG /// Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (1) http://dlvr.it/PrnyW9
0 notes
captain-hasan-kaya · 7 years
Text
Lenin’den: Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine
Lenin’den: Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı Üzerine
“… Kendi kaderini tayin özgürlüğü, yani ayrılma özgürlüğü yandaşlarını, ayrılıkçılığı teşvik etmekle suçlamak, boşanma özgürlüğü yandaşlarını, aile birliğini yıkmayı teşvik etmekle suçlamak kadar aptalca ve riyakârcadır. Nasıl burjuva toplumda, burjuva evliliğin üzerinde yükseldiği ayrıcalıkların ve satın alınabilirliğin savunucuları boşanma özgürlüğüne karşı çıkıyorsa, yine o şekilde, kapitalist…
View On WordPress
0 notes