Tumgik
#sosyal darwinizm
pateralba · 5 months
Text
Tumblr media
KAPİTALİZMİN FELSEFESİ
Söylemi özgürlük iken eylemi bireyci yarar ve mutluluk olan liberal felsefenin bileşenlerinden söz edeceğim. Kapitalizm ve onun yönetimindekiler, insanı "mutluluk mu, özgürlük mü" ikilemine sokarken bu tuzağa düşen gerçek özgürlükçüleri (liberalleri değil) mutsuz kılmayı da başarabilir. Bu ikileme dikkat etmeliyiz. Ayrıca liberalizmin varacağı noktadan da söz edeceğim. Liberalizmin yarattığı narsist birey ve narsist bireyin varacağı nokta olarak bilimsel görünmeye çalışan hastalık "sosyal darwinizm" çıkmazından söz edeceğim. Irkçılık, genetikle ulusların arasında ilişki olduğu yanılgısı üzerinden var oldu. Fakat medeniyet ve bilim tarihinin, ulusları dillerin oluşturduğu, dillerin doğadan öğrenilerek oluştuğu gerçeğini ortaya çıkarması ile insanı insana yabancılaştıran ırkçılık da çöktü. Bütün bunlara değinirken kapitalizmde psikolojik olarak düzelmeye de değineceğim.  
Burjuvazinin felsefesi ve ideolojisi liberalizmdir. Çoğu ülkede ise "ideoloji" kaygan bir kavramdır. Bu kayganlık egemen sınıfın istediği şeydir. Liberalizmin temelinde mutluluğu en yüksek seviyeye çıkaracak şekilde tüketim yapan insan vardır. Her şey daha fazla mutluluğu hedefleyen ve daha fazla yarar amaçlayan insan tanımı üzerinedir. Çünkü kapitalizm, liberalizmi tüm bileşenleriyle bayrak edindi. Liberal felsefe, insanın özgür ve eşit olduğunu iddia eden bir felsefe, ancak aynı zamanda mülkiyeti temel alan liberal ekonomi, yani kapitalizm de söz konusudur. Liberal felsefe, aydınlıklar yüzyılı denilen 17.yy’ın sonunda ortaya çıktı. Liberal ekonomi ise kolektivizm ile çelişiyor, ayrıca özel mülkiyeti doğal bir hak sayıyor. Lİberal ekonomiye göre bireyler ayrı ayrı haklarına ulaşmaya çalışarak, kolektif çıkarlarını da gerçekleştirebilir. Liberalizme göre, piyasa işleyişine hiçbirşey engel olmamalı, devlet kurallara göre ekonomiye müdahale etmeli ve kurallara uymayanları cezalandırmalıdır. İşte bu tam olarak kapitalizmdir. Liberalizm kapitalizmdir ve felsefesi de kapitalizmin felsefesidir. Politik felsefe olarak liberalizm insanı merkeze alıp, insan özgürlüğüne vurgu yapmakla birlikte, özgürlüğü bir amaç olarak görmez ve erteledikçe erteler. 1920'ler boyunca savaşın zararlarını yaşayan, ekonomik koşulların zorlaştığı, işsizliğin arttığı, toplumsal hoşnutsuzluğun arttığı süreçte Naziler "Neşeyle Kuvvetlenme" ilkesiyle bir çeşit mutluluk propagandası yaptılar. Nazilerin popülerliğini arttıran en önemli kuruluşlardan biri KdF (Kraft durch Freude), yani "Neşeyle Kuvvetlenme" idi. 1939'a kadar milyonlarca insanın katıldığı organizasyon, özellikle işçilere ve ailelerine yönelik politikalar geliştirdi. Eğlence, boş zaman ve tüketim üzerine kurulu bir organizasyondu. Devletin popülerliğini öven örtük bir propaganda aracıydı. Her gün yaşanan ve felaket olarak görülen her şeye rağmen, devletin pozitifliğine dair propagandasını sürdürdü. KdF'nin hedefinde ücretli çalışan kesimler, işçiler vardı. Devlet tarafından, eğitimli ve daha üretken bir ülke için iş gücü propagandası yapılıyordu. Kurulan sistemin herkes için avantajlı olduğu yönde propaganda yapılıyordu. Sınıfsal çelişkilerin önemli olmadığı vurgulanıyordu. Devlet, pozitif yönetim teknikleri geliştirmeye çalıştı. Yaşamın boş zamanına hazzı, mutluluğu ve keyif alınan olguları koymaya çalıştı. Böylece hayatından ve işinden (devletten) keyif alan mutlu bir ulus devlet görünümü oluştu. Vatandaşlar için en iyi yönetimin bu olduğu propagandası yapıldı. Mutsuz olmak, muhalif olmaktı. Mutluluk çok geniş bir kavramdır. Yaşam biçimleri, kültürler, yaşamdan beklentiler, zevk ve tutkular, inançlar ve daha bir çok nedenle herkese göre değişiklik gösteriyor. Fakat bilimsel olarak tek bir şey ifade ediyor. Mutluluk bir beden durumudur ve bedenden geri bildirim geldiğinde mutlu olursunuz. Nefes almak gibidir. Times dergisine göre bilim insanları diyor ki; mutluluk hissinin %40'ını düşüncelerimiz, hareketlerimiz ve karakterimiz belirler, geri kalanın %50'si ise genetik faktörlerle ilgilidir. Yani bu bilgiye bakarsanız mutlu olmanın sadece %10'u çevre gibi insan beyninden bağımsız faktörlerden etkilenmektedir. Fakat insanlara nasıl "aklını kontrol et ve mutlu ol" diyebiliriz? İnsanların yaşayabilmeleri için gıda, barınma, eğitim sağlık ihtiyaçları var. Emekçiler bu ihtiyaçları karşılamakta zorlanıyor. Savaşlar, krizler, çevre kirliliği gibi sorunlar da var. Bunlardan dolayı mutsuz olmaya sebep olan şey kapitalizm iken insanlara nasıl "aklını kontrol et ve mutlu ol" diyebiliriz? Kapitalizm kendi krize girdikçe burjuvazi insanları birçok amaçla kalıba sokuyor. Medyayı kullanıyor.
Bu mutsuzluk durumlarında, dizi ve filmlerde konu fakirlik de olsa fakir olan sonunda zenginleşiyor. Herkes zengin mi olacak, kapitalizm medya aracılığıyla topluma bunu mu vaat ediyor? Filmlerdeki çağa uyan insan felsefesi, para kazanmak ve harcamaktır. Kişi sürekli kendisi için düşünmelidir, çünkü kapitalizmin felsefesi olarak liberalizme göre mutluluk bu formülde gizlidir. Reklamlarda bir çikolatayla mutlu olabiliyorsunuz ya da bir otomobille ayrıcalıklı sayılıyorsunuz veya lüks bir rezidans ile yaşama meydan okuyorsunuz. Emekçiler, bu tüketim kışkırtması sonucunda, maddi olanaklara kavuştuklarında değer göreceklerine inandırılıyorlar. Kapitalizm insanları o kadar küçük beklentilere razı etti ki, büyük idealler ve amaçlar insan aklından uzaklaştı. Küçük metalar satın almak insanları tutsak etti. Bencillik, bireycilik, rekabeti arttırıyor ve arttırdıkça insanların duygu durumları daha da sarsılıyor. Gerçek olansa, mutluluk bir duygu durumudur ve sürekli aynı duygu durumunda kalmak sağlıklı değildir. Psikolojik sağlığın en önemli göstergelerinden biri, kişinin tüm duyguları hissetmeye açık, herhangi bir duyguda çok kalmadan ve hiçbirinden kaçmadan duyguları deneyimlemesidir. Times dergisindeki bilim insanlarının aksine mutluluk bir bilimdir ve pozitif psikolojidir.
Pozitif psikolojinin amacı olması amaçlanana odaklanmaktır. Mutluluk bilimi ya da pozitif psikoloji, kişilerin güçlü olan yanlanlarıyla ilgilenir. Böylece kişiler kendilerini daha iyi durumlara ulaşmak için motive eder. Günümüzde pozitif psikoloji ders olarak okutulmakta ve mutluluk bilimi sosyal alanlarda başarılı olmak için öğretilmektedir. Bu psikolojiyle uğraşanlar, herkes için genel geçer çözüm olmadığını belirtiyor. Sosyal ilişkileri güçlü ve başarılı olanların mutlu olduğunu ekliyor ve sosyal ilişkileri arkadaşlık sayısıyla ilişkilendirmiyor. Mutlu insanın akıl sağlığı düzgün insan olduğunu, kendisiyle barışık olduğunu ve doğayla iyi ilişkiler kurduğunu belirtiyor. Amacı olan insanların, insanlığa yararlı olabilmeyi hedefleyen kişiler olduğunu belirtiyorlar. Anlaşılıyor ki mutluluk için, Times dergisinin söylediğinin aksine çaba göstermek gerekiyor. Mutluluk konusunda ise felsefenin önermelerinin yerini kesinlik aldı. Fakat yine de felsefeye değinmeden edemeyiz. Bilimden önce felsefe bu konuda akıl yürüttü. Aristo "mutluluk anlık hislerden oluşmaz, nihai hedeftir" derdi. Kant "mutluluk tüm eğilimlerin memnuniyetidir" derdi. Nietzche "mutluluk insanların çevrelerine uyguladıkları bir güçtür" derdi. Sokrates "mutluluk kişinin kendine bahşettiği başarılarından gelir" derdi. Platon mutlu olmanın yolunu "bir önceki yıla göre edindiğimiz başarı" olarak görürdü. Felsefenin, bilimin gelişmesinde yararını göz ardı etmesek de, artık bilim bu çıkarımları gereksiz kılıyor. Ben yine de liberal felsefenin ağacına su akıtan her oluğu eşeleyeceğim ve size meyvesini göstereceğim. Roma imparatorluğunun egemen felsefesi olan Stoacılık, örgütlü bir hareket olarak yaklaşık 500 yıl devam etti. Bu süreçte uluslar arası boyut kazandı ve günümüzde de liberalizm tarafından teşvik ediliyor. Daha çok ahlak felsefesi olarak ön plana çıksa da yaşamın bütününü kucaklayan bir felsefedir. Stoacılığın bize sunacağı iki yardım var: İlki, endişelendiğimizde, çoğu insan bizi neşelendirmeye çalışırken ve en akıllıları bile "neşelen" derken Stoacılar umut vermezler. Çünkü umut duyguların afyonudur ve kişinin iç huzurunu sağlamak için kesinlikle yok edilmelidir. Stoacılık bunun yanında, anın kıymetini bilmek, geçmişe takılmamak, bugünü pişmanlıklarda bulandırmamak, olaylara bakış açımızı değiştirerek, kendimizi tanıyarak ve sınırlarımızı bilerek bunu kabullenerek mutluluğa erişebileceğimizi öğütler. Stoacılık, dünyayla ilgili teorilerle ilgilenmez ve sonsuz bir tartışma için değil, eylem için vardır. Adını Zenon'un derslerini verdiği stoa isimli direkli galeriden alır. Stoacılar, dört önemli erdem aracılığıyla öz-gelişim amacı güderler. Pratik bilgelik, aşırıya kaçmama, adalet, cesaret. Bütün bunlara rağmen, Stoacı öğreti, ahlaklı olmanın koşulunu dışsal değil de içsel özgürlüklere bağladığı yerde, sosyal eşitsizliklerle ilgili herhangi bir eleştiri sunmaz. Hatta Roma Anayasası'nı doğal anayasa olarak gördüğünden, köleliği de doğallaştırır. Belki de liberalizmin bugün Stoacılığı teşvik edişi bundandır. Eudaimonizm, Antik çağda insan davranışlarının mutluluk isteğiyle belirlendiğini ileri süren ahlak felsefesidir. Buna göre en üstün iyi, mutluluktur. Sokrates'e göre, en üstün iyi olan mutluluk, ahlaki mutluluktur ki bu da bilgiyle elde edilir. Bu durum Sokrates'ten sonra bütün Yunan düşünürlerince kabul edildi. Mutluluk, bütün öğretilere göre iyi yaşama anlamındadır. Bu konuda toplumsalı bireysele indirgemek, mutluluk koşullarını her zaman ve her yerde aynı ve geçerli saymak gibi, temelsizce mutluluğu ölümden sonrasına aktaran teolojik anlayıştan çok daha bilimsel olan eudaimonizmin, insanları bu dünyada mutlu kılmak gibi yüce bir gücü vardır. Fakat Fransız burjuva materyalistleriyle, İngiliz ve Amerikan pragmatistleri, bütün idealist yanılgılarıyla temelde eudaimonizmden yola çıktılar. Liberalizmin eudaimonizmi teşvik edişi, burjuva materyalistlerin ve idealistlerin ellerinde yücelmesindendir.  
Hazza uyum, 1970'li yıllarda iki psikolog tarafından ortaya atıldı. 1971'de bir başkası tarafından basitleştirildi ve mutluluk çarkı biçimini aldı. Bu teoriye göre her insanın mutluluğu, ulaşabileceği en yüksek seviye ve düşebileceği en alçak seviye arasında belirlidir. Olağan ya da olağan olmayan yaşam şartları altında, insanların yaşama uyum sağlarken yakaladıkları mutluluk seviyesi, aslında her zaman aynı döngünün içindedir. Hedone eski Yunancada haz ve zevk anlamına gelmektedir. Hedonizm ise, hazcılık demektir. Haz bireysel olarak ortaya çıkan bir hoşlanma duygusudur. Bireyin haz duygusu sadece o kişinin eylemleri için geçerlidir ve evrensel bir özellik taşımaz. Bu yüzden hedonizme göre evrensel ahlak yasası yoktur. Psikolojik ve ahlaki olarak iki hedonizm vardır. İnsanların psikolojik anlamda yalnızca haz almayı istediği hedonizm ve zevki en yüksek seviyeye çıkarmanın temel ahlaki sorumluluk olduğunu söyleyen diğer hedonizm.
Hedonistler sürekli olarak zevk ve hazzın peşinde koşarlar ve bunun en doğru yaşama biçimi olduğuna inanırlar. Kişinin, anlık istek, zevk ve hazzını, karşısındaki diğer insanları önemsemeden yaşaması gerektiğini savunurlar. Hatta bilginin de anda yaşanan duygulardan oluştuğunu düşünürler. Ayrıca hedonizm, çalışma kültürü açısından da kişinin kendisi için çalışmasını ifade eder. Bu da, bireyin kendisi ve bireysel çıkarlarıyla hedefleri için para kazanması demektir. Hedonistlerde ortak özellikler; bencillik, kendini beğenme, başkalarını kendi çıkarları için kullanma, eleştiriye kapalı olma şeklinde görülür. Günümüzde hedonizm, hayatın tek amacının yeme, içme ve sınırsız eğlence olduğu yanılgısı üzerinden yükseliyor. Liberalizmin istediği bireye ne kadar da benziyor. 400 yılı aşan kapitalist ekonomi, bireyin özellikle hazcı olduğu bilincini topluma yerleştirdi. Kapitalizmin varsaydığı insan tipi yukarıda bahsettiğim hedonist bireydir. Bunun sonucu olarak bu birey için en önemli davranış biçimi, mutluluğun ve hazzın gıdası olan tüketime yönelmektir. Bireyin satın alacağı meta ve hizmetlerden sağlayacağı yarar ile mutluluğu, hazzını perçinleştirecektir. Epikür'ün felsefesini ele alalım: "Yiyelim, içelim çünkü yarın öleceğiz." Epikürcülere göre insanın en yüksek ideali kendi mutluluğu ve hayatın tadını çıkarmaktır. Her hareketi doğru ve adil olana değil, şu sorunun yanıtına dayanmalıdır: Bu şu an keyfime katkıda bulunacak mı? Epikürcülük, fiziksel haz en büyük iyiliktir der, fiziksel acı ise en büyük kötülüktür. Epikür determinist değildir; nedensiz bir sonucun mümkün olduğunu kabul eder. Epikürcülüğün atomlardan anladığı, kaderci oluşuyla birlikte tam da liberalizmin istediği teslimiyet koşullarını oluşturur. Epikür'e göre insan, kadere kayıtsız kalmalıdır. Çünkü insan, ancak kendi iradesinin ürünü olan şeylere ilgi duyabilir. İnsan, yalnızca akıllı davranıp bize sunulan bir yığın şeyden mutluluk sağlayanları ayırmayı bilmelidir. Epikür'ün "akıllıca davranmak" sözündeki amacı, sonunda acı verecek hazlardan kaçınmaktır. Çünkü insan temel ihtiyaçları olmadan yaşayamayacağından, ihtiyaçlarını tatmin etmekten geri durmayacaktır.
İnsan hiçbir şeye gereğinden fazla ilgi göstermemelidir; çünkü fazlalık sonunda her zaman acıya neden olur. İnsan, şan ve şeref gibi görünüşe dayalı değerlerden uzak durmayı da bilmelidir. Bu sahte değerler insanı, hep daha fazlasını istemeye yönlendirirler, ama bunlara yeter derecede sahip olunamayacağı için insan sürekli bir huzursuzluk içine düşer. Bu nedenle sonunda doyumsuzluk ve tiksinti yaratmayacak olan içsel hazlara ilgi göstermelidir. Bir de insan uyuşabildiği, kendisiyle aynı düşüncede ve karakterde olan insanlarla dostluk etmelidir. Bu düşüncenin sonucu olarak Epikürcüler, gerçekten benzerine az rastlanan arkadaş topluluğu kurmuşlardır. Ahlakın amacı, acıları ve sıkıntıları ortadan kaldırmak, aklı dinginliğe ulaştırmaktır. Bilge, isteklerini yaparak, onları doyurarak dinginliğe ulaşır. Epikür ahlakı, amaçta Stoacı ahlaka benzer. Fakat ayrılık amaçlardadır. Epikürcülükte zevkler derece derecedir. Bilge, zevklerin hesabını ustaca yaparak onlardan en çok hoşlanmayı becerebilendir. Her zevk, az çok bir sıkıntıyla birlikte geleceğine göre, Epikürcülük sıkıntıdan kurtulmak için en sonunda dünyadan kopmayı öğütleyecektir. Bilinmezciliğe adanan akıl işlevsizleşir. Bu durum kapitalizmin birey üzerinde en çok istediği durumdur. Utilitarizme göre ahlak, yarara göre ölçülür. Utilitarizm, evrensel ahlak yasasını reddeden, bir şeyin doğru ve yanlışlığını sağladığı yarara göre değerlendiren bir felsefedir. En üstün yarar iyidir ve iyiyi kötüden ayırmak için yararlı olup olmadığına bakılmalıdır. Olayların, yarar ve bir amaca yönelik olması gerektiğini savunur. Yararlı işler iyidir, yararsızlar kötüdür. Bu felsefeye göre yaptığımız her iş yararlı olmalıdır. İyi davranışı, haz veren yararlı davranış olarak tanımlayan kişi utilitaristtir. Utilitarist ahlak, yararı toplumsal olarak değerlendirmez. Temel aldığı birim bireydir. Bireyin hazzı ve yararı bazen toplumların aleyhine olur. Aynı zamanda toplum içerisindeki bireylerin mutluluğu aynı anda mümkün olmayabilir. Yarar veya haz ile toplumsal ahlak birçok durumda çelişmektedir. Bu durumda birçok ideoloji kişisel yarar yerine toplumsal yararı temel alır. Dinler de dahil olmak üzere kişiler arasındaki ilişkiyi toplumsal değerler üzerine kurmak yaygınlaşır. Bu da kapitalizmde bireyi, istekleri üzerinden teslim almanın başka bir türüdür. Gündelik yaşamımızın ilk bakışta çok dikkat çekmeyen yönlerinden biridir pragmatizm. Dilimize Fransızca'dan giren sözcüğün, felsefenin yanında gündelik dilde yüklendiği "sonuç odaklı yaklaşım" gibi daha somut ve geçerli anlamı da var. Pragmatizm, Amerika'da ortaya çıkan ve daha sonra ülke felsefesi durumuna gelen bir felsefedir. Pragmatizm, felsefe olmaktan çok bir yöntemdir, düşünceyi doğurduğu eyleme göre ölçen bir eylem. Bu yöntemde yeni bir şey yoktur ve günümüze gelinceye kadar evrensel bir görev bilinci yoktu. Pragmatizm, her şeyden önce, başka türlü son verilmeyecek olan metafizik tartışmaların yatıştırılması yöntemidir. Pragmatizm ile kapitalizmin kendine özgü, metafiziği koruma felsefesi de kuruldu. Bu durumlarda pragmatizm, her kavrama kendisinden değer verilebilecek pratik sonuçlar çıkarmak suretiyle yorumlar yapar. Bu tartışmaların sonu gelmez ve bilinmezlik ile pragmatizm hep kazanır gibi görünür. Bilinmeyen-olmayan şeyi eşeler durursunuz. Oysa pragmatizm yalnızca geçiştirme aracıdır. Pragmatizm, "tanrıya inanmak insanlar için yararlı bir eylemdir" derken, onun düşünce sisteminde yaratacağı sis bulutundan hiç söz etmiyor. Bu noktada pragmatizm kendisiyle çelişiyor ve yarar sağlayacağına zarar veriyor. Elbette burada inanç konusunda "kime faydası olmalı" sorusu gündeme gelmektedir ve pragmatizmin bu soruya yanıtı "bana faydası olmalı" oluyor. Bunun felsefede anlamı ise "öznel idealizmin", "tek benciliğin" biçimidir. Pragmatizmde bize sorulan "neye inanmak daha iyi olurdu" sorusu da, soruya soruyla karşılık veriyor: Neye inanmak zorundayız? Bu sorunun pragmatizmde karşılığı şudur: İnanılması bizim için daha iyi olan şeye inanmak zorundayız. Yani pragmatist çıkarına göre inanacaktır.
Ona göre erdem, yaşayışımız için elverişli olduğu sürece, pratik yarar sağladığı sürece doğrudur. Her şey pratik yarar ölçüsüne göre değerlendirilmelidir. Pragmacılar, soyut düşüncelere, deney öncesi düşüncelere de kendi yöntemlerini uyguluyorlar. Onlara göre doğru düşünce, pratikte doğrulanabilen düşüncedir. Bu düşünce kafamızda dururken doğru olamaz. Ancak olaylar nedeniyle doğru duruma gelebilir. İnsan, davranışlarından ve eylemlerinden sorumlu bir varlıktır. Toplumsal mücadelenin son hedefi "praksisi" ya da "eylemli toplumu" ortaya çıkarmaktır. İnsanı, gelişimini sınırlayan her şeyden kurtararak, toplum yaşamının öznesi durumuna sokmaktır. Bu da ancak kolektif bir özne yaratılmasıyla ve emek etrafında birleşmesiyle mümkündür. İnsan davranışlarından sorumludur. Çünkü insanın davranışları, toplum yaşamını, çevreyi, dünyayı, uygarlığı ve tarihi etkiler. Bunun sonuçları hemen ortaya çıkmasa da bir süre sonra görülecektir. Öznede kolektif davranış çözülerek, yerini siyasallığı dışlayan bireyci çözümler aldığında, insan özne olmaktan çıkarak, bireyci-yararcı arayışlara yönelir. Bu arayışlar üzerlerine yenilerini koyar, kendi pragmatik davranış ve ifade biçimlerini yaratır. Genel olarak, egemen sınıfın çıkarlarını ve bunun ifadesi olarak egemenliğini korumak için yararlı olan her şeyin doğru olduğu mantığından hareket eden pragmatizm, emperyalizm çağında bütün burjuva egemenlerin genel felsefe teşvikidir. Psikologlar narsizmi, psikopatlık ve makyavelizm ile ilişkilenen karanlık bir üçlü olarak görür. Narsistler, empati kurmayan ve utanç-suçluluk duymayan insanlardır. Bireylerin ötekileştirme, kırılganlık ve kendilerini iyi hissetmek için başkalarını aşağılama eğilimleriyle birlikte kendilerini üstün, yetkili ve özel görmeleri olarak tanımlanabilir. Narsist, dış dünya kendisinden ibaret olmadığı ve kendi içselliğinden farklı olduğu için, dünyayı algılamakta zorlanır. Narsist liderin ise en büyük korkusu gücünü kaybetmektir. Herhangi bir topluluktaki bir kişi tarafından da olsa üstü kapalı eleştirilse, bütün dikkatini o kişiye odaklar. O kişiyi düşmanlaştırır. Örneğin; o kişi tarafından kıskanıldığına inanır. Gerçekte ise kendileri, yoğun kıskançlık duyguları yaşarlar ve her türlü başarının kendi hakları olduğuna inanırlar. Küstah, kendini beğenmiş, insanlara tepeden bakan bir duruşları olduğunu kabul eder, ancak bunu hak ettiklerini düşünürler. Bunu da açıkça ifade etmekten çekinmezler. Çevrelerine aşırı öz güvenli görünürler, fakat bu durum derinlerde gizlenmiş güvensizlik duygusu ve düşük öz saygı ile kuşanmıştır. Narsist insanlar sürekli olarak duygusal ihtiyaçlarını kullanmak için sığ ve zayıf ilişkiler içerisinde olurlar.
Dolayısıyla narsistik özellikler bir değer yitimine uğradığı anda, bu durum narsistik kişilik bozukluğuna neden olur. Narsizm; sanayi devrimiyle birlikte toplumda yayılan modern bir salgındır. Toplumsal olandan kişisel olana doğru bir odaklanma söz konusudur. Öz-saygı değişimi için burası önemli bir dönüş noktasıydı. Hayattaki başarı için öz-saygı bir kilit olarak tanımlanmaya başlandı. Bireyciliğin gelişmesi ve toplumun modernleşmesiyle benimsenmiş sosyal kuralların azalmasıyla birlikte, aile ve toplum, bireylere sağladıkları desteği artık sağlayamaz duruma geldi. Ve araştırmalar, sosyal bağlara dayalı olmanın (bulunulan topluma, aileye ve arkadaşlarla bağlılık) sağlık açısından temel yararlar sağladığını ortaya koydu. Sosyal toplum bozuldukça "diğer insanlar için de en iyi olan hangisidir" sorusunun yerini "benim için en iyi olan hangisidir" sorusu aldı. Bu biçimde bir modernleşme; her şeyden önce zenginlik, ün ve şöhreti över duruma geldi. Bütün bunlar, sosyal bağlardaki kırılmalarla birleşince de "sosyal anlamda boş benlik" ortaya çıktı. Yine emperyalizmin istediği oldu. İşte kapitalizmin felsefesinin meyvesine, bizi getirdiği nokta "sosyal darwinizm" ve onun özlemle istediği "öjeniye" geldik. Bütün o mutlulukçuluk ve bencillik isteğinin altında yatan temel sebebe geldik. Sosyal darwinizm, Charles Darwin'in evrim teorisinin oluşturulmasında kanıt olarak sunduğu "ortama uyum sağlamakta güçlük çeken canlılar zaman içinde yerlerini, ortama daha kolay ayak uydurabilen daha güçlü canlılara bırakırlar" görüşünün, bazı düşünürler tarafından sosyolojide veri olarak alınmasıyla oluştu. Sosyal darwinizm, Darwin'in adını taşımasına karşın temel olarak teoriyi geliştirenler H.Spencer, T.Malthus, F.Galton gibi başkalarıdır. Sosyal darwinizm terimi ilk olarak 1879'da Oscar Scmidth tarafından "Popüler Bilim" dergisinde yayınlansa da bilimle ilgisi yoktur. Sosyal Darwinizm ile klasik ekonomi arasındaki ilişkinin arkasında Thomas Malthus ve onun nüfus teorisi vardır. Klasik ekonominin öncülerinden kabul edilen Malthus'un insanlığın nüfus artış hızının kaynakların (özellikle gıda) artış hızından fazla olduğu, matematiksel anlamda ifade edilirse nüfus artışı geometrik bir dizi izlerken, kaynakların artış hızının aritmetik bir dizi halinde artması, bu nedenle uzun süreçte zorunlu bir şekilde var olan kaynakların var olan nüfusa yetmeyeceği ve bununda bir doğal ayıklanma süreciyle beraber dengeye oturması gerektiğini, ve sistemde oluşacak bu gibi dengesizliklerin tamamen çok fazla çoğalan alt sınıflar tarafından kaynaklandığını savundu. Bununla birlikte, burada gözden kaçan durum, evrim teorisinin "en güçlünün hayatta kalması" değil; "en uyumlunun, değişime en açık olanın hayatta kalması" olduğu gerçeğidir.
Güçlünün hayatta kalmasını iddia eden kişi H.Spencer olmasına karşın Darwin ısrarla "güçlülük" değil "değişime açıklık ve uyumluluk" dedi. Hatta kuzeni F.Galton'ın evrim teorisine dayanan ve sadece en sağlıklı/verimli insanların üremesine izin verilip, diğerlerinin üremesine engel olarak daha başarılı insan toplumları yaratılması gerektiği görüşünü ileri süren öjeni düşüncesine de ömrü boyunca sertçe karşı çıktı. Darwin'in kendisiyle ilgili olmayan bilimsellikten uzak "sosyal darwinizm" teorisine karşıtlığına rağmen Alman tarih okulu "güçlü olanın ayakta kalacağı" düşüncesinden yola çıkarak "güçlü olanın haklı da olduğu" düşüncesiyle sistematik ırkçılığın temellerini attı. O süreçte ırkçı Alman tarih okulunun tarih görüşü "tarih bir uluslar savaşıdır ve saf ve güçlü olan ulus bu savaştan galip çıkacaktır" der. Fakat Darwin'deki "ırk" kavramı yaşadığı zamanın gereği olarak kullanıldı, insan için türe karşılık gelir ve ırkçılığı dışlar. Bugünün koşullarında da yaşayan insan "homo sapiens" olarak tek türdür. Peki sosyal darwinizm, dolayısıyla ırkçılık ne getirir? Öjeni getirir arkadaşlar. Öjeni suçtur ve emperyalizmin meyvesidir. 20.yy'ın ilk yarısında taraftarı çok olan öjeni teorisi, sakat ve hasta insanların ayıklanarak, insan ırkının yenilenmesini savunuyordu. Bu teoriye göre, nasıl sağlıklı hayvanlar birbirleriyle çiftleşerek iyi hayvan cinsleri oluşturuluyorsa, insan ırkı da yenilenebilirdi. Amerikalı öjenikçiler İtalya, Yunanistan ve Doğu Avrupa gibi küçük gördükleri toplumlardan gelen göçmen sayısını sınırlamayı da destekliyor, Amerikan vatandaşı olan akıl hastaları, geri zekalılar ve saralıların kısırlaştırılmasını ileri sürüyordu. Bu çabalar sonucunda Amerika'daki eyaletlerin yarısından çoğunda kısırlaştırma yasaları çıkarıldı; 1970'lere değin çok az da olsa, istek dışı kısırlaştırmanın olduğunu biliyoruz.
Öjenikçilerin düşünceleri, 1930'lardan buraya değin çok fazla eleştiriye hedef oldu; Almanya'da Nazilerin Yahudiler, Siyahlar ve eşcinsellerin ortadan kaldırılmasında öjenikten destek almasından sonra bu görüşler unutuldu. Öjeni düşüncesi, soykırım gibi, ırkçılığın en uç noktalarından biri olarak değerlendirilir. Bu iki kavram anılınca akla ilk gelen siyasal yapı faşizmdir. Irkçı teorisyenlerin başında gelen Henry Fairfield Osborn, "insan ırklarının evrimi" başlıklı bir makalesinde ortalama bir siyahinin zeka yaşı, homo sapiens türüne ait on bir yaşındaki bir çoçuğun zekasına ancak ulaşabilir diye yazıyordu. Öjenik denetim ilk kez 1883'te F.Galton tarafından ileri sürülmüştür. Bu görüşü destekleyenler "iyi" özellikleri olan insanların çocuk yapmaya teşvik edilmelerini; "kötü" özellikleri olanlarınsa aile kurmaktan kaçınmalarını önerirler. Ancak hangi özelliğin "iyi" ya da "kötü" olduğuna objektif olarak kimin karar verebileceği de ayrı bir sorundur. Yakın zamanlarda öjeni Avrupa'da ve ABD'de uygulanmıştır. 1926'da kurulan Amerikan Öjenik Derneği, toplumda burjuvazinin genetik yapısı nedeniyle ekonomik olarak güçlü olduğunu ve toplumsal konumunu hak ettiğini ileri sürdü. Emperyalizmin ilerideki planları arasında sınıf öjenizmi söz konusu olabilir. İşte size liberalizm ağacının olukları ve meyvesi öjenizm!
0 notes
Text
Terörizmi Önlemede İdeolojik Kökler ve Dinî Etik Değerlerin Rolü
Terörizmin gölgesinin büyük bir tehdit oluşturduğu bir dünyada, bu karmaşık sorunla mücadele etmek için etkili çözümler bulmak hayati önem taşımaktadır. Terörizmin yükselişi ve yayılmasında ideolojilerin rolünü hiç düşündünüz mü? Öyleyse hazır olun çünkü terörizmin yükselişi üzerinde Darwinizm'in etkisi ve dini etikleri benimsemenin bu mücadelede nasıl bir oyun değiştirici olabileceğine derinlemesine bakacağız.
Darwinizm, rekabet ve en güçlünün hayatta kalması üzerine odaklanmasıyla, çatışmayı ve şiddeti destekleyen ideolojilerin arkasındaki itici güç olarak gösterilmiştir. Bu bağlantı, terörizmin köklerini aydınlatmakta ve geleneksel askeri ve güvenlik yanıtlarının ötesine bakma ihtiyacını vurgulamaktadır. Bu önlemler önemli olsa da, terörizmin temel nedenleriyle başa çıkmak daha nüanslı bir yaklaşım gerektirir.
Terörizmle mücadeledeki ana stratejilerden biri, aşırıcı ideolojilere karşı entelektüel bir mücadeleye girişmektir. Terörizmin gerçek motivasyonlarını anlayarak ve anarşiye destek veren tanrısız ideolojileri sorgulayarak, terörizmin temellerini sökmeye başlayabiliriz. Eğitim ve ideolojik mücadele, radikalleşmeyi temelden ele alarak güçlü araçlar sunar.
Sevgi, hoşgörü, barış ve affetme gibi değerlerle rehberlik edilen dini etikleri benimsemek, terörist grupların yaydığı ayrıştırıcı anlatılara karşı çekici bir alternatif sunar. Bu değerleri ve öğretileri teşvik ederek, terörizmin kaynaklarını kurutabilir ve savunmasız gençlerin radikalleşmesini engelleyebiliriz. Darwinist ve materyalist ideolojileri uzak tutmak, genç zihinleri aşırıcılığın yolundan uzaklaştırmada önemli bir adım olabilir.
Terörizmle mücadelede kalıcı sonuçlar elde etme arayışında, sadece belirtileri değil aynı zamanda bu küresel tehdidin kök nedenlerini de ele almak hayati önem taşır. Dini etiklere dayalı bir toplum oluşturarak, ahlaki değerleri öğreterek ve sosyal düzeni koruyarak, barış ve güvenlik için sağlam bir temel oluştururuz. Gelecek nesiller için daha güvenli bir dünya inşa etmek için entelektüel, ahlaki ve sosyal çabaların bir kombinasyonunu gerektiren çok yönlü bir yaklaşımdır.
Bu yüzden, terörizmin karmaşıklıklarını düşündüğünüzde bir sonraki sefer, mücadelenin fiziksel çatışmalardan öteye uzandığını hatırlayın. Terörizmin ideolojik temellerini anlayarak ve birliği ve merhameti teşvik eden değerleri yayarak, aşırıcılık gölgelerinden arınmış bir dünya için önemli bir adım atarız.
0 notes
cnarozyilmaz · 1 year
Photo
Tumblr media
şöyle bir durum var; kadınların en büyük düşmanı kadınlar, erkeklerin en büyük düşmanı erkekler gibi sanki v karşı cinslerin birbirine düşmanlıklarını da bunlar provoke ediyor sanki!! öjenik kapitalist sosyal darwinizm sisteminin yarattığı modern zaman modern hayat çağdaş insan profili!! survivor tarzı bir yarışmaya, at yarışına, ralliye döndürülmüş bir hayat kurgusunda, kazazedeye v ata v arabaya döndürülmüş insanda bunların gelişmesi sağlanıyor insan duygu, düşünceleri, içgüdüleri üstünden!! yani soyut somut tüm varlığıyla insan denen varlıklar v cinslerini, duygu, düşünceleri v içgüdüleri üzerinden işleyerek, manipüle ederek, r-kompleksleri zaman v mekana göre düşükten yoğuna doğru aktifleştirerek ordaki maddi manevi çıkar durumuna göre ,kendine v diğerlerine karşı kullanılan bir silah haline dönüştürüp kullanıyorlar v işte tvitteki durumlar çıkıyor ortaya!! #kamuVinsAnlıkspotu ✌️ @drarzuerkan https://www.instagram.com/p/CmKIO70Mh-x/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
yorgunherakles · 3 years
Quote
zeka kutsal bir bağış değil, primatların tek silahı.
marshall berman- katı olan her şey buharlaşıyor
25 notes · View notes
impulsive-ly · 2 years
Text
"...var olabilmek için güçlü olma ve mücadele etme icabını ahlaklaştıran söylem..."
0 notes
belkidebirharfimben · 3 years
Video
youtube
1 note · View note
polemik · 3 years
Text
FETÖ’nün Evrimi: Hepiniz oradaydınız!
Darbe girişiminin ardından kamuoyunda öyle bir algı yaratıldı ki, dışarıdan gören gözler, “Fethullah Gülen Cemaati birkaç ay önce kimsenin haberi yokken gizlice kuruldu, geçen hafta da darbeye kalkıştı” sanabilir. Oysa işin aslı ne? Fethullah Gülen hareketi yarım asırdır kimlerin desteğiyle büyüdü ve bugünlere geldi… İşte o gerici, karanlık ağın hikayesi ve yakından tanıdığınız destekçileri…
Tumblr media
(Bank Asya açılışından, FETÖ Abdullah Gül'ün arkasında)
“VAY BE NASIL DA SIZMIŞLAR” KOMİKLİĞİ
Fethullah Gülen cemaatine ya da tarikatına ya da teşkilatına şu veya bu şekilde destek vermiş kesimlerin, 15 Temmuz darbe girişimi akşamından beri “Vay beee nasıl da sızmışlar”, “Vay beee nasıl da örgütlenmişler”, “Vay beee amma da yerleşmişler” diye şaşırması son derece tuhaf ve anlamsız, üstelik hiç de inandırıcı değil!
Soğuk Savaş’ın başlamasından kısa bir süre önce Erzurum’un Pasinler İlçesi’nde bir imamın oğlu olarak doğmuş, medrese eğitimlerinden sonra Diyanet teşkilatında imam ve vaiz olarak göreve başlamış sıradan bir devlet memurunun; bir cemaat lideri, devlet kademelerinde örgütlenmiş karanlık ilişkiler ağının bir numarası haline gelmesi elbette tesadüfle açıklanamaz. Ve kendiliğinden olacak bir iş değildir.
ÇIKIŞ NOKTASI: KOMÜNİZMLE MÜCADELE DERNEĞİ
Fethullah Gülen’in hayatının hangi yönde ilerleyeceği, ileriki yıllarda hangi misyonlarla donatılacağının ilk işareti 1963’te Erzurum’da kuruluşunda bizzat yer aldığı bir dernekle başlar: Komünizmle Mücadele Derneği’dir o derneğin adı.
Tumblr media
Fethullah Gülen, Komünizmle Mücadele Derneği'ni kurduğu yıllarda...
Soğuk Savaş yılları olanca hızıyla devam ederken, emperyalizmin Türkiye üzerindeki hesapları ve tasarrufları acımasızlığıyla sürerken, Komünizmle Mücadele Dernekleri teşkilatlanmaya başlar Türkiye’de. Fethullah Gülen’in, kamuoyu sahnesine çıkışı işte tam da bu yıllara rastlar. Edirne, Kırklareli, İzmir, Edremit, Manisa, Bornova’da devlet katındaki resmi görevleri sürerken; diğer yandan da “gayriresmi görevleri”ni icra etmektedir Fethullah Gülen. İşte “Hocaefendi” ünvanını da bu yıllarda kazanmaya başlar. 1975-76’da Anadolu’nun çeşitli kentlerinde “turneye” çıkarak “Kuran ve İlim”, “Altın Nesil”, “İçtimai Adalet ve Nübüvvet”, “Darwinizm” başlıklı konferanslar verir ve taraftar toplamaya başlar.
GÜLEN’E “DEVLETLÜ” DESTEĞİ: HER DAİM
Fethullah Gülen’in bu örgütlenme çalışmaları, Genelkurmayıyla, hükümetiyle, patronlar sınıfıyla bütün bir devlet yönetiminin benimsediği “anti-komünist” yönelimle uyum içindedir. “Soğuk Savaş”ın NATO-ABD cephesinde yerini alan Türkiye, Anadolu’da “Altın Nesil” yaratmaya çalışan bu kendinden menkul “Hocaefendi”den rahatsız olmamakta, bilakis Fethullah Gülen’i alttan alta desteklemekte, büyütmektedir.
12 Mart darbesinden sonra adet olduğu üzere tutuklansa da “beraat ettirilmiş”; 12 Eylül darbesinden sonra adet olduğu üzere hakkında “yakalanma emri” çıksa da adım adım Anadolu’yu gezdiği halde bir türlü “yakalanamamış”tır. Arkasındaki “devletlü” desteğini en somut olarak hissettiği yıllar 12 Eylül yıllarıdır Fethullah Gülen’in.
KENAN EVREN CUNTASINA SELAM
12 Eylül darbesinden bir ay sonra, Sızıntı dergisinin “Ekim 1980” sayısında “Son Karakol” başlıklı bir yazı kaleme alan Fethullah Gülen, Kenan Evren ve cuntasına selam çakmaktadır. Şöyle yazmıştır Gülen: “Ve, işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.”O günden sonra Kenan Evren elinde Kuran’la kent kent gezip ayetler okurken, diğer yandan Fethullah Gülen de Anadolu’yu adım adım gezmekte, darbenin, NATO’nun, ABD’nin, “ulul emre itaat”in  faziletlerini anlatmaktadır lisan-ı hâl ile…
Fethullah Gülen, 80’li yıllardaki “fiili” mesai arkadaşı Kenan Evren’i yıllar sonra “cennetlik” ilan etmiş, 31 Ocak 2005’te Milliyet’e verdiği demeçte, “Evren Paşa, seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasiplerini almışlardır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahirette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir” demiştir.
Fethullah Gülen’in devlet yönetimindekilerle, siyasi aktörlerle daha yakın ilişkisi 1980’lerde giderek daha da artmış, “kanaat önderi” sıfatıyla açılışlarda, toplantılarda, törenlerde boy göstermeye başlamıştır.Özal hükümetine doğrudan, açık ve tam destek veren cemaat üyeleri, eğitimden sağlığa, ordudan polise kadar kamu teşkilatlarında “önemli mevkilere” gelmeye, getirilmeye başlanmıştır.
“SIZDILAR” MASALI: SIZMADILAR YERLEŞTİRİLDİLER!
Görüldüğü üzere, 15 Temmuz’dan bu yana devam edegelen “sızdılar” söylemi, sadece bir lafazanlıktan ve boş sözden ibarettir. Fethullah Gülen cemaati hiçbir yere sızmamış, genel bir devlet politikası olarak bulundukları mevkilere, makamlara yerleştirilmişlerdir.
Bunda dönemin siyasi iktidarlarının vebali saymakla bitmez.1980’ler ve 90’larda Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz, Ecevit hükümetleri döneminde tüm kamu kuruluşlarına yerleşmekle kalmamışlar, kendi sermayelerini, finansal güçlerini oluşturmuşlar, işadamlarını yaratmışlardır.
Yine bu dönemde Abraham Foxman, Morton Abramowitz, Papa II. John Paul gibi tanınmış din ve devlet adamları ile temasa geçen Fethullah Gülen, donatıldığı misyon ve vizyonları hakkıyla yerine getirmeye çalışıyordu.
Tumblr media
Merkezi ABD'de bulunan, Yahudilerin kurduğu İftira ve İnkârla Mücadele Birliği'nin Başkanı ABD'li avukat Abraham Foxman ile Gülen'in samimiyeti...
Fethullah Gülen’in gönüllü PR çalışmasını yapan emperyalist kurum, kuruluş ve yayınlar da az değildi. ABD'den Foreign Policy ve Birleşik Krallık'tan Prospect dergilerinin oluşturduğu “Dünya'nın ilk 100 entellektüeli” listesinde Gülen de yer alıyor, Time dergisi tarafından “dünyanın en etkili 100 kişisinden biri” olarak gösteriliyordu.
Tumblr media
Türkiye’de de kimi liberal, postmodern “akademisyenler” Fethullah Gülen üzerine “sosyolojik(!)”, “bilimsel(!)” kanaatler oluşturup, kamuoyuna “toplumsal rıza”lar pompalamakta geri kalmıyorlardı.
GÜLEN’İN BERAAT ETTİRİLDİĞİ DAVA
Fethullah Gülen’in korunup kollanması ve de himayesi meselesine bir kez daha bakmakta yarar var:Yıl 2000, Fethullah Gülen hakkında Ankara DGM Başsavcılığı tarafından bir iddianame hazırlanır.İddianamede Fethullah Gülen cemaatinin amacı “Devletin tüm sistemlerinde İslam hükümlerini egemen kılarak teokratik bir İslam diktatörlüğünü kurmak” olarak açıklanır.
İddianamede şu satırlar dikkat çekicidir: - “Fethullah Gülen laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni sona erdirip, yerine şer'i yasaların hakim olduğu İslam devletini kurmak için okullarında beyinlerini yıkadığı gençlik ile oluşturacağı toplumu kullanmayı planladığı tespit edilmiştir. - Fethullah Gülen, demokratik usuller ile ılımlı İslam görüntüsü ile kamufle edilmiş yöntemi, Toplumun önemli bir kısmı tarafından kabul görmesine neden olan yurt içi ve yurt dışındaki okulları vasıta olarak kullanması, - Papa ile görüşerek sadece Türkiye'de değil, dünyadaki müslümanları yönetmeyi amaçlayan ruhani liderliğe olan ilgisi, - Siyasi parti, kişi ve bazı devlet kadroları tarafından kabul görmesi nedeniyle hedefine ulaşmada devlet rejimini istismar etmesi, - Dini ve siyasi yapısını sürekli canlı tutan kaynağı belirsiz finans desteği ile Ülkemizdeki en güçlü ve etkin irticai yapılanma olarak değerlendirilmiştir.”
DGM İDDİANAMESİNDEN: İŞTE CEMAATİN STRATEJİSİ
Aynı iddianamede Fethullah Gülen örgütünün stratejisi şöyle açıklanmaktadır:
"Fethullah Gülen, İslamcı ideolojik bir yaklaşımla, bulunduğu legal yolu muhafaza ederek, sahibi olduğu etkin mali gücü ile;
A- Bünyesinde bulunan vakıf, okul ve dersaneleri kullanarak eğitilmiş gençlerden oluşan bir taban oluşturmak, B- Devletin bütün kadrolarında, bütün bürokraside, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Teşkilatında kadrolaşmak, C- Yurt dışında Türkiye’de kurulacak siyasal islama sempati ile bakacak bir gençlik oluşturmak istemektedir.
Çizilen hoşgörü ve barış tabloları ile bazı devlet çevrelerini etkileyen Fethullah Gülen, hedefine ulaşıncaya kadar kamuoyu faaliyetlerine destek verdiği imajını yaratarak, toplumun gerçeği görmesinin önünü, ılımlı görünüşü ve demokrasi şemsiyesine sığınarak kesmektedir.
Cumhuriyet düzenine ‘Kafirler düzeni’ diyen bu şahıs, bugün bu düzeni ister görünerek, bazı kesimleri bu davranışına inandırabilmektedir. 
Fethullah Gülen oluşturduğu öğrenci seçme ekipleri ile köy ve semtleri dolaşarak zeki ve becerikli öğrencileri seçmekte, sağladığı imkanlar ile kendisine bağlamaktadır. Fethullah Gülen’in düşünceleri öğrencilere evlerde, okullarda, kamplarda beyin yıkama metotları ile öğretilmektedir. Bu toplantılarda Atatürk, devrimleri ile toplumun İslam’dan ve inançtan uzaklaştırıldığı için Deccal (Ahir zamanda ortaya çıkacak fitnenin başı) olarak tanıtılmaktadır.
Fethullah Gülen sahip olduğu imkanlar ile semavi dinlerin temsilcileri ile başlattığı diyalog vasıtası ile ‘Dünya Dinler Birliği’ adı altında bir oluşuma zemin hazırlamış ve bu oluşum yönünde İslam Dini’nin temsilcisi olma yönünde uluslararası alanda izlenen ve karşılıklı çıkarlara dayanan bir stratejinin ilk sayfalarını da açmıştır.
Fethullah Gülen faaliyetlerinde gösterdiği gizlilik, taraftarlarının kendisine bağlılığı, etkili, kararlı ve merkeziyetçi yönetimi ile ülkemizin en güçlü irticai yapılanmasıdır. Fethullah Gülen şeriat düzeni hedefine ulaşmak için özellikle gençlik kesimini sabırlı bir yöntem ile kendisine bağlamayı hedefleyen bir strateji takip ederek, bunlar vasıtasıyla toplumun bütününe hakim olmayı ve diğer yönden yürütme ve yasama erklerini hedefi doğrultusunda kullanmayı amaçlayan bir politika izlemektedir."
CEMAATİN TEŞKİLAT YAPISI İDDİANAMEDE AYRINTILI BİÇİMDE YER ALMIŞ
Tumblr media
İddianamede Gülen cemaatinin teşkilatı ise şu sözlerle anlatılmaktadır:
"Zirvede Fethullah Gülen olmak üzere, silsile yolu ile bir yere kadar inen bir yapılanmayı kapsamaktadır. 
Tarikatın başı: Fethullah Gülen, danışman kadrosu, şehir imamları, esnafı organize eden imamlar, semtlerden sorumlu imamlar, ev düzeyinde görevli imamlar, bireyleri kontrol eden imamlar. Fethullah Gülen öğrencilerin örgütlenmesine özel bir önem vermektedir. Fethullah Gülen yapılanmasının özünü teşkil eden Işık evlerinde tecrübesiz öğrenciler, kendilerini Fethullah Gülen’e tam bir teslimiyete götürecek eğitimden geçmektedirler. Fethullah Gülen grubunun faaliyetleri bütün yurt sathında yaygın bir görünüm arz etmekte ise de, özellikle Samsun-Adana hattının batısında kalan illerde, üniversite çevrelerinde ve Doğu’da Erzurum İli’nde yoğunlaşmıştır. Fethullah Gülen Grubu yurt sathına yaygın 88 vakıf, 20 dernek, 128 özel okul, 218 şirket, 129 dershane ve yaklaşık 500 öğrenci yurdunun yanı sıra biri İngilizce olmak üzere 17 yayın organı, ortalama 250 bin tirajlı gazete, TV İstasyonu, ulusal düzeyde yayın yapan 2 radyo istasyonu, faizsiz finans kurumu, bir sigorta şirketini denetimi altında bulundurmaktadır."
Tabii bu rakamlar 16 sene öncesine ait!
CEMAATİN TSK MESAİSİ 16 YIL ÖNCEKİ İDDİANAMEDE TEK TEK ANLATILMIŞ
İddianamede şu satırlar ise hayli çarpıcı... Gülen cemaatinin Türk Silahlı Kuvvetleri içinde nasıl örgütlendiği, 2000 (darbeden 16 yıl önce) tarihini taşıyan bu iddianamede şu satırlarla anlatılıyor: "Fethullah Gülen Grubunun özellikle eğitim alanında zaman zaman devletten de ileri imkanlara sahip olduğu gözlenmektedir. Fethullah Gülen Grubu, planlı, programlı, sinsi çalışmalarının önünde tek engel olarak Türk Silahlı Kuvvetlerini görmektedir.
Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı uyguladığı politika, hoş görünme, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı bazı politikacılardan alınmış tavizlerle polisi güçlendirme, böylece denge sağlama, etkinleştiği polis camiasını gerektiğinde Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı kullanma şeklindedir.
Türk Silahlı Kuvvetlerini ele geçirme amacıyla sızma politikasını sessiz ve derinden devam ettirmektedir."
'CEMAAT 10 YIL İÇİNDE TSK İÇİNDE SÖZ SAHİBİ OLACAK'
"Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasına sızma çalışmalarının yanı sıra subay ve astsubay çocuklarını kendi okullarına ve dershanelerine kaydettirmeye, yetiştirilen bu çocukları askeri okullara sokmaya çalışmaktadır. Fethullah Gülen tarafından, silahlı kuvvetler içinde yapılanabilmek ve ileride etkinliğe kavuşabilmek amacıyla yeni projeler üretilmeye başlanmış, bu çerçevede askeri okullarda okuyan öğrenciler önce fiili hedef olarak belirlenmiş, kültür düzeyi yüksek, kendine bağlı, türban takmayan bayanların askeri öğrenciler ile tanışmaları ve evlenmelerinin sağlanabilmesi için gerekli vasatı sağlayacak bir yapılanmaya gitmiştir. Fethullah Gülen, bu yöntem ile 10 yıl içinde Türk Silahlı Kuvvetleri içinde söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır.”
VE BERAAT ETTİRİLDİ…
Nasıl… İlginç değil mi? Ankara DGM tarafından açılan bu dava, Mart 2007'de Fethullah Gülen'in beraatiyle sonuçlanmış, Haziran 2008'de Yargıtay Genel Kurulu Fethullah Gülen'in beraatini oybirliğiyle onamıştır. Fethullah Gülen hareketinin büyütülmesinde Tayyip Erdoğan’dan Abdullah Gül’e, Bülent Arınç’dan Melih Gökçek’e, Özal’dan Çiller’re, Ecevit’den Baykal’a, ANAP’dan DYP’ye, SHP’den CHP’ye kadar bütün bir düzen siyasetinin vebali var.
CEMAATİN TSK’YA “SIZMASI” 1986’DA NOKTA DERGİSİNDE
Dönemin ünlü haber-yorum dergisi Nokta (sonraki yıllarda cemaat tarafından satın alınacaktır) bir sayısını Fethullahçılara ayırır. Derginin 28 Aralık 1986’da yayınlanan sayısının kapağında ifade “Orduya sızan dinci grup: Fethullahçılar” şeklindedir.
Tumblr media
Can San ve Ruşen Çakır tarafından hazırlanan habere göz atmakta yarar var:
“Üç askeri lisede yapılan soruşturmalarda Fethullahçı oldukları saptanan 66 öğrenci okuldan atıldı. Dinci grubun hazırladığı kurslarla öğrencileri sınavlara hazırladığı ve onlar aracılığıyla okullarda örgütlenme faaliyetine girdiği saptandı. Bursa’da bir evde toplanan bir grup Işıklar Askeri Lisesi öğrencisi, büyük bir dikkatle ‘abilerini’ dinliyorlardı. ”Kurmay oluncaya kadar dişinizi sıkın, kendinizi belli etmeyin. Gözünüzle namaz kılın. 2000’li yıllarda Türkiye’yi kavrayacağız.” Yaşları 14 ila 16 arasında değişen askeri okul öğrencilerine ‘güç bir görev’ verilmişti. Türkiye’de yıllardır laikliğin kalesi olarak bilinen Silahlı Kuvvetler’e sızmak. Aynı günlerde İstanbul’un Pendik, Çengelköy, Beşiktaş, Ortaköy gibi semtlerindeki bazı evlerde de Kuleli Askeri Lisesi’nin öğrencileri hafta sonlarında benzer direktifler alıyorlar. İzmir Maltepe Askeri Lisesi’nden bazı öğrenciler de aynı amaçla hummalı bir faaliyeti kendi kentlerinde sürdürüyorlardı. Alınan direktifler saflara yeni öğrenciler katmak yolundaydı. Kimi öğrencilerin kendilerine gösterdikleri yakınlık bu genç örgütçüleri oldukça umutlandırıyordu. Kısacası Genelkurmay Başkanı Org. Necdet Üruğ’un uyarılarına kadar her şey yolunda gidiyordu. Genelkurmay Başkanı'nın ”İrtica faaliyetlerine katıldıkları hakkında kesin kanaat uyandıran Silahlı Kuvvetler mensuplarının bildirildiğinden 24 saat içerisinde sicilen ve resen emekliye çıkartılmasını” emretmesiyle harekete geçiliyor, İstanbul Kuleli, Bursa Işıklar ve İzmir Maltepe Askeri Liseleri'nde önceden tespit edilen dinci sızma faaliyetleri ile ilgili çalışmalar böylece hız kazanıyordu. İlk olarak Kuleli’de büyük bir soruşturma başlatıyordu. İstihbarat Subayları’nın tespit ettiği bazı öğrencilerin ifadelerinin alınmasıyla soruşturma derinleştirilince, olayın tahmin edilenden de önemli boyutlarda olduğu gerçeğiyle karşılaşılacaktı. İfadeler ışığında öğrencilerin hafta sonları toplantı yaptıkları evler tespit ediliyor, kendilerini yönlendiren siviller belirleniyor, kısacası tüm ilişki ağı çorap söküğü gibi ortaya çıkartılıyordu. Sonuçta dinci faaliyetlere katıldıkları kanıtlanan 100’e yakın öğrencinin ifadesi alınıyor, bunların içerisinde yönlendirici konumda olan 33 tanesinin okulla ilişiği kesiliyordu. Okuldan atılmayanlara ise ihtar cezası veriliyor, yakın denetime alınıyorlardı. Soruşturmanın kuşkusuz en önemli bulgusu Kuleli’deki şeriatçı örgütlenmenin ardında tek bir grup vardı: Fethullahçılar…”
Gülen’in yüzünü güldüren ve ona meşruiyet sağlayan siyaset, akademi, medya dünyasından isimler… Gülen’in arkadaşları…
Tumblr media
Gülen, özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra, siyaset sahnesinde daha sık görünmeye başlıyor, cami kürsülerinde cemaatine seslenen bir emekli vaiz profilini çok aşan başka bir profil çizmeye başlıyordu. 12 Eylül 1980 darbesine selam duran ve “Son Karakol” başlıklı yazısıyla Evren ve cuntası önünde esas duruşa geçen Gülen, darbe bakiyesi Özal iktidarının en önemli destekçisi haline geliyordu. Vaazlarında, konferanslarında askere ve ardından gelen Özal hükümetine kayıtsız koşulsuz biatı işaret eden Gülen, ANAP’ın gönüllü militanlığını yapmaktan asla çekinmiyordu. Kanaat önderi ve tarikat lideri sıfatlarını bu dönemde daha çok kullanmaya başlayan Fethullah Gülen cemaatine, kamuoyunda “hizmet hareketi” de denmeye başlıyordu. Cemaatin, bağış-zekat yoluyla sermaye biriktirmeye, günlük gazete kurup medyada söz sahibi olmaya başladığı dönem, tam da Özal iktidarının zirvede olduğu yıllara rastlar. 3 Kasım 1986’da Zaman gazetesini kuran cemaat, medyaya da giriş yapmış oluyordu.
Tumblr media
Diğer medya kuruluşlarıyla da arayı her zaman iyi tutan Fethullah Gülen, “kültürler arası diyalog”, “sempati”, “empati” gibi postmodern kavramları işte tam da bu dönemde sık sık dillendirmeye başlıyor, cemaat çevresinde bir sempati hâlesi yaratmaya çalışıyordu.
Tumblr media
Özal’ın Çankaya’ya çıkması, Süleyman Demirel’in başbakan olması üzerine, Gülen cemaati hem ANAP’la bağlarını koruyor, hem de DYP’ye destek vererek merkez sağ iktidarlarla hiçbir zaman arayı bozmuyordu.
Tumblr media Tumblr media
Özal’ın beklenmedik ölümü üzerine 1993’te Demirel’in Çankaya’ya çıkması, DYP’nin ve hükümetin başına Tansu Çiller’in gelmesiyle birlikte de Fethullah Gülen cemaati DYP içinde önemli mevziler ve mevkiler elde ediyordu.
Tumblr media Tumblr media
FETHULLAH GÜLEN HEP PROTOKOLDE
Gülen, 1980'ler ve 1990'lar boyunca törenlerde, açılışlarda, kongre ve konferanslarda, bir tarikat ve cemaat lideri değil de, adeta bir siyasi parti lideriymişçesine protokolde yerini alıyordu. Merkez sağ ve merkez soldaki siyasetçiler, Gülen'e özel bir ihtimam ve hürmet gösteriyor, yer veriyor, onu özel olarak davet ediyorlardı.
Tumblr media
GÜLEN'İN ECEVİTLİ YILLARI
Ve 28 Şubat…12 Eylül cuntacılarına selam duran Gülen, “eyyamcı”, “oportünist”, “hem nalına hem mıhına vuran” tavrılarıyla bu dönemi de atlatıyor ve 1999-2002 arasında Bülent Ecevit tarafından kurulan 56’ncı ve 57’nci hükümetler döneminde Başbakan Ecevit’le yakın ilişkiler kuruyordu. O dönemde ülke genelinde yaygın bir fısıltı gazetesi, cemaatin Ecevit’e destek vereceğini kulaktan kulağa yayıyordu. Öyle ki… Yıllar sonra Fethullah Gülen, Amerika’da yaşadığı evde bir öğle yemeği sırasında, “Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkanı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım” diyecekti.
Tumblr media
3 Şubat 2012 tarihli köşesinde Reha Muhtar, “Gülen’in Amerika’ya gitmesinde Ecevit’in rolü” başlıklı bir yazı kaleme alıyor ve şunları anlatıyordu.
“Ecevit’in o dönemde Fethullah Hoca’yla ilişkisinin, Amerika’ya gitmesinde ne derece hayati bir rol oynadığını dün Faruk Mercan’ın Fethullah Gülen’in hayatını anlattığı kitabından detayıyla öğreniyorum...Şöyle yazıyor Faruk Mercan: Fethullah Gülen için 22 Şubat 1999 tarihi için randevu ayarlandı... Ancak ABD’den arayan Profesör Tarhan ‘Burada havalar çok soğuk... Randevuyu biraz erteleyelim...’ dedi...Mart ayına gelindiğinde ilginç bir şey oldu...Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi savcısı Nuh Mete Yüksel’in, Gülen hakkında soruşturma açtığına dair bazı haberler İstanbul’a ulaşmaya başladı...Gülen bu şartlarda ABD’ye gitmeyi doğru bulmuyordu...Eğer savcı böyle bir soruşturma açmışsa, ABD’ye gitmesi ifade vermekten kaçınmak anlamında algılanabilirdi...Gülen’e telefon açan Bülent Ecevit, “Sağlığınız çok önemli... Sizinle ilgili böyle bir soruşturma olsa haberimiz olurdu... Lütfen tedavinizi aksatmayın ve Amerika’ya gidin...” dedi...Gülen’in Amerika’ya gitmesinde en etkili nedenlerden biri Ecevit’in telefonuydu...
Fethullah Gülen 2007 yılında Amerika’da kaldığı evdeki bir öğlen yemeğinde Bülent Ecevit’i şöyle andı: “Ecevit hayatı boyunca oruç tutmadı... Namaz kılmadı ama inancı sağlamdı... Sosyal demokrat bir zeminde doğdu ve İsmet İnönü’ye ortanın solu dedirtti... Okullara çok sahip çıktı... İşin büyüklüğünü sezmişti... Önüne bir dosya getirildiğinde elinin tersiyle itti... Eğer ahirette Allah bana şefaat etme imkanı verirse, bunu ilk önce Ecevit için kullanırım...”
ECEVİT’LERİN FETHULLAH GÜLEN SEVGİSİ
youtube
Habertürk'e 2009’da verdiği röportajda, "Fethullah Gülen'in elini tutan ilk kadın" olduğunu söyleyen Rahşan Ecevit, "Bülent onun okullarını çok beğeniyordu" diyordu.
CEMAATİN ORDUYA SIZMA GİRİŞİMİNİN TARTIŞILDIĞI MGK’DE ECEVİT ADETA GÜLEN’İN AVUKATLIĞINI YAPTI
Tumblr media
1998’in Mart ayında gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu’na, Ecevit’in Fethullah Gülen’i savunduğu konuşma damgasını vuruyordu.MGK'da, Fethullah Gülen'in orduya sızma girişiminden ve çeşitli faaliyetlerinden rahatsızlık duyduklarını söyleyen komutanlara dönemin Başbakan Yardımcısı Ecevit karşı çıkıyor ve “Siz, Gülen'in geçmişinden yola çıkarak bu kanıya varıyorsunuz. Kendisini tanısanız bunları söylemezdiniz. İnsanlar değişip gelişebilir” diyordu.
AKP İKTİDARI: FİİLİ KOALİSYON ORTAĞI FETHULLAH GÜLEN CEMAATİ!
3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelen AKP, hemen kucağında adı konulmamış ama “fiili” bir koaliyon ortağı buluyordu. 12 Eylül cuntasıyla kendine gelmiş, Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz, Ecevit hükümetlerince korunup kollanmış, büyütülüp himaye edilmiş, kamu kademelerinde kadrolaşmış bir cemaat: Fethullah Gülen cemaati…Abdullah Gül tarafından 58. hükümet kuruluyor, bakanlar atanıyordu… Fethullah Gülen cemaati ise bu hükümetin görünmeyen, ilan edilmeyen fiili ortağı olarak kadrolaşma çalışmalarına hız veriyor, kamu yönetiminin her zerresine daha da fazla nüfuz etmeye başlıyordu.Kabinede Kültür Bakanı olan Hüseyin Çelik’in, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın, Devlet Bakanları Beşir Atalay’ın, Ali Babacan’ın cemaatle yakın ilişkileri olduğu iddia ediliyor, kulislerde konuşuluyordu. Cemaatle iyi ilişlkileri olduğu bilinen isimler, AKP rozetiyle hükümette yer alıyordu. Ve Fethullah Gülen cemaati, AKP iktidarının fiili koalisyon ortağı olarak büyümeye, kadrolaşmaya, devletin DNA’larına yerleşmeye başlıyordu…
ERGENEKON, BALYOZ, ODATV, KCK KUMPASLARI
Tumblr media
Türkiye’nin “büyük gerici dönüşüm süreci” içine, “cumhuriyetin tasfiyesi süreci” içine yerleştirilmiş bir araç, bir mekanizma olan ve sonradan hepsi birer birer çöken Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK gibi kumpas davaları dönemi başlıyordu. Sonradan bu davalarda sahte delil üreten, yasa dışı dinleme-gözleme faaliyeti gösteren polislerin cemaat mensubu ya da sempatizanı olduğu ortaya çıkıyordu. Ergenekon sürecinde görev alan savcı ve hakimlerin de cemaat üyesi oldukları, yıllar sonra anlaşılacaktı.
AKP, KOALİSYON ORTAĞI CEMAATİ EL ÜSTÜNDE TUTUYOR
Bu dönemde cemaatin uluslararası organizasyonu olan Türkçe Olimpiyatları, hemen hemen tüm AKP’li bakanları yolunun geçtiği ve kürsüye çıkan her bakanın Fethullah Gülen’e övgüler yağdırdığı bir platform oluyordu…
Tayyip Erdoğan, Ali Babacan, Binali Yıldırım, Egemen Bağış, Bülent Arınç, Faruk Çelik, Bekir Bozdağ, Melih Gökçek bunların bilinenleridir. 
ABANT TOPLANTILARI
Fethullah Gülen cemaati bu yıllar boyunca, sadece siyaset alanında mevzi ve mevki kazanmakla kalmadı. Akademide, medyada, entelektüel dünyada da hegemonya kurmak için çeşitli zeminler, platformlar hazırladı. Bunlardan biri de Abant Platformu’ydu… Fethullah Gülen cemaatinin Abant Platformu’ndan kimlerin yolu geçmedi ki…
Tumblr media
Cemaate meşruiyet sağlamak ve cemaat adına “toplumsal ve akademik rıza oluşturmak” için gerçekleştirilen bu toplantılara şu isimler katılıyordu: Mehmet Ali Kılıçbay, Murat Belge, Cüneyt Ülsever, Halit Refiğ, Niyazi Öktem, Ufuk Uras, Toktamış Ateş, Hüseyin Hatemi, Beşir Ayvazoğlu, Hayrettin Karaman, Ali Bardakoğlu, Soli Özel, Nevzat Yalçıntaş, Hüseyin Çelik, Mete Tunçay, Ali Yaşar Sarıbay, İlber Ortaylı, Mehmet Altan, Mustafa Erdoğan, Ali Bulaç, Mustafa Armağan, Mehmet Bekaroğlu, Nilüfer Göle, Doğu Ergil, Ali Müfit Gürtuna, Işıl Karakaş, Mehmet Gündem, Naci Bostancı, Altan Tan, Nazlı Ilıcak, Faik Tunay, Mehmet Metiner, Ergun Özbudun, Fuat Keyman, Ayşe Böhürler, Etyen Mahcupyan, Rasim Ozan Kütahyalı,  Cengiz Çandar, Ferhat Kentel, Mithat Sancar, Eser Karakaş, Sadullah Ergin ve daha onlarca isim…
Tumblr media
CENGİZ ÇANDAR FETHULLAH GÜLEN’İ ÖVÜYOR! : Abant Platformu müdavimi ve gazeteci Cengiz Çandar'ın, bir özel televizyon kanalında Fethullah Gülen'i takdim ederken sarf ettiği sözleri ise ibret vericidir.
SAİD NURSİ'YE GÜZELLEMELER DÜZEN SOSYOLOG
Sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi övgüsü üzerinden, cemaate dolaylı bir destek sağlanmasına yardımcı oluyordu. Prof. Dr. Mardin,  "Bediüzzaman Said Nursi" adlı kitabında, Said Nursi güzellemesi yaparak şunları söylüyordu: "Modernleşme yanlısı seçkinlerin safına katılmayan, yoksul kesimlerden destek arayan Said Nursi'nin, radikal-dinci bir düşünür olarak yaptığı, halkın gündelik hayatında önemli yer tutan kültürel kaynaklara, dini söylemlere birlikte sahip çıkarak bunları modern bir topluma uyum sağlayaak biçimde zenginleştirmekti." Mardin, Neşe Düzel'e verdiği söyleşide Fethullah Gülen'in yorumlarının "çok özgün" olduğunu ifade ederek, cemaat hakkında şu sözleri sarf ediyordu: "Gülen cemaatine 'nötr' diyeyim. Çünkü ne olduğunu bilemiyoruz. Fakat dünyada böyle büyük bir çark var. Gülen hareketinin o çarktan olumlu ya da olumsuz etkilenmemiş olması mümkün değil. Ben Gülen cemaatinin o çarkın nasıl bir parçası olduğunu ve o çarkın içinde nerede durduğunu çıkaramıyorum. "Mardin ve benzeri akademisyenlerin, Said Nursi gericiliği ve türevlerine sağladığı bu destek de, elbette asla unutulmayacak.
Ahmet Çınar - soL
26 notes · View notes
korayaker · 3 years
Note
Hiç görmediğin birini sevebilir misin? Bu mümkün mü? Genel olarak soruyorum.
Türk filmlerine dikkat ettinmi  hiç esas kız ile esas oğlan hep güzel kadın ve erkeklerden oluşuyor. Bu karakterleri çevreleyen insanlara bak hepsi çirkin ve  esas oğlan ve kızın mutluluğu için çırpınıyorlar. Bu sosyal darwinizmdir ama bizler bu filmleri hep ahlaki buluruz ve neşelenerek izleriz. Soruna gelince Ben Sevgiye inanmam, insanlar kendi aralarında kurdukları ilişki biçimlerine çeşitli isimler vermişler ama temelde hepsinin kökeni maddi ilişkilere dayanır. Sinema örneğini verdim çünkü oradaki sosyal darwinizm toplumsal yapımıza egemendir. Yani fiziksel çekim her zaman önemlidir görmediğin birini sadece duyguları ve düşünceleri için sevebilirsin tabi ama  sorun şu gördükten sonra düşüncelerin aynı kalırmı bilemiyorum.
12 notes · View notes
kurbaga · 4 years
Text
ağzından sosyal darwinizm çıkan bir sonraki ilk kişiye kafa atarım
7 notes · View notes
Tumblr media
SAYIN ADNAN OKTAR VE ARKADAŞLARININ SİVİL DİPLOMASİ FAALİYETLERİNİN TÜRKİYE VE İSLAM ALEMİNE SUNDUĞU FAYDALAR
Sadece İsrailliler ve hahamlar ile değil Hristiyan ve Müslüman liderler, sivil toplum kuruluşları, fikir önderleri, bilim insanları, sanatçılar ve basın mensupları ile gerçekleştirdiğimiz sayısız görüşme ve diplomasi faaliyetleri, Türkiye ve İslam alemine sayısız faydalar sağlamıştır!
Sayın Adnan Oktar ile birlikte, 40 yıldan bu yana gerek ülkemizde gerekse dünya çapında çok kapsamlı bilimsel, sosyal ve kültürel faaliyetler gerçekleştirdik. Sayın Adnan Oktar’ın vatan ve millet sevgisi, tüm Müslümanları koruma duygusu, insanlara adaletle ve anlayışla yaklaşması, tüm sorunları barışla ve uzlaşmayla çözüme kavuşturma azmi bizlere de örnek oldu. Bu faaliyetler çerçevesinde, yerli ve yabancı çok sayıda bilim, fikir ve din adamı, akademisyen, siyasi ve sosyal kimliğe sahip şahsiyet, kanaat önderleri, STK mensupları gibi kendi alanlarında söz sahibi olan kimselerle görüşerek, yakın ilişkiler ve güçlü dostluk bağları kurarak tamamen hükümetimiz ve devletimiz lehine, milletimizin güzel geleceği için geniş çaplı bir sivil inisiyatif ve diplomasi ağı oluşturduk.
2010 yılında A9 Televizyonu'nun kurulmasıyla ise yürütülen faaliyetler ile karşılıklı ziyaretler ve fikir alışverişleri de oldukça hızlanmış, yapılan sohbet ve görüşmelerin büyük bölümü, Sayın Adnan Oktar’ın da katıldığı canlı yayın programlarında tüm kamuoyuna açık biçimde gerçekleştirilmiştir. Ayrıca görüşmelerin fotoğrafları ve video filmleri milyonlarca kişinin takip ettiği sosyal medya hesaplarından ve internet sitelerinden de paylaşılmıştır.
Öncelikle belirtmek isteriz ki bizler bu faaliyetlerimizi Sayın Cumhurbaşkanımızın uzun yıllardır sürekli gündeme getirdiği üzere, ''ülkemizin en büyük ihtiyacının yetişmiş insan gücü olduğu'', uluslararası kamuoyunda ülkemizi temsil edecek yetişmiş insan kaynağı eksikliği ve devlet kadrolarının bu konuda yetersiz kaldığı yönündeki açık tespitleri hatta çağrıları dolayısıyla, DURUMDAN VİCDANEN VAZİFE ÇIKARARAK BİR GÖREV ve AMAÇ EDİNDİK. Tüm bu çalışmalarımız KARŞILIĞINDA ise HİÇBİR ZAMAN, HİÇBİR MADDİ MENFAAT BEKLENTİSİ İÇİNDE OLMADIK, yalnıza Allah’ın rızasını ve ülkemizin yararını hedefledik.
Devletimiz de bu ihtiyacı ve eksikliği tamamlamak adına, Adnan Bey ve bizlerin ortaya koyduğumuz sivil inisiyatif ve diplomasi çabalarımızı memnuniyetle ve takdirle karşılamıştır. Yapılan tüm görüşmeler ve faaliyetler her zaman ilgili resmî kurumlar ve devlet yetkilileri haberdar edilerek, dolayısıyla bilgi ve onayları dahilinde gerçekleştirilmiş ve çalışmaların her aşamasında da daima devletimizin üstün menfaatleri gözetilmiştir.
SAYIN ADNAN OKTAR ÖNCÜLÜĞÜNDE ARKADAŞ CAMİAMIZ İLE GERÇEKLEŞTİRİLEN BU ÇALIŞMALARIN ÜLKEMİZE VE İSLAM ALEMİNE GETİRDİĞİ FAYDALAR
1. Tüm Dünyayı Etkisi Altına Alan İnançsızlığın ve Terörün Zemini olan Darwinizm Yerle Bir Edilmiş, Allah'ın Varlığı ve Yaratılış Gerçeği Bilimsel-Felsefi Delillerle Gözler Önüne Serilmiştir.
Sayın Adnan Oktar Darwinizm ve felsefesine karşı sürdürdüğü bilimsel mücadele kapsamında evrim teorisini çürüten sayısız eser kaleme almıştır. Eserlerinde evreni ve canlıları Allah’ın yarattığı gerçeğini, modern bilimsel bulguların Darwinizm’i geçersiz kıldığını, canlılığın kökeninin ‘Yaratılış’ olduğunu insanlara en akılcı ve en etkili bir biçimde anlatmıştır. Darwinizm’in, bilimin bütün dalları tarafından çürütüldüğünü ve aslında bilimsellik kılıfı altına gizlenen bir pagan felsefesi olduğunu somut delillerle, belgelerle ortaya koyan ve Darwinizm sahtekârlığını yerle bir eden Adnan Oktar, gerek ülkemizde gerekse dünya çapında çok sayıda insanın Allah’ın varlığını ve Yaratılış̧ gerçeğini kavramasına vesile olmuştur.
Söz konusu eserlerden yararlanarak Adnan Oktar Bey öncülüğünde, arkadaş camiamız ile birlikte yürüttüğümüz bilimsel ve kültürel faaliyetler neticesinde, Müslümanlar eğitilip bilinçlenmiş, alışılmış yenik ve pasif mücadeleden kurtulmuş ve içine düştükleri yeisten sıyrılıp çıkabilmişlerdir. Bu sayede tüm İslam alemi en büyük problem olan iman zafiyetinden kurtularak büyük bir manevi güç bulmuş, böylelikle Darwinist-Materyalist felsefenin yıkıcı etkisine karşı koyabilmişlerdir.  Ayrıca, evrim teorisine karşı gerçekleştirdiğimiz güçlü ve ezici fikri galibiyet sonucunda, İngiliz derin devletinin bu batıl teoriyi kullanarak, uzun vadede kendince bütün dinleri ve devlet sistemlerini ortadan kaldırıp, tüm dünyayı komünal bir sisteme dönüştürme planı da yerle bir olmuştur.
2. Dindar Bir Türk Gençliği Yetiştirilmesi Amacıyla Ülke Çapında Sayın Adnan Oktar’ın Temiz Vicdanı Öncülüğünde Yürüttüğümüz Bilimsel Faaliyetler Sayesinde, Bugünkü AK Parti Hükümetinin Fikri Altyapısının Temelleri Oluşturulmuştur.
Bizler Darwinizmle mücadele konusunda yürüttüğümüz bilimsel faaliyetlerle birlikte, Allah’ın varlığının, birliğinin ve yaratılışın delilleri olan iman hakikatlerinin anlatılmasına da büyük önem verdik. Bu amaçla ülke çapında hemen hemen her il, ilçe, kasaba ve hatta köylere kadar ulaşan "Evrim Teorisinin Geçersizliği ve Yaratılış Gerçeği" isimli konferanslar düzenlenmiştir.
Bununla birlikte Sn. Adnan Oktar’ın ''Evrim Aldatmacası'' isimli kitabının milyonlarca vatandaşımıza ücretsiz olarak dağıtılmasıyla ve düzenlenen yüzlerce fosil sergisiyle canlıların 100 milyonlarca yıldır hiçbir değişime uğramadan günümüze kadar gelmiş oldukları, yani evrim geçirmeyip en mükemmel halleriyle Allah tarafından yaratılmış olduklarını vatandaşlarımıza delilleriyle göstererek ispat ettik. Sayın Adnan Oktar ve arkadaş grubumuzun çalışmaları neticesinde dindar bir nesil yetişmiş, Türkiye’de felsefi ve bilimsel dayanağı yok edilen sol ideolojiler adeta erimiş ve böylelikle bugünkü AK Parti hükümetinin fikri alt yapısı ile Sayın Cumhurbaşkanımızı destekleyen halk kitlesinin ideolojik temeli oluşturulmuştur.
3. Dünyada ve Ülkemizde Müslümanları Baskı Altına Almak Amacıyla İslam Karşıtı Yapılar Tarafından Kışkırtılarak Oluşturulmaya Çalışılan Kutuplaşma Tehlikesine; Seküler-Dindar, Başı Açık-Kapalı ve Alevi-Sünni Ayrımının ve Çatışmalarının Önüne Geçilmiştir.
Bizlerin camia olarak son derece kaliteli, şık, modern giyim ve yaşam tarzını benimsememiz, sanat, estetik, kültür, kalite ve güzelliğe önem vermemiz ile arkadaşlarımızın katıldıkları televizyon programlarında müzik dinleyip dans etmelerinin, eğlenip neşeli olmalarının hep belirli amaçlar doğrultusunda olduğunu daha önce detaylarıyla anlatmıştık. Bunlardan bazılarını şöyle hatırlayabiliriz:
Başı açık, dekolte giyinen veya bikini, mayo giyip denize giren kadınlarımız ve genç kızlarımız hakkındaki ön yargıları yıkmak,
Onların da dindar ve nur gibi Müslümanlar olabileceklerini göstermek,
Dolayısıyla, toplumda yaratılmak istenilen başı kapalı, başı açık ayrımcılığına engel olmak,
Müslümanların da çağdaş ve modern olabileceğini göstermek,
Türkiye'nin diğer Ortadoğu ülkeleri gibi olmadığını, demokratik, özgür ve modern bir ülke olduğunu vurgulamak,
Hükümetimizi ve Sayın Erdoğan'ı güya otoriter bir yönetim sürdürüyormuş gibi gösterme tuzaklarını bozmak,
Müslümanları kendilerince ezmeye çalışanlara fırsat vermemek...
Bununla birlikte, A9 Televizyonunda Sayın Adnan Oktar’ın da katıldığı canlı yayın programlarında Sünni Müslümanların yanı sıra, çok sayıda Alevi ve Şii kanaat önderleri ile din adamları da davetli olarak yer almışlardır.
Bu görüşme ve yayınlarda, her zaman Alevi ve Şii inancına sahip vatandaşlarımızın da son derece dindar ve nur gibi Müslümanlar oldukları, Alevi-Sünni tüm inananların tertemiz insanlar oldukları, hepsinin birinci sınıf vatandaş oldukları çok kereler dile getirilmiştir. Adnan Bey’in Müslümanlar arasında ayrımcılık yapılmasına katiyetle karşı çıkan tüm Müslümanları kucaklayıcı tavır ve açıklamaları vesilesiyle, ülkemizde Sünni vatandaşlarımızla Alevi ve Şii vatandaşlarımız arasında oluşturulmaya çalışılan suni çatışmalar ve kutuplaşmalar karşısında bir set, engel olunmuştur. Bu yolla ülkemizde ve dünyada Müslümanları ayrıştırarak bölmek, güçlerini kırarak baskı altına almak için planlanan tuzaklar bozulmuş böylelikle ve hükümetimizin güç kaybetmesine ve enerjisini tüketmesine izin verilmemiştir.
4. İngiliz Derin Devletinin Geliştirdiği "İngiliz İslam’ı" Projesiyle İslam’ın ve Müslümanların Dejenere Edilmesine Müsaade Edilmemiştir.
İngiliz derin devleti dünya üzerindeki Müslümanları dejenere etmeye yönelik "İngiliz İslam’ı" adını verdikleri bir din modelini yaygınlaştırmayı planlıyordu. Bu amaçla, Müslümanlar arasında güya 'evrim teorisinin din ile çelişmediği' yalanıyla, Kuran'da açıkça kınanmış ve yasaklanmış çirkin bir hayasızlık olan homoseksüellik, pedofili ve benzeri sapkınlık ve ahlaksızlıkların Müslümanlar arasında yayılması hedeflendi. Müslümanların bunları ve benzeri ahlaksızlıkları kendilerine dört koldan empoze edilmiş bir algı operasyonuyla haşa normal karşılayıp, bunlara karşı ılımlı ve hoşgörülü bir tavır takınmaları yönünde ciddi çabalar sarf ediliyordu.  
Nitekim İngiliz derin devleti bu konuda ciddi bir yol kat etmişti ve bu amacını neredeyse pek çok İslam ülkesinde başarmıştı. Hatta bu konuda Türkiye'de de ciddi bir altyapı oluşturmuş ve pek çok girişimde bulunmuştu.
2013 senesinde İstanbul’da gerçekleşen LGBT yürüyüşüne 100.000 (YÜZ BİN)'inden fazla TRAVESTİ, TRANSSEKSÜEL VE HOMOSEKSÜELİN katılmış olması, bunun Avrupa'da bugüne kadar yapılmış en yüksek katılımlı yürüyüş olarak açıklanması, Türkiye'de oluşturdukları korkunç altyapının ne derece ciddi boyutta olduğunu da açıkça göstermekteydi. Hiç kimsenin cesaret edemediği bir kararlılıkla Sayın Adnan Oktar’ın bu duruma karşı olması, onun fikri öncülüğünde sosyal medyada yapılan yayınlar, gençlerin bu tehlikeye karşı uyarılması sonucunda bugün halkımız bu konuda daha şuurlu bir tutum geliştirmiştir. Adnan Oktar Bey'in cesur çıkışına kadar hiçbir tepki görmeyen bu sapkın faaliyetlere karşı devletimiz de gereken kararlılığı göstermeye başlamış ve yürüyüşler yasaklanmıştır. En son olarak da Sayın Diyanet İşleri Başkanı, tıpkı Sayın Adnan Oktar’ın gündeme getirdiği gibi, bu konuya karşı halkı uyarmıştır.  
Ancak, Sayın Adnan Oktar'ın özellikle evrim teorisini bilimsel olarak darmadağın etmiş olması, homoseksüellik ve benzeri cinsel sapkınlıkları Kuran'dan ve diğer kutsal kitaplardan delillerle yerden yere vurmasıyla İngiliz derin devletinin bu konudaki gizli planları deşifre edilmiş ve Müslümanlar arasında iman zafiyetinin yayılarak, ahlaksızlıkların normalleştirilmesi planlarının da önü kesilmiştir.
5. Dünya Çapında Müslümanlara Karşı Oluşturulmaya Çalışılan İslamofobi'ye Engel Olunmuş ve Medeniyetler Çatışması ile Başlatılmaya Çalışılan Armageddon Savaşına Müsaade Edilmemiş, Masum İnsanların Kanlarının Dökülmesine İzin Verilmemiştir.
Bizler arkadaş grubumuz olarak Müslümanların son derece modern, zarif, sanat ve estetiğe önem veren, kadınlara değer veren, neşeli, samimi, kaliteli ve sevgi dolu insanlar olmaları gerektiğini gerek kendi yaşamlarımız, gerekse Kuran ayetlerinden ve Peygamberimiz (sav)'in hayatından verdiğimiz örneklerle gösterdik ve açıkladık.
Bu sayede dünya çapında yaygınlaştırılmaya çalışılan ve Müslümanların korkunç, vahşi, öfke dolu, saldırgan, zevksiz, kalitesiz, sevgisiz ve savaş taraftarı kimseler olarak gösterilmesine yönelik politikaların tümünü ve İslamofobi'yi temelinden yıkarak engel olduk. Bu şekilde bir öfke oluşturularak Müslümanları yok etmek amacıyla yapılan plan ve saldırı politikalarını durdurmuş ve Müslümanların aydınlık yüzünü, barış taraftarı, sevgi dolu, modern, sevecen ve dışa dönük kimliğini göstererek İslam karşıtlarının oyunlarını bozmuş olduk.
Ayrıca, Adnan Oktar’ın dört dile çevrilen ''Gelin Birlik Olalım'' isimli eseri Medeniyetler Çatışmasının değil, Allah’ın Ali İmran Suresi’nde “De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz...” ayetiyle emrettiği gibi birlik olunmasının gerektiğine ilişkin Kuran'dan ayetler ile Tevrat ve İncil'den sözleri alıntılanmış olan eseri büyük etki uyandırdı. Her platformda bu gerçeği ifade ettik, hatırlattık. Dünya barışı ve Müslümanların güvenliği ve geleceği açısından son derece hayati olan bu konu, davetlimiz olarak Türkiye'ye gelerek A9 Televizyonundaki canlı yayınlara katılan Sanhedrin Üyesi hahamlar ile Vatikan Temsilcisi papazlar ve Evanjelik Hristiyanlar'ın önde gelen temsilcilerine de anlatılmıştır. Yine arkadaşlarımız tarafından doğrudan İsrail ve Vatikan'a yapılan ziyaretler ile orada gerçekleştirilen toplantı ve konferanslarda da Medeniyetler Birliği sürekli gündemde tutulmuş, konu hakkında dünyada en etkili kişi ve kurumların tamamına ulaşılmıştır.
Sayın Adnan Oktar’ın öncülüğünde bizlerin hiçbir destek veya karşılık beklemeksizin bilakis kendi gayret ve imkanlarımızla göstermiş olduğumuz bu ciddi çaba ve diplomasi başarısı sayesinde, düzmece 'Medeniyetler Çatışması' tezi ile Türkiye'nin de bulunduğu Ortadoğu bölgesinde çıkartılmaya çalışılan Armageddon Savaşı'nın ve bu savaşta milyonlarca suçsuz Müslüman, Hristiyan ve Musevi'nin hayatını kaybetmesinin önüne geçilmiştir.
6. Sayın Adnan Oktar’ın Görüşmeleri, İran ile İsrail Arasında Çıkabilecek ve Sadece İki Ülke Arasında Kalmayıp Tüm Ortadoğu'yu Kan Gölüne Çevirecek, Belki de Dünya'ya Yayılabilecek Bir Savaşın Başlamasına Engel Oldu.
Bilindiği üzere 2004 yılında başlayıp 2008 yılında ve sonrasında hızla tırmanan İran ile İsrail arasındaki gerilim, her iki ülkenin liderleri ve ileri gelenleri tarafından medya önünde dile getirilen ''İran'a Atom Bombası Atarız'', ''İsrail'i yeryüzünden sileriz'' şeklindeki karşılıklı tehdit ve restleşmeler sebebiyle son derece tehlikeli bir hal almışken Sayın Adnan Oktar devreye girmiş ve böylece her iki ülkenin de geri adım atmalarına ve fitnenin yatışıp izale olmasına vesile olunmuştur.  
Adnan Bey kendisine büyük saygı besleyen her iki ülkenin üst düzey yetkilileri ile dini liderlerini, kanaat önderlerini ve gazetecilerini Türkiye'ye davet etmiş, gelen misafirlerle A9 Televizyonunda canlı yayınlara katılmış ve her iki ülkede de tertemiz, masum ve dindar insanlar olduğunu, suçsuz insanların da zarar göreceği böyle bir çatışmanın Kuran'a da Tevrat'a da uygun olmayacağını, dolayısıyla bunun Müslümanlar açısından da, Museviler açısından da haram olacağını detaylarıyla açıklamıştır.
Böylelikle, İran ile İsrail arasında çıkabilecek, ancak sadece iki ülke arasında kalmayıp, bir anda tüm Ortadoğu'ya hatta belki de tüm dünyaya yayılabilecek çok büyük bir fitnenin önlenmesine vesile olunmuştur.
7. Sayın Adnan Oktar’ın Yaptığı Görüşmeler, Gazze'de Yaşayan Müslümanların İsrail Ambargosu Altında Zarar Görmelerinin Önüne Geçilmesine, Mavi Marmara Saldırısı Sebebiyle Bozulan Türkiye-İsrail İlişkilerinin Onarılmasına ve İsrail’in Türkiye’ye Tazminat Ödemeyi Kabul Etmesine Vesile Oldu.
İsrail'in 2006 yılından beri Filistin'in Gazze bölgesine yönelik uyguladığı abluka ve ambargo 2010 yılı başlarında oldukça yoğun bir hal almıştı. Ambargo sebebiyle insani yardımların Gazze'de yaşayan Filistinli ihtiyaç sahiplerine ulaşmasında ciddi problem yaşanmaktaydı. Ancak aynı zaman da İsrailli sivil yerleşimcilerin yaşadıkları alanlara da Filistin tarafından roketler atılmaktaydı.
Her iki tarafın temsilcileri, kanaat önderleri ve gazetecileriyle Adnan Bey canlı yayında görüşmeler gerçekleştirdi. Böylece hem Filistin tarafından atılan roketlerin durdurulmasına hem de İsrail'in Gazze'ye uyguladığı ambargonun gevşetilmesine vesile oldu.
Ayrıca, bu esnada Gazze'deki ablukayı delip Filistinli Müslümanlara insani yardım götürmek amacıyla yola çıkan Mavi Marmara gemisine uluslararası sulardayken İsrailli komandolar tarafından silahlı müdahalede bulunulmuş ve müdahale esnasında çıkan çatışmada ise 10 vatandaşımız şehit olmuştur. Bunun üzerine Türkiye, İsrail'in kendisinden özür dilemesi ve şehitlerin ailelerine tazminat ödemesini talep etmiş, ancak İsrail'in özür dilememesi ve tazminat ödememesi sebebiyle her iki ülke arasında büyük bir kriz çıkmış ve resmi tüm ilişkiler karşılıklı olarak sonlandırılmıştı.
Adnan Oktar Bey'in manevi öncülüğünde bu dönem içinde yaklaşık 2 yıl boyunca muazzam bir sivil diplomasi çalışması gerçekleşti. Bir taraftan, arkadaşlarımız defalarca İsrail'e giderek İsrail Parlamentosunda toplantılara katılıp üst düzey yetkililerle görüştüler. Diğer yandan Adnan Bey’in davetlisi olarak İsrail'in en yüksek yargı organı Sanhedrin üyesi hahamlar ve milletvekilleri Türkiye'ye geldiler; canlı yayın programlarına ve basın toplantılarına katıldılar. Bu görüşmelerin hepsinde Adnan Oktar Bey, Hükümetimizin Musevilere sevgi ve şefkatini, Sayın Cumhurbaşkanı’nın güzel kişiliğini ve ahlakının, Türkiye’nin dostluktan yana olduğunu İsrailli misafirlere anlatmış ve onlara Tevrat’tan ve Kuran’dan ayetlerle barıştan yana olmaları gerektiğini telkin etmiştir.
Adnan Bey ziyaretine gelen Sanhedrin hahamlarına, özür dilemenin güzel bir meziyet olduğunu, tazminat ödemenin de Tevrat'a aykırı bir yanının olmadığını bilakis inançlarının gereği olduğunu, dolayısıyla bunda bir mahsur bulunmadığını yine Tevrat'tan sözlerle anlatarak kanaatlerinin gelmesine vesile olmuştur. Nitekim İsrail'in bir din devleti olması ve İsrail hükümetlerinin de politikalarını, hahamlardan gelen talep ve kararlara göre şekillendirmeleri sebebiyle; ADNAN BEY’İN ÖNCÜLÜĞÜNDE BU KONUDA GÖSTERMİŞ OLDUĞUMUZ CİDDİ GAYRET VE DİPLOMASİ ÇABALARI MEYVESİNİ VERMİŞ, OLAYDAN YAKLAŞIK 3 YIL SONRA İSRAİL TÜRKİYE'DEN RESMİ OLARAK ÖZÜR DİLEMİŞ VE OLAYLARDA ŞEHİT OLAN VATANDAŞLARIMIZIN AİLELERİNE TAZMİNAT ÖDEMEYİ KABUL ETMİŞTİR.  
Adnan Oktar Bey isteseydi diğer birçok insanın yaptığı gibi sadece hamasi konuşmalar yapıp sloganlar atıp akşam evinde normal hayatını devam ettirebilir, kimseden de tepki almazdı. Ancak vatanın ve devletin yüksek menfaatleri bunu gerektirdiği için kimsenin cesaret edemediği ve yapamadığını yapmayı göze almış, karşılaşacağı tüm iftira ve tepkilere rağmen milletimiz için hayırlı olanın bu olduğunu bildiği için gerekli görüşmeleri yapmıştır.
8. Sayın Adnan Oktar Birçok Mason ve Tapınak Şövalyesinin Müslüman Olmalarına ve Mason Localarında Müslümanların İlk Kez Faaliyette Bulunabilmesine, Onlara Tebliğ Yapılmasına Vesile Oldu.
Masonlar ve Tapınak Şövalyeleri ile kurduğumuz yakın ilişkiler ve bağlantılar vesilesiyle birçok üst düzey 33. Derece Mason ve Tapınak Şövalyesi Türkiye'ye gelerek Adnan Bey ve arkadaşlarımızla görüşmeler yapmışlar ve A9 Televizyonunda canlı yayın programlarına katılmışlardır. Hatta ziyarete gelen bu Mason ve Tapınak Şövalyeleri'nin birçoğu özellikle Adnan Bey’in dindarlığı, samimi üslubu ve kendilerine Kur'an'dan yapmış olduğu anlatımlardan etkilenmiş ve İslam'ı seçip Müslüman olmuşlardır. Hatta arkadaşlarımız ile birlikte İstanbul'un tarihi ve önemli camilerinde namaz kılmışlar, birlikte fotoğraflar, videolar çektirmiş ve paylaşmışlardır.
Sayın Adnan Oktar'ın vesilesiyle gerçekleşen bu güzel olay sayesinde ise Mason Locaları'nın kapıları dünya tarihinde ilk kez Müslümanların faaliyet gösterebilmeleri için ardına kadar açılmıştır. Mason Locaları'nda Kur’an-ı Kerim okunmuş, Allah’ın varlığını ve birliğini anlatan konferanslar verilmiştir. Bu vesileyle, Masonlara ve Tapınak Şövalyeleri'ne Kur'an'a dayalı gerçek İslam anlatılabilmiş, yapılan faaliyetlerin etkisiyle birçok Mason ve Tapınak Şövalyesi  Müslümanlığı seçmiştir.
9. Kıbrıs Davasında Her Zaman Devletimizin Yüksek Menfaatleri ile Türkiye'nin Kırmızı Çizgilerinin Korunması Yönünde Çaba Sarf Ettik. Kıbrıs İçin Düzenlediğimiz Uluslararası Konferanslar ve Toplantılar Vesilesiyle Kıbrıs Türk Halkına Destek Olduk.  
Her konuda olduğu gibi Kıbrıs konusunda da daima hükümet politikalarını destekleyen ve devlet menfaatlerini gözeten çalışmalar yaptık ve Kıbrıs meselesini ülkemizin kırmızı çizgilerinden asla ödün vermeyecek şekilde savunduk.
Bu amaçla hem Türkiye’de hem de Kıbrıs’ta uluslararası katılımlı "Milli Dava Kıbrıs" ve "Kıbrıs için Gerçek Çözüm" isimli konferans ve toplantılar düzenledik, konferanslara başta KKTC Lideri Sayın Rauf Denktaş olmak üzere çok sayıda yerli ve yabancı üst düzey katılımcı katıldı.  
Adnan Bey ve arkadaşlarımızın çabalarıyla gerçekleştirilen toplantılara hem Türkiye’den hem de KKTC'den birçok siyasetçi, milletvekili, gazeteci, yazar ve fikir insanları katılmış, bu toplantılar sayesinde Kıbrıs Türk halkının bilinçlenmesi konusunda büyük faydalar sağlanmıştır. Özellikle Annan Planı ile KKTC tarafına kabul ettirilmeye çalışılan ve Türkiye'nin kırmızı çizgilerini esnetmeyi amaçlayan oylanma öncesinde yaptığımız konferansın, KKTC hükümetinin elini güçlendirdiği ve çok faydalı olduğu birçok yetkili tarafından özellikle dile getirilmiştir.
10. Adnan Oktar Bey’in Öncülüğünde Suriye'de Yaşanan İç Savaştan Kaçarak Ülkemize Sığınan Suriyelilere Her Zaman Şefkatle Yaklaştık ve Hükümetimizin Bu Konudaki Politikalarını Savunarak Kamuoyu Desteği Sağladık.
Bizler Suriye'de çıkan çatışmalar sebebiyle canlarını kurtarmak için her şeylerini geride bırakarak ülkelerini terk edip Türkiye'ye sığınmak zorunda kalan Suriyeli mültecilere karşı her zaman şefkat ve merhametle yaklaştık ve korumacı tavır içinde olduk.
Adnan Bey, A9 Televizyonundan yapmış olduğu programlar ile vatandaşlarımızın Suriyeli mültecilere Ensar ahlakı ile davranmaları gerektiğini, Kuran ayetleri ve Peygamberimiz (sav)'in hayatından örnekler vererek açıklamıştır.  
Ayrıca, Adnan Oktar ve arkadaşları her ortamda, hükümetimizin Suriyeli sığınmacılara yönelik tutum ve politikalarını destekleyen açıklamalar yaparak, bu konuda hükümetimizin elini de güçlendirmiştir. Zaman zaman bazı vatandaşlarımız tarafından mültecilere yönelik gerçekleştirilen saldırı, kavga, gösteri gibi olaylara ise hızlıca hem TV ekranlarından hem de sosyal medyadan uyarılarda bulunarak olayların büyümesini önleyici ve yatıştırıcı olmuşlardır.
Daha mutlu bir yaşam ve refah umuduyla Türkiye'den Avrupa'ya geçmeye çalışan mültecilere karşı, başta Avrupa'nın sahil ülkeleri olan Yunanistan ve İtalya tarafından uygulanan Avrupa'ya geçişi engelleme amaçlı sert müdahaleleri de kınamış ve bu uygulamalarından acilen vazgeçmelerini telkin etmişlerdir. Ayrıca onlara tarihten örnekler vererek II. Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın Avrupa ülkelerini işgal etmesi üzerine milyonlarca Avrupalının mülteci konumuna düştüklerini ve aynı şekilde yurtlarını terk ederek komşu ülkelere geçmek zorunda kaldıklarını, bir kısmının da Müslüman ülkelere sığındıklarını hatırlatarak, Avrupalıların bunu asla unutmamalarını gerektiğini dile getirmişlerdir.
11. Sayın Adnan Oktar Arakan'lı Müslümanların Seslerini Dünyaya Duyurmalarına Aracı Oldu, Bu Konuda Uluslararası Destek Sağlanarak Sorumlu Ülkelere Uyarılar Yapılmasına Vesile Oldu.
Güneydoğu Asya’nın Hindiçin bölgesinin en büyük ülkesi olan Myanmar’da 70 milyonun, sadece 3 milyonunu Arakan Müslümanları oluşturuyor. Ancak buna rağmen bölgede Müslümanlara karşı ciddi bir vahşet yaşanıyordu. Vahşetin ana kaynağı ise etnik ve dinsel ayrımcılıktı.
Ülkede yaşayan yaklaşık 800.000 kadar Rohingyalı vatandaşlığa kabul edilmiyor. Bu insanlar, komşu ülke Bangladeş’ten gelen ‘kaçak göçmenler’ olarak görülüyor. Diğer yandan sınırdaki kıyı şeridinde yaşayan Rohingyalı’ları Bangladeş yönetimi de ülkesine kabul etmiyor. İki ülkenin de dışladığı Rohingya insanları, bu topraklarda ‘ülkesiz insanlar’ olarak yaşam mücadelesi veriyorlardı.
2014 yılına gelindiğinde ise Myanmar Askeri Kuvvetleri, Polis Kuvvetleri ve bazı terörist gruplar, Arakan eyaletindeki Müslüman Köylerine vahşi ve kanlı baskınlar gerçekleştirip, birçok masum köylünün işkencelerle şehit edilmesi, birçoğunun tutuklanması, kadınlara ve kız çocuklarına tecavüz olaylarının da dahil olduğu saldırılara başladılar. Bölgede yaşanan bu geniş çaplı saldırılar ve insan hakları ihlalleri sebebiyle Arakan'lı Müslümanlar yaşadıkları toprakları terk ederek göç etmek zorunda kalmışlar ve komşu ülkelerde son derece zor yaşam şartlarında sığınmacı olarak yaşamak mecburiyetinde bırakılmışlardı.
Adnan Bey, Arakanlı Müslümanların Myanmar ve komşu ülkelerde yaşanılan bu insanlık dramına engel olunması amacıyla A9 Televizyonunda müteaddit kereler yayınlar yapmıştır. Bizler de sahip olduğumuz Türkçe ve yabancı dillerdeki sosyal medya hesaplarından konuyu gündeme getirerek, yaptığımız açıklamaların takipçilerimiz vasıtasıyla milyonlarca insana ulaşmasına ve dünyanın bölgede yaşananlar ile Arakanlı Müslümanların durumlarından haberdar olmasına vesile olduk.  
Sayın Adnan Oktar ayrıca konu ile ilgili ülkelerin Türkiye'deki büyükelçileri ile de hızlıca temasa geçmiştir. Büyükelçilikler tarafından görevlendirilen yetkililerle duruma ilişkin bilgi sahibi olan uluslararası gazetecileri ve sivil toplum kuruluşları temsilcilerini A9 Televizyonunda canlı yayınlara alarak konuyu sürekli gündemde tutmuş, unutulmasına müsaade etmemiştir. Ayrıca Sayın Adnan Oktar'ın arkadaşları olarak, konuyu Birleşmiş Milletler nezdine de taşıyarak BM’nin bölgeye acilen heyet göndermesine ve müdahalede etmesine yönelik de çaba sarf ettik.
12. Sayın Adnan Oktar Mısır’da Seçimleri Kazanan Mursi Hükümeti ile Görüşmeler Yaptı. Gerçekleşen Askeri Darbe Üzerine ise Muhammed Mursi ve Hükümet Üyelerinin ve Halktan İnsanların İdam Edilmemeleri İçin Çaba Sarf Etti. Ayrıca, Darbe Sebebiyle Bozulan Türkiye-Mısır İlişkilerinin Düzeltilmesine Çalıştı.
2012 yılında Mısır'da düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Müslüman Kardeşlerin desteklediği Muhammed Mursi'nin kazanarak hükümet kurması üzerine Sayın Adnan Oktar hem kendilerini tebrik etmek hem de Müslümanların hayrına olacak bazı konularda fikir alışverişinde bulunmak amacıyla Mursi Hükümeti ve Müslüman Kardeşler yetkilileriyle çeşitli görüşmeler yapmıştır.
Adnan Bey, kendisiyle görüşmeye gelen heyetlerle birlikte A9 Televizyonu'ndaki canlı yayınlara katılmış ve temsilcilere Türkiye gibi son derece modern olmaları, kadınlara değer vermeleri, ülkelerinde başı açık-kapalı veya seküler-dindar ayrımı yapmadan herkese birinci sınıf vatandaş olarak değer vermelerinin çok hayati olduğu gibi temel konularda görüşmelerde bulunmuştur. Ayrıca İslam'a yapılacak en büyük hizmetin, İslam'ın modern yüzünün yaşanılması ve anlatılması olduğu da hatırlatılmıştır.  
2013 yılına gelindiğinde ise Mursi Hükümetine yönelik olarak Mısır'da askeri darbe yapıldı ve Türkiye ile Mısır arasındaki tüm resmî ilişkiler, tıpkı Mavi Marmara faciası sonucunda İsrail'le olduğu gibi aniden ve tamamen kesildi. Adnan Bey ise bu aşamadan itibaren canlı yayınlarda, hem darbe ile devrilen hükümet yetkililerinin idamlarının durdurulması gerektiğine, aksinin haram olacağına dair açıklamalarda bulunmuş hem de Mısır'da yönetime el koyan Sisi ve diğer yetkililere doğrudan bu minvalde haber göndermiştir. Ayrıca, tıpkı İsrail örneğinde olduğu gibi Mısırlı yetkililer, kanaat önderleri ve sivil toplum kuruluşlarıyla temasa geçerek Türkiye-Mısır ilişkilerin onarılması ve yeniden tesis edilmesi amacıyla çalışmalarda bulunulmuştur.
13. Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine Yönelik Çin Hükümeti Tarafından Uygulanan Baskıcı Politikaların Gevşetilmesi ve Yaşanılan İnsan Hakları İhlallerinin Durdurulması İçin Çaba Sarf Ettik. Doğu Türkistan’ın Adı Neredeyse Bilinmez ve Anılmazken Sayın Adnan Oktar, Yayınladığı “Doğu Türkistan Gerçeği” Kitabı ve Bu Kitaptan Hazırlanarak Birçok Dilde Yayın Yapan İnternet Siteleriyle Bu Mazlum Halka Sahip Çıktı.  
Çin yönetiminde bulunan Doğu Türkistan bölgesinde yaşayan, soydaş Uygur Türklerine yönelik olarak Çin Hükümeti tarafından uygulanan baskıcı politikalar ile soydaşlarımıza yapılan zulümleri Adnan Bey A9 TV'de gündeme getirip çeşitli açıklamalarda da bulunmuştur. Ayrıca arkadaşlarımız Çin'in Ankara'daki Büyükelçiliği nezdinde de girişimlerde bulunup konunun taraflarını yaşanan olaylar hakkında açıklama yapmak üzere A9 Televizyonuna davet etmişlerdi.
Adnan Bey’in bu daveti üzerine Çin devlet yetkilileri ile Uygur Türklerinin sorunlarını yakından bilen sivil toplum kuruluşları yöneticileri ve bölgeden gazeteciler A9 Televizyonunda yapılan yayınlara katılmışlardır. Yine Adnan Bey’in talebiyle Çin’in de daveti üzerine bir heyet oluşturularak konunun yerinde incelenip, müdahale edilebilme imkanı elde edilmiştir.
Dolayısıyla, camiamızın çabalarıyla Çin'e bir heyet gönderilmesine ve Uygur Türklerinin sorunlarının anlatılıp, gündeme gelmesine ve Çin tarafından soydaşlarımıza uygulanan baskının azaltılmasına vesile olunmuştur. Bugün ise Sayın Adnan Oktar ve bizlerin 2,5 yılı aşkındır maruz kaldığımız hukuksuzluklar, bu güzel halkın adeta sahipsiz kalmasına sebep olmuş, Çin Hükümetinin Uygur Türklerine baskısı akıl almaz bir hızla artmıştır.  
14. Bangladeş Cemaat-i İslami Partisinin Lider ve Üyelerinin İdamlarının Engellenmesi için Ciddi Boyutta Diplomasi Çabaları ile Sosyal Medya Kampanyaları Yürüttük.
Bangladeş'te 1971 yılındaki bağımsızlık savaşı sırasında yaşanan bazı olaylardan sorumlu tutulan ve Bangladeş'te tutuklu bulunan Cemaat-i İslami Partisinin bazı yönetici ve üyeleri hakkında yıllardır süren yargılamalar ve bazıları hakkında verilmiş ancak uzun süredir bekletilmekte olan idam veya beraat kararları, ülkedeki siyasi değişiklik üzerine 2016 yılında bir anda en önemli gündem maddesi haline gelmişti. Beraat kararı verilenler hakkında yüksek yargı tarafından yeniden yargılama, idam kararı verilenler hakkında ise onama kararları birbiri ardınca çıkartılmaya başlanmıştı.
Arkadaşlarımızın ve Adnan Bey’in konu hakkında bilgi sahibi gazeteciler ve Cemaat-i İslam Hareketi'nin çeşitli üst düzey temsilcileri ile yaptığı görüşmeler sonucu, 1971 yılında yani elli yıl önce gerçekleştiği iddia edilen olaylara dayanarak ve siyasi beklentilerle hareket edilerek 70-80 yaşına gelmiş insanların idam edilmelerinin haram olacağını anlatarak, bu konuda yayınlar yapmışlar ve sosyal medyadan Bangladeş yetkililerine yönelik açık çağrılarda bulunmuşlardır. İnfaz edilmeye çalışılan bu siyasi amaçlı idamları önlemeye yönelik çok ciddi diplomasi çalışmaları gösterilmiştir.  
15. Yemen’de Yaşanan İç Karışıklıklara Suudi Arabistan'ın Savaş Uçaklarıyla Müdahale Etmesine Karşı Çıktık.  
2014 yılında uzun yıllardır ülkeyi yöneten Ali Abdullah Salih’in Husiler tarafından devrilmesi sonucunda ülkede büyük çaplı iç karışıklıklar yaşanmaya başlamış, 2015 yılında Suudi Arabistan’ın Yemen’deki Husilere karşı başlattığı askeri müdahalenin ardından ise ülke genelinde bir iç savaş patlak vermiştir.
Ülkede yaşanan iç savaş ve karışıklıklar sebebiyle karşılıklı olarak çatışanların yanı sıra binlerce masum sivil kadın, erkek ve çocuk da zarar görmekteydi. Özellikle Suudi Arabistan'ın savaş uçakları kullanarak hedef gözetmeksizin bölgedeki insanları bombalaması bu can kayıplarını daha da artırmaktaydı.
Bizler Yemen'de yaşanan olaylara ve Suudi Arabistan savaş uçaklarının Yemen'i bombalamasına şiddetle karşı çıktık. Adnan Bey ve arkadaşlarımız burada yaşanılan olayların doğrudan Müslümanın Müslümanla savaşması demek olduğu, bunun da Kuran'a göre haram olduğu ve saldırıların acilen ve karşılıklı olarak durdurulması gerektiği konusunda yayın ve açıklamalar yapmışlardır. Ayrıca her iki ülke temsilcileri ve gazetecileriyle de toplantılar gerçekleştirerek bu durumun İngiliz derin devletinin Müslümanlara yönelik bir tuzağı olduğu, Müslümanların bu tuzağa düşmemeleri gerektiği anlatılmış ve konunun hızlıca sonuçlanmasına yönelik diplomasi çalışmalarında bulunulmuştur.
16. Haşa Kuran'a ve Peygamberimiz (sav)’e Yönelik Gerçekleştirilen Hakaret ve Saldırıların, Müslümanlara Yönelik Provokasyon Amaçlı Tuzaklar Olduğunu, Müslümanların İtidalli Olmaları ve Bu Tuzaklara Düşmemeleri Gerektiğini Söyleyerek Uyarılarda Bulunduk.  
Gerek bazı Fransız dergilerinde Peygamberimize (sav)'e hakaret etmek amacıyla yayınlanan karikatürlerin (Peygamberimizi tenzih ederiz), gerekse Amerika ve Bazı Avrupa ülkelerinde yaşanan Kuran yakma ve benzeri eylemlerin, aslında Müslümanları provoke ederek, galeyana gelmelerini ve olay çıkarmalarını sağlamak amacıyla hazırlanan bir tuzak planının parçaları olduğunu açıkladık ve bu konuda Müslümanların bilinçlenmelerine vesile olduk.
Adnan Bey, bu konuda yaptığı açıklamalarında, Müslümanların olaylara serinkanlılıkla ve aklıselimle bakmaları gerektiğini, yayınlanan karikatürlerin Hz. Muhammed (sav)'i asla tasvir edemeyeceğini, olsa olsa çizenlerin kendilerini resmettiklerini, Kur'an yakma girişiminde bulunan papazın akıl hastası olduğunun her halinden belli olduğunu, dolayısıyla Müslümanların kendilerine kurulan bu tuzağa düşmemeleri gerektiğini detaylıca anlatmıştır.  
Bu tip durumlarda çıkan olaylar esnasında provokatörlerin, samimi tepki gösteren Müslümanların arasına karışarak saldırgan, vahşi ve korkutucu birtakım tavır ve görüntülere sebebiyet verdiklerini hatırlattık. Bu görüntülerle de İslam'ı dünyaya ürkütücü bir dinmiş gibi göstermek isteyen İslam karşıtlarına bir anlamda imkan oluştuğunu ve bu tuzağa düşülmemesi gerektiğini hatırlattık, bu tür olaylar karşısında Müslümanları sükunetle davranmaya davet ettik.
17. Ermeni Lobilerinin Başta Amerika Olmak Üzere Birçok Ülkede, Sözde Ermeni Soykırımını Kabul Ettirme ve Hatta Bunun İnkarının Suç Sayılması Amaçlı Çalışma ve Faaliyetlerine, Karşı Lobi Faaliyetleri Yürüttük.
Ermeni Lobilerinin gerek Amerika'da gerekse Avrupa genelinde sözde Ermeni Soykırımı iddialarının kabul edilerek, soykırım karşıtı söylemlerde bulunulmasının suç sayılması amacıyla yürüttükleri faaliyetlere karşın, camia olarak bizler geçmişte yaşandığı iddia edilen olaylara takılıp kalarak geleceği inşa etmenin mümkün olmadığını ifade ettik. Türkler ve Ermeniler arasında tarihi köklü dostluk bağları bulunduğunu ve her iki millet arasında farklılık ve ayrılıkların değil, ortaklıkların anlatılması gerektiğini savunup dile getirerek uluslararası arenada Türkiye aleyhine kurulan tuzakların bozulmasına vesile olduk.
Adnan Bey’in bu konu ile ilgili açıklama ve makalelerinin özellikle Amerika ve Avrupa'da yayınlanan dergilerde çıkması adeta bu konuda Ermeni Lobilerine karşı büyük bir set oluşturmuş, bu set Ermeniler tarafından yürütülen lobi faaliyetleri ile aşılamamış ve her yıl ABD'de gündeme getirilen Soykırım Tasarısı uzun yıllar boyunca her defasında geri çevrilmiştir. Ne var ki Sayın Adnan Oktar ve bizlerin tutuklanması sonrasında, tarihte ilk kez Ermeni Soykırımı Tasarısı, ABD meclisinden onaylanarak geçmiştir.  
Özetle;
Sayın Adnan Oktar ve bizler arkadaş camiası olarak ülkemizi uluslararası arenada dış ülkeler nezdinde temsil edecek, dünya basınında Türkiye aleyhine çıkan olumsuz haber ve yorumlara anında müdahale edecek yetişmiş kadroların eksikliği nedeniyle Sayın Cumhurbaşkanımızın bu yöndeki sayısız açıklamaları vicdanlarında karşılık bulmuş insanlarız. Bizler, durumdan vazife çıkartarak sivil bir inisiyatif üstlenmiş, vatanperver ve dürüst insanlarız. Tamamını devlet kontrolünde yürüttüğümüz faaliyetlerimiz aynı zamanda düzenli olarak raporlanmış ve devletimizin ilgili kurum ve kuruluşlarıyla da paylaşılmıştır Adnan Oktar Bey’in temiz vicdanı ve güzel aklının öncülüğünde camia olarak devletimizin ve İslam aleminin menfaatlerini gözeterek ortaya koyduğumuz sivil inisiyatif sayesinde yaşanan hayırlı ve güzel gelişmelerin bir kısmını sizlere maddeler halinde açıklamaya çalıştık. Hal böyleyken takdir edilmesi gereken samimi çabaları ve bunları gerçekleştiren böyle güzide bir topluluğun sözüm ona bir suç örgütüymüş gibi gösterilmeye çalışılması en basit tabiriyle abesle iştigal etmek olup, bunun vicdanları yaralayacağı apaçık ortadadır.  
Değerli Kamuoyunun bilgilerine saygılarımızla sunarız.
1 note · View note
Text
Sayın Adnan Oktar ve Camiamıza Yönelik Linç Kampanyası ve Sonuçları
Sayın Cumhurbaşkanımıza, önde gelen siyasi liderlere, bilim insanlarına, sanatçılara dahi son derece yıldırıcı, tehditkar, nefret dolu sözler söyleyebilen yüzbinlerce insan bulunmaktadır. Bu kişiler yeterince hırslandırıldıklarında, teşvik edildiklerinde, ikna edildiklerinde rahatça başkaları aleyhinde yalan ifade verebilmekte, farklı motivasyonlarla iftira atabilmektedirler.
Nitekim Sayın Adnan Oktar ve camiamız da ülkemizde giderek tırmanan ve önü bir türlü alınmayan bu öfke selinin, linç kampanyalarının hedefi olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızın yargılandığı dava baştan sona bir linç ruhuyla organize edilmiştir.
İddianamenin tamamı, gerçekte şikayetçi olmayan, ancak tehdit, kıskançlık, korkutulma, “onlardan değilim” diyebilmek, çevresine hoş görünebilmek gibi nedenlerle ikna edilmiş, galeyana getirilmiş kişilerin iftiralarından, gerçek dışı beyanlarından oluşmaktadır.
Sayın Adnan Oktar’ın ve camiamızın çalışmalarını durdurmak, Sayın Cumhurbaşkanımıza ve AK Parti hükümetine verdiğimiz son derece akılcı, şevkli ve etkili desteği kesmek, Darwinizm, ateizm, deizm, materyalizm ve bu “izm”lerden güç bulan PKK/PYD terör örgütleriyle fikri mücadeleyi sekteye uğratmak isteyen İngiliz derin devleti ve Türkiye’deki uzantıları, önce camiamıza husumetli birkaç kişiyi etkisi altına almıştır.
Bu husumetli güruh, operasyon öncesinde, sosyal medyayı kullanarak, düzenli ve sistematik olarak sadece Sayın Adnan Oktar’ı ve camiamızdaki arkadaşlarımızı değil, camiamıza yakın olan kişileri de hedef alarak, son derece nefret ve kin dolu, hakaretamiz, tehditkar paylaşımlar yapmaya başlamışlardır.
Sosyal medyada bu linç kampanyasını yürüten ekibe, bir süre sonra TV programlarından ve gazete yazarlarından katılanlar da olmuştur. Bu organize “siber zorbalık” neticesinde, camiamıza yakın bazı kişiler paniğe kapılmış ve korkmuştur.
Aralıksız devam eden bu sanal linç kampanyası neticesinde, bu husumet ekibi bir sonraki aşama için “suni şikayetçiler ve mağdurlar” grubunu oluşturabilmiştir.
Nitekim, camiamızın yargılanmakta olduğu davaya ait iddianame tamamen bu linç kampanyasının bir ürünüdür; bu suni şikayetçi ve mağdurların, çeşitli nedenlerle galeyana gelerek uydurdukları, hiçbir somut delile dayanmayan iftiralardan oluşmaktadır.
Camiamız aleyhinde söylenenlerin tamamı iftira ve yalan olduğu için, kısa süre sonra geçersizliği veya mantıksızlığı görülmekte, bu kez aynı linç ruhu, yeni bir yalanla saldırıya geçmektedir.
Örneğin camiamıza yönelik olarak yapılan 11 Temmuz 2018 tarihli operasyon gününden itibaren, basında ve sosyal medyada, özellikle bayan arkadaşlarımıza zorla lityum kullandırıldığı iddia edilmiştir. Hatta lityum sayesinde iradelerinin kırıldığı, bu şekilde camiamızda zorla tutuldukları, doğru ile yanlışı ayırt edemeyecek hale getirildikleri iftirası atılmıştır. Bu iddia üzerine yüzlerce yalan senaryo kurulmuştur. Ne var ki, operasyon günü, tüm arkadaşlarımızdan kan alınmış, tahlil sonuçlarında tek bir kişide dahi ne fazla lityuma ne de herhangi başka bir maddeye rastlanmamıştır. Ancak, tabi ki iftiraya uğradığımızı ispatlayan bu sonuçlar, linç kampanyasını yürüten medyada duyurulmamıştır. Lityum konusu sessiz sedasız gündemden kaldırılıp başka bir konuya geçilerek yeni bir linç kampanyası başlatılmıştır.
Camiamızdaki bazı arkadaşlarımızın, işleri veya güvenlikleri nedeniyle, devletin ilgili kurumlarının onayı ile aldıkları ve bir kez bile kullanmadıkları silahlar, bir anda “evlerinden cephanelik çıktı” gibi başlıklarla verilerek, silahlı suç örgütü imajı oluşturulmaya çalışılmıştır. Her arkadaşımızın kendi evinde veya iş yerinde bulunan silahlar bir araya getirilip dizilerek, tek bir evden çıkmış gibi bir algı oluşturulmuştur. Devletin onayıyla verilmiş ve değil herhangi bir suça karışmak, bir kez bile kullanılmamış olan bu silahlar, suç aleti gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
İddianamede dahi yer almayan, hiçbir delili bulunmayan iddialar, iftiralar haftalarca, aylarca basında yer almış, arkadaşlarımızın masumiyet karineleri hiçe sayılmış, isimleri, resimleri, işleri, aileleri deşifre edilerek, akıl almaz iftiralarla karalanmaya, itibarsızlaştırılmaya çalışılmışlardır.
Husumetli Linç Grubunun Oluşturduğu “Sözde Şikayetçiler”in Motivasyon Nedenleri
Sayın Adnan Oktar ve camiamız aleyhinde ifade veren kişilerin tamamı bu linç mantığıyla toplanmış, korkutularak, tehdit edilerek veya kıskançlık, kompleks gibi bazı zaafları kullanılarak “galeyana getirilmiş”, psikolojik olarak yok etme arzusuyla doldurulmuş kişilerdir. Dava dosyasındaki sözde şikayetçi veya mağdur sıfatıyla bulunan kişiler, tek başlarına kendi iradeleri ve vicdanlarıyla düşünebiliyor olsalar, bu husumetli linç güruhu tarafından teşvik edilmemiş, galeyana getirilmemiş olsalar, aslında hiçbiri camiamız hakkında düşmanca, kin ve haset dolu düşüncelere sahip olmayacak insanlardır.
ASLINDA BU KİŞİLERİN HİÇBİRİ GERÇEK ŞİKAYETÇİ DEĞİLDİR. Bu gerçeğin en önemli delillerini şöyle özetleyebiliriz:
Bu “sözde şikayetçiler” sözde mağdur edildikleri dönemde hiçbir adli makama, polise, avukata, herhangi bir kişiye, ailelerine, yakınlarına şikayette bulunmamışlar, yardım istememişlerdir
Bu “sözde şikayetçiler”, 10, 20 yıl hatta 30 yıl boyunca camiamızda kalmışlardır. Eğer gerçekten şikayetçi veya mağdur konumunda olsalar, üniversite mezunu, kariyer sahibi, kimi oldukça nüfuzlu ailelere mensup bu kişiler, değil 30 yıl, 30 saat dahi camiamızda kalmazlardı. 30 gün, 30 ay, 3 yıl değil, 30 yıl camiamızda kalan bu insanlar, aleyhimizde bir linç kampanyası başlaması ve operasyon ve cezaevi tehditleri yoğunlaştığı anda tek tek şikayetçi olmaya başlamışlardır.
Bu “sözde şikayetçiler”, güya mağdur edildiklerini iddia ettikleri dönemden sonra da, camiamızla yakından görüşmeye devam etmişler, hatta sosyal medya hesaplarında, arkadaşlarımızla birlikte, davetlerde, yemeklerde, sosyal ortamlarda, son derece mutlu, neşeli, candan, samimi pozlar vermişlerdir.
Gerçek şudur ki; EĞER 2018 YILINDAN İTİBAREN DOZU ARTAN BİR ŞEKİLDE SAYIN ADNAN OKTAR VE CAMİAMIZ ALEYHİNE BİR LİNÇ KAMPANYASI BAŞLATILMAMIŞ VE CAMİAMIZA BU OPERASYON DÜZENLENMEMİŞ OLSAYDI, ŞU ANDA “SÖZDE ŞİKAYETÇİ” OLAN KİŞİLER HALA BİZLERLE GÖRÜŞEN YAKIN DOSTLARIMIZ OLMAYA DEVAM EDECEKLERDİ.
Bu “sözde şikayetçiler”in her biri linç ruhu çevresinde farklı nedenlerle toplanmıştır. Bu nedenlerden bazıları şöyledir:
1– Korkutulmuş olmaları: Camiamıza yönelik aylarca sosyal, yazılı ve görsel medyada yürütülen nefret ve iftira kampanyası sırasında, Sayın Adnan Oktar’a ve arkadaşlarımıza sürekli olarak tehditler yöneltilmiştir. Bir polis operasyonu olacağı, kendi saflarına geçmeyenlerin tutuklanacakları, mallarına el konacağı, ailelerin işlerinin batacağı vb gibi birçok konuda tehditler sosyal medya hesaplarından, her gün birkaç kişi hedef alınarak sistematik olarak sürdürülmüştür.
Arkadaşlarımız hakkında hakaret dolu içerikler paylaşılmış, Sayın Cumhurbaşkanımızdan, bu arkadaşlarımızın çalıştıkları işyerlerine kadar hakaretlerle dolu bu içerikler paylaşılmış, saldırgan yöntemlerle bir itibar suikastı uygulanarak, arkadaşlarımız camiadan ayrılmaya, hatta ayrılarak camiamızdan şikayetçi olmaya zorlanmışlardır.
Bu ciddi psikolojik baskı ve yıldırma politikası karşısında, bazı arkadaşlarımız dayanamamış, olası bir polis operasyonundan sonra tutuklanarak cezaevine gitme korkusuyla, baskılara boyun eğmiş ve 10-20-30 yıllık arkadaşlarına iftira atmak zorunda kalmışlardır.
Tehditlerden kendilerini korumak için, orta yollu, hafif iftiralar yeterli görülmediği için, kumpasçı linç güruhunun baskı ve tehditleriyle, akla hayale gelmeyecek iftiraları göz kırpmadan uydurabilmişlerdir.
2– Haset duyguları içinde linçe katılanlar: Camiamıza karşı bu kumpası kuran İngiliz derin devleti elemanları, linç güruhunu oluştururken, kompleksli, ezik, haset duyguları içinde olan kişileri de tespit etmiştir. Camiamızın fikri alandaki başarılarına, ses getiren çalışmalarına, arkadaşlarımız arasındaki dayanışma, derin sevgi, saygı ve birliğe haset eden bazı zayıf ahlaklı kişiler, haset ettikleri bu güzellikleri yok edebilmek iç güdüsüyle, bu linçe var gücüyle katılmıştır. Bunların arasında, eskiden camiamızda olan kişilerden, gazetecilere kadar birçok kesimden insanlar bulunmaktadır.
Haset, linç ruhunun en önemli itici güçlerinden biridir. Örneğin Hz. Yusuf (as)’ın kardeşleri, Hz. Yusuf’u kıskandıkları için, onu kuyuya bırakmışlardır. Hz. Yusuf (as)’a iftira atan kadın, onun güzelliğine, kendisine ait olmamasına içerlediği, haset ettiği için onu zindana attırmıştır.
Mekkeli müşrikler, Kur’an-ı Kerim’in Peygamber Efendimiz (sav)’e indirilmesini kıskanarak "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf Suresi, 31) diye sormuşlar, Peygamber Efendimiz (sav)’e her türlü zorluğu çıkartmışlardır.
3– Çevresinden kabul görme arzusu: İnsanların büyük bölümü, kendisini çevresine kabul ettirmeye çalışır, çoğunluğun dediklerine uyar, çoğunluğa hoş görünmek için inanmadığı şeyleri söyler veya yapar. Camiamıza iftira atan, linç etmeye çalışan kişilerin bir kısmı da bu tür zayıf kişilikli, ezik kimselerdir. Vicdanlarında, Sayın Adnan Oktar’ın ve arkadaşlarımızın asla suç işlemeyeceklerini bildikleri ve buna da bizzat şahit oldukları halde, dışlanmamak, yalnız kalmamak, bazı çevrelere hoş görünmek gayesiyle “sözde şikayetçi” olmuşlardır.
Sosyal medyada da bu tipte insanlar çoktur. Çoğunluk neyin peşinden giderse veya kimlerin sesi daha gür, daha baskın çıkarsa, hemen onların söylediklerini tekrarlarlar. Kendilerine ait bir fikirleri yoktur. Veya kendi samimi ve vicdani düşüncelerini söyleyecek ve savunacak iradeye, samimiyete ve cesarete sahip değillerdir. Aksi takdirde kendilerinin de linç edileceğini düşünerek, linç eden güruhun safına geçerler.
4– Camiamızdan olmadığını kanıtlama gayreti: “Sözde şikayetçiler”in bir kısmı da, yine tehditlerden ve baskıdan korkarak, camiamızla bir bağlantısı kalmadığını gösterip, cezaevine girmekten, işini, malını kaybetmekten kurtulmak için abartılı yalanlarla iftira atmıştır.
Hz. Muhammed (sav)’e Yönelik Linç Kampanyasının Önde Gelenlerinden: Ebu Cehil
Linç ruhu, sadece içinde yaşadığımız döneme ait değildir. Yüzyıllardır, sayısız devlet adamı, fikir insanı, sanatçılar, bilim insanları linçe uğramışlardır. Peygamberlerin tebliğine karşı gelenler de bu mübarek insanları kimi zaman sözle ve eylemleriyle kimi zaman da fiziksel olarak linç etmeye yeltenmişlerdir.
Bunlara bir örnek, Peygamber Efendimiz (sav) döneminde yaşayan Ebu Cehil’dir.
Ebu Cehil, çeşitli yöntemlerle, İslamiyet’i kabul eden Müslümanları yıldırmaya çalışmıştır. Örneğin, İslamiyet’i kabul eden kişi toplumda itibarlı biri ise ona saygınlığını yitireceğini söyleyerek, ticaretle uğraşıyorsa kendisini iflas ettirmekle tehdit ederek, güçsüz ve kimsesiz ise onu döverek İslâm’dan döndürmeye çalışmıştır. Ashaptan Ammâr b. Yâsir ile annesine, babasına ve daha birçok Müslümana İslamiyet’i kabul ettikleri için çok ağır işkenceler yapmıştır; Ammâr’ın annesi Sümeyye’yi şehit etmiştir. Ebu Cehil, ilk Müslümanlardan olan üvey kardeşi Ayyâş b. Ebû Rebîa’yı aldatarak hicret ettiği Medine’den tekrar Mekke’ye götürmüş ve orada hapsedip Medine’ye dönmesine yıllarca engel olmuştur.
Hz. Peygamber Efendimiz (sav), Kâbe’de namaz kılarken üzerine deve leşi attıran kişi de yine Ebu Cehil’dir. Bu da fiziksel bir linç yöntemidir.
Ebu Cehil, saldırgan ve kin dolu tavrını ısrarla ve vicdansızca sürdürmüştür. Yanında on bir müşrik arkadaşı ile, halkın hac mevsiminde Peygamber Efendimiz (sav) ile görüşmesini engellemek ve halkı iman etmekten vazgeçirmek için aralarında iş bölümü yapmışlar, Mekke’nin girişlerini kontrol altına almışlar ve Resûl-i Ekrem Efendimiz'i (sav) kavminin gözünde kendilerince küçük düşürmeye çalışarak hakkında iftiralar uydurmuşlardı.
Hicretten birkaç yıl önce Benî Mahzûm kabilesinin reisliğine getirilen Ebu Cehil, Hz. Peygamber (sav)’e ve Müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda bulunmuş, Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebû Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca tecrit edilmesine önderlik etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da engel olmuştur. Resulullah (sav)’ın Medine’ye hicretine engel olmak için Dârünnedve’de yapılan toplantıda, onun her kabileden seçilecek gençler tarafından öldürülmesini teklif eden ve hicret gecesi evini muhasara altına alarak öldürülmesini planlayan da yine Ebu Cehil’dir.
Ebu Leheb ve karısı Ümmü Cemil de, Peygamber Efendimiz (sav)’in evini taşa tutmuşlar, evinin kapısının önüne pislik atarak, yoluna diken döşemişlerdir. Tüm bunlar bir linç etme ruhuyla yapılan, ahlaksızca, vicdansızca, nefret dolu saldırganlıklardır.
Peygamber Efendimiz (sav)’in nurunu, temizliğini, güzelliğini, asaletini, heybetini, başarılarını, ona olan teveccüh ve sevgiyi kıskanan Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi ahlaksız haysiyetsizler, kendileri gibi vicdansız, kompleksli, saldırganlar kişileri de çevrelerine toplayarak, Peygamber Efendimiz (sav)’e rahatsızlık, huzursuzluk vermeye çalışmışlar, kendi düşük akıllarınca, Peygamberimizi ve çevresindekileri korkutmak, yıldırmak istemişler, ancak bunda başarılı olamamışlardır. Allah her kurdukları tuzağı en temelinden bozmuş, Hz. Muhammed (sav) ve ashabını onların kötülüklerinden korumuştur.
Tarih boyunca aynı Hz. Muhammed (sav)’e olduğu gibi tüm peygamberler, salih müminler, alimler de linçe uğramışlardır.
Hz. İbrahim (as) için "Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun" (Enbiya Suresi, 68) diyenler aynı saldırgan linç ruhunu taşıyan insanlardır.
Ancak Allah, Hz. Muhammed (sav)’i koruduğu gibi, Hz. İbrahim (as)’ı da bu linç güruhunun saldırılarından korumuş, onu kurtarmıştır:
“Biz de dedik ki: "Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol." (Enbiya Suresi, 69)
Linç Ruhunun Yok Saydığı Lekelenmeme Hakkı ve Masumiyet Karinesi
Herkes, suçlu olduğu ispatlanana ve açıklanana kadar masumdur. Her insan, lekelenmeme hakkına sahiptir; yani suç şüphesi nedeniyle hakkında soruşturma veya kovuşturma yürütülen kişinin bu işlemlerden dolayı onur, şeref ve haysiyetinin zarar görmemesi, toplum içindeki saygınlığının zedelenmemesi gerekmektedir. Hakkında henüz kesin hüküm verilmemiş kişinin masumiyetine zarar verecek, kişiyi toplum nezdinde mahkum edecek her türlü söz, yayın, haber gibi davranış, hukuka ve vicdana aykırıdır.
Ne var ki, gerek camiamız hakkında düzenlenen savcılık iddianamesi gerekse de arkadaşlarımızın göz altına alınmaya başladıkları andan itibaren yazılı ve görsel basında ve sosyal medyada başlatılan ve 2 yıldır devam eden ağır linç kampanyaları ile, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızın masumiyet karinelerine en ufak özen gösterilmemiş, lekelenmeme hakları gözetilmemiş, itibarsızlaştırma, sosyal anlamda ezme, yok etme, neredeyse nefes aldırmama faaliyetleri hınç, öfke ve nefretle sürdürülmüştür ve halen de devam etmektedir.
Sonuç
Sadece camiamıza karşı değil, karşıt olunan her fikre, her davranışa karşı sürdürülen, özellikle de sosyal medya aracılığıyla yürütülen “dijital linç ruhu”, bireylerin klavyelerinden, kalemlerinden, ağızlarından akıttıkları atık su gibi birikerek, toplumu zehirlemekte, yıpratmakta, sevgisizlik, nefret, kin, düşmanlık duygularını körüklemektedir.
İnsanlar, tek başlarına yapmayacakları, tek başlarına vicdanlarına yüklemeyecekleri bu “kötülük” sorumluluğunu, başkalarının üzerine yıkarak, saldırganlaşabilmektedirler.
Sosyal medyada veya görsel ve yazılı basında yer alan linç kampanyalarına itibar edildiğinde, itham kolaycılığına kaçıldığında ise, Sayın Adnan Oktar ve camiamıza yönelik olarak hazırlanan, somut deliller olmadan sadece müşteki beyanlarıyla oluşturulan iddianamede görüldüğü gibi, gerçek anlamda adaletin uygulanmasının mümkün olmayacağı açıktır.
Kin, kıskançlık, husumet gibi duygularla sesleri baskın çıkanlar adaleti etkilememelidir. Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
İnsanları, grupları, fikirleri ezmeye, yıkmaya, sosyal ve psikolojik anlamda yok etmeye çalışan bu linç ruhundan toplumumuzu kurtarmak, sevgi, barış, uzlaşma dilini ön plana çıkaran bir iklim oluşturmak son derece elzemdir.
Allah, Kur’an’da linç ruhunu lanetlerken, uğradıkları linçe ve düşmanlığa rağmen, Müslümanlara daima sözün en güzelini söylemelerini emretmektedir:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.
Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet Suresi, 34-35)
1 note · View note
Text
Kendi OHAL’ini ilan etmek ya da etmemek, işte bütün mesele
Koronanın Türkiye’deki varlığının henüz resmi olarak kabul edilmediği günlerde, “bilim insanı” sıfatıyla televizyonlara çıkarılanlardan “kelle paçacı” olmayanı, virüsün genetik yapıları nedeniyle “sarı ırk”ta daha büyük etki gösterdiğini, “beyaz ırk”ın ise bu hastalığı daha hafif atlatacağını, Türklerin de “Asyatik bir ırk” olmakla birlikte biraz da “Akdeniz geni” taşıdığını, dolayısıyla bizde salgının öyle kolay kolay yayılmayacağını iddia ediyordu. 
Yaşananlardan sonra gerek kalmadı gerçi ama bu bilimsel görünümlü iddianın doğru olup olmadığını oturup tartışabilirdik; tabi eğer ırk diye bilimsel bir kategori olsaydı! 
Irk kategorisi ve ırkçılık düşüncesi, tarihin belli bir döneminde, belli bir coğrafyada ortaya çıktı, ortaya çıkışı ise bütünüyle politikti: Asya’yı, Afrika’yı, Latin Amerika’yı sömürgeleştirip yerli halkları köleleştiren “beyaz adam”ın tüm bu yaptıklarını teorize etmesi gerekiyordu ve işte ırkçılık sömürgeciliğin teorisi olacaktı. 
Irkçılığı teorik bir veçheye kavuşturan kişi Joseph Arthur de Gobineau adlı bir Fransız aristokrattı. Gobineau 1853-1855 tarihleri arasında yayınlanan “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine” adlı dört ciltlik eserinde insanları beyaz, siyah ve sarı olmak üzere üç ırka ayırıyor ve bunlardan medeniyet kurma yeteneğine sahip olanların sadece beyazlar olduğunu söylüyordu. Gobineau’ya göre beyaz ırk “güzelliğin, zekânın ve gücün sahibi”ydi, sarı ırk “çıkarın ve alçaklığın temsilcisi”yken, siyah ırk ise “tutkusuz, anarşist ve bireyci”ydi. 
Bu sözde-bilim daha sonra kafatası araştırmalarıyla desteklenecek, insanların kafataslarının yapıları ve ölçüleri üzerinden bir ırk hiyerarşisine ve ayrımına gidilecek, beyaz adamın üstünlüğünün teorik boyutu bir kez de buradan tesis edilmek istenecekti.
Aynı yıllarda ırkçılıkla birlikte şekillenen bir başka düşünce akımı ise “sosyal darwinizm”di; ancak adını taşımasına rağmen sosyal darwinizmin Darwin’le doğrudan bir alakası ve bağlantısı bulunmamaktaydı. Herbert Spencer’ın öncülüğünü yaptığı bu akım, evrim yasalarını toplumsal ilişkilere uyarlıyor ve nasıl ki doğada en güçlü olan ayakta kalıyorsa, aynısının toplumda da geçerli olduğunu ileri sürüyor, dolayısıyla sınıfsal sömürüyü, serbest piyasa ekonomisini ve bunlardan kaynaklanan toplumsal hiyerarşiyi meşrulaştırıyordu. Güçlü olanın zayıf olanı ezmesi, zenginin yoksulu sömürmesi, beyazların dünyayı sömürgeleştirmesi “doğal”dı, bir “doğa yasası”ydı ve tam da bu nedenle doğal olan bir şeyi değiştirmeye kalkışmak saçmalıktı, böyle bir şey söz konusu olamazdı.
Gobienau’nun ve Spencer’ın yazdıklarından daha eski tarihli olmakla birlikte, 19. yüzyıla damgasını vuran eserlerden biri Thomas Robert Malthus adlı bir rahibe ait olan “Nüfus Hakkında Araştırma” adlı kitaptı. Malthus’un kitabı 1798’de yayınlanmıştı ama asıl gündeme gelişi yaklaşık 50 yıl sonra, kapitalizmin toplumda yarattığı büyük tahribata dair tartışmalarla birlikte söz konusu olacaktı.
Peki Marx’ın Kapital’de “ilkokul çocuklarına yaraşır bir yüzeysellikle ve papazlara has kötü bir ifade ile yapılmış bir aşırma olduğunu ve içinde Malthus tarafından düşünülmüş tek bir cümle bile bulunmadığı”nı söylediği bu kitap neden bu kadar popüler olmuştu? 
Bunun nedeni Malthus’un gıda maddelerinin artışıyla nüfus artışını karşılaştırması ve gıda maddelerindeki artışın aritmetik, yani 1, 2, 3, 4… şeklinde gerçekleşirken, nüfustaki artışın ise geometrik, yani 2, 4, 8, 16… şeklinde gerçekleştiğini iddia etmesi ve bunun üzerinden önerdiği nüfus politikalarıydı. 
Malthus alt sınıflara yapılacak yardımların ve genel olarak sosyal politikaların bu sınıfların üreme hızını artıracağını ve besin artışının önüne geçeceğini iddia etmekteydi. Malthus’a göre doğal işleyiş, yani kıtlıklar, salgınlar vs. en çok alt sınıfların ölümüne neden oluyor ve bu da nüfusla besin arasındaki dengenin korunmasına yardım ediyordu. Dolayısıyla doğal işleyişe herhangi bir şekilde müdahale edilmemeli ve alt sınıflara yönelik herhangi bir yardım politikası izlenmemeli, hatta tam tersi bir strateji uygulanmalıydı. Malthus çalışmasında şöyle diyordu:
“Yoksullara temizlik tavsiye etmek yerine tersi alışkanlıkları teşvik etmeliyiz. Şehirlerde yolları dar yapmalı, kalabalıkları evlerine tıkmalı, vebaya davetiye çıkarmalıyız. Kırsal yörelerde de köyleri durgun suların kıyılarına kurmalı, bataklık bölgelerde sağlıksız koşullardaki yerleşimleri teşvik etmeliyiz. Ama hepsinden çok, kırıp geçiren hastalıkların çaresine asla itibar etmemeliyiz.”  
Tüm bu anlattıklarım karşısında, ırkçılığın, sosyal darwinizmin ve Malthusçuluğun çoktan geçmişte kaldığı, kapitalizmin vahşi döneminin artık bittiği, devletlerin sosyal politikalar izlemeye mecbur olduğu vs. iddia edilebilir; ancak tüm bu iddialara karşı kocaman bir “acaba” denilmesi gerektiği açıktır.  
Sürü bağışıklığı ve neo-liberalizm 
İngiliz yönetmen Ken Loach, “I, Daniel Blake” (Ben, Daniel Blake) adlı filminde, geçirdiği bir sağlık problemi yüzünden işine devam edemeyen, ancak İngiliz sağlık sistemine bir türlü bu problemi kabul ettiremediği için işsizlik parası alamayan Daniel Blake’in ve genç ve işsiz iki çocuk annesi Katie’nin kesişen yolları üzerinden İngiltere’deki yoksulluğu, işsizliği ve sağlık sisteminin nasıl işlemediğini anlatır. Fonda ise aşevleri önünde uzayan kuyruklar, kitleselleşmiş işsizlik, ayakkabısı yırtık olduğu için arkadaşları tarafından dalga geçilen çocuklar, Çin’den ucuza getirdiği marka ayakkabıları satarak zengin olmayı hedefleyen siyahlar vardır.
Loach’un anlattığı İngiltere’yi ortaya çıkaran şey, 1980’lerin başından itibaren izlenen neo-liberal politikalar olmuştur ve neo-liberalizm, ırkçılığın, sosyal darwinizmin ve Malthusçuluğun günümüzdeki versiyonundan başka bir şey değildir. Neal Curtis “İdiotizm Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi” adlı kitabında 1980’ler boyunca İngiltere’de neo-liberal politikaları sermaye sınıfı adına hayata geçiren isim olan Margaret Thatcher’la ilgili olarak şöyle der: 
“Thatcher, 1979 yılında göreve başlamasıyla birlikte, Britanya Telekom Şirketi’nin, Britanya Havayolları’nın, Britanya Demiryolları’nın, elektrik, su gibi kamu hizmeti sunan şirketlerin, ulusal kömür sanayinin ve sosyal konutların satılmasını içeren radikal bir özelleştirme süreci başlattı. (…) Ucuz krediyle kamçılanan tüketim kültürünün desteklenmesine ilaveten, tasarruf gibi savaş öncesinden kalma erdemlerin yerini açgözlülük ve ifratın alacağı bir on yıla önderlik etti.”    
Peki Thatcher’ın hayata geçirdiği neo-liberalizmi formüle eden isimlerin Gobineau, Spencer ya da Malthus’tan pek bir farkları var mıydı? Şüphesiz ki hayır!
Neo-liberalizmin kurucusu payesini rahatlıkla verebileceğimiz Hayek, “Kölelik Yolu” adlı çalışmasında “pazara dayalı bir ekonomik düzende, sosyal adalet mefhumu her ne olursa olsun, herhangi bir anlama veya içeriğe sahip midir” diye sorar ve bu soruya “hayır” yanıtını verir. Hayek’e göre sosyal adalet, “özgür insanlar toplumu bakımından hiçbir anlam ifade etmektedir” ve “ulaşılamaz bir hedefe ulaşma çabalarının çoğu gibi, bunun için çabalama da hiç istenilmeyen sonuçlar ortaya çıkaracak, özellikle geleneksel ahlaki değerlerin, yani özgürlüğün yeşerebileceği tek yer olan olmazsa olmaz ortamın yok olmasına yol açacaktır.” 
Dolayısıyla Hayek ve diğer neo-liberaller, 19. yüzyıldaki ataları gibi, sosyal adalet fikrine karşı çıkarlar ama bunu esas olarak “özgürlüğe yönelik tehdit” üzerinden formüle ederler. İster sosyal adalet olsun ister sosyalizm, yani piyasa ekonomisine müdahale etme ya da onu ortadan kaldırma yolundaki her girişim, neo-liberaller tarafından özgürlüğe yönelik bir tehdit olarak sunulmaktadır; çünkü neo-liberalizm açısından özgürlüğün teminatı piyasa mekanizmasıdır ve özgürlük denildiğinde de esas olarak mülkiyet ve girişim özgürlüğü anlaşılmaktadır.
İşte tam da bu nedenle, başta İngiltere’deki Johnson hükümeti olmak üzere, kapitalist devletlerin korona karşısında dereceleri farklı olmakla birlikte adını koymadıkları bir gayriresmi “sürü bağışıklığı” stratejisine başvurması ve önceliği halk sağlığına değil, şirketleri, bankaları ve sistemi kurtarmaya vermeleri şaşırtıcı değildir. Çünkü “sürü bağışıklığı” stratejisi çok açık bir şekilde güçlü olanın ayakta kalacağı bir süreç yönetimi anlamına gelmektedir ve bunun sosyal darwinizmle, Malthusçulukla, ırkçılıkla ve bunların günümüzdeki versiyonu olan neo-liberalizmle bağlantısı açıktır. Hastalığa en açık olan kesimler alt sınıflardır, yoksullardır, siyahlardır, mültecilerdir, yaşlılardır ve külfet olarak görülen bu kesimlerin nüfusundaki belli bir azalmanın göze alınmasında neo-liberalizm açısından hiçbir sakınca yoktur. 
Hatta böylesi bir durum şu günlerde yoğun bakımda olan kapitalizmin yeniden sağlığına dönmesi için gerekli tedavi anlamına bile gelebilir. Bu noktada bir kez daha Marx’a başvurabilir ve onun şu sözlerini hatırlayabiliriz: “Sermaye, vampir misali, canlı emeği emerek ve ancak daha da fazla emerek hayatta kalan ölü emektir.”
Sakin ol champ…  
Geçtiğimiz günlerde, Sabancı ailesinin son kuşak fertlerinden biri, deniz kenarında spor yaptığı bir fotoğrafı paylaşmış, fotoğrafa yorum yapan ve salgın günlerinde neden dışarıda olduğunu soran bir takipçisine ise olanca küstahlığıyla “sakin ol champ, evdeyim” diye yanıt vermişti. 
Bu yanıtta bütün bir sistemin en veciz ifadesini ve izlenen salgın stratejisinin sınıfsallığını bütün çıplaklığıyla görmemiz mümkündür. Türkiye de tıpkı diğer kapitalist ülkeler gibi adı konulmamış bir “sürü bağışıklığı” sistemi izlemekte, topluma sürekli “evde kal” çağrıları yapılır ve “hayat eve sığar” tarzı kampanyalar düzenlenirken, evde kalmayı ve işe gitmemeyi tercih etmesi durumunda milyonlarca emekçinin başına ne geleceği sorusu yanıtsız bırakılmaktadır. 
Ünlü liberallerimizden Cem Toker’in işadamı kimliğine vurgu yaparak övdüğü Sağlık Bakanı’nın “özel hastane sahibi” kimliğinde somutlaşan iktidarın salgın stratejisinin, birkaç haftalık bir genel karantina durumunda üstlenilecek olan maliyetle, hastalanabilecek kişi sayısı, yaş grubu ve bunlardan ne kadarının öleceği vs. üzerinden bir karşılaştırma yaptığı ve ikincisini tercih ettiği açıktır. Çünkü ilkinin tercih edilmesi durumunda, ücretli izinden tutun da doğrudan gelir desteğine, Türkiye kapitalizmi çok büyük ve pek de altından kalkması mümkün olmayan bir maliyet altına girecektir ve sermayenin sınıfsal güdüleri buna izin vermemektedir. Açıklanan paketten de anlaşılacağı üzere, öncelik sermayenin, holdinglerin, bankaların kurtarılmasıdır. 
Tam da bu nedenle, tıpkı her şeyin olduğu gibi, özel olarak koronanın genel olarak ise sağlığın politik ve sınıfsal olduğu gerçeğinin sürekli vurgulanması gerekmektedir. Mesele tam olarak, sistem açısından hastalanmaları ya da ölmeleri umursanmayanların ve aslında ilan edilmemiş ve süreklileşmiş bir olağanüstü hal idaresi altında yaşadıkları halde taleplerine tam da neoliberalizmin mantığına uygun bir şekilde “herkes kendi OHAL’ini ilan etsin” diye yanıt verilerek kaderine terk edilenlerin, Walter Benjamin’e atıfla söyleyecek olursak, gerçek bir olağanüstü hal ilan edip etmeyecekleri, yani kendi kaderlerini ellerine almaya yönelik bir karar verip vermeyecekleri meselesidir. 
Bizde de tüm dünyada da esas soru buna dairdir ve insanlığın geleceğini belirleyecek şey bu soruya verilecek yanıt olacaktır.
Fatih Yaşlı (soL)
4 notes · View notes
Text
man braucht nicht zu lachen und zu weinen
Bir gün uyandım ve kendimi Camus’un kitaplarından birinde buldum. Küçük bir odanın içinde hiç tanımadığım insanlarla birlikteydim. Ne, nerede olduğuma, ne de ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Odadaki insanların durumu da benden daha parlak değildi gerçi... Ruhum, tamamen parçalanmış; bütün gerçeklerimin bir yalan olduğu anlaşılmış ve ne bu dünyadaki herhangi bir yerde, ne de herhangi bir toplumda yerim olmadığı kesinleşmişti. Garip biri filan olduğumdan değil; ama toplumdaki yeni akımları takip etmeye yeteneğim olamamasından. Eskimiş, yabancılaşmıştım.
“Sic semper tyrannis.”
Ne kadar büyük bir söz... Ama kim tiran, kim değil; kim haklı ve him haksız? Sezar bir tiran, Brütüs ise bir özgürlük savaşçısı mıydı? Ve Lincoln bir devrimci, John Wilkes Booth bir katil?
Platon’a göre dünyada gördüğümüz, hissettiğimiz her şey yanıltıcıdır. Gerçek dünya kafamızın içinde, düşüncelerimizdedir. Öyleyse gördüğüm, okuduğum; tenimle, ellerimle ve kalbimle hissettiğim her şey bir yalan olmalı. Ve aklımdaki her şey, mutlak gerçek... Aklımdaki bomba, hayallerim...
Ama öyleyse kimin gerçekliği mutlak gerçek ve kimlerinki sadece bir yalan? Benimki mi? Seninki mi? Hitler veya Bin Ladin’inki mi?
Mutlak gerçeğin kaynağı, ortak akıl nerede? Ve ben, seni sadece gözlerimle görebildiğime göre -ki gözlerim tamamen yanıltıcıdır- sen gerçekte var olabilir misin? Bütün bunlar cidden oluyor mu? Yoksa bunların tamamı hasta aklımın mutlak gerçekliğimi büken çarpık düşüncelerinden mi ibaret? Eğer öyleyse kendi aklıma, düşüncelerime nasıl güvenebilirim? Aklım da hssettiğim “dünya” kadar yanıltıcı gözüküyor...
Nitekim sonunda sadece gözlerimi kapadım ve unutmayı; beynimin artık durup susmasını diledim. Toplumun bir parçası olarak işleyen parçalarından biri hâline gelmeye çalıştım. Yeni akımları takip etmeye ve sorgulamamaya çalıştım.
Sanırım başaramadım ki kendimi çemberin dışında; kedi, köpek ve kuşlarla konuşurken buldum. Bizden daha zekiymişler gibi geldi... Çarli, adına rağmen dişi bir köpek, bir gün dedi ki kendimize dert ettiğimiz her şey nafile. Hislerimize güvenemeyiz; çünkü durağan değiller, her an değişebilirler. Ve aklımıza, fikirlerimize de güvenemeyiz. Çünkü, onların da hislerimizden aşağı kalır yanları yok. Çarli kolay ama güzel bir örnek de verdi ve bana eski Robocop filmleriyle ilgili bugünlerde ne düşündüğümü sordu. Gerçeği saklayamadım ve dedi ki gördün mü, demiştim. Sonra her şeyi özetledi; gerçek, doğru diye bir şey yoktur, olsa bile bilinemez. Bu yüzden de başkasına kanıtlanamaz veya aktarılamaz. Hatta başkasının anlaması bile sağlanamaz.
Sarı (kedi), Çarli’ye katılmıyormuş gibi gözüktü. Onun fikrini sorduğumdaysa sosyal Darwinizm ve kedi ırkının ne kadar yüce bir ırk olduğu hakkında zırvalamaya başladı. Birkaç saniye sonra dinlemeyi bıraksam da yarım saat kadar daha devam etti. Daha da devam ederdi ya; Muhittin, alakarga, daha fazla dayanamadı. Hayat, kedi zırvasını dinlemek için çok kısa; dedi ve uçarak uzaklaştı. Hem rüzgâr da onu çağırıyordu zaten... Muhittin böylece uçuverdi, bense sadece arkasından bakabildim ve bir dilekte bulundum.
Sonrasında hepimiz kalktık. Çarli, dublöründen yerine bakmasını istedi ve metro istasyonu civarında yankesicilik yapmaya gitti. Sarı, oturduğumuz yerde kalıp kıçını yalamaya başladı. Bense, içimi çekip ayağa kalktım ve her zamanki gibi rastgele yürümeye başladım. Çünkü, ben rastgeleliğin hiçkimsenin reddemeyeceği mutlak gerçek olduğuna inanırım. Çünkü her şey rastgele oluyormuş gibi gözükür; ama rastgeleliğe yakından bakmayı başarabilirseniz aslında bir kalıbı, deseni tekrarladığını görürsünüz. Rastgelelik, kaosun içinde düzendir. Her şeyi farklı ve güzel yapar. Ben, rastgeleliğin beni her zaman herkesin (özellikle de dinlerin ve tarikatların) sürekli konuştuğu “doğru yol”a ileteceğine inanırım.
O yüzden, ayağa kalktım ve rastgele yürümeye başladım. Yolda, bir kavak ağacının söylediği şarkıyı duydum: “Es ist ein wunderschönes, wunderschönes leben!”
Kavaklar nedense hep şarkılarını Almanca söyler...
2 notes · View notes
cnarozyilmaz · 2 years
Photo
Tumblr media
gücün kötüye kullanımıyla böyle bir çarpıklık işte yaşadığımız, itiraz edenlerin hayır diyenlerin bile içten içe yapılanların yanlış olduğunu v yazdıklarımızın doğru olduğunu bildiği v hatta yapanların bile yanlış yaptığını bildiği!! peki neden böyle!? sömürü ülkesi olmamız v insanların bunun farkındalığıyla birbirini ezmek zorunda kalması bırakılması!! ezmek zorunda hissetmesi!! işletilen ekonomik politikalar, sosyal darwinizm!! #rabianaziçinadalet #çorluiçinadalet #soma301 #sedefkabaşaözgürlük https://www.instagram.com/p/CgXtyf7MHfR/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
yorgunherakles · 3 years
Text
çevremizde yaşayan varlıkların karşılıklı ilişkileri konusundaki korkunç bilgisizliğimiz göz önünde bulundurulursa, türlerin ve çeşitlerin kökeni konusunda birçok şeyin açıklanmadan kalmasına hiç kimsenin şaşmaması gerekir.
charles darwin - türlerin kökeni
20 notes · View notes
hetesiya · 3 years
Text
Evrim ve İdeoloji: Sosyal Darwinizm Nedir? Öjeni Nedir?
Siyasal İdeolojiler Evrim Kuramı'yla Bağlantılı mıdır?
0 notes