Tumgik
#materyalist felsefe
aklingolgesi · 5 months
Text
BİLİNÇ NEDİR? (ZİHİN FELSEFESİ) | FİLOZOFLARDAN SEÇMELER
İnsanlık tarihi boyunca felsefi, psikolojik, bilimsel, tarihsel ve sosyolojik olarak en ateşli tartışmalara yol açan, günümüzde bile hala sonu gelmeyen bir konu. Sorulan soruların ve verilen cevapların asla bitmediği, sonu belirsiz olan gizemli bir konu: Bilinç. Bilinç sizce nedir? Düşünebilme yeteneğimiz midir, sorgulayabilmemizi mi sağlar, sadece fiziksel bir elektriklenmeden mi ibarettir yoksa…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
bazenmahir · 1 month
Text
"Materyalizm ve Ampiryokritisizm" kitabı, Sovyet filozof ve devrimci Vladimir ilviç Lenin tarafından yazılmıştır. Bu kitap, pozitivist felsefe ile marksist materyalist felsefenin çatışmasını ele alır ve Lenin'in filozofik görüşlerini açıklar. Kitaptan öğrenmeniz gereken bazı önemli noktalar şunlar olabilir.
Marksizm ve Bilim: Lenin, materyalizm ve ampiryokritisizm arasındaki felsefi tartışmayı, bilim ve düşünce arasındaki ilişkide marksist bir bakış açısından ele alıyor.Bilimin nesnel ve sınıflandırılmış doğasını vurgulamaktadır.
Kitap, pozitivist felsefenin eleştirisiyle başlar ve ardından ampiryokritisizmin eleştirisiyle devam eder. Lenin, bu felsefi akımları eleştirirken, marksist materyalizmin bilimsel temellerini savunur.
Bilimsel Gerçeklik ve Diyalektik: Lenin, marksist materyalist görüşü desteklemek için bilimsel gerçeklik ve diyalektik materyalizmi vurgular. Bu, doğa ve toplumun gelişimi üzerine etkileyici bir teori sunar.
Kitap, felsefi tartışmaları analiz ederken eleştirel bir yaklaşım benimser. Lenin, doğa bilimleri ve felsefe arasındaki ilişkiyi incelerken, marksist materyalist yaklaşımın önemini vurgular.
7 notes · View notes
doriangray1789 · 1 month
Text
“Çelişki yenileştiricidir.”
Georges Politzer (Kızıl Kafalı Filozof)
Felsefenin Temel İlkeleri
Bilmek anlamak içindir.Bilgi ise bir süreçtir, sonsuz bir süreç.Değişmenin kendisi dışında mutlak olan hiçbirşey yoktur. Bütün varoluş, yokoluş süreçleri biçimsel,fiziksel, kütleseldir ve zamana bağlıdır.Maddesel olarak yok olamaz. Yalnızca fenomenler(görüngü) maddesel olmadıkları için beyne yansıyan bir gerçekliktir o kadar. Diyalektik felsefe bize yalnız bilgi değil, bilginin bilgisini verir.Seni, bir sürü boş bilginin peşine koşturmaz, şeyler hakkında şaşmaz, en doğru bilgiye ulaşmanın ip uçlarını verir.Zaten diyalektik felsefe materyalist bilginin bir yöntemidir. Diyalektik yöntem,materyalizm, üretici güçler ve üretim ilişkileri emek sermaye çelişkisi ,Marksist ve materyalizm, kapitalizm, sosyalizm, sosyalizmden komünizme geçiş, devlet, ulus gibi kavramları inceleyerek bunları bir ders gibi en yalın hale getiren sağlam bir eser.
Bir kaç alıntı: “Gül, bahçıvanın sonsuzluğuna niçin inanır? Çünkü gül, bahçede, hiçbir zaman başka bir bahçıvan görmemiştir.” “Eğer koşullar insanı biçimlendiriyorsa, bu koşulları insanca biçimlendirmek gerekir.” “İnsanlık dışı bir rejime karşı savaşım verdikleri ölçüde insanlaşırlar.”
Öyleyse mutlak bilim yoktur. Her zaman daha öğrenilecek bir şey kalır. Şu halde, her bilim bir yandan bilgisizliği de içinde taşır. Ama, aynı şekilde, mutlak bilgisizlik de yoktur.
2 notes · View notes
tolgaulusoy · 8 months
Text
Tumblr media
Sanatın Toplumsal Tarihi, Cilt 1: Tarih Öncesi Çağlardan Orta Çağ'a (İng. Social History of Art, Volume 1: From Prehistoric Times to the Middle Ages), Marksist sanat tarhçisi Arnold Hauser'in kült kitabı. Sanat tarihi disiplini bilindiği gibi idealist felsefe ile oldukça içli dışlı bir disiplindir. Hauser ise bir materyalist ve Marksist olarak bu idealist yazına karşı dört ciltlik Sanatın Toplumsal Tarihi'i yazar. Bu ilk ciltte Neolitik dönemden Antik çağa ve Orta Çağ'a kadar olan bölümü yorumlamış. Oldukça zorlu bir işin altına girmiş olsa da okuması keyifli bir sanat tarihi eseri.
4 notes · View notes
fantazyatehlikede · 1 year
Text
“Hegel kafası üstüne duruyordu Marx onu ayakları üzerine oturtmuştur” cümlesi pek şatafatlı dursa da ne dediği aslında hiç de açık olmadığından kafamı kurcalar dururdu bir zamanlar. Hegel, felsefi sitemini saran idealist kabuğundan (biçim) arındırıldığında nefis bir materyalist yemiş (öz) haline geliyordu bu hikayede. Ayıklayıcı bir okuma biçimi söz konusuydu, bunu anlıyordum; ama sonuçta vaat edilen okuma neyi ayıklıyordu, neyi ayrıştırıyordu hiç belli değildi. Elde fazla kaynakların olmadığı, kimsenin de doğru düzgün aslında Marksizm falan okumadığı, kafa yormadığı, dersini iyi çalışmadığı zamanlar. Felsefe üstelik en kolayından lafı edilen bir şeydi. Durum nedir şimdi bilmiyorum; felsefeyle ilgilenir, felsefe bilir, felsefe hakkında yazar denilen adamlar klişe bile olmayan lakırdıları felsefe diye dolaştırıp duruyorlar mı yine ortalıkta? Bunda bence Politzer’in kabahati yok! Lenin üzerinden, hatta ona yine şükür Stalin üzerinden “diamat” ezberleyip Marx’ı ve felsefesini biliyor sayılınca tabi işler saçmalığa varabiliyor kaçınılmaz olarak. Marx’ı bilince de haliyle Hegel’in ciğerini bilmiş oluyorsunuz. Ama hiç öyle değil kazın ayağı aslında.
0 notes
yorgunherakles · 3 years
Photo
Tumblr media
sonunda herakleitos insan sevmeyen biri oldu ve herkesten uzaklaşarak tüm vaktini dağlarda geçirdi.
diogenes laertios - ünlü filozofların yaşamları ve öğretileri
34 notes · View notes
Text
EŞİMİN AKADEMİK KARİYELİ EVLİLİĞİMİZE MAFFEDİYOR
Tumblr media
Eşim (35) ve ben (33), ikimiz de akademisyeniz. 6 yıldır birlikteyiz ve 3 yıldır da evliyiz. O, felsefede akademisyen, ben ise bir fizikçiyim. Son zamanlarda bir rahatsızlığını dile getirdi, onun çalışmalarıyla yeterince ilgilenmediğimden şikayet ediyordu. Ben de biraz klasik felsefe okumuş biriyim ama eşimin çalışmalarının daha çok “kıta” geleneğinden olduğunu biliyorum. Maalesef bana gösterdiği her şey, bana tamamen deli saçması gibi geliyor.
Tumblr media
Sorun şu: Çalışmalarında, açıkça, tamamen hatalı bir fizikten bahsediyor. Hem de utanç verici şekilde hatalı! Kabul ediyorum, çok kötü bir insanım, eşimin tezini daha önce hiç okumadım. Okumayı denedim ama kütle sahibi olmak ile “uzam” sahibi olmak arasında zorunlu bir ilişkiden bahsedip duruyor. Ayrıca temel partiküllerin “şekilleri” hakkında konuşuyor. Bu açıkça anlamsız/hatalı: Elektronların bir kütlesi vardır ve nokta parçacıklarıdır (uzayda pek de yer kapmazlar). Tezinde ve bazı makalelerinde yazdıklarına bakarsak eşim kendini “bilimsel” ve “materyalist” olarak tanımlıyor.
Tumblr media
Ancak bu kelimelerin ne anlama geldiği hakkındaki fikirleri, sanki atomların küçük bilardo topları gibi uzayda süzüldüğünü söyleyen on dokuzuncu yüzyılın demode iddialarına saplanmış gibi. Kibarca ona yardımcı olmayı denedim ve çağdaş fizikle nasıl etkileşime girebileceğini anlatmaya çalıştım (bu konu üzerinde hiçbir kitap okumamış ve kendi tabiriyle “matematiği kötü”dür). Ama bana çok kızdı ve Hegel’in sisteminin varsayımsal ve tüm olası mantıksal düşüncenin temeli olduğunu, bu nedenle de diğer metinleri okumanın gereksiz olduğunu açıklamaya başladı (bunun ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yok).
Tumblr media
“Spekülatif varsayımlar” gibi terimleri ortaya atıp duracaktı ama ben, bunların ne anlama geldiğini sordum ve örnekler vermesini istedim. O da – hiçbir anlam veremediğim – daha anlaşılmaz bir jargonla örnekler vermeye başladı. Her şeyden önce sürekli Almanca sözcükler ve terimler kullanıp duruyordu. Üstelik telaffuzu da (ve kullanım şekli de) hatalı ya da anlamsızdı (benim anadilim Almanca). Dili anladığını iddia ediyor (anlamıyor) ve bana Hegel’in yalnızca “orijinal Almancada” anlaşılabileceğini söylüyordu. Ancak belli ki bu dilde okuyamıyor. Ben Hegel’in metinlerini okumayı denediğimde ise daha da anlaşılmaz geldi.
Tumblr media
Tüm bunların ötesinde, Hegel’e saplantısı korkunç bir seviyeye ulaştı. Bir noktada bana direkt şunu söyledi: Tüm diğer çalışmalar ya Hegel ile uyumlu ve doğrudur ya da Hegel’le ayrı düşer ve yanlıştır. Hegel’in çerçevelenmiş bir fotoğrafını yatak odamızda baş ucuna koydu. Aslında telefonunun arka plan görselinde benim fotoğrafım vardı. Onu da Hegel’in fotoğrafıyla değiştirmiş. Kocamın ilgisini çekmek için 200 yaşında bir filozofla yarıştığımı hissediyorum.
Tumblr media
Yakın zamanda büyük bir kavga ettik çünkü “karşıtların birliği” kavramına bir örnek oluşturmaya çalışırken (artık ne demekse) sağ ve sol ellerin karşıt ancak özdeş olduğunu savunuyordu. Bunun basitçe yanlış olduğunu, sağ ve sol elin herhangi bir anlamda “özdeş” olmadığını söyledim (kiralite ya da ayna örtüşmezliği, geometride/grup teorisinde temel bir konsepttir: sol ve sağ el üst üste gelemez). Ellerini birleştirip bana ellerinin “özdeş” olduğunu ispatladığını sandı ama sürekli yanıldı (çünkü özdeş değiller) ve sinirlenmeye başladı, evin içinde fırtınalar estirdi. O zamandan beri eşimi görmüyorum (yaklaşık bir gün önce kavga ettik) ve mesajlarıma da yanıt vermiyor.
Tumblr media
Ne yapmalıyım dostlar? Oluruna mı bırakayım? Kendi alanımdaki yetkinliğimin bu derece görmezden gelinmesi, ciddiye alınmamak, beni oldukça hüsrana uğrattı. Çalışmalarıyla ilgilenmemi istemişti, ben de öyle yaptım. Ancak bana kibarca bir tepki vermedi. Bana sürekli Hegel’in ampirik bilimi gereksiz kıldığı oldu. Çalışmalarımın yalnızca zaman kaybı olduğunu ima edip bunların yerine Alman idealizmi çalışmam gerektiğini söyledi. “Fichte” ve “Schellin” gibi kişileri okumalıymışım (herhalde Almanya’da çok popüler yazarlar ama ben daha önce adlarını bile duymadım). Onun benim alanıma saldırmasında sorun yok da ben ona hafifçe bir eleştiride bulununca neden kıyametler kopuyor?
Kısaca: Kocamın akademik çalışması yüz kızartıcı biçimde yanlış ve hiçbir eleştiriyi kabul etmiyor. Düşünbil
99 notes · View notes
serhatnigiz · 2 years
Text
Bir Kopuş Felsefesi olarak Marksist Felsefeden Denetimist Felsefeye Geçiş Üzerine
Tumblr media
Tarihi ve toplumu tanımlamak için sınıf ve sınıf mücadeleleri kavramları tek başına yeterli olabilir mi? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikli olarak başka bir soruyu sormak gerekir: Sınıflar ve sınıf mücadelesi mi devleti belirlemektedir? Yoksa emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğine göre belirlenen temsiliyetizm mi sınıfları, sınıf mücadelesini ve devleti belirlemektedir? İşte bu noktada Marksist felsefeyi çıkışı itibariyle salt bir kopuş felsefesi olarak ele aldığımızda Marksizm’den de hiçbir şey anlamamış oluruz. Hâlbuki Marksizm bir kısmıyla da eskiden kopma anlamında bir kopuş felsefesi iken, diğer yanıyla da kopuşun içinde bir sapma olarak ortaya çıkmış, aynı oranda sabit kalmamış, gelişmiş ve büyümüştür. Bu açıdan salt Marksizm değil, Engelsizm, Leninizm vs. hepsi sapmaları da içine alarak değişmiş, gelişmiş ve dönüşmüş olan kopuş felsefeleridir. Dolayısıyla bir kopuş felsefesi ve yine felsefi bağlamda bir sapma olan Marksizm’e ilişkin “sınıf, sınıf mücadelesi ve devlet” gibi temel kavramların anlaşılabilmesi de ancak tikel ve tümel belirlenimlere ait emekolojik sorulara cevap vermeden önce, eskinin sınıf, sınıf mücadelesi ve devlet algılarından da kopuşu, yani sapmayı ifade ettiği ve içerdiği haliyle anlaşılabilir. Aksi takdirde; soyut felsefenin bilimselleşmesi, bilimin felsefe ile birlikte somut ve anlaşılabilir bir bilgiye dönüşebilmesi de asla mümkün değildir. Ve yine emek türleri arasındaki özneleşmiş-nesne ve nesneleşmiş-özne diyalektiğine bağlı nesne ve özne diyalektiği de ancak bu bağlamda kurulabilir.
Örneğin, Marksizm İngiliz Ekonomi-Politiği’ndeki Ricardo’nun “emek-değer” teorisinden koparak ve saparak “artık-emek-değer” teorisi ile birlikte hareket etmiştir. Marksizm’in bir yanı bu iken, bir diğer saç ayağı olarak da Fransız ütopik sosyalizminin “toplumsal özneden yoksun” bir şekilde komünizme geçiş düşüncesinden koparak ve saparak “toplumsal özneli bir şekilde” komünizme geçiş düşüncesiyle birlikte hareket etmiştir. Marksizm’in ikinci bir yanı bu iken, bir diğer saç ayağı olarak da Alman modern felsefesinin doruğu olan Hegel’in “statik-mutlak-tin”inden koparak ve saparak “praksis-kendinde-tin” düşüncesiyle birlikte hareket etmiştir. Kapitalizmin kendisi için sınıfı, yani burjuva sınıfı, Hegel’de kendi için sınıfa tekabül ederken, Hegel sanayi emeğinin icatçı sınıfına “mutlak tin” diyordu. Yani Hegel kapitalizmi ve burjuvaziyi kutsarken, Marx ise kapitalizmin kendinde sınıfı olan kullanıcı sınıfı, yani proletaryayı kutsuyordu. Hem de Marx bunu yaparken praksis açısından proletaryayı kutsuyordu. Dahası; Marksizm’den bir kopma ve sapma bağlamında Leninizm ise, Marx ve Engels’in praksis-kendinde-tin’ine, yani proletaryaya praksis-kendisi-için-sınıf bilinci taşıma teorisi ve pratiği idi. Bu yönüyle Leninizm bir kopuş ve sapma felsefesi olarak Marksist felsefenin bir devam idi. Şayet bu kopuş ve sapma felsefesi olmasaydı Lenin’in “ne yapmalı?” sorusuna verdiği cevap olarak, onun “nasıl bir örgüt ve nasıl bir parti?” sorusuna verdiği teorik-politik katkı da var olamazdı. Kautsky ve Bernstein bu kopuşu ve sapmayı göremediği için, yani Marksizm’in özündeki kopuş ve sapma felsefesini kavrayamadığı için, gericileşmekten de kurtulamamıştır.
Marx hem hasımları hem de takipçileri tarafından bir materyalist olarak görülse de; o klasik bir materyalist değildi. Marx’ın materyalizmi tarihle buluşturup “tarihsel materyalizm” demesindeki kasıtta buydu. Hatta Marx’ın idealist felsefeden gelen diyalektik kavramını materyalizm kavramı ile buluşturup “diyalektik materyalizm” kavramını kullanmış olmasındaki kasıt ise klasik bir idealizm karşıtlığı idi. Ancak bu durum klasik bir materyalizm karşıtlığını da içeriyordu. Marx sonrası Marksistler açısından onun geliştirmek istediği sisteme bir yandan “tarihsel materyalizm” ve diğer yandan “diyalektik materyalizm” adı verilmek istenmiş olması da, Marx’ın hem idealizme hem de materyalizme karşı duruşundan kaynaklanmıştı. Onun çalışmalarının titiz ve dikkatli bir incelenmesinden sonra görülecektir ki; Marx nesnel epistemolojinin öznel determinizmine nasıl karşı ise, aynı şekilde öznel epistemolojinin nesnel determinizmine de karşı çıkmıştır. Bu durum Marx’ın erken ve olgun dönem çalışmalarında yer yer dağınık bir biçimde kendisini göstermiş olsa da, Marx’ın bir nüve biçiminde de olsa idealizm ve materyalizm biçimindeki düalizmi aşmak istediğini söylemesi ve bu yönlü betimlemelerde bulunması hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. Lakin Marx ve Engels’in yaşadığı çağda hala global feodalizmin baskın, sanayi emeğinin de zayıf ve çekimser bir konumlanışta olmasından da dolayı, yine sanayi emeğinin “üst ve alt yapısal” karakterini yansıtan tarihsel düalizmi aşabilecek bir yol ve yöntem oluşturamamış olsalar da, gösterdikleri çaba Emekoloji’ye (emek türlerinin iş bölümü diyalektiğine) kadar uzanan sürecinde zeminini oluşturmaktan da geri kalmamıştır.
Emekolojik yöntem açısından toplumsal varlığın ve toplumsal bilincin belirlenimleri emek türlerin iş bölümü mekaniği ile bağlantılı olarak emeğin devinimi ile oluşan toplumsal öznelerin devinimine endekslidir. Dolayısıyla; emek türlerine göre şekillenen emek araçları karşısındaki icatçı ve kullanıcı temsiliyetizmi ile oluşan sınıfsal yapılar, tarihsel ve toplumsal bilincin var etmiş olduğu temsiliyetizm ile girdiği ilişki içerisinde belirlenmektedir. Bu açıdan temsiliyetist tarih, sınıfların sınıflarla, dinlerin dinlerle, devletlerin devletlerle girdiği savaşımların da tarihidir. Keza; din ve din biçimleri de, sınıf ve sınıf biçimleri de, devlet ve devlet biçimleri de, temsiliyetizmin gölgesi altında ortaya çıkmışlardır. Bu açıdan Marx’ın eksik bıraktığı “üst yapı teorisinin” yetersizliklerinin çözümü noktasında Emekoloji’nin geliştirmiş olduğu temsiliyetizm kavramının, sınıf, din ve devlet gibi belirlenim alanları arasındaki ilişkileri açıklamada oynadığı kilit rol daha da net bir şekilde anlaşılabilir.
Proletarya üzerinden, yani kullanıcı sınıf temsiliyetizmi üzerinden tarihsel ve toplumsal bilincin var etmiş olduğu proletaryan temsiliyetizmin tarih ve komünizm ufku okuması da bu çerçeve de görülmek zorundadır. Marx ve Engels’in proletarya üzerinden yapmış olduğu tarih ve toplum okuması mutlak değil, geçici ve dönemsel bir okuma biçimiydi. Zira Fransız ütopik sosyalizmden kopuş ve sapma süreci içinde olan Marx ve Engels, komünizme ilişkin geçişin sınıflı-özneli olması gerektiğini tespit etti ve o dönem için en ileri sınıf olan proletaryayı da örnek olarak gösterdi. Lakin komünizmin ileri aşamalarına geçişi ise “üretici güçlerin gelişimine” dayandırdı. Marx ve Engels hiçbir çalışmasında salt proletaryan-üretici-güçlere dayalı bir komünist geçiş teorisi ve felsefesi savunmadı. Keza üretici güçlerin gelecekte alabileceği halleri Marx ve Engels döneminde ön görmek (emekolojik diyalektiğin ve yöntemin ortaya çıkmadığı koşullarda) falcılığa girerdi. Tam da bu nedenle Marx ve Engels proletaryada da tam manasıyla karar kılmadı ve bu konunun çözümünü geçici ve dönemsel bir ilke olarak gelecek komünist kuşaklara bırakmayı tercih etti.
Marksizm’in neden bir kopuş felsefesi olarak yorumlanabileceğini anlayabilmek için öncelikli olarak Hegel sistemi içinden Hegel sistemine cevap vermeye çalışan Marx felsefesini yeniden gözden geçirmek gerekir. Hegel kendinde olanın kendisi için olana önceliğini ve kendisi için olanın kendinde olanı belirlediğini söylerken kısmen haklı olsa da, o ve onun kurmak istediği bu dolayım mutlak-olanı “Geist” kavramı ile gizemli ve mistik bir şekilde sunma yanılsamasına düşüyordu. Dolayısıyla; Hegel’in bir nevi öznel-tin ve nesnel-tin arasındaki kurmak istediği diyalektik dolayım, gizemli ve mistik bir mutlak-tin halini alıyordu. Bu yanılsamayı gören Marx, Hegel’de olan mutlak tinsel gizemi ve mistikliği mutlak-somuta indirgeyerek çözmeye çalışmıştır. Başka bir deyişle, Hegel’de ki mutlak-tin’in icatçı özgürlük felsefesi, Marx’ta kullanıcı-tin’in özgürlük felsefesine dönüşmüştür. Lakin ne Marx’ın ne de Engels’in ömrü ve çalışmaları bu mutlak-somutun eleştirisini yapmaya da yetmemiştir. Marx ve Engels’in eleştiri ise, daha çok gelişmekte olan ön-minimal sanayi (D-3 ve kısmen D-4) kapitalizminin göreli-somut yapısının analiz edilmesinden ibaret kalmıştır. Ki her ikisinin de yaşadığı dönemin baskın emek türünün feodal ve mekanik tarım emeği olduğu da düşünülürse, onların çalışmalarının sınırlarının da yine aynı tarihsel-emek-koşulları ile belirlendiğini söylemekte hiçbir sakınca yoktur. Bu açıdan onlar mutlak-somut olanın (özellikle de “tarihsel materyalizm” ve “diyalektik materyalizm” bağlamında) eleştirisini yapmayı programlarına almış olsalar da, bu hedeflerine tam olarak ulaşamamışlardır. Tam da bu nedenden dolayı; Marksizm bir kopuş felsefesi olarak kalmaktan da kurtulamamış, Marksizm’in ardılları ise bu kopuş felsefesini derinleştirme noktasında da yeterince çaba sarf etmemişlerdir. Dahası; bu ardılların iddia ettiğin aksine, ne Marx ne de Marksizm açısından proletaryanın kurucu özne rolünün savunulması mutlak değil, göreceli bir konu (geçici ve dönemsel bir ilke) olarak kalmıştır. Başka bir deyişle, proletaryadan bağımsız olarak proletaryanizm zaman içinde Marksizm’in de ötesinde kendi başına “değişmez bir ilke” ve hatta doğma haline dönüşmüştür. Bu da zorunlu olarak bilimsel bir teori olma yolunda ilerleyen bir kopuş felsefesi olarak Marksizm’in proletaryanizm felsefesi ile özdeş kılınmasına ve Marksizm’in hem kendi içine doğru hem de kendi dışına doğru çift yönlü olarak “ideolojik savaşım” yoluyla geliştirmesi önünde de bir engel haline dönüşmüştür. Kaldı ki bu durumun; yani proletaryanist felsefenin kutsanması Marksizm’den de ayrık olarak zaman içinde proletaryanizmin kendi başında bir tür teomarksoloji’ye dönüşmesi sonucunu doğurmuştur.
Emekoloji komünizme geçişi toplumsal bir özneye oturtmaktadır. Marx’ta Fransız ütopizminin eleştirisini “özneli kopuş” temeline dayandırıyordu. Lakin bu özneli kopuş Emekoloji’de proletaryaya değil, günümüzün “üretici güçlerinin gelişkinliğine” dayandırılarak, en gelişkin üretici güç olan protekyaya dayandırılıyor. Bu ölçüde protekya üzerinden bir sosyalizm okuması, tarih ve toplum okuması yapıyor. Ve hatta komünizm ve sosyalizminde birbirinden farklı toplumsal sistemler olabileceğini öngörebiliyor ve ayrı ayrı değerlendirilebileceğini de öngörüyor. Keza bu öngörmenin temelinde yatan temel neden ise, sosyalizme geçişin üretici güçlerinin ve komünizme geçişin üretici güçlerinin birbirinden ayrı olabileceğini öngörmesinde yatıyor. Bu öngörmeyi emekoloji üretici güçlerin gelişkinliklerin değişebileceğinden dolayı yapıyor. Zira nasıl ki toplayıcı emeğin üretici güçlerinin gelişkinlik seviyesi ile av emeğinin üretici güçlerinin gelişkinlik seviyesi aynı olamazsa; tarım emeğinin, sanayi emeğinin, teknik emeğin ve bilim emeğinin üretici güçlerinin gelişkinlik seviyeleri de aynı olamayacağından dolayı, tarihi ve toplumu kuran emek güçlerinin gelişkinlik seviyeleri de asla eşit olamaz.
Bilindiği üzere Marx ve Engels’de sosyalizm ve komünizm iki farklı sistem olarak değil, tek bir sistemin alt ve üst evreleri olarak görülmektedir. Marx ve Engels komünist sistemin alt ve üst evresini; “herkesin emeğine göre” alt evre, “herkesin yeteneğine göre” üst evre olarak öngörmekte idi. Bu açıdan Fransız ütopizmi ile aralarında çokta belirgin bir fark yoktu. Lakin emekoloji “herkesin yeteneğine göre” tanımlamasını, hangi “emeğin türünün hangi yeteneğine göre” sorusu ile derinleştirip, komünizm kurgusunu açarak genişletmektedir. Ve hatta daha da ileri giderek “her yeteneğin ya da hangi emek türünün yeteneğinin” zorunlu emek olmaktan çıkışı belirlediğini tespit etmeyi de öngörüyor. Dolayısıyla; emekoloji hem tür hem de yetenek açısından sosyalizmi teknik emeğe oturturken, komünizmi ise her yeteneğin zorunlu bir emek olmadığı bilim emek olarak öngörmektedir. Keza komünizmde çalışma zorunlu çalışma olmaktan çıkacak ise, toplumsal sistemin bilim emek disiplini haline gelmesi de gerekmektedir. Herkesin bilim insanına dönüşmediği bir toplumda, ne sınıflar, ne üst yapı ve alt yapı bölünmesi, ne de icatçı ve kullanıcı bölümlenmesi ortadan kalkabilir. Proletaryanizmin komünizm algısı ve ufku işte bu olguyu, yani emek türleri ve bu türlerle dolayım ilişkisi içinde olan ihtiyaç ve yetenek türlerini göremediği içindir ki; proletaryanizmin komünizm ülküsü de kaçınılmaz olarak ütopist kalmaktan da kurtulamamıştır.
Bu açıdan Marx’ın “…sınıflar, sınırlar, devletler ortadan kalkana kadar Marksizm bir özgürlük felsefesi olarak kalacaktır” öngörüsü ise, o gün ki tarihsel koşullarda ve toplumsal öznelere bakılarak yapmış olduğu “ideolojist falcılık”tır. Bu ideolojist bakış açısındaki temel neden üretici güçlerin değişebileceğini hesaplayabilecek olmasına rağmen, üretici güçlerin hangi emek momentine oturduğunu hesaplayamamasından kaynaklanmıştır. İdeolojist falcılık noktasına düşmesinin temel nedeni de; emekolojik determinal yöntemin o dönem için belirlenememiş oluşudur. Başka bir deyişle, o dönem için Marksizm bilim olma yolunda ilerleyen bilimsel bir çalışma praksisi iken, sanki bir bilimmiş gibi, sanki bir yönteme sahipmiş gibi, gelecekle ilgili “bilimsel öngörüleri belirleme” iddiasında da bulunmuştur. Bu iddia o gün ki tarihsel koşullarda, yani emekoloji gibi bilimsel bir yöntemin, yani emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğinin var olmadığı koşullarda soyut bir iddia olarak kalmıştır.
Marx’ın Marksizm’in bir “özgürlük felsefesi” olduğu ile ilgili iddiası; soyut bir iddia olarak kalmış, Marksizm en başından beri bir kopuş felsefesi olarak kalmış, dahası kopuş felsefesinin kendi iç tutarlılığına aykırı bir şekilde yanılsamalı ve yanlış bir görüş açıklamaktan da kurtulamamıştır. Keza modern Hegel felsefesi zaten sanayi emeği açısından “özgürlük felsefesi”nin doruğu idi. Tarihteki her özgürlük felsefesi yeni bir özgürlük felsefesine dönüşebilmesi için zorunlu olarak ayrı bir kopuş felsefesi yaşadığı gibi, Marx’ta Marksizm ile birlikte sanayi emeğinin icatçı özgürlük felsefesinden sanayi emeğinin kullanıcı kopuş felsefesini yaratarak, emekoloji ve protekyanın denetimist özgürlük felsefesine geçişi de olanaklı hale getirmiştir.
Kısacası; ilkel komünal toplumdan ön kopuş felsefesi ile birlikte, av emeğinin özgürlük felsefesi nasıl ki köleci sistemleri oluşturmuş ise, köleci özgürlük felsefesinden kopuş felsefesi ile birlikte, nasıl ki tarım emeğinin özgürlük felsefesi feodal sistemi yaratmış ise, feodal özgürlük felsefesinden kopuş felsefesi ile birlikte sanayi emeğinin özgürlük felsefesi nasıl ki kapitalist toplumsal sistemler oluşturmuş ise, Hegelci kapitalist özgürlük felsefesinden Marksist kopuş felsefesi ile birlikte teknik emeğin/protekyanın denetimist özgürlük felsefesi de adım adım sosyalizmi oluşturmaya devam etmektedir.
Toplumsal tarih; zincirleme olarak biri birine bağlı emek türlerinin zincirleme diyalektiğinden bağımsız olmayan özgürlük ve kopuş felsefelerinin biri biri üzerine geçerek geliştiği tarihsel bir yapıyı meydana getirmektedir. Dolayısıyla; özgürlük ve kopuş felsefeleri arasındaki diyalektikte ancak emek türlerinin birbirleriyle olan diyalektiği ile ölçülebilir. Örneğin, av emeğinin antik özgürlük felsefesinden ayrı bir kopuşu olmadan, nitel av emeği nicel tarım emeğine doğru kopmadan ve bu kopuş felsefesini sağlayan kopuş felsefesi olmadan, tarım emeğinin nicel biçiminden nitel özgürlük felsefesine geçiş gerçekleşemezdi. Dolayısıyla; bugün teknik emeğin denetimist özgürlük felsefesi ile burjuva-kapitalist özgürlük felsefesi arasında bir köprü görevi gören Marksizm bir kopuş felsefesi olma özelliğine de sahiptir.
Her toplumsal sistem eski toplumun içinden çıkarken yeni bir özgürlük felsefesi yaratabilmek için eski toplumun ve eski felsefenin içinden yeni bir kopuş felsefesi ile birlikte gelişmek zorundadır. Bu noktada; denetimist felsefenin var olabilmesinde bir kopuş felsefesi olarak Marksizm’in oynadığı rol göz ardı edilemeyecek kadar da önemlidir. Dolayısıyla; Marksizm’in tarihteki yeri sanayi emeğinin özgürlük felsefesi ile teknik emeğin özgürlük felsefesi arasında yer alan bir kopuş felsefesi olma özelliğidir. Başka bir açıdan da ele alacak olursak; tarihsel temsiliyetizmden tarihsel denetimizme geçiş arasında köprü görevi gören bir geçiş felsefesidir Marksizm. Bu gerçeği idrak edememiş olanlar aslında hiçbir zaman “Marksist” olmayı da başaramamış olanlardır.
16.01.2022
Serhat Nigiz
13 notes · View notes
mantikutayr · 2 years
Photo
Tumblr media
‘‘eğer batı uygarlığının tüm yükünü omuzlarında taşıyan bir atlas varsa, bu aristoteles’tir.’‘ 
antikçağın en önde gelen filozofu olan aristoteles
yunan felsefesinde materyalist ve idealist olmak üzere iki ana damar vardı, thales’ten atomculara kadar gerçeklik maddede aranmış ama gerçekliği açıklamak için yeterli değildi. aristoteles yunan materyalizmin tam karşıtı bir felsefe geleneği yaratan idealizmi de başarısız olduğu kanaatindeydi. o ‘’ sağlam ve tutarlı bir metafiziğin, gerçekliğin görünüşte olduğu gibi gereçten de değiştiğini göstermek ve böylelikle aklı, bilgi edinmenin geçerli bir aracı olarak yeniden sağlığına kavuşturmak zorunda olduğunu gördü.’’ 
taylor aristoteles’in hayatını ve felsefesini (..bilimler sınıflaması, bilimsel yöntem, formel mantık, tümevarım, bilgi kuramı, ilk felsefe, madde-form, olanaklılık-gerçeklik, dört neden, hareket ve sonsuz hareket, tanrı, fizik biyoloji, psikoloji, duyum/algı, ortak duyusallar, düşünme, etkin akıl, pratik felsefe, müzik ve edebiyat üzerine.. ) akıcı ve anlaşılır bir biçimde ele alıyor. 
‘’aristoteles okumaka istiyorum ama nereden başlayacağımı bilmiyorum.’’ diyenler için başlangıç kitabı olabilir. 
6 notes · View notes
olumsuzsozler · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Georges Politzer (1903-1942) Macar Kökenli Fransız Marksist Yazar ve Felsefeci "Kızıl Kafalı Filozof" olarak tanınır. Bugünkü Romanya'nın Nagyvárad (Oradea) kentinde doğmuştur.
Georges Politzer Sözleri: (1903-1942) Mülkiyet, hırsızlıktır. Georges Politzer Tarih, insanların eseridir. Georges Politzer Ölümün bağrında yaşam vardır. Georges Politzer Felsefe, yeniden bir risk içerecektir. Georges Politzer Hiçbir şey sabit değildir; her şey akar. Georges Politzer Bilgi, "dünyayı ve insanı bilme" demektir. Georges Politzer Sömürücü her sınıfın devlete ihtiyacı vardır. Georges Politzer Genç olan yaşlanır; bugün yaşayan yarın ölür. Georges Politzer Sömürücü sınıfların iktidar gücü yalana dayanır. Georges Politzer Materyalistler ise, dünya nesnel bir gerçektir derler. Georges Politzer Sarayda başka türlü düşünülür, kulübede başka türlü. Georges Politzer Marksist teori bir dogma değil, eylem için bir klavuzdur. Georges Politzer İnsan Hakları Yasası insanın elinden düşeli çok olmuştur. Georges Politzer Gerekiyorsa, büyük bir dürüstlükle kendi kendini yenile! Georges Politzer Dünyayı, olduğu gibi, gerçek yüzüyle görmek, materyalizmdir. Georges Politzer İnsanların kimisi çalışır, kimisi de bu çalışanların emeğini sömürür. Georges Politzer Bilim, fikirlerin boşluk içinde var olduklarını kavramamıza izin vermiyor? Georges Politzer Yöneticiler, bizim ölüm süremizi uzatmak için yaşam süremizi kısaltıyorlar. Georges Politzer Bilinç, safra gibi ya da bir hormon gibi bir şey değildir. Bir eylemdir, bir işlevdir. Georges Politzer Eğer koşullar insanı biçimlendiriyorsa,bu koşulları insanca biçimlendirmek gerekir. Georges Politzer Materyalist felsefe, işte buradan, yani fenomenleri bilime dayanarak açıklama isteğinden doğmuştur. Georges Politzer Entelektüel bağımsızlık, eleştirel zeka, tepkiye boyun eğmek değil, tersine boyun eğmemek demektir. Georges Politzer Gerçekten de felsefe yapmak, kahramanlık zamanlarında olduğu gibi yeniden tehlikeli bir mesleğe dönüşecek. Georges Politzer Karşıtlar çatışma halindedirler ve değişmeler bu çatışmalardan doğar; böylece değişme, çatışmanın çözümüdür. Georges Politzer Aklımızda tutmamız gereken esas şudur ki, biz, duygulara, düşüncelere, fikirlere, gördüğümüz ve duyduğumuz için sahibiz. Georges Politzer Bilim, yüzyıllar boyunca gelişme gösterdikçe, insanlar, evreni, bilimsel deneylerden yola çıkarak, maddi fenomenlerle açıklamaya girişmişlerdir. Georges Politzer Filozoflar yeniden gerçeğin dostları olacaklar, ama aynı zamanda tanrıların düşmanları, devletin düşmanları ve gençliğin yozlaştırıcıları olacaklar. Georges Politzer İlkel insanlar, önce saydam eş biçiminde ve sonra ruh biçiminde, insanın ölümünden sonra da yaşadığı ruhsal ilkeyi benimseyerek, tanrılar yarattılar. Georges Politzer Yoksullaştırılan yığınların emeğinin ürününü, yüzyıllar boyunca kendilerine mülk edinen kapitalistler, yığınları mülksüzleştirmişlerdir. Sosyalizm, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesidir. George Politzer Demek ki, ilk insanların bilgisizliği, onların araştırmalarına bir engeldi.Bunun içindir ki tarih boyunca, bu bilgisizlik nedeniyle, dünyayı olağanüstü güçlerle açıklamak isteyen dinlerin ortaya çıktığını görüyoruz. George Politzer Bilgisizlik, ilk insanların araştırmalarını engelleyen bir şey olmuştur. Böylece, bu bilgisizlikten dolayı, tarih boyunca bir takım dinlerin ortaya çıktığına tanık oluyoruz. Ortaya çıkmış olan bu dinler de evreni açıklamayı istemişlerdir. Ne var ki, bu açıklamalar, doğaüstü güçlerle yapılmak istendiğinden bilimsel olmayan açıklamalardır. Georges Politzer
https://i.ibb.co/BfLjFX4/Georges-Politzer-S-zleri-1903-1942.gif
youtube
2 notes · View notes
sokratesinizinde · 2 years
Text
Aşk Nedir?
   Bu konuda pek konuşulup çokça yazılıyor ancak meselenin ne olduğunu uzman ruhbilimciler ve toplum bilimcilerin iyileri dışında az bilen vardır. Spekülasyonlar şu şekilde temelde toparlanabilir:
1-) Materyalist Yaklaşım
   Madde vardır. Bu şu demektir; herhangi bir yüklemleme yapmak aslında niceliklerin (yani bu maddenin çeşitli şekilde bir araya gelişiyle bizim için özel bir form meydana getirmesi anlamında nicelik) nitemidir. Yani kabaca söylersek, modern bir deyimle yalnızca atom yahut onun alt parçacıkları, daha da modern söylersek enerji vardır. Bizdeki türlü duygulanımlar da bu enerjinin sıklığı yahut seyrekliği, hızlı ya da yavaş oluşudur. Bu dandik teorinin eleştirisini burada yapmayacağım çünkü bu bir ontoloji yazısı değil. İsteyen Aristoteles’in Metafizik’inin ilk 2 kitabını okuyabilir.
2-) İdealist Yaklaşım
   Madde yok, yalnızca idea var. Madde dediğin şey, senin sen olma sürecinde ilerlerken o ilerleme denen görünümün meydana geldiği kırılma anları. Çünkü gün içinde pek çok şey olurken sen maddeleri gözlemlediğini zannediyorsun ancak masanın kenarını, ilgisiz bir köşesini yahut bu tarz alakasız detayları değil, yalnızca senin hayatında etkisi olan detayları hatırlıyorsun. Onlar özsel olarak önemli oluyor, anlam taşıyorlar. Bu bağlamda duygulanımlar da ilk maddedeki teorinin savunduğunun aksine materyalden değil, senin özünden kaynaklanıyorlar. Aşk da bu duygulardan biri olup, aslında özüne dönüşümdeki en kritik gayedir. Çünkü en güçlü devindiricidir. Bu dandik teoriyi de burada eleştirmeyeceğim. Bunu da Metafizik’in 3. kitabında, aşk bağlamında olmasa da, Platon’un “İyi” ideası bağlamında bulabilirsiniz.
3-) Dualist Yaklaşım
   Bunun modası zaten çoktan geçti ama sağduyuya en yakın ontolojik teori olduğu için her dönemde tüm vasat insanlar tarafından benimsenen teori olarak rastlayabilirsiniz. Buna göre bir bilincimiz ve biz diye bir şey var dolayısıyla, bir de onun muhatabı olan dışarısı var. Aşk da, bu ben ve öteki ilişkisindeki ötekine duyulan karşı konulamaz arzu olarak görünüme geliyor güya. Böyle dandik bir teori bana kalırsa felsefe tarihindeki hiçbir filozofta yoktur. Evet Descartes’ta da yoktur. Yani o, düalistim ben moruk demez. Sadece kendinden önceki ontolojik sisteme öyle bir yaklaşım getirir ki, bu düalist bir bakış açısını zorunlu kılar. Böyle yapmakla o, ontolojiyi teolojinin aracı olmaktan kurtararak merkezindeki tanrıyı çekip almıştır. Ama yerine koyduğu “ego”, “sum” oluş yolunda bir “cogito”nun nesnesine gereksinim duyar. Bu ikiliği çözmek Kant’a kadar nasip olmuyor. Hatta Heidegger’e bırakırsanız o da çözememiş.
   Şimdi, bütün bu ontolojik teorileri ortalığa saçtıktan sonra nihayet Aristoteles’e bir dönelim de sahneye esas adam çıksın artık, sıkıldık bu saçmalıklardan. Aşk bir alma verme ilişkisidir. Aristoteles bunu dostluk için söylüyor lakin aslında ötekine duyulan o iyi hissin genel adı olarak “filoin” isim-fiilini kullanıyor. Ben ise ona benzer ama biraz farklı tanımlayacağım şimdi. Önce temel olarak Aristoteles’i bir atalım da:
   Öyleyse; bizde bir eksiklik var ve ötekinde, bizim tamamlayabileceğimiz bir eksiklik, aynı zamanda bizi tamamlayabilecek bir fazlalık var. Aşk’ta (Söz konusu heteroseksüel bir ilişki ise) bunu anlatmak çok basittir: Penis ve vajina elbette. Aristoteles et ete değecek diyor kısaca. Kısaca olmayan şekilde de şunu söylüyor aslında: Bir devinim söz konusuysa bu karşıta doğru olur ve bir devindiriciye gereksinim duyar. Bu devinim, insanda kendini isteme ilkesi olarak gösterir. O halde, hepimizi bir anda sevişmekten alıkoyan nedir? Çünkü bir penis ve bir vajina varsa aslında alın size aşk, bu tanıma göre. Ama Aristoteles aptal bir adam değil, ne var ki pek romantik bir adam da değil. O yüzden o romantik kısmı ben ekleyeceğim:
   Devindirici olarak bunu dışsal ve içsel olarak saptayabilirim. Her şeyden önce felsefi altyapısı kesindir ki bu ihtiyaç görme-giderme ilişkisi hayatidir çünkü kavramımızı ortaya çıkarır. Ardı şeyler çelişik olur çünkü salt aşk kendisi içinse aşık olduğumuz kişiyle işimiz yoktur. Bu bizi tasavvufun çelişkisine götürür: Sevilen aşk mıdır Tanrı mıdır? Tanrı kendisi için mi vardır aşk ile mi yoksa aşk, Tanrıdan ötürü mü vardır; eğer öyleyse kendisine bir isim koymaya ne lüzum var? Bütün bu felsefe yapma metodu sokratese aittir ama en muhteşem formunu Aristoteles’te düzyazı biçiminde kazanır ve halen de onun ötesine geçebilmiş değiliz. Geçmeye de gerek yok zaten, şu ihtişama bir bakar mısınız?
   Aşka dönecek olursak kavramın zemini için alma- verme ilişkisi demiştik. Ama herkes neden sevişmiyor? O halde bunu saptıran devinimi engelleyiciler var. Ve elbette biz böyle bir yazı yazacaksak bir şekilde herkesin sevişmesini sağlamalıyız. Yani çözüm sunmalıyız ki bu bir düşünce yazısı olsun. Öyleyse: Özünde bize ait olan bir duygulanım, bu bağlamda inşa edilen bir ilişki (yani aşk), doğaldır ve devindirir. Ama neden devinmez? Çünkü “ayıp”. Ayıp kavramı ne demektir? Bu yazının konusu değildir ancak ayıp dediğimiz kavram ötekiyle girdiğimiz ilişkide bir arada yaşama opsiyonunu icra edebilmek için icat ettiğimiz bir tekniğin ögesi olarak ortaya çıkar ve etkisi de çok güçlüdür. Lakin ara ara bakım yapmak gerekir yoksa “büyüklerin karşısında bacak bacak üstüne atılmaz” gibi ahmakça bir formda görünüme gelip hiçbir işe yaramayan bir kural olarak, aslında hizmet etmesi gerektiği gibi, bir arada yaşamayı yozlaştırabilir de. Aynısı aşkta da olur. Detaylarına girilirse ne var ki bu yazı anektodal olur. Yani teker teker şunu yapmayın şundan utanmanıza gerek yok falan diyemem. Ancak şunu derim: “Bu ayıp da neden ben anlamadım onu” dediğiniz bir şey varsa muhtemelen o şey ayıp değildir. Mesela gidin numarasını isteyin, çıkma teklifi edin. Konuşun. Her daim fayda sağlayacağını düşündüğünüz o gülünç taktikleri uygulamayın. Bu sizi en basitinden tasavvuf çelişkisine bile götürmez; bu, teori kurmanızı engeller: Çünkü özne siz değilsiniz. Tabii bu yazı aslında “aşk nedir” başlığı altında dandik şeyler yazan birtakım dandik edebiyatçı arkadaşları eleştirmek ve esasında bu konuda hiçbir şey bilmediklerini savunmak için yazıldı.
   Bunun sonucu da çok basittir: Büyütmeyelim, aşk bir alma-verme ilişkisidir. İnsan partneriyle bir arada olduğunda, iş yaptığında, mesela ev işlerini bölüştüğünde ya da yemek yaptığında, ders çalıştığında; aynı zamanda cinsellik de ister. Sonra bu olur ve bu devam eder. Bir de çocuk sahibi olurlarsa ona bakarlar. Bundan ötesi de arzulanmaz. Arzulanırsa insan doğasını yozlaştırmış olursunuz. Mesela insan doğasında hiç “ceo” olmak gibi bişey gördünüz mü siz Platon’un kitabında ya da mağara resimlerinde? Bırakalım şu kapitalist imgeleri. İnsan olalım biraz. Basit şeyler arzulayalım. Komplikeleştirmekten ziyade, basitleştirelim kendimizi. Çünkü biz, basit varlıklarız. Bunda da hiçbir behis yok, atın o tek taşları. Ha bana katılmıyor musunuz? O zaman bol şans. Başaramayacaksınız. 
3 notes · View notes
hetesiya · 3 years
Text
Engels ve felsefenin küçümsenmesi
Yener Orkunoğlu
Lenin, “Hegel’in tüm Mantığı incelenmeden ve kavranmadan, Marx’ın Kapital’i ve özellikle Kapital’in I. Bölümü tam olarak kavranamaz. Dolayısıyla hiçbir Marksist ondan yarım asır sonra bile Marx’ı anlamadı” demekle yetinmedi. Sağlam ve tutarlı bir felsefe olmadan doğa bilimlerindeki gelişmeleri doğru yorumlamanın mümkün olmayacağına da işaret etti
Tumblr media
İnsan soyuna yardım edebilmek için felsefe, düşkün ve zayıf insanları ayağa kaldırmalı ve onları yönlendirmelidir.
Giambattista Vico
Daha önceki yazımda Engels’in diyalektik anlayışındaki bazı sorunlara dikkat çekmeye çalışmış; onun, doğadaki diyalektik ile toplumdaki diyalektik arasındaki farkı yeterince bilince çıkarmadığını vurgulamıştım. Doğa ve toplumdaki hareketi eşitleyen bakış açısının, iki tür bilgi arasındaki farkı ortadan kaldırdığını belirtmiştim. Doğa ve toplumdaki gelişmeyi birbirinden ayırmayan böylesi bir bakış açısının, sonuç olarak, toplumsal alanda bilinç, irade, amaç gibi olguların önemini küçümsemeye yol açtığına işaret etmiştim. Ayrım yapmayan yaklaşım, doğadaki determinizmi toplumsal alana uygulamaya çalışmasından dolayı, doğa bilimlerini abartırken, felsefeyi küçümsemiştir. Böylesi bir yaklaşım ise, Marksizm ile Pozitivizm arasındaki sınırların ortadan kalkmasına ve pozitivist eğilimlerin Marksizm’e sızmasına yol açmıştır. Engels, doğa ve toplum bilimleri arasındaki düalizme karşı durma adına, ikisi arasındaki farkı dikkate almayan bir tutum sergilemiştir.
Yazıma bir eleştiri yöneltildiğini bazı dostlarım bana bildirince hem meraklandım hem de sevindim. Meraklandım; acaba ne yazmıştır diye. Sevindim; çünkü bazı önemli felsefi sorunlar üzerine yapılan tartışmanın, dü��ünceyi ilerleteceğini varsaydığım için. Ancak, okuyunca ikili bir hayal kırıklığı yaşadım. Öncelikle yazımı eleştiren Alper Öztaş’ın, beni hiç anlamadığını gördüm. Sorunsalımı, neyi dert edindiğimi, niçin böylesi bir yazıyı kaleme alma gereği duyduğumu göz önüne almadan; bunlara üzerine hiç kafa yormadan sarılmış kalemine. Ayrıca yazısı, içerik açısından zayıf; çünkü Cafer Güler ile birlikte yazdıkları “Sistematik Diyalektiğin Diyalektik Materyalist Eleştirisi” başlıklı yazıda, Thomas T. Sekine adlı yazara yönelttikleri eleştirinin aynısını tekrarlamaktadır.
Thomas T. Sekine, neyi savunuyor? Şunu: Hegelci diyalektik, toplum biliminde kullanılırken, doğa bilimlerinde kullanılmaz. Oysa ben hem doğadaki hem de toplumdaki değişimlerin diyalektik olduğunu vurguluyorum. Ancak bu iki tip değişim ve iki tip diyalektik arasında önemli bir fark olduğunun altını çiziyorum. Şöyle ki; doğada değişim ve gelişim, öznellikten yoksundur; doğadaki nesneler (bitkiler, güneş sistemi, gezegenler vb.) bir bilince sahip değiller. Oysa toplumdaki değişimler öznelliği, bilinci vb. gerektirir. Hegel, birçok eserinde doğa ve toplum diyalektiği arasında ayrımı özellikle vurgulamıştır.
Üzerine düşünüldüğünde şunu saptamak mümkündür: Doğa ve toplum diyalektiğini aynılaştırma çabaları, burjuva uygarlığının yaklaşımıdır ve egemenliğini sürdüren burjuvazinin sınıf çıkarlarını yansıtmaktadır. Çünkü doğadaki determinizmi bire-bir topluma aktarmak, kaderci bir bekleyişe zemin hazırlar; toplumsal değişimler için, bilinç, irade ve amaç gibi tinsel olguların önemi görmezden gelir. II. Enternasyonal’in sığ Marksizm anlayışının doğurduğu sonuçlar, yeterince biliniyor sanırım.
Alper Öztaş, doğa ve toplum diyalektiği arasındaki ayrımının önemi üzerine yeterince kafa yormadığından, karşıtlık ve çelişki arasındaki farkı anlama yönünde bir çaba gösterme gereği duymuyor. Öztaş’ın yazısında göze çarpan olgulardan biri kullandığı kavramlardaki bulanıklıktır ki, bu bulanıklık, diline ve kullandığı kavramlara yansımış durumda. Örneğin iki kavramı, yani pozitivizm ve metafizik kavramlarını açıklamadan, görüşümü “pozitivist metafizik” olmakla itham ediyor. Üstelik bu iki kavramı yan yana getirmek kavram karışıklığının ürünüdür. Çünkü pozitivizm, olguların ve deneyin ötesine geçen her düşünceyi, metafizik olarak algıladığı için, genelde her türlü metafiziğe ve felsefeye karşıdır. Metafizik konusunda ise birçok görüş vardır. İdealistler, materyalistler ve pozitivistler, metafizik konusunda farklı tanımlar yapmaktadırlar. Engels’in ontolojiyi küçümseyen yaklaşımı sorunludur. Çünkü ontolojiden uzaklaşan her görüş, gizli bir öznelliğe ve nihilizme kucak açar.
Alper Öztaş, doğa ve toplumdaki hareket arasında, dolayısıyla doğa bilimleri ve onun yöntemi ile toplum bilimleri ve onun yönteminin ayrı olduklarına itiraz etmektedir. O zaman yapması gereken, ya doğadaki nesnelerin bir bilinci olduğunu ya da toplumsal alanda da bilinç olmadığını göstermesi gerekir. Ancak böyle bir çabaya da girişmiyor.
Dolayısıyla Alper Öztaş’ın yazısında yaşadığım ikinci hayal kırıklığım ise, uzun zamandır eleştirdiğim sığ bir diyalektik anlayışın ve sığ bir Marksizm görüşünün egemenliğinin hâlâ sürmüş olduğunu görmemdir. Öztaş, “günümüzde gittikçe yaygınlaşan Engels eleştirileri”nden yakınıyor. Oysa Engels’e yönelik eleştiriler, 1890’lı yıllardan itibaren gündemdedir. Özellikle Hegelci geleneğin bir dönem güçlü olduğu İtalya’da, bazı düşünürler tarafından Engels’in doğa ve diyalektik arasındaki ilişkiyi yanlış anladığı dile getirilmiştir. Örneğin Marx’tan bağımsız olarak “tarihsel materyalizmi” keşfetmiş olan İtalyan düşünür Antonio Labriola, Engels’i pozitivizme eğilim göstermekle itham etmiştir. Asıl amacım, Engels’i eleştirmek değil, insanlığın kurtuluşu konusunda önemli bir rol oynayacağını düşündüğüm Marksist teorideki eksikliklere ve yanılgılara işaret ederek, bunları aşma çabasına destek olabilmektir.
Öztaş, “Doğanın Diyalektiği”ni yazan Engels”ten bahsediyor. Engels’in kitabının başlığı konusunda küçük bir bilgi vermeyi gerekli görüyorum. Doğa üzerine araştırmalar yapan Engels, bu çalışmasına bir başlık koymamıştı. Engels’in doğa üzerine araştırmaları, 1925 yılında Sovyetler Birliği’nde kurulmuş olan Marx-Engels Araştırma Enstitüsü’nün başkanı olan D. Rjasanow tarafından “Doğa ve Diyalektik” başlığı altında yayımlandı. Bu başlık 1935’ten sonra “Doğanın Diyalektiği” olarak değiştirilir. Sovyetler Birliği’nde diyalektiğin dogma haline gelişi, muhtemelen böyle başlıyor. Kendisiyle tanışma şansına sahip olduğum Alman filozofu Hans Heinz Holz, SSCB’de felsefenin, ideolog Jdanov’un yozlaşmış materyalizmine saplanıp kaldığına dikkat çekmişti. Yozlaşmış bir materyalist, determinist, sığ bir Marksizm anlayışının çok yaygın olduğu bir sır değil.
Bu nedenle, doğadaki değişim ile toplumsal alandaki değişimin birbirinden farklı olduğunu yeni argümanlarla ortaya koymam gerekir. Görüşlerimin çıkış noktasını, bir makalenin çerçevesine sığacak bir şekilde kısaca açıklamakta yarar görüyorum:
Madde ve bilinç, nesne ve özne ontolojik olarak birbirinden ayrılmazlar. Ontolojiden kopuk olan epistemoloji sorunludur. Madde ile bilinç arasındaki ilişkide hangisinin hangi durumda birincil olduğunu belirlemek için ontolojiye uygun bir epistemoloji gereklidir.
Madde-bilinç ve özne-nesne düalizminin kökleri, geçmişe dayanmaktadır. Bu köklerden biri, materyalizm ile idealizmi karşı karşıya getiren eksik ve hatalı yaklaşımdır.
Madde ve bilincin ayrılmaz birliği, özünde materyalizm ile idealizmin bir sentezini gerektirir.
Bilincin ilk kaynağı maddedir; bu durumda madde birincil bilinç ikincildir. Ne var ki verili gerçekliğin ve verili teorilerin ötesine geçmek, gerçekliği değiştirecek aktif bilinci gerektirir. Bu durum ise, bilincin birincil ve belirleyici olmasını; bir başka deyişle, politikanın ekonomi karşısında öncel olmasını gerektirir. Dolayısıyla koşullara göre, bazen madde, bazen de bilinç birincil ve belirleyici olur. Bugünün dünyasında kapitalizmi aşmak, amaç, bilinç, irade ve örgütlenme gibi tinsel etkinliklerin önceliğini gerektirir.
Doğa, esas olarak zorunluluklar ve kısmen tesadüfler alanıdır; Toplum ise hem zorunluluklar, hem tesadüfler hem de özgürlükler alanıdır.
Doğa tarihini insan yapmaz, ama toplumsal tarih, insan etkinliğinin ürünüdür.
Doğadaki hareket, sürekli kendini tekrarlayan döngüsel bir harekettir. Oysa toplumdaki hareket, olup biten değişimler, esas olarak Tinin ileriye yönelik değişimleridir.
Doğadaki hareket, bilinçsiz bir harekettir. Yasalara uygun olarak güneşin çevresinde dönen gezegenler, bu konuda bir bilince sahip değildirler. Oysa toplumdaki hareket, insanların bilinç, irade ve amaçlarını gerektirir.
Doğadaki hareket ve değişim, genel olarak sakin ve dingin bir biçimde seyreder. Oysa toplumsal yaşamda, köklü değişimler, sert kavgaları ve mücadeleleri
Doğadaki hareket, bir İdea’dan yoksunken, insanların etkinlikleri bir amaca, İdea’ya yöneliktir.
Doğa tarihi ile toplum tarihi, dolayısıyla iki tür bilgi biçimi arasında ayrım yapan ilk düşünürlerden biri, İtalyan düşünürü Giambattista Vico’dur. Vico’nun görüşünü olumlayan Marx da, Kapital’in I. Cildinde şöyle yazar: “İnsanlığın tarihini doğa tarihinden ayıran şey, ilkini bizim yapmamız ve ama ikincisini bizim yapmamamızdır.” (Marx, Kapital Cilt 1, s. 326). Düalizme karşı duran Öztaş, doğa ve topluma aynı yöntemle yaklaşmayı savunmaktadır. Bu yanlış görüşün arkasında yatan neden, özne ile nesne arasında farkın, düalizm olarak algılanmasıdır. Özne-nesne ilişkisi konusuna doğru yaklaşım, özne-nesne düalizmine düşmeden, ama özne ile nesneyi aynılaştırmadan, aralarındaki farkı görmeyi gerektirir.
Özne-nesne ilişkisi, felsefenin en önemli konularından biridir. Basit gibi görünen, ancak çok karmaşık olan sorunun anlaşılması önemlidir: Bu nedenle, Hegel’in özne-nesne ilişkisi konusundaki görüşü ile pozitivizmin bu konudaki görüşü arasındaki farkın ortaya konulması gerekir.
Pozitivizm, özne ve nesneyi birbirinden ayırır; her ikisini karşı karşıya getirir. Pozitivizmin özne-nesne ilişkisi konusundaki yaklaşımın eksikliğini ortaya koyan ilk önemli filozoflardan biridir Hegel. İlk önemli yazısı olan Differenz (Fichte’nin ve Schelling’in Felsefe Sistemleri Arasındaki Fark) başlıklı incelemesinde özne-nesne ilişkisi konusunda şu değerlendirmeyi yapıyor. Hegel açısından, Fichte’nin görüşü, öznelliğin ağır bastığı bir görüştür; yani özne tarafından yaratılan nesnel dünya varsayımına dayanmaktadır. Bir başka deyişle, öznelerin nesnel dünyayı nasıl gördüğüne dair bir yaklaşım söz konusudur. Hegel bu yaklaşımı “öznel özne-nesne” olarak adlandırır. Schelling ise, doğadaki nesnelerin zihnimize nasıl girdiği ve öznel deneyimlerimizi nasıl belirlediği ile ilgilenir. Schelling’in yaklaşımını ise “nesnel özne-nesne” olarak adlandırdığı biliniyor. (Hegel, Hegel Werke 2, s, 52–110).
Hegel açısından özne ve nesne arasında çifte bir özdeşlik vardır; yani bir taraf özneden hareketle nesneye, diğer yanda nesneden hareketle özneye yaklaşır. “Bu nedenle bu özdeşlik, doğru bir şekilde özne-nesne olarak belirlenir, çünkü kendisi hem biçimsel ya da öznel kavramdır, hem de bizzat nesnedir.” (Pinkard, Hegel, s, 336).
Hegel’in, bu çifte özdeşliği içeren yaklaşımı, bir birlik olarak, yani Ben–Biz ve Biz-Ben ilişkisi olarak da anlaşılabilir. Bu birlik üçlü bir şeyi içermektedir: 1) “Öznel özne-nesne”; 2) “Nesnel özne-nesne”; 3) Bu ikisinin sürekli karşılıklı ilişkisini gözeten, ama aynı zamanda nesne ile öznenin farklılığını da içeren birliği.
Özetle; doğadaki hareket ve nesneler, insan bilincini şart koşmazlar; insan bilinci olmadan varlıklarını sürdürürler. İnsan bilinci, doğadaki gelişmeleri yansıtır sadece. Oysa toplumsal yaşam ve tarih, insanın etkinliği tarafından yaratılır. Öte yandan doğa ve toplumdaki gerçekliğin kavramlaştırılması, insan bilincini gerektirirler. Nasıl ki madde olmadan bilinç olmazsa, bilinç olmadan da nesnel dünya kavramlaştırılamaz. Demek ki, kavramlar hem nesnel hem de özneldirler. Bir örnek vermek gerekirse ‘Orman’ kavramı hem nesnel hem de özneldir. Nesneldir çünkü reel bir şeyi ifade etmektedir. Özneldir çünkü elle tutulamayan gözle görülemeyen ideal bir şeydir. Oysa toplum, insan tarafından yaratılan ve kavramlaştırılan bir gerçekliktir.
Diyalektik Materyalizm, materyalizmin ve idealizmin sentezidir
Uzun araştırmalarım sonucu, özellikle Hegel felsefesini Almanca kaynaklardan incelemelerimin sonucu, materyalizm ile idealizmin tek yanlı olduklarını düşündüğümden, yaygın görüşlerin tersine diyalektik materyalizmin, bu ikisinin sentezi olduğunu savunuyorum. Bu görüşümün, 150 yıldır sosyalistler arasında yaygın olan görüşlere karşıt olduğunun bilincindeyim. Bu nedenle, hem materyalizmin hem de idealizmin tek yanlı olduklarını, hem de doğa ve toplumdaki gelişmelerin birbirinden farklı olduğunu özet olarak açıklamak durumundayım.
Neden idealizm ve materyalizm karşıtlığı doğdu? Neden filozoflar, idealizm ile materyalizm arasında seçim yapmak zorunda kaldılar? Bu ayrımın elbette çok çeşitli, ekonomik, toplumsal, tarihsel ve entelektüel nedenleri vardır. Bu konu başlı başına ayrı bir yazıyı gerektiriyor. Sadece tarihsel ve entelektüel nedenlerden birine değinmekle yetineceğim. Önemli bir neden, 1804-1872 yılları arasında yaşamış olan Alman filozofu Ludwig Feuerbach’ın bir saptamasına dayanmaktadır. Feuerbach’a göre, felsefe tarihi, özünde idealizm ile materyalizm arasında süregelen mücadelenin tarihidir. Bir tarafta maddeye öncelik tanıyarak dünyayı açıklamaya çalışan felsefi akım olan materyalizm; diğer yanda doğayı, doğaüstü güçlere dayanarak açıklamalar getiren idealizm, birbirlerini çürütmek için aralıksız mücadele yürütmüştür. Birçok filozof, bu iki büyük felsefi okuldan biri için karar vermek durumunda kalmıştır.
Bu yazı materyalizm ile idealizmin tek yanlı olduğundan hareket etmektedir. Materyalizm ve idealizm neden tek yanlıdır? Bu ikisinin sentezi neden gereklidir?
Öncelikle materyalizm, bilginin ilk kaynağının madde olduğunu vurgulaması açısından önemlidir. Materyalistler, doğanın ve doğadaki nesnelerin varlığının, insan bilincinden bağımsız olduğunu; duyular ve nesne arasındaki karşılıklı ilişkinin bir yanılsama olmadığını ileri sürdüler. Olması gerekeni aramak yerine, olanı aramaya yöneldiler. Dünyayı ve onu algılayan duyuları kabul ederek, insanın doğayla olan özgün ilişkisinin dayandığı beş duyuya sahip olduğuna; duyusal algının ilk unsurlarına, yani düşüncenin zorunlu, biricik öncülüne dikkat çektiler. Metafizikçileri skolâstik saçmalıklarından uzaklaşmaya, sis bulutlarından aşağı inmeye çağırdılar, onları şimdiye ve nesnel gerçekliği anlamaya davet ettiler.
Ancak materyalizm, bazı yönlerden eksik ve tek-yanlıdır. Duyu organlarına sahip olan bireyden yola çıkar ve organik bir bireşime (senteze) ulaşabilme gücünden yoksundur. Çünkü duyu verileri kendilerini sentezleyemezler. Onları sentezleyen bir yeti, yani Verstand (Anlak) gereklidir. Ayrıca duyuları temel alan materyalizm, toplumu, bireylerin soyut bir toplamı ve insan kişiliğini de mekanik süreçlerin ve maddesel tekil parçacıkların toplamı olarak görür. Bilincin rolünü önemsemeyen her türlü materyalizmin, mekanik materyalizme saplanması rastlantı değildir. Nihayet Marx, Feuerbach Üzerine Tezler’in I. maddesinde, Feuerbach da dâhil olmak üzere her türlü materyalizmin, bilinci maddenin pasif yansıması olarak görmesini eleştirmiş, aktif öznenin idealizm tarafından geliştirildiğini vurgulamıştır. Her şeyin maddeden, ekonomik temelden kaynaklandığını ileri süren materyalizm, düşünce tembelliğine götürmekte ve kolaycılığa yol açmaktadır.
Materyalizm, bilginin maddi kaynağına dikkat çekmekle yetindiği için tek yanlıdır. Çünkü bilincin madde üzerindeki aktif rolünü ihmal etmektedir. Materyalizm, aktif özne, bilinç, irade, eylem ve amaç gibi tinselliklerin toplumsal değişimdeki rolünü doyurucu bir biçimde açıklama gücünde değildir. Dahası materyalizm, tekile, bireye önem verdiğinden tümel olanı ve İdea’yı ortaya çıkarma yeteneğinden yoksundur. Materyalizm, yalnızca deneyime önem vermektedir. Oysa tek başına deneyim, bir teorinin yanlışlığını veya doğruluğunu göstermek için yeterli değildir.
İdealizmin tek yanlı olmasının nedenlerine gelince; idealizm, özünde bilincin, iradenin, amacın önemini açığa çıkarırken, bu tip olguların maddi kökenlerini görmezden gelir. İdealizm, tümel olandan, İdeadan, yani kişisel olmayan Akıldan yola çıkar ve genellikle somut, bireysel insanı gözden kaçırır.
Marx’tan çok önce Hegel, materyalizmin ve öznel idealizmin tek-yanlıklarını ortaya koymuştur. Ortaya çıkan yeni araştırmalar, Hegel’in yarı-idealist ve yarı-materyalist olduğunu ortaya koymaktadırlar. Lenin, Felsefe Defterleri başlığı altında yayımlanan notlarında, Hegel’in (diyalektik materyalizm dışında) her türlü materyalizme darbe indirdiğini vurgular. Marx da kaba materyalizmi eleştirdiği ve aktif özneye dikkat çektiği için hem materyalist hem de idealist olarak tanımlanabilir. Lenin, Hegel’i okuduktan sonra II. Enternasyonal’in mekanik materyalizmden kopar. Lenin, Hegel okumaları sayesinde öznelliğin ve bilincin yaratıcı gücünü şöyle ifade eder: “İnsan bilinci, yalnızca nesnel dünyayı yansıtmaz, aynı zamanda yaratır da.” (Lenin, Philosophische Hefte, Lenin Werke 38, s. 203. Ayrıca Bkz. Lenin, Felsefe Defterleri, s. 172). Lenin’in sosyalizme geçişi savunmasında Hegel okumalarının etkisi olduğu, birçok araştırmacı tarafından açıklığa kavuşturulmuştur.
Materyalizm ile idealizmin sentezi neden önemlidir? Materyalizm yalnızca tekili, idealizm ise yalnızca tümeli önemser. Önemli olan tekil ile tümelin uyumlu bireşimidir. Ancak bu uyumlu bireşim, materyalizm ile idealizmin uygun sentezini gerektirir. Materyalizm, bireyi tümelin tiranlığına karşı korur. Bütünlüğe ve tümele önem veren idealizm ise, toplumu rasyonel bir şekilde örgütlerken, toplumun atomlara ve bireyci kişiliklere çözülmesine engel olabilir. Öte yandan tek başına ne materyalizm ne de tek başına idealizm dünyayı anlayıp kavrayabilir. Ne yalnızca madde ne de sadece bilinç, dünyayı açıklayıp kavramaya yetebilir.
Marx ve Engels, geçmişte Alman İdealizmine karşı, maddi unsurlara ve ekonomik temele aşırı vurgu yapmayı gerekli gördüler. Son yıllarında Engels’in, ekonomik yana gerektiğinden fazla ağırlık verip, diğer üst-yapı unsurlarını ihmal etmelerinden dolayı Marx ile kendini sorumlu tuttuğu biliniyor. Dolayısıyla tek-yönlü, indirgemeci olmayan çok yönlü ve bütünsel bir yaklaşım, günümüzde her zamankinden daha fazla gereklidir.
Yaşamının son yıllarında, gençler arasında kaba materyalizmin (ekonomik materyalizm) yaygın olduğunu gören Engels, 21 Eylül 1890 tarihinde Joseph Bloch’a yazdığı bir mektupta şöyle bir özeleştiri yapacaktı:
Gençlerin zaman zaman, ekonomik yana gerektiğinden daha çok ağırlık vermelerinden, kısmen Marx ile ben sorumluyuz. Hasımlarımızın karşısında onların yadsıdıkları ana ilkeyi, özellikle vurgulamamız gerekiyordu ve o zaman karşılıklı etkiye katılan öteki etkenlerin hakkını verecek ne zamanı ne yeri ne fırsatı bulabildik. (Engels, MEW, s. 462)
Engels’in eleştirdiği bu yaklaşım tarzı, II. Enternasyonal’in teorisyenlerinin büyük çoğunluğunda egemen görüş haline geldi. Engels, doğa bilimlerini abartan söylemleri aracılığıyla Avrupa Marksist hareketinde felsefenin küçümsenmesine vesile oldu.
Felsefe ve bilim ilişkisi
Felsefe ile doğa bilimleri arasındaki ilişki, bir açıdan idealizm ile materyalizm arasındaki ilişki ile bağlantılıdır. Nasıl ki düalizmin keskin neşteri, idealizm ile materyalizmi birbirinden ayırmışsa, felsefe ve bilimi de birbirinden koparmıştır. Oysa nasıl ki, madde ve bilinç birbirinden ayrılamazsa, bilim ve felsefe de birbirinden ayrılamaz. Her ikisi, gerçekliğe yaklaşımın birbirini tamamlayan iki yanını ifade eder. Doğa bilimleri, tikeli ele alırlar ve deneye dayanırlar. Felsefe tümelden hareket eder; deneyin sınırlarının ötesine geçer. Felsefe olmadan bilim kör; bilim olmadan felsefe içeriksiz ve boştur.
Geçmişte felsefe ve bilim, uzun zaman birlikte geliştiler. Antikçağ’da (yaklaşık M.Ö 700- M.S 500) felsefe ve bilim iç içeydi, ayrışmamıştı. Platon (M.Ö. 428–349) için doğa bilimleri felsefenin bir alt koluydu. Platon’un öğrencisi olan Aristoteles (M.Ö. 384–322), empirik araştırmalara önem vermeyen hocasının görüşlerini eleştirmiş ve eksik bulmuştur. Aristoteles’e göre, Platon da Sokrates gibi, ilgilerini yalnızca ahlak sorunlarına yönelterek, doğa üzerine araştırmaları ihmal etmiştir.
Antikçağ’da, felsefe ve doğa bilimleri iç içe olduğu için, filozoflar, hakikatin araştırılmasını iyinin araştırılmasından bağımsız olarak ele almıyorlardı. “Doğru nedir?” sorusu “iyi nedir” sorusu ile birlikte ele alınıyordu. Yani sadece doğru olan değil, iyi olanın da ne olduğu incelemelerin konusuydu. Ne var ki, daha sonraki çağlarda felsefe ve bilimin birbirinden ayrılması sonucu, “doğru” ve “iyi” olan birbirinden ayrıldı. Doğa bilimcileri, sadece kesin bilginin, doğru bilginin araştırılmasına yöneldiler. İyi olanın ne olduğunun araştırılmasını felsefeye bıraktılar, ancak giderek felsefeden de uzaklaştılar.
Ortaçağ’da skolâstik düşüncenin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkan düalizm, yeniden bilim ve felsefe arasında bir bölünmeye yol açtı. Birey ve toplumu, yaşam ile yaşayanları, düşünce ile düşünenleri, özetle madde ile bilinci birbirinden ayıran düalizm, o koşullarda teolojinin ve idealizmin güçlenmesine zemin hazırladı. İnancın hizmetine giren felsefe, doğa bilimlerini küçümsedi. Ruhun ölümsüzlüğü adına maddi dünyayı hor gördü. Ortaçağ, teolojinin ve idealizmin egemen olduğu bir çağdır. Bu dönemde, felsefe ve bilim, birbirlerine karşı nefret duyarak, karşılıklı güvensizlik içinde büyüdüler. Her ikisinin de birbirine karşı o kadar köklü önyargıları oluştu.
Kapitalizmin çocukluk evresine denk düşen Rönesans, materyalizmin yeniden doğuşuna ve empirik araştırmaların, ilerleme yönünde başarıyla yürümesine yol açmıştır. Felsefe, ulaşılamaz yüksekliklerde dolaşarak doğanın sırlarını açıkladığını ileri sürerken, bilim ise, daha alçakgönüllü bir tavırla, deneye önem vererek, deneyin önünde eğildi.
Reformasyon ise, idealizmin gelişimini destekleyip yüreklendiren bir dönem olmuştur. Bu iki gelişme, yeniçağın önüne ikili bir görev koymuştur: Birincisi, çağdaş empirizmin babası olan R. Bacon ile idealizmin babası olan Descartes’ın bir bireşimini yapmak, ikincisi ise, aydınlanmış materyalizm ile Hegelci idealizmin sentezini gerçekleştirmek.
Ne var ki, bilim ve felsefenin sentezi, tam anlamıyla başarılamadı. Son 200 yıldır, doğa bilimlerindeki keşiflerin ve ilerlemelerin, felsefe üzerinde olumsuz etkisi oldu. Doğa bilimlerindeki gelişmeler, pratik yaşamı kolaylaştıran araçlar ve ürünler yarattı. İlk önce mekanikçilerle birlikte diğer doğa bilimleri, yeni keşiflerle yaşamımızı kolaylaştırdılar. Makineleri kullanarak, karmaşık ve zor üretim biçimlerini basitleştirerek, daha az çabayla üretimi artırma olanağı sağlayan doğa bilimleri, en önemli sosyal sorunun çözümü için, yani insanın elini kesintisiz, zahmetli işten kurtarmak için araçlar sağladılar. Elektronik alandaki teknik devrimler, internet ve dijital iletim araçları, haberleşmeyi, bilgiye ulaşmayı hem hızlandırdı hem de kolaylaştırdı.
Burjuvazinin yükselişine paralel olarak gelişen bir olgu ise, doğanın matematiksel olarak ifade edilmesidir. Descartes ile başlayan Yeniçağ Felsefesi matematiksel mantığın etkisinden kurtulamadığı için, tarihi ve felsefeyi, doğa bilimlerinde egemen olan mantığa uygun bir yorumlama çabasına girmiş ve bu çaba egemen hale gelmiştir. Bu durum ise, felsefe ve tarihin, doğa bilimlerinde egemen olan matematiksel mantık şemasına sıkıştırılması sonucunu doğurmuştur. Matematik bilimi, kesinlik sunması açısından önemlidir. Ancak matematiksel mantık, içerikten çok yönteme, nitelikten çok niceliğe önem veren bir mantıktır. Kesin bilgiyi olanaklı kılan matematik, “doğru” ile “yanlış” arasında ayrım yapabilirken, “iyi” ile “kötü” arasında ayrım yapma yeteneğinden yoksundur. Hegel, matematik biliminin hem amaç hem de araç açısından yoksul olduğunu dikkat çekmişti. Matematik, hem amaç hem de araç açısından yoksun bir bilimdir. Amaç açısından yoksundur, çünkü matematik nitelik bilimi değil, nicelik bilimidir; amacı, nicel büyüklüğe yöneliktir. Araç ve malzeme açısından da yoksundur, çünkü matematiğin araçları uzam (Raum) ve sayıdır.
Hegel’e göre, tarihsel ve toplumsal gelişmeyi açıklayamayan matematiğe karşı yeni bir araca ve yönteme başvurmak gerekiyordu. İnsan bilincinin tarihsel süreç içerisinde değiştiğini ancak felsefe ortaya koyabilirdi. Ne yazık ki, doğa bilimleri, soyut kavramlar ortaya atan ve genel olarak tekil olmadan var olan bir tümelleri ileri süren felsefeye karşı olumsuz yaklaştılar. Engels’in felsefeyi küçümseyip, doğa bilimlerine önem vermesinde doğa bilimlerindeki gelişmelerin etkisi olmuştur.
Doğa bilimleri, esas olarak verili durumu açıklamaya çalışırlar. Tikeli konu edindiklerinden, bütünlüğü açıklamayı dert edinmezler. Bütünsel bilginin imkânsız olduğu varsayımından hareket eden doğa bilimleri, belirli bir İdea’ya sahip değiller. İdea’dan, dolayısıyla idealizmden yoksun olan doğa bilimcilerinin materyalizmi, insanı verili koşullara boyun eğmeye götürür. Dolayısıyla pozitivizm, maddeyi dönüştürme olanağından ve dolayısıyla idealizmden yoksun olan materyalizmin bir çeşididir.
Doğa bilimcileri, esas olarak bir düşünce biçimi olan Verstand (Anlak) ile yetinmektedirler. Daha üstün bir düşünce biçimi olan Vernunft’un (Us), bütünlüğü kavrama gibi en doğal ve haklı talepleriyle ilgilenmedikleri gibi, insanın “çözemeyeceği” şeylerle uğraşmaması gerektiğini ileri sürdüklerinden, felsefeye karşı ilgisiz kalmaktadırlar. Doğa bilimcileri için hakikatin ölçütü, Us (Vernunft) değil, yalnızca inandıkları duyusal kesinlik ve deneydir. Onlar tarafından düşünme, nesnenin dışında olan, tamamen kişisel bir eylem olarak algılanır. Böylesi bilimciler, felsefeye ve onun yöntemine karşı küçümseyici bir tavır içindedirler, çünkü onu yalnızca skolâstik tanımların toplamı olarak sanmaktadırlar.
Ne var ki, doğa bilimcilerinin empirik araştırmalarının karşılaştıkları sorunlar, onları felsefeyle ilgilenmeye zorlamaktadır. Bütünsel bilginin imkânsız olduğu varsayımı, gerçek bilimcileri sakinleştiremez! Gerçekliği kavramayı amaç edinen bilim insanları için, bir yerde durup kalmak imkânsızdır. Çünkü bilgiye âşık birinin doğada gömülü bir hazineyi tanımak istememesi ve gerçeği aramaması düşünülemez. Bugün, insanlığa gerekli olan, hem “doğru” hem de “iyi” olanın birliğini gerçekleştiren düşünce tarzıdır; bu ikisini birleştirecek yeni bir Ussallık, en acil ihtiyaçtır.
Felsefenin sonu
Engels’e göre, Hegel ile felsefe sona ermiştir, artık geleceğin görevi, felsefi bilgi değil, pozitif ve bilimsel bilgidir. Şöyle yazmıştı Engels:
Felsefenin işi bitmiş olduğundan, “her türlü ‘mutlak hakikat”ten vazgeçilir ve bunun yerine diyalektik düşüncenin yardımıyla, pozitif bilimler ve bu bilimlerin sonuçlarının sentezi yoluyla ulaşılabilir göreli gerçeklerin ardına düşülür. Felsefenin genel olarak sona erişi Hegel iledir.
Engels’in Hegel felsefesi konusundaki yorumunun çok olumsuz sonuçları oldu. Marx sonrası Marksistleri, Hegel’in eserleriyle ilgilenmekten alıkoydu. Daha doğrusu birçok Marksist, Hegel’i incelememek için, Engels’in yorumunu bahane olarak kullandı. Marksistlerin her bir kuşağı tarafından diyalektik meselesi, yeniden incelenecek ve geliştirilecek bir şey değil, sadece uygulanacak bir yöntemdir. Bu yöntemin sonucu olarak gelecek, doğal olarak bilimsel materyalizmde yatmaktadır. Dolayısıyla Marksist olmak için esas önemli olan şey, idealizm karşısında materyalizmi ve böylelikle pozitif bilimleri seçmektir.
Alman Marksist’i Karl Korsch, Marksizm ve Felsefe (1923) başlıklı önemli eserinde, bilimi abartan ve felsefe ve diyalektiği küçümseyen, devrimci pratiğin yerine eleştiriyi geçiren ve pozitivizmin batağına batan II. Enternasyonal’i eleştirir. II. Enternasyonal’in önemli teorisyeni olan Hilferding’in pozitivist görüşünü eleştirir. Hilferding’e göre, Marksizm’in teorisi gibi, politikası da bilimseldir ve değer yargılarından uzaktır. Oysa Korsch açısından, bırakın politik alanı, doğa bilimcileri bile değer yargılarından tamamen uzak değillerdir.
Korsch, felsefenin ihmali konusunda üç neden göstermektedir.
Birinci neden, Marx ve Engels’in felsefeyi aşma veya rafa kaldırma konusunda ileri sürdüğü görüştür. Marx ve Engels’in “felsefenin ortadan kalkması” şeklindeki söylemleri de Marksist Hareket’te felsefeye karşı bir ilgisizliğe açık kapı bırakmıştır. Marx ve Engels sonrası dönemde Marksistlerin çoğu, bu konuda hiçbir sorun görmediler. Ustalarının verdiği talimata uydular, ama sadece Hegel felsefesini değil, her çeşit felsefeyi bir kenara ittiler.
Felsefenin ihmal edilmesinin daha önemli olan ikinci nedeni ise, II. Enternasyonal Marksistlerinin çoğunluğunun, Marksizm’in sırf bir bilim olduğunu savunması, Marksizm’in kendine özgü bir felsefeye sahip olmadığını düşünmesiydi. Bu konuda, burjuva felsefe profesörlerinin iddiasıyla (Marksizm’in bir felsefesi yoktur) aynı ortak görüşe sahiplerdi.
Felsefenin ihmal edilmesinin üçüncü nedeni, burjuva filozof ve tarihçilerinin, 19. yüzyılın ortasından itibaren, Hegel felsefesinden ve özellikle diyalektikten kopmaları, salt felsefe tarihi konusunda araştırmalara geri dönmeleridir. Felsefeyi, düşüncelerin arka arkaya sıralanmasına indirgediler. Felsefeyi, gerçek yaşamdan kopardılar, oysa Hegel açısından felsefe, çağın bilincidir. Korsch’un iddiasına göre, henüz 1850’lere varmadan, koskoca Hegel felsefesini Almanya’da anlayacak neredeyse hiç kimse kalmadığı için, 1860’lı yıllardan sonra sığlaşmış Kant felsefesi egemen hale geldi. Dolayısıyla burjuva felsefesi, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra hem sığlaştı hem Hegel felsefesi konusunda üç sınır veya dar kafalılık açığa çıktı.
Birinci dar kafalılık kendini şu şekilde gösterdi: Akademik düşünürlerin çoğu, Hegel felsefesinin, onun çelişki mantığının bilimlerde ve toplumsal pratikte sürdüğünü ve süreceğini göremediler. İkinci tür dar kafalılık ise, Almanya’da ölü köpek olarak ilan edilen Hegel felsefesine, Almanya dışında bir ilginin gelişebileceğinin öngörülememesidir. Dar kafalı Almanlar, Almanya’nın dışında filozof olduğunu, Hegel felsefesine ilginin olduğunu ve onun felsefesinin etkisinin sürdüğünü fark edemediler. Alman burjuva filozoflarının dar kafalılığının üçüncü biçimi, onların burjuva toplumunun ufku dışına çıkamayışıdır.
Oysa Lenin, “Hegel’in tüm Mantığı incelenmeden ve kavranmadan, Marx’ın Kapital’i ve özellikle Kapital’in I. Bölümü tam olarak kavranamaz. Dolayısıyla hiçbir Marksist ondan yarım asır sonra bile Marx’ı anlamadı” demekle yetinmedi. Sağlam ve tutarlı bir felsefe olmadan doğa bilimlerindeki gelişmeleri doğru yorumlamanın mümkün olmayacağına da işaret etti. Çünkü sağlam felsefi temeller olmadan, burjuva düşüncelerin saldırıları ve burjuva dünya görüşünün sürekli kendilerini yenilemesi ve tekrar geri gelmesi karşısında ayakta kalmak çok zordur. Felsefi alanda savaşı kazanabilmek ve tam bir zaferle sonuçlandırabilmek için, doğa bilimleri alanındaki gelişmeleri doğru yorumlamak ve bu gelişmelerin ortaya çıkardığı sorulara doğru cevap bulmak son derece önemlidir: Lenin’e göre doğa bilimlerindeki devrimler, burjuva modasına tapan entelektüelleri gerici eğilimlere sürüklemektedir.
Ne yazık ki, felsefeye önem verilmesini öneren Lenin’in vasiyeti yerine getirilemedi.
https://sendika.org/2021/09/engels-ve-felsefenin-kucumsenmesi-632432/
1 note · View note
doriangray1789 · 1 year
Text
MATERYALİZM
Pratik nedir? Pratik; gerçekleştirme işidir. Örneğin, sanayi, tarım, bazı teorileri (kimyasal, fiziksel ya da biyolojik teorileri), gerçekleştirirler (yani gerçeğe geçirirler). Teori nedir? Teori, gerçekleştirmeyi istediğimiz şeylerin bilgisidir. Yalnızca pratik olabilir – ama o zaman yalnızca göreneğe dayanarak gerçekleştirilir. Yalnızca teori olabilir – ama o zaman da tasarlanan, kafada tasarlanan şey çoğu kez gerçekleşemez. Demek ki, teori ile pratik arasında bağlantı olması gerekir. Bugün sorun, bu teorinin ne olması gerektiğini ve pratik ile bağlantısının nasıl olması gerektiğini bilmektir. Doğru bir devrimci eylemi gerçekleştirebilmek için, doğru bir tahlil yöntemi ve doğru bir düşünme yönteminin gerekli olduğunu düşünüyorum. Bütün olguların çözümünü verecek bir dogma değil ama hiçbir zaman aynı olmayan koşulları ve olguları hesaba katan bir yöntem, teoriyi pratikten, düşünceyi yaşamdan hiçbir zaman ayırmayan bir yöntem gerektiğini düşünüyorum. İşte açıklamaya, anlatmaya niyetlendiğim bu yöntem, Marksizm’in temeli olan diyalektik materyalizm felsefesinin içerdiği yöntemdir. halk dilinde materyalist denince, maddi zevkleri tatmaktan başka bir şey düşünmeyen kimse anlaşılıyor. Madde (mattiere) sözünü içeren materyalizm sözcüğü üzerinde sözcük oyunu yapılarak, ona baştan aşağı yanlış bir anlam verme yoluna gidiliyor. Ben, materyalizmi öğrenip incelerken, ona, -sözcüğün bilimsel anlamında- gerçek anlamını geri vermek gerektiğini gördüm; göreceksiniz ki, materyalist olmak, bir ülküye sahip olmaya ve bu ülküyü zafere ulaştırmak için savaşım vermeye engel değildir. felsefe, dünyanın en genel sorunlarına bir açıklama bulmak ister ama, insanlığın tarihi boyunca, bu açıklama, her zaman aynı olmadı. İlk insanlar da doğayı, dünyayı açıklamak istediler ama bunu başaramadılar başaramadıkları her açıklamada MİSTİSİZME yönelindi dünyayı ve bizi çevreleyen olayları açıklama olanağını bize veren olgu bilimlerdir; oysa bilimlerin ilerlemelerine olanak sağlayan buluşlar ise çok yenidir.( insanlık tarihine göre) Demek ki, ilk insanların bilgisizliği, onların araştırmalarına bir engeldi. Bunun içindir ki tarih boyunca, bu bilgisizlik nedeniyle, dünyayı olağanüstü güçlerle açıklamak isteyen dinlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu, bilime aykırı bir açıklamadır. Sonra yavaş yavaş, yüzyıllar boyunca, bilim gelişecek, insanlar, bilimsel deneyimlerden yola çıkarak maddi olgularla dünyayı açıklamayı deneyecektir – buradan, ''şeyleri'' bilimlerle açıklama iradesinden, materyalist felsefe doğdu. materyalizm, evrenin bilimsel açıklamasından başka bir şey değildir. Materyalist felsefenin tarihini incelerken, bilgisizliğe karşı savaşımın ne kadar çetin ve güç olduğunu görürsünüz. materyalizm ve bilgisizlik yan yana, bir arada varlıklarını sürdürdüklerine göre zamanımızda da bu savaşım, henüz son bulmamıştır. Marks ve Engels, işte bu savaşımın ortasında işe KARIŞMIŞLARDIR...diyalektik materyalizm doğdu,
Tumblr media
dünyayı yöneten yasaların, toplumların gelişmesini açıklamaya yaradığını anladılar; böylece ünlü tarihsel materyalizm teorisini dile getirdiler. Dünyanın sorunlarına bilimsel bir açıklama getirmek isteyen bu materyalist felsefe, tarih boyunca, bilimlerle birlikte aynı zamanda ilerler. Dolayısıyla, Marksizm de bilimlerden çıkmıştır, bilimlere dayanır ve bilimlerle birlikte evrim gösterir. 19. yüzyılda bilimler ileriye doğru büyük bir adım attıklarından, Marks ve Engels, çağdaş bilimlerden yola çıkarak, bu eski materyalizmi yenilediler ve bize, diyalektik materyalizm denilen ve Marksizm’in temelini oluşturan çağdaş materyalizmi sundular. BU MATERYALİZMİN TARİHİDİR Bu tarih, bilimlerin tarihine sıkı sıkıya bağlıdır. Materyalizm üzerine kurulmuş olan Marksizm, tek bir adamın kafasından çıkmamıştır. O, daha Diderot’da çok ilerlemiş bulunan eski materyalizmin uzantısı ve sonucudur. Marksizm, 18. yüzyıl ansiklopedicilerinin geliştirdiği ve 19. yüzyılın büyük buluşlarının zenginleştirdiği materyalizmin açılıp gelişmesidir. Marksizm, canlı yaşayan bir teoridir BU CANLI TEORİS sanayi devrimiyle birlikte sınıf savaşımı sorununu da ele almıştır..İnsanlar bu sorun üzerinde ne düşünürler? Bazıları, ekmeği savunmanın, siyasal savaşımdan ayrı bir şey olduğunu düşünür. Diğer bazıları, örgütlenme zorunluluğunu yadsıyarak, sokakta yumruklaşmanın yeterli olduğu görüşündedirler. Daha başkaları ise yalnızca siyasal savaşımın bu soruna çözüm getireceğini önü sürerler. Marksist için, sınıf savaşımı, şunları içerir: a. Bir ekonomik savaşımı, b. Bir siyasal savaşımı, c. Bir ideolojik savaşımı, sorun, bu üç alana birlikte yerleştirilmelidir. a. Barış uğruna savaşım verilmeksizin, özgürlüğü savunmaksızın ve bu amaçlar için savaşıma yarayan bütün fikirleri savunmaksızın, ekmek için savaşım verilemez. b. Marks’tan beri gerçek bir bilim haline gelmiş olan siyasal savaşım için de durum aynıdır: Böyle bir savaşım yürütmek için, hem ekonomik durumu, hem de ideolojik akımları, aynı zamanda hesaba katmak zorunludur. c. Propaganda ile kendini gösteren ideolojik savaşıma gelince, bu savaşımın etkili olması için, ekonomik ve siyasal durumu hesaba katmak gerekir. Demek ki, bütün bu sorunlar, birbirlerine sımsıkı bağlıdır ve bu bakımdan, sınıf savaşımı denilen bu büyük sorunun herhangi bir görünümü -örneğin bir grev- karşısında sorunun bütün verilerini ve bütünüyle sorunun kendisini dikkate almadan bir karar alınamaz. Şu halde bütün bu alanlarda savaşım verme yeteneğinde olan, harekete en iyi yönü verecektir. bu sınıf savaşımı sorununu işte böyle anlar. Oysa, her gün sürdürmek zorunda olduğumuz ideolojik savaşımda ruhun ölümsüzlüğü, Tanrının varlığı, evrenin başlangıcı gibi çözümlenmesi güç sorunlarla karşı karşıya bulunuruz. İşte diyalektik materyalizm, bize, bir uslamlama yöntemi verecek, bütün bu sorunları çözümlememize yardımcı olacaktır
Tumblr media
10 notes · View notes
creationandunion · 3 years
Text
Giriş: Neden Evrim Teorisi?
Evrim teorisi ya da "Darwinizm" kavramlarını duyan insanların bir bölümü, bu kavramların sadece biyolojinin ilgi alanına girdiğini ve kendi yaşamları açısından bir önem taşımadığını sanabilirler. Oysa, evrim teorisi, biyolojik bir kavram olmanın ötesinde, dünya üzerinde yaygın bir kitleyi etkisi altına almış yanlış bir felsefenin altyapısını oluşturur.
Bu felsefe, sadece maddenin varlığını kabul eden, insanı bir "madde yığını" olarak gören, insanın gelişmiş bir hayvan türü olarak ortaya çıktığını ve doğadaki tek geçerli kanunun "��atışma" olduğunu varsayan bir öğretidir. İsmi "materyalizm"dir ve her ne kadar bilim görüntüsü altında insanlara empoze edilse de, bilimsel bir dayanağı bulunmayan eski bir dogmadır. Eski Yunan'da doğan bu dogma, 18. yüzyılda bazı Avrupalı düşünürler tarafından yeniden tarihin tozlu raflarından çıkarılmış, 19. yüzyılda Marx, Darwin, Freud gibi teorisyenler tarafından bilimlere uygulanmış, daha doğrusu çeşitli bilim dalları materyalist felsefeye uydurulabilmek için çarpıtılmıştır.
Karl Marx, Darwin'in teorisinin materyalizme ve dolayısıyla komünist ideolojiye büyük bir temel sağladığını açıkça belirtmişti. Marx, Darwin'e olan sempatisini, en büyük eseri sayılan Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek de göstermişti. Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı: "Charles Darwin'e, ateşli bir hayranı olan Karl Marx'tan" (solda)
19. ve 20. yüzyıl materyalizmin kanlı bir "deney alanı" olmuştur: Bu felsefeden kaynak bulan (veya ona tepki görüntüsü altında onunla aynı temelleri paylaşan) ideolojiler ve dünya görüşleri, dünyaya acımasızlık, çatışma, savaş ve kaos getirmişlerdir. 20. yüzyılda yaklaşık 120 milyon insanın yaşamına mal olan komünizm, materyalist felsefenin siyasi uygulamasından başka bir şey değildir. Materyalizme reddiye iddiasıyla ortaya çıkan, oysa bu felsefenin çatışmacı temelini aynen benimseyen faşizm, iki büyük dünya savaşının, sayısız soykırım, katliam ve zulmün sorumlusudur.
Bu iki kanlı ideolojinin yanısıra, bireysel ve toplumsal ahlak da materyalizm tarafından tahrip edilmiştir. İnsanlar, materyalist felsefenin "sen, tesadüfen ortaya çıkmış, kimseye karşı sorumluluğu olmayan gelişmiş bir hayvansın" şeklindeki aldatıcı telkinine inandıkça, inanç ve değerlerini yitirmeye başlamışlardır. Bunun sonucunda pek çok toplumda, sevgi, merhamet, fedakarlık, dürüstlük, adalet gibi ahlaki erdemler dejenere olmuştur. Materyalizmin, "doğanın kuralı çatışmadır" şeklindeki dogmasına kanan insanlar, tüm hayatlarını diğer insanlara karşı yürütülen bir "çıkar çatışması" olarak görmüş ve görünüşte modern, ancak özde "orman kanunlarına" göre düzenlenmiş bir yaşam kurmuştur.
Kısacası, son iki yüzyıldır insanlığa isabet eden belalarda, materyalist felsefenin büyük bir rolü vardır. İnsanlar arasındaki farklılıkların bir "çatışma" nedeni olduğunu varsayan her türlü düşüncede, bu felsefenin izlerini bulabilirsiniz. Sözde din adına ortaya çıkan, ama masum insanların canına kast ederek dine göre en büyük günahlardan birini işleyen teröristlerin kökeninde bile...
Evrim teorisi bu noktada çok önemlidir. Çünkü insanları materyalist felsefeye sürükleyen, onlara bu dogmayı "bilimsel" gibi gösteren en önemli unsur, Darwin'in evrim teorisidir. Komünizmin kurucusu Karl Marx'ın ifadesiyle, Darwin'in teorisi materyalizmin "doğabilimleri açısından temeli"dir.1
Oysa bu temel çürüktür ve insanlık materyalizme inanarak büyük bir aldanışa düşmektedir. Nitekim bu gerçek çağımızın bilimsel bulguları tarafından ortaya konmaktadır. Darwin'in evrim teorisi bilim tarafından reddedilmekte, bilimsel bulgular dünya üzerinde varlığımızın kökeninin "yaratılış" olduğunu göstermektedir: Evreni, canlıları ve biz insanları Allah yaratmıştır.
Elinizdeki kitap bu gerçeği insanlara duyurmak için yazıldı. Yazıldığı günden bu yana da ilk önce Türkiye'de, ardından da dünyanın pek çok farklı ülkesinde milyonlarca insana ulaştı. Kitap, orijinal yazım dili olan Türkçe'nin ardından; İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Rusça, Çince, Arapça, Boşnakça, Arnavutça, Urduca, Malayca ve Endonezyaca gibi farklı dillere çevrilerek dünyanın pek çok farklı ülkesindeki farklı kesimlerden okuyucular tarafından ilgiyle izlendi.
Evrim Aldatmacası, Darwinist düşünceyi savunan çevrelerde de yankı buldu. ABD'deki Bilim Eğitimi Ulusal Merkezi (National Center for Science Education) tarafından yayınlanan Reports dergisinin, 10 Kasım 1999 tarihli sayısının kapağında Evrim Aldatmacası'nın resmi duruyordu ve derginin yaklaşık 30 sayfası bu konuya ayrılmıştı. 22 Nisan 2000 tarihli New Scientist dergisi, "Burning Darwin" başlıklı bir makalesinde, dünyada evrim teorisine karşı yürütülen entellektüel kampanyada yazar Harun Yahya'nın eserlerinin önemli bir yeri olduğunu vurguladı. New Scientist, şöyle yazıyordu: "Harun Yahya uluslararası bir kahraman. Kitapları İslam dünyasının her yanına yayılmış durumda."
Bilim dünyasının lider dergisi Science'ın, 18 Mayıs 2001 tarihli ve "Yaratılışçılık Asya ve Avrupa'nın Birleştiği Yerde Kök Salıyor" (Creationism Takes Root Where Europe, Asia Meet) başlıklı bir makalesinde ise, "Harun Yahya'nın kitaplarının pek çok yerde ders kitaplarından bile daha etkili olduğu" belirtiliyordu.
Belirtmek gerekir ki, evrim teorisini savunan bu ve benzeri bilimsel dergiler, Evrim Aldatmacası kitabını önemle konu edinmelerine rağmen, kitapta yer alan bilimsel delil ve argümanlara bir cevap getiremediler.
Getirmeleri de mümkün değildir, çünkü evrim teorisi bilimsel bir çöküş içindedir. Evrim Aldatmacası kitabının bu baskısı, daha da genişletilmiş ve güncellenmiş olarak, bu çöküşü ortaya koymaktadır. Kitabın bölümlerini okudukça, evrim teorisinin ileri sürüldüğü gibi bilimsel bir gerçek değil, bilime rağmen materyalizm uğruna yaşatılan bir dogma olduğunu göreceksiniz. Kitabın son iki bölümünde ise, materyalizmin daha da temel bir noktadan çürütülmesini okuyacak, tüm dünyaya bakışınızı değiştirecek büyük bir gerçekle yüzyüze geleceksiniz.
Umulur ki Evrim Aldatmacası, 140 yıldır insanlığı aldatan materyalist-Darwinist dogmanın çöküşüne katkıda bulunmaya devam edecektir. Ve insanlara, nasıl var olduğumuz ve bizi yaratan Allah'a karşı hangi sorumlulukları taşıdığımız gibi reddettikleri veya yeterince düşünmedikleri bazı temel gerçekleri hatırlatmayı sürdürecektir.
          Dipnotlar
1. David Jorafsky, Soviet Marxism, Natural Science, s. 12.
2 notes · View notes
ilmiyyat1453 · 4 years
Text
Beni hedef gösterip aklınca saldıran sayfalara ve kişilere binaen;
1-) Kristal ve indigo çocuk meselesi Atakan ile birlikte ortaya çıkmadı. Bu yeni insan ırkı 1970'li yıllardan beri konuşuluyor. Genetikçi Dr. Berranda Fox, Biyolog Dr. Aidin Salih bunları neredeyse 15 sene evvel dile getirmiştir. Hatta 2008 yılında Hürriyet gazetesi bu çocukları haber yapıp "Yeni insan nesli" olduklarını pekala bildirmiştir. Bunlardan habersiz olmaları ve ilk kez Atakan ile duymaları benim paranoyam değil, bana saldıranların bilgisizliği ve okuyup araştırmamalarının en büyük delilidir. Kristal ve indigo çocuklar dünya tarafından kabul görmüşlerdir. Ancak biz dile getirince neden komplo teorisyeni oluyoruz ki? Bugün böyle bir ırk varolmuşsa, neden buna karşı gardımızı almak için birbirimizi haberdar etmeyelim ki? Ama yok, bizler kıyamete sürüklenen ve imanın elde ateş tutmaktan daha zor olduğu bugünlerde bunları konuşmayalım.. Nede olsa ben sizi korkutuyorum. En iyisi ben sabah akşam kocama pişirdiğim yemekleri paylaşayım. Evimin her köşesini paylaşayım. O zaman umut dolu bir dünya vaad etmiş olurum(!) Bizim tek gündemimiz ve derdimiz bunlar olsun. Suyun uyuduğu, düşmanın uyumadığı bu dünyada balyoz bizim kafamıza inene kadar ponçik ponçik yaşayalım..
2-) Atakan'ı hedef almadım, çocuk hakkında herhangi bir yakıştırma da yapmadım. Aksine yazıyla birlikte bu görüşümü paylaştım. "Çocuk çocuktur ve heryerde masumdur." Benim yazımı paylaşıp çocuğu yerden yere vuranlar var ise bu onların idrak problemidir. Benim kelamlarım sistemedir. Suriye'de bombalar ile katledilen çocuklar, Irak'ta kimyasal gazlar ile zehirlenen çocuklar, Afrika'da açlığa mahkum edilen çocuklar, Filistin'de evleri işgal edilen çocuklar, Avrupa'da pedofili kurbanı çocuklar, Amerika'da eşcinselliğe kurban edilen çocuklar ve birde Atakan gibi materyalist ve felsefik fikirlerin kurbanı olmuş çocukları kullanmaktan çekinmeyen sistemedir tüm atıflarım!
3-) Atakan benim gözümde kristal bir çocuktur. Kelamlar yanılır, bilim yanılır, testler yanılır ama "kalp" asla yanılmaz. Binlerce kişi aynı yorumu yapıyor iyi analiz edin bunları. Herkes mi yanılıyor? Herkesin mi kalbine aynı şey gelir? Gelen binlerce yorumda, binlerce insan aynı şeyi dile getirmiş. Niye saygı duyup dinlemiyorsunuz bu insanları? Ancak cahil diye yaftalayın. Geçmişte de böyle yapmadınız mı? Çok basit bir misal vereceğim.. Bir nesli doktor önerisi ile kalp hastası ettiler değil mi? Evet evet.. Her biri tereyağı, iç yağı, kuyruk yağı damar tıkar dedi.. Bir nesil buna inandı.. sonra en iyi kullandıkları televizyonda nasıl reklamlar döndü? "Türk kalp vakfı beseli öneriyor! Kalbinizin dostu teremyağ!" Soooonradan bizlerin telkinleri ve araştırıp halkı bilinçlendirmemizin neticesiyle asıl margarinlerin kalp damarı tıkadığı ortaya çıktı, insanlar bilinçlendi. Artık kanmadılar. Şimdi görüyor musunuz "Türk kalp vakfının beseli önerdiği" reklamları? Bu işler hep böyledir.. Bir gerçek önce inkar edilir, sonra onunla alay edilir ve sonra kabul edilir.. Bizler bu aşamalardan bir çok mevzuda geçtik.. Sizde yakında anlayacaksınız. Ama biz istiyoruz ki canınız yanmadan, sağlığınız bozulmadan, elinizdekiler kayıp gitmeden anlayın!
4-) Bu çocuğa Kristal çocuk yakıştırması yapmam bence hüsnüzandır. Çünkü bu çocuk konuştukça daha beter sonuçlar çıkıyor ortaya.. Misalen; Okudum dediği "Tanrı yanılgısı" kitabı.. Bunu neden bilerek belirtti? Ateizimin babası Richard Dawkins'in bu kitabının hiçbir Müslüman ülkesinde basılmadığını ve 2007 yılında Türkiye'de çevirildiğini daha sonra 2008 yılında halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmesi ve mukaddesatımıza saldırı gerekçesiyle davalık edildiğini biliyor musunuz mesela? Yada eline alıp poz verdiği Domuz suretinin olduğu "Hayvan çiftliği" isimli kitap.. Ne anlatıyor bu? "Bütün iki ayaklılar (insanlar) düşmandır!" Bir domuzun gördüğü rüya ile domuzların önderliğinde, insanlar kovuluyor ve tüm dünya onların kanunları ve egemenliği altına alınıyor.. Bu kitapların 10 yaşında bir çocuğun elinde ve zihninde ne işi var? Haydi bunların hepsi tevafuk, yada ben komplo teorisi yazıyorum..
5-) Çocuk; -Anarşi! Dünya üzerinde tüm ülkeler yok edilmeli, tek yol anarşi! Diye bağırıyor.. -Topraktan yaratılmadık, tek hücreden evrimleşerek meydana geldik! Diyen bir çocuktan bahsediyoruz.. Mevzu çok okuması, bu yaşta felsefe yapması değil.. Elbette okusun, elbette zeki olsun.. Ülkemizde Atakandan daha fazla okuyan, daha fazla zeki olan ama "fıtratında çocuk gibi çocuk olan" binlerce yavrumuz var. Bunlar bir gün gündem oldu mu bu ülkede? Sanki biri sırf bu dinsizlik ve anarşi dolu kelamları duyurmak için bile bile gündem etti bu çocuğu. Ağzından bir tek normal kelam duyan var mı? Annesi "Allah'ın lütfu" diyor çocuk sinirlenerek "Hayır, bu bendendir!" Diyor.. Kadın birşeyler konuşmaya çalışıyor çocuk sırtına vurarak susturarak "Tamam tamam, seni şöyle arkaya alalım" diyor.. Bunlar normal mi Allah aşkına?
6-) Ben ne abartıyorum, ne çocuğu hedef alıyorum, ne korku hali üretiyorum.. Ben kendi analizlerimi yapıp sizlerle paylaşıyorum. Çünkü bu kan emiciler batıl misyonlarını sürdürmek için bir küçük çocuğu kullanmaktan ve harcamaktan hiç çekinmezler. Belkide bu işin en büyük kurbanı Atakan'dır.. Hal böyle iken çiçek böcek dağıtamam ben ümmet yanarken. Elimizde avucumuzda bir evlatlarımız kaldı zaten! Her şey iyiye gitmeyecek! Her şey iyiye gitseydi kıyamet nasıl kopacaktı? Çıkın bu pembe dünyadan gerçekci olup gardınızı alın.. Bu işler inkar edip deve kuşu gibi kafayı kuma gömmekle olmuyor.
Allah Râsulü her taşın altında düşman olacak buyuruyor.. Sen o taşların altından düşmanı temizle, sonra evladınla beş taş oyna..
Yağmur İbiç/20.02.2020
Tumblr media
52 notes · View notes
epifizz · 3 years
Note
Ortaçağın bilim anlayışı ile modern çağın bilim anlayışındaki temel fark nedir? Beni biraz bu konuda aydınlatır mısınız?
Olgusal ve teorik olması yönünde ayrılıyor. Skolastik dönemde (Ortaçağ diye ayırmak tam uygun değil aslında) doğaya bakış daha çok bir betimleme etkinliğidir, tanrının kudreti anlatılır ancak açıklama yapılmaz çünkü açıklaması zaten tanrının yarattığı yönündedir ve işleyişi de Aristo’nun erek görüşlerine dayanır yani bilimin amacı açıklamak değil kudreti betimlemektir ve örnekleri elde olan açıklamalara uyarlamaktır. 
Ancak modern dönem ile kuramsal etkinlikler başlar, işin arkasındaki mekanizma açıklanmaya çalışılır. Aksiyomlarla yetinmediler aksiyomlar üzerinde yeni nedensellik bağlamları kurulmaya başlandı ve en önemlisi materyalist felsefe ile bilgi ideası görüşü parçalandı.
3 notes · View notes