Tumgik
#kütle çekim kuvveti
ruhumq · 3 months
Text
Dünyanın kütle çekim kuvveti gibi çekiyorsun beni kendine.
23 notes · View notes
astrafizik · 11 months
Text
0 notes
disscrete · 11 months
Text
1- Kaçıncı Hayatlardayız?
Bigbang teorisine göre çok yüksek enerjili kararsız bir maddenin patlamasıyla evren oluştu ve patlamanın enerjisiyle genişliyorsa.
Genişlemeye zıt olarak etki eden kütle çekim kuvveti bir gün bu enerjiyi 0′layacak ve tam tersine her şeyi tekrardan bir araya toplamaya başlayacak. Her şey bir araya tekrardan toplandığında ve tekrardan tek bir kararsız madde olarak tekrardan birleştiğinde yaşanacakları biliyoruz bigbang! Ve sonra her şey tekrar edecek.
Durum böyle ise o mükemmel soru geliyor ,  biz kaçıncı patlamadayız? 
 Gerçeği göremeyeceğimiz nasıl bir illüzyon hayatımız.
0 notes
yazmayolculugu · 11 months
Text
İnkar
Kaptan kamarasından çıktığında denizin alışkın olmadığı sakinliğinden olsa gerek sendeliyordu. Kalibre olamıyordu, kütle çekim yönünü unutmuş konyak dolu bir cayroskop gibi görüyordu kendini kısık gözlerinin gerisinde. Migreni acımasız ama sadık bir yarendi.
Ardından kapıyı çarpıp güverteye doğru ilerledi. Puslu hava, görmeyi umduğu ufuk çizgisinin üzerini örtmüştü ancak kaptan hayal kırıklığına uğrayacak kadar üstünde durmadı. O gün kötü bir gündü ve kaptanın içinden bir ses, eğer bir sebebi olmasaydı da o günün kötü bir gün olacağını söylüyordu.
Mürettebata seslendi ancak sessizliğin verdiği yanıt ağır oldu. Kaptan bu yanıtı kulakları ile duymamış olacak ki tekrar seslendi. Cevap beklemeden, çıplak ayaklarına değen yapış yapış bir şeyin yarattığı tiksintiyi de yüzünde taşıyarak, serdümenin yanına doğru yol aldı. Genç adamdan geriye kalanlar yerde yatıyordu. Kaptan gözlerinde sebebini çözemediği bir ıslaklık hissetti. Ani bir öfkeyle parladı.
Güverte bu kadar pisken aylaklık yapmanın sırası mıydı şimdi? Biricik aşkı Kuzgun ’un güvertesini, yer yer kaplayan kırmızı su birikintisi niye temizlenmiyordu? Nefret ederdi kaptan kirden, pislikten. Bundan çok daha azı için vakti zamanında ne büyük fırtınalar koparmıştı. Özellikle de, dediğini yapmasıyla bilinen kaptan, çocuk yaştaki miçoyu çapaya bağlamakla tehtid ettiği gün, zavallı oğlanın gözlerindeki korku, mürettebatın uzun süre dilinden düşmemişti. O gün, güverte kaşla göz arasında pırıl pırıl oluvermişti. Peki ya şimdi neredeydi genç miço? Artık kaptanını ciddiye almıyor olabilir miydi? Etrafına bakındı. Çocuktan herhangi bir iz yoktu. Oğlanın korku dolu saf gözleri geldi gözü önüne ve kalbi özlemle doldu, gözlerindeki ıslaklık artıyor olabilir miydi?
Kaptan eğer eğitim görmüş olsaydı yüzey alanına etkiyen kuvvete basınç dendiğini bilebilirdi. Bulundukları kabın çeperine çarpan taneciklerin, bu kuvveti oluşturduğunu da bilebilirdi. Sahip olduğunu inkar ettiği, içinde bulunan tüm hislerin de bu tanecikler gibi yüreğinin çeperine çarpıp zamanla kaçınılmaz bir patlamaya yol açacağını da öngörebilirdi belki. Ancak kaptan neredeyse hiç okula gitmemişti. Bu yüzden gaz kaçırmaya başlamış bir oksijen tüpü gibi duygularını kaçırırken gözlerinden, bu metafor aklının ucundan bile geçmiyordu. Akan yaşlar, içindekileri azaltmıyordu. Nitekim maşrapayla okyanus boşaltılamazdı. Bir şey yapmalıydı. Kaptan aptal bir adam değildi, zeki de değildi ama pratikti ve hep bir çözümü vardı. Şimdi ise içindeki okyanusu boşaltmak için bulduğu çözümünün mantıksızlığını sorgulamaya pek de tahammülü yoktu. Ocağın altı açıktı ve basınç sürekli artıyordu. Her şey düzeltilmeliydi. Tayfa onarılmalı, gemi temizlenmeli, yelkenler dikilmeli, seyre devam edilmeliydi. Yerdeki vücut parçalarını birleştirirse eğer ilk adım tamamlayabilirdi. Neden olmasındı ki? Küçükken kırdığı vazoları da bir araya getirip onarır ve annesinden dayak yemekten kurtulurdu. Şimdi de Tanrı’nın tokadından aynı şekilde kurtulabilirdi. Ama hangi kol hangi gövdenindi? Küçük parçaların yerini bulmaksa daha bile zordu. Birçoğunu yerleştirmek için gerekli anatomik bilgiye de sahip değildi kaptan. Yine de durmuyordu. Bir sancağa bir iskeleye koşuyor, bir zamanlar tayfam dediği kararmış, çürük parçaları taşıyordu. Nasırlı elleri yapış yapış olmuş, üzerindeki kıyafetten arta kalan iki gıdım kumaş parçası tamamen kırmızıya boyanmıştı. Nefes nefeseydi. Bütün bu süreçte çıkardığı hırıltılı sesleri ve tuhaf kahkahaları duysaydı kaptan, korkuyla kendi insanlığını sorgulardı. Ama kendini duyabilmesi için zaman gerekiyordu. Başka türlü ses nasıl iletilsindi ki? Onu 20lerinden 60larına tek nefeste taşıyan zamansa şimdi tek bir noktada, tam da o anda kilitlenmişti. Suyun doksan dokuz derece olduğu, ufuğun puslu, denizinse çarşaf gibi olduğu, klişe bir tabirle fırtına öncesi o anda. Basınç en yüksek değerine ulaşmışken hem de. Sonra bir anda nedendir bilinmez kaptan aniden pes edip elindeki bütün parçaları olduğu yere bırakarak kamarasına girdi. Boş konyak şişesine önce sarıldı sonra ondan lıkır lıkır içti. Kapı kapandı ve sopasını hazırlayan Tanrı başlat tuşuna bastı. Su kaynadı, ufuk göründü ve denizler dalgalandı. Bir yerlerde o günkü ikinci bir patlama oldu. Kaptansa bunları ne gördü ne de duydu.
-Pomokolu Mintenberry, 04/05/2023
Konu: Ve denizler dalgalandı.
Yazma yolculuğumuz için bizi takip etmeyi unutma!
0 notes
bilimuzay · 2 years
Text
Kısaca Dünya Neden Döner? - Dünya Yavaşlıyor mu?
Tumblr media
Kısaca Dünya Neden Döner?
Dünyanın dönmesi hakkında bazı teoriler bulunmakta, bunlardan en popüler ve bilim insanlarınca destekleneni gezegenlerin birbirine çarpması sonucu oluşan momentumun uzayda herhangi bir sürtünme kuvveti yaracak bir madde olmaması sonucu günümüze gelmesidir.  Bunu sağlayacak herhangi bir kesin kanıt olmadığı için bu düşünce hala bir teoridir. Temel bilgilerden sonra Dünya neden döner? sorusunu kısaca cevaplayalım o halde. Bunu daha net anlayabilmek adına biraz zamanı geriye doğru sardırmamız gerekiyor. Güneş sistemini oluşuma dek geriye gidip orda nelere olduğuna bir bakmamız lazım. Ömrünü tamamlayan bir genç yıldız dağılmış moleküler çekim kuvveti ile birleşerek bugün bildiğimiz güneşimizi, dünyamızı ve diğer gezegenleri oluşturdu. Bu gezegenler oluştu oluşmasına ama herhangi bir hareketleri bulunmamakta. Gezegenler oluştuktan sonra kütle çekimin etkisiyle birlikte birbirlerine yakınlaşmaya ve çarpışmaya başlarlar. Fizik kanunlarıyla birlikte hiçbir gezegen birbirinin merkez noktasına çarpamayacağı için bir momentum oluşturarak gezegenlerin saat yönünün tersine ve saat yönüne doğru dönmesini sağlıyor. Eğer dünyada herhangi bir cismi döndürmeye başlarsanız bir süre sonra havanın oluşturduğu sürtünme kuvveti sayesinde hareketini sonlandıracaktır. Fakat uzay boşluktan ibaret olduğu için Newton yasalarınca “Açısal Momentumun Korunumu” yasası gereği dünya dönmeye devam edecektir. Çünkü dünyanın dönmesini engelleyecek bir madde uzayda yoktur.  Büyük Patlamaya hakkında daha fazla bilgi edinmek için tıklayın. Peki Dünya Neden Saat Yönünün Tersine Dönüyor?
Tumblr media
Güneş Sistemimiz Dönme yönü tamamıyla ’lik bir orandan ibarettir. Yani gezegenler birbirleriyle çarpıştığında oluşacak olan momentum ya saat yönüne doğru ya da tam tersi yöne doğru olacaktır. Bu dünyamıza veya bizim güneş sistemimize özgü bir şey değil. Diğer güneş sistemlerini ve gezegenlerini incelediğimiz de sabit bir kural görmüyoruz. Gezegenlerin birbirine çarpıp kendi ekseni etrafına dönmesi 'lik bir oranda yatıyor demiştik. Ama daha gezegenler oluşmadan öncede yatan bir gizem ve momentum hareketi bulunmakta. Gezegenler ve güneş sistemini meydana getiren gaz bulutu da belli bir yön içerisinde dönme hareketine sahip. Böylece gaz bulutlarının birleşmesi ve katılaşması sayesinde oluşan gezegenlerinde belli bir momentumda dönmesi gerekiyor. Gaz bulutunun dönmesini sağlayan faktör ise yıldızın patlarken belli açılarda daha fazla enerji veya kütle salınımına göre bir hareket almış olabilmesidir.
Tumblr media
Güneş Sistemi Peki Bizim Güneş Sistemimiz de Neden Bütün Gezenler Aynı Yöne Doğru Dönüyor?
Tumblr media
Gezegenlerin Dönme Hareketleri Aslında bu bilgi yanlıştır. Güneş sistemimizde bulunan Venüs saat yönüne doğru hareket eder. Venüs’ün saat yönüne doğru hareketi birkaç farklı parametreden kaynaklanıyor olabilir fakat en mantıklı açıklama ’lik orandadır. Yani Venüs’e çarpan gezegen onun sağ tarafından sıyırıp geçtiğini hayal edersek, Venüs herhangi bir sürtünme kuvvetine uğramayacağı için günümüze dek aynı yönde dönerek gelmiştir. Uranüs ise daha farklı bir açıda 90 derecelik yatık bir açıyla dönüyor. Buradan da anlayacağımız üzere bu tamamıyla gezegenlerin hangi açıyla birbirlerine çarptıklarında yatan bir olay. Jüpiter Gezegeni hakkında bilgi almak için tıklayın. Dünya Yavaşlıyor mu ? Evet dünya yavaşlıyor, ama uzayda herhangi bir sürtünme kuvvetine maruz kaldığı için değil. Güneşin ve Ayımızın bize uyguladığı kütle çekim kuvvetinden dolayı yavaşlıyor. Günün birinde dünya duracak fakat bu bizden çok uzak milyarlarca yıl sonra olacağı için bunu şu anda dert etmemize gerek yok. Günümüzden 4 milyar yıl önce dünyanın 1 günü 14 saatti, 400 milyon yıl önce ise 22 saatti. Günümüzde ise herkesin bildiği gibi 1 gün 24 saatten oluşmakta. Kaynak: https://bilimuzay.com/kisaca-dunya-neden-doner-dunya-yavasliyor-mu/ Read the full article
1 note · View note
cilginfizikcilervbi · 3 years
Text
En Küçük Kütle Çekimi Ölçüldü
En Küçük Kütle Çekimi Ölçüldü
En Küçük Kütle Çekimi Ölçüldü Kütle çekim kuvveti evrende belirleyici bir kuvvet olmasına karşın zor kavranan bir konudur. Çünkü kütleler arasında olan bu kuvvet, temel kuvvetlerin en zayıfı ve temel parçacıklarda bulunmayan yegane kuvvettir. Albert Einstein bu kuvveti evrenin bükülmesi olarak genel görelilikte açıklasada henüz bu kuvvet diğer temel kuvvetler ile birleştirilememiştir. Her şeyin…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
fizikhub · 3 years
Text
Sir Isaac Newton Hareket Yasaları
1666 yılında daha 23 yaşındayken Galileo ve Kepler’in çalışmalarında da faydalanarak “Hareket Yasaları” ve “Kütle Çekim Yasalarını” geliştirdi. Kalkülüs ve Cebir’in kurucuları arasındadır. 1687 yılında klasik fiziğin temeli olan hareket yasalarını 3 ciltlik “Principia” isimli kitabında anlatmıştır.
Newton, Galileo, Descartes hareketle ilgili fikirlerde bulunmuştur. 1600’lü yıllardan önce cisim hep durma eğilimi gösterir mantığı varken bu üç adam her şeyi değiştirdi. Cisimlerin aslında durmaya karşı bir direnç gösterdiğini savundu. Ve klasik fizik Newton’un ellerinde doğdu.
1.Yasa Eylemsizlik:
Eylemsizlikten ilk olarak Galileo bahsetmiştir. Newton kitabında eylemsizlik için “her cisim eğer üzerine etkiyen bir kuvvet tarafından durumu bozulmaya zorlanmazsa düzgün doğrusal hareketini ya da durma halini korumaya direnir” açıklamasını yapmıştır.
Sabit bir kuvvet uygulanan cismin kütlesi arttıkça, eyleme karşı direnci artar. Burada Newton 2.yasayla bir bağlantı kurmuştur. Zaten bu yüzden Descartes ve Galileo’dan hareket yasalarında çok daha önemli bir yerde görülür.
2.Yasa:
F=mxa formülünden de anlayacağımız gibi; cisim kütlesiyle ters , uygulanan kuvvetle doğru orantılı olarak ivmelenir. İvme gibi kavramları açıklamak için şuan da diferansiyel işlemler kullanırız. Aslında Newton’da bunların doğruluğunu kanıtlamak için Kalkülüs ve Cebir’i geliştirerek kullanmıştır.
3.Yasa Etki-Tepki:
Eğer bir cisme bir kuvvet uygulanırsa aynı şekilde cisimde bir tepki kuvveti doğurur. Kuvvetlerin çift olduğunu kabul ederiz bu yasayla birlikte.
Newton Hareket Yasalarını doğru kabul edebilmemiz için referansımız 1.Yasa olarak almamız lazım bu referans sistemine “eylemsiz referans” deriz. Newton’a göre mutlak uzay ve mutlak zaman göreli değildir. Bunun sebebi Newton’da bir sınırımız vardır. Einstein İzafiyet Teorisinde zaman ve uzayın tek bütün kabul edildiği ve göreceli olduğunu ortaya koymuştur. Sınırları bildiğimiz sürece Newton mantıklıdır.
1 note · View note
Text
Platon'a göre kosmos canlıdır. Burada canlı derken baya bildiğimiz canlıyı kastediyoruz ruhu psükhesi ve soması bedeni olan yani. Peki neden? Burda kilit kavram iyi ve güzel ideaları. Şimdi canlı, canlı olması itibariyle mahiyeti iyi ve güzel. Platon'a göre varlığa gelenlerin muhakkak bir ergonu yani işlevi vardır. Bu işlev de varlığa gelenlere eidos(idealar) vasıtasıyla verilir. Mesela masayı masa yapan yani işlevini var eden nedir? Geometridir. Diyebiliriz ki burada işlev varsa bunu sağlayan geometridir. Canlının ergonu ne peki iyi ve güzele doğru hareket. Demek ki evren de canlı olduğuna göre ergonu iyi ve güzele hareket. O halde evren bunu nasıl sağlıyor? Geometriyle. Evreni, evren yapan nedir? Kuvvetler. Peki kuvvetler işlevlerini yerine getirmek için neye indirgenebilir? geometriye elbette. Örneğin kütle çekim kuvveti meşhur bir benzetme vardır ya. Uzaydaki kütle örtüyü büker. Etrafındaki kütleler de o eğimin etrafında hareket ederler. Aslında hareketi sağlayan o bükülmedeki geometri. Kosmos içinde insan ve diğer canlılar oluştuğuna göre şöyle bir çıkarım yapabiliriz. Evrendeki tanecikler güzeli ve iyiyi oluşturmak yönünde bir ergona sahipler ki canlı meydana gelmiş. Bunu açalım. Evrimin bize söylediği ne? canlı hayatta kalma yönünde bütün bir yapı olarak işlevseldir. Mesela kana bir patojen girdiğinde kan hücreleri antikor üretiyor rastgele. Peki bu üretim nr itibariyle oluyor? Canlı bedeni kosmosta bulunması itibariyle kuvvetlere tabi. Yani kan hücreleri kuvvetten bağımsız bu işlevi yerine getiremezler. Kuvveti geometriye indirgeyebiliyoruz demiştik. Demek ki canlıyı hayatta tutan ne? Geometri. Dolayısıyla canlıyı yani iyi ve güzele sahip mahiyetin devamlılığını dolayısıyla işlevi geometri sağlıyor. Canlı nasıl iyi ve güzele yöneliyorsa. Ne demiştik? Evren canlıydı. Yani evren iyiyi ve güzeli yani canlıyı oluşturma yönünde hareket ediyor. İşte bu yüzden de canlı. Antik yunanda gidip neden şu parçacık şu yöne hareket ediyor diye sorsaydınız. Aşk dolayısıyla derdi. Aşk neye yönelir. Güzele tabiki...
11 notes · View notes
aygultopal35 · 4 years
Text
ROBOTLARIN YÜKSELİŞİ -05- ''Martin FORD ''
SÜPER ZEKÂ ve TEKİLLİK
2014 Mayıs'ında Cambridge Üniversite’sinden fizikçi Stephen
Hawking, hızla gelişen yapay zekanın tehlikelerine karşı alarm zilini
çalmak üzere bir yazı kaleme aldı.
The Independent gazetesinde çıkan yazıda Hawking'in dışında
MIT'de fizikçi olan Max Tegmark, Nobel ödüllü Frank Wilczek ve
California Üniversite’sinden bilgisayar bilimci Stuart Russell gibi
isimlerin de imzası vardı.
Gerçek anlamda düşünme becerisine sahip bir bilgisayar
“insanlık tarihindeki en büyük olay olur”du. İnsandan daha zeki bir
bilgisayar “para piyasalarından zengin olabilir, keşifleri
araştırmacılardan daha hızlı yapabilir, insanları politikacılardan daha iyi
manipüle edebilir, nasıl çalıştığını bile anlamadığımız silahlar
geliştirebilir”di. Tüm bunları bilimkurgu diye göz ardı etmek
“tarihteki en büyük hatamız” olabilirdi.
Şu ana kadar bahsettiğim tüm teknolojiler ,kutu taşıyan,
hamburger yapan, müzik besteleyen, rapor yazan veya borsada işlem
yapan makineler özel veya "dar" olarak sınıflandırılan bir yapay
zekâ kullanırlar.
Makine zekasının bugüne kadarki en etkileyici gösterisi olarak
niteleyebileceğimiz IBM'in Watson'ı bile insanlardaki gibi bir genel
zekanın yanına dahi yaklaşamaz. Hatta bilim-kurgu dünyasının
dışındaki, gerçek hayatta herhangi bir kullanım alanı olan tüm yapay
zekalar dar yapay zekâdır.
Fakat gerçek dünyada kullanılan yapay zekâ uygulamalarının
dar alanlarda uzmanlaşmış olmaları, pek çok işin otomatize edilmesi
için bir engel teşkil etmez. Yapılan işlerin büyük bölümü rutin ve
öngörülebilir görevlerden oluşur. Robotların ve makinelerin
öğrenme algoritmalarının insanlar gibi düşünmesi gerekmiyor,
çünkü bir bilgisayarın işinizi elinizden alması için sizin zihinsel
kapasitenizi her yönüyle kopyalaması gerekmez. Tek yapması
gereken, size yapmanız için para verilen şeyleri yapabilmektir. Zaten
yapay zekâ araştırmaları ve bu konudaki tüm yatırımın da odak
noktası bu tür uzmanlaşmış uygulamalardır. Bu teknolojilerin
önümüzdeki yıllarda daha da esnek hale gelip güçleneceğineyse şüphe yok.
Gerçek anlamda düşünebilen bir makine yapma hayalinin
izlerini 1950'ye kadar geri sürebiliriz. O yıl Alan Turing zekâ
disiplinini başlatan makalesini yayımlamıştı.
Bu olayın ardından gelen dönemlerde yapay zekâ araştırmaları,
birbirini takip eden büyük beklentiler ve hayal kırıklıklarıyla geçti.
Hayaller dönemin teknik imkanlarını çok daha ilerisinde
olduğundan, hayal kırıklıkları da kaçınılmaz oldu. Yatırımlar ve
araştırmalar tökezledi. “Yapay zekâ kışı” denilen duraklama
dönemlerinden geçildi. Fakat bahar yine gelmesini bildi. Günümüz
bilgisayarlarının müthiş hızı, yapay zekâ araştırmalarının belli
alanlardaki ilerlemeler ve insan beynini daha iyi anlamamız
sayesinde, artık alanda yeni bir iyimserlik dalgası hâkim.
Gelişmiş yapay zekâ konusunda yeni bir kitap yazan James
Barrat, dar yapay zekâ yerine insanınkine benzer yapay zekâ üzerine
araştırma yapan yaklaşık 200 araştırmacıyla bir anket yapmış. Bu
alana “Yapay Genel Zekâ” deniyor.
Barrat bilgisayar bilimcilere yapay genel zekanın ne zamana
mümkün olacağı sorusunu sorarak dört şık sunmuş. Cevaplara göre
%42'si düşünen bir makinenin 2030'da mümkün olacağına inanıyor,
%25'ine göre bu tarih 2050, %20'sine göreyse 2100. İçlerinde bunun
asla olmayacağına inananların oranı %2. Hatta bazı katıltmcılar
daha bile erken bir tarihin, örneğin 2020'nin seçenekler arasına
alınmasının doğru olacağı yönünde yorum yazmışlar.
Bazı uzmanlarsa yeni bir balonun şişmekte olduğundan endişe
ediyor. Facebook'un New York'ta yeni inşa ettiği yapay zekâ
araştırma laboratuvarında çalışan Yann LeCun, 2013 Ekim'inde
yazdığı blog yazısında, aşırı beklentiler yüzünden yapay zekanın elli
yılda dört kez “öldüğü” konusunda uyardı. Bunun da nedeni
insanların genelde potansiyel yatırımcıları etkilemek için abartı
iddialarda bulunması ve bunları yerine getirememesiydi. O zaman da
haliyle tepkiler oluyordu. Bilişsel bilim uzmanı, New Yorker
dergisinde yazar ve New York üniversitesinde profesör olan Gary
Marcus da aynı görüşte. Derin öğrenme sinirsel ağları gibi alanlarda
son dönemde yaşanan gelişmelerin, hatta IBM Watson'a atfedilen
bazı becerilerin epey bir abartıldığını düşünüyor.
Fakat alanın müthiş bir momentum kazandığı da su götürmez.
Özellikle Google, Facebook ve Amazon gibi şirketlerin yükselişi, çok
önemli gelişmeleri tetikledi.
Yapay zekâ artık askeriye için, istihbarat teşkilatları için ve
otoriter devletlerde gözetim sistemleri için olmazsa olmaz bir unsur.
Hatta yakın gelecekte ülkeler yapay zekada üstünlüğü ele
geçirmek için birbirleriyle büyük bir yarışa girebilirler. Dolayısıyla
bana göre asıl soru, yeni bir yapay zekâ kışı yaşanıp yaşanmayacağı
değil: asıl soru gelişmelerin dar yapay zeka ile mi sınırlı kalacağı,
yoksa yapay genel zekaya da mı sıçrayacağı.
Yapay zekâ araştırmacıları yapay genel zekaya geçiş
yapabilirse, makinelerin tamı tamına insan zekâsında olması için bir
neden yok. Yapay genel zekâ bir kez başarıldıktan sonra, Moore
Yasası gereği bir süre sonra insandan daha zeki bilgisayarlar
yapılacaktır. Ve düşünebilen bir makine, bilgisayarların şu anda
sahip olduğu avantajların hepsine yine sahip olacak, bizim için idrak
edilemez hızlarda işlem yapıp bilgilere erişebilecektir. Bir de
bakmışız, gezegenimizi hiç ummadığımız, yabancı, hem de
bizimkinden daha üstün bir zekâ türüyle paylaşıyoruz.
Ve bu daha işin başlangıcı olur. Yapay zekâ uzmanları
arasındaki yaygın kanıya göre, böyle bir sistem bir süre sonra
kendini de geliştirmeye başlar, tasarımını geliştirir, yazılımını baştan
yazar, belki de evrimsel programlama tekniklerini kullanarak
kendinin daha üstün bir versiyonunu yaratır. Tabii aynı süreç bir
sonraki versiyonda da tekrarlanabilir. Böylece her revizyonda sistem
daha zeki, daha becerikli hale gelir. Döngü hızlandıkça yaşanacak
“zekâ patlaması”nın sonucunda öyle bir makine ortaya çıkar ki, en
zeki insandan bile binlerce, belki milyonlarca kat daha zeki olur.
Hawking ve arkadaşlarının deyişiyle, “bu tarihteki en büyük olay olur”.
Böyle bir zekâ patlaması yaşanırsa, sırf ekonomi için değil,
bütün uygarlığımız için yıkıcı sonuçları olabilir.
Fütürist ve mucit Ray Kurzweil'in sözleriyle, “tarihin kumaşını
yırtar” ve “Tekillik” olarak adlandırılan olayı veya çağı başlatabilir.
TEKİLLİK
“Tekillik” [singularity] terimini teknolojinin gelecekte yol
açacağı bir olay anlamıyla ilk kullanan kişinin bilgisayarın öncüsü
John von Neumann olduğu kabul edilir. 1950'lerde von Neumann
şöyle demiştir: “Gittikçe hızlanan gelişmeler, ırkımızın tarihinde benzeri
olmayan bir tekillik noktasına doğru ilerlediğimiz izlenimini veriyor. Bu
öyle bir nokta ki, sonrasında insan işleri bildiğimiz anlamıyla devam
edemeyecek.”
Benzer bir temayı 1993'te San Diego Üniversitesi matematikçisi
Vernor Vinge de “Yaklaşmakta Olan Teknolojik Tekillik” adlı
makalesinde dile getirmiştir. Temkinli bir dile gerek görmeyen
Vinge, makalesinin başında şöyle yazmıştır: “Otuz yıl içinde insanüstü
zekâ yaratmak için gerekli teknolojik imkanlara sahip olacağız. Bu
olaydan bir süre sonraysa insanlık çağı sona erecek.”
Astrofizikte tekillik, bir kara deliğin içindeki, fizik kurallarının
işlemez olduğu noktaya verilen isimdir. Kara deliğin sınırlarında, bir
başka deyişle “olayınn”da, kütle çekim kuvveti o kadar fazladır ki
ışık bile bu çekimden kurtulamaz. Vernor Vinge teknolojik tekilliği
de buna benzetiyordu: İnsanlığın geleceğinde sonrasında neler
olduğunu göremediğimiz bir kırılma noktası. Tekillikten sonrasını
görmeye çalışmak, gökbilimcinin kara deliğin içini görmeye
çalışmasından farksızdı.
Daha sonra meşaleyi Ray Kurzweil devraldı ve 2005’te konuyla
ilgili kitabını yayımladı: Tekillik Yakın: İnsanlar Biyolojinin Ötesine
Geçtiğinde. Günümüzde tekillik fikrinin baş vaizi haline gelen
Kurzweil, Vinge'den farklı olarak,geleceğin
ayrıntılı bir tasvirini yapmaktan çekinmiyor. Söylediğine göre ilk
gerçek anlamda zeki makine 2020’lerin sonunda inşa edilecek.
Tekillikse 2045 dolaylarında gerçekleşecek.
Gelgelelim, Kurzweil’in tekillik konusundaki çalışması tam bir
yamalı bohça. Fikirlerin bazıları sağlam temelli ve teknolojinin
gelişim hızı konusunda tutarlı bir senaryonun ürünü. Bir kısmıysa
saçmalığın sınırlarında gezinecek kadar tartışmalı. Örneğin
mezarından DNA örneği alarak babasını hayata döndürmek ve
fütürist nanoteknolojiyle bedenini yeniden oluşturmak istiyor.
Kurzweil'in ve fikirlerinin etrafında toplanmış son derece çoğu
renkli simalardan oluşan enerjik bir camia var. Bu “Tekillikçiler”
(Singüleryanlar) işi kendi eğitim enstitülerini kuracak kadar ileri
götürmüşler. Silikon Vadisi'ndeki Tekillik Üniversitesi teknolojinin
katlanarak gelişimi konusunda kredisiz lisansüstü programlar
sunuyor. Üniversite’nin sponsorları arasında Google, Genentech,
Cisco ve Autodesk gibi şirketler bulunuyor.
Kurzweil'in tahminlerine göre günün birinde hepimiz
makinelerle birleşeceğiz. İnsanlar zekâyı kat kat arttıran beyin
implantlarıyla kendilerini geliştirecekler. Dahası, tekillikten sonra
da teknolojiyi anlamak ve kontrol ermek istiyorsak, bu türden bir
zihinsel terfi adeta mecburi olacak.
İleri Düzey Nanoteknoloji
Moleküler imalat bir bakıma dijital ekonomiyi fiziksel dünyaya
taşıma umudu barındırıyor.
“Bilgi özgür olmak ister,” diye bir söz vardır.
Gelişmiş Nanoteknoloji de aynı şeyi maddi ürünler için
gerçekleştirmemizi sağlayabilir.
Drexler’in (Nanoteknoloji konusunda bayrağı Feynman’dan
devralan MIT’den bilim insanı) oda büyüklüğündeki fabrikası günün
birinde masaüstü bir ürün haline gelirse, televizyon dizisi Uzay
Yolu’ndaki “replikatör” gerçeğe dönüşür.
Kaptan Picard’ın sık verdiği “Çay, Early Grey, Sıcak” komutuyla
bir anda sıcak çayın peydahlanması gibi, belki moleküler fabrika da
günün birinde neredeyse istediğimiz her şeyi anında üretebilir.
Kimi tekno-iyimserler moleküler üretim mümkün olduğunda,
neredeyse tüm maddi ürünlerin bol ve adeta bedava olduğu bir
“kıtlık sonrası” ekonomisinin ortaya çıkacağını umut ediyorlar.
Hizmetlerin de benzer şekilde gelişmiş yapay zekâ tarafından
sağlanacağını kabul ediyorlar. Bu teknoloji ütopyasında moleküler
geri-dönüşüm ve bol temiz enerji sayesinde kaynak ve çevre-koruma
kısıtlamaları ortadan kalkacak. Pazar ekonomisi devri bitecek ve
Uzay Yolu’nda olduğu gibi artık paraya da gerek kalmayacak.
Fakat bu son derece cazip senaryoda bazı belirsizlikler var.
Örneğin arazi hâlâ kısıtlı bir kaynak olacak. İnsanların
sosyoekonomik statülerini değiştirmesini sağlayacak işlerin, paranın
ve fırsatların olmadığı bir dünyada yaşam alanlarının nasıl
paylaşılacağı belirsiz. Ayrıca pazar ekonomisinin yokluğunda,
gelişimin körükleyicisi olan motivasyonun nasıl sağlanacağı net değil.
Fizikçi (ve Uzay Yolu hayranı) Michio Kaku, nanoteknoloji
ütopyasının yüz yıl içinde gerçeğe dönüşebileceğini düşünüyor.
Gerçekten de moleküler imalat teknolojisi otoriter bir rejimin
ellerinde bir silaha dönüştürülürse, ütopyadan ziyade distopyada
bulabiliriz kendimizi. Amerika moleküler imalat konusunda
organize bir araştırma çabasında olmasa da Drexler diğer ülkeler için
aynı durumun illa geçerli olmadığı konusunda uyarıyor.
ABD, Avrupa ve Çin nanoteknoloji araştırmalarına kabaca eşit
seviyede yatırım yapıyorlar, fakat bu araştırmaların odaklandığı
yerler aynı olmak zorunda değil. Yapay zekada olduğu gibi ölümüne
bir üstünlük mücadelesi potansiyeli var. Ve moleküler imalatın
olamayacağına daha baştan ikna olmak, tek taraflı olarak silah
bırakmaya denk olabilir .
YENİ BİR EKONOMİK PARADİGMAYA DOĞRU
Pek çok kanıtın gösterdiği üzere, günümüzde pek çok
üniversite öğrencisi ekonomik açıdan üniversite seviyesindeki işlere
hazır değil, hatta bazı durumlarda işe yaramaz durumda. Bu
öğrencilerin büyük kısmı mezun olamayacak ve aldıkları öğrenci
borçları yüzünden sırtlarında büyük bir kamburla üniversiteden
ayrılacaklar. Mezun olanların yarısına yakını gerçekten üniversite
diploması gereken bir iş bulamayacak. Genel olarak ABD üniversite
mezunlarının yaklaşık %20’sinin şu an çalıştıkları iş için fazla
eğitimli oldukları düşünülüyor. Yeni üniversite mezunlarının
ortalama maaşları ise on yıldan uzun süredir düşüşte. Pek çok
ülkenin bedava veya neredeyse bedava üniversite eğitimi verdiği
Avrupa’daysa mezunların %30’unun şu an çalıştıkları iş için fazla
kalifiye olduğu düşünülüyor. Kanada’da bu oran %27. Çin’de ise
işgücünün %43’ü aşırı eğitimli.
İşin gerçeği, daha fazla kişiyi üniversiteden mezun etmek, çoğu
mezunun gönlündeki profesyonel, teknik ve idari işlerin işgücündeki
oranı arttırmıyor. Peki ne oluyor? Diploma enflasyonu. Eskiden lise
diploması gerektiren işler artık dört yıllık üniversite diploması
gerektiriyor. Yüksek lisans, eski lisansa denk geliyor. Seçkin olmayan
üniversitelerin diplomalarının değeri düşüyor
Fakat şurası gittikçe daha net belli oluyor: Robotlar, makine
öğrenme algoritmaları ve diğer otomasyon türleri iş piramidinin
altını yavaş yavaş yiyorlar. Ve yapay zeka uygulamalar gittikçe daha
yüksek vasıflı mesleklere göz diktiğinden, piramidin güvenli sayılan
en tepesi bile zamanla küçülecek. Geleneksel düşünceye göre,
eğitime gittikçe daha fazla yatırım yaparak herkesi o tepedeki
küçülen yere s1ğdıracağız.
Tarımın mekanizasyonu sırasında işten çıkarılan ırgatların
çoğunun traktör sürücüsü olacağına inanmak gibi bir şey bu.
Sayılar buna izin vermez.
Havacılık çok sıkı denetlemeye tabi. Havacılık sektörü kokpit
otomasyonu ve pilot becerilerinin körelmesi konusunun yıllardır
farkında ve eğitimlerde buna özellikle dikkat ediyor. Modern
havacılık sisteminin güvenlik sicilinin olağanüstü olduğu su götürmez.
Sebastian Thrun gibi kimi teknoloji uzmanları, uçak
pilotluğunun yakın gelecekte tarihe karışacağını iddia ediyor. Ben
şahsen üç yüz kişinin içinde pilot olmayan bir uçağa binmeye razı
olacağı günlerin o kadar yakında olduğunu sanmıyorum.
Düzenlemeler, potansiyel sorumluluklar ve toplumun kabulü
gibi unsurlar, kamu güvenliğini ilgilendiren işlerde otomasyonu
dizginleyecektir.
Otomasyonun asıl etkileyeceği insanlar, örneğin fast food
çalışanları veya sıradan ofis çalışanları olacaktır. Bu işlerde hem
potansiyel teknik hataların veya beceri körleşmesinin etkileri o denli
çarpıcı değildir, hem de otomasyonu dizginleyecek dış unsurlar yoktur.
Günümüzde makineler çok temel bir dönüşüm geçiriyorlar:
Tarihte hep araç rolündeyken, şimdi otonom işçiler haline geliyorlar.
Ancak işin gerçeği şu ki modern uygarlığımızda elde ettiğimiz
büyük refahı ve rahatlığı teknolojiye borçluyuz. Bu sürecin altındaki
en önemli faktörse insan emeğini kısmak amacıyla daha verimli
yöntemler bulma çabamız oldu. Teknolojiye karşı olmadığınızı ama
daha fazla otomasyona karşı olduğunuzu söylemek dile kolaydır. Ne
var ki uygulamada bu iki trend birbirine ayrılmaz şekilde bağlıdır .
2 notes · View notes
wozwaldllik · 4 years
Text
Kütleçekim Kuvveti
Tumblr media
Kütle-çekim neden diğer fizik kuvvetlerinden çok daha zayıftır?
Evreni bir arada tutan dört temel kuvvet vardır. Manyetizma ve elektrikle ilgili tecrübelerimizden elektromanyetik kuvvete hepimiz aşinayız; atom çekirdeğinin içinde proton ve nötronları sımsıkı bir arada tutan güçlü nükleer kuvveti duymuş olabiliriz ve kuantum teorisine biraz daldıysak, atom altı parçacıklarını etkileyen ve nükleer bozunmadan sorumlu olan zayıf nükleer kuvvete bir yerlerde rastlamışızdır. Ancak güçlü nükleer kuvvetin milyonda biri kadar gücü olan zayıf nükleer kuvvet, dördüncü kuvvetin, kütle-çekim kuvvetinin yanında dev kalır.
  İki parçacık arasındaki kütle-çekimsel kuvveti ölçtüğümüzde, zayıf nükleer kuvvetin bir tahminine ulaşmak için ona 30 sıfır eklemeniz gerekir. Bu her şeyin teorisini arayan fizikçiler için büyük bir sorundur.
  Sicim teorisi, gelinen son noktadır. Üç boyutlu dünyamızı on boyutlu bir evrende bir dilim ve “membran” gibi görerek, kuvvetler uzlaştırılabilir. Böylece, kütle-çekimi, diğer kuvvetler yalnızca üç boyutumuzda etkinken, sadece zayıf üç boyutlu etkisini algıladığımız on boyutta birden etkin bir kuvvet olarak görülebilir. Her şey, sicim teorisinin on boyutlu titreşen iplikçikleri olan “açık sicimler” ile aynı şey olmakla beraber uçları birleşip halka oluşturan “kapalı sicimler” arasındaki farka gelip çatar.
  Ancak kimi fizikçiler, sırf kütle-çekim denen küçük fındığı  kırmak için evrene yedi boyut daha eklemenin epey büyük bir balyoz icat etmeye benzediğini düşünüyor.
Tumblr media
Kütle-çekim nasıl işler?
Newton, kütle-çekimi iki nesne arasındaki kuvvet olarak görüyordu. Einstein, onu uzay-zaman sürekliliğinin kütle aracılığıyla bükülmesinin bir sonucu olarak görüyordu. Newton, kütle-çekimin ani olduğuna inanıyordu. Einstein, ışık hızında hareket eden “kütle-çekim dalgaları” görüşünü ortaya attı. Son deneyler, Einstein’ın görüşünü doğrulamış gibi görünüyor fakat kütle-çekim dalgalarını neyin oluşturduğu ve nasıl yayıldıkları bir sır olarak kaldı.
 William Hartston, Kimsenin Bilmediği Şeyler
###
https://www.evrenbilim.com/kutlecekim-kuvveti/
10 notes · View notes
belkidebirharfimben · 4 years
Text
Corona için dua edilmez mi?
Zara'nın ortasından geçer. Bu nedenle yüzmeyi Kızılırmak'ta öğrendim. İddialı değilim. Kendimi kurtarmaya yetecek kadar ancak biliyorum. (Beni yüzerken görenler de aynı kanaattedir.) Bununla birlikte hayat kurtardığım da oldu. Evet. Yine Kızılırmak'ta bir çocuğun hayatını kurtardım. Herhalde çocuk değil de yaşıtım bir genç olsaydı ikimiz de boğulmuş olurduk. Zira boğulma anında her insan bir miktar kafayı yer. Ölüm korkusu varlığını öylesine sarar ki yanındaki en kurtarıcı/dost nesneyi bile basamağı/düşmanı gibi görür. Ya kendisiyle birlikte düştüğü boşluğun içine çeker yahut da kurtarıcısının boğulması pahasına kendisini kurtarır. O an kurbana söz anlatılamaz. Boğulanları kurtarmaya çalışmak bu açıdan epey risklidir. Ben de çocuğa elimi uzattığımda bir anda ağırlığını sırtımda buldum. Omzuma çıktığı yetmiyormuş gibi boğazımı da sarıyordu. Allah'tan ağırlığı başedilmeyecek gibi değildi. Her neyse. Allah afiyetli ömür versin. Belki de şimdi kendi çocuklarını yüzmeye götürüyordur. Bir zamanlar Kızılırmak her baharda birkaç kurban alırdı. Hatta ismindeki 'kızıl'ın bu kanlı âdetten geldiği söylenirdi. Kurbanları da genelde yaza kadar sabredemeyenler olurdu. Haziran'ı görmeden yumuşamazdı bizimki o vakitler. Şimdi eski şevketi kalmamış diyorlar. Epeydir ben de gitmedim. Asıl konumuza gelelim: Fizikçi olmamakla birlikte benim de kendime göre bir evren algım var. Özellikle 'tabiat yasaları' diye adlandırılan şeyleri duygularla açıklamayı seviyorum. Bu açıklayış "Hakikî hakaik-i eşya esmâ-i İlâhiyedir!" sırrıyla daha kolay bağ kurmamı sağlıyor. Neden? Çünkü, kanaatimce, üzerimizdeki Esmaü'l-Hüsna tecellilerini daha çok duygularımızla içimize buyur ediyoruz. Yahut da şöyle demeli: Bir derece sabit olan ruhumuz, varlığımızın dalgalı yanında meydana gelen değişimleri, ancak duygular vasıtasıyla seziyor. Belki de yine o duygular sayesinde bu değişimlerin sonuçları üzerine kazınıyor. (Akıl bu noktada duyguların 'farkediş aracı' olmaktan fazlası değil.) Ne zaman büyük sarsıntılar yaşasak ruhumuza yeni yeni harfler işleniyor. Yazılımımız güncelleniyor. Bazı kötüleşiyoruz. Bazı güzelleşiyoruz. Ama kesinlikle değişiyoruz. Demek duygularımız bizi ta ruhumuza kadar değiştirme imkanına sahipler. Müzemmil sûresinde 'çocukları ihtiyarlatan gün'den bahsedilir. Bediüzzaman I. Cihan Harbi'nin üzerindeki etkisini tefekkür ederken bu ayete müracaat eder. Evet. Hakikaten öyledir. Tecrübelerinizin yaşattığı duygu yoğunluğu şiddetlendikçe zaman algınızda kırılmalar yaşanır. Yaşadığı bir gün de olsa insana bir yıl gibi tesir eder. Tek gecede saçları ağaranlardan bahsedilir. Bu kadar hızlısını şahsen görmedim. Ama sıkıntılı bir yılında sakalları ağaranı gördüm. Bunun bendeki bir açıklaması, işte, duyguların nakış yeteneğidir. Yoğun duygular ruha daha yoğun nakışlar işler. Defteri daha hızlı doldurur. Yazılımında büyük güncellemeler yapar. Öyle ki, o şiddetli eşiği atladığınızda, kendinizi tamamen başka birisi olarak bulursunuz. Her tanıdığınız size "Ne kadar değişmişsin!" der. Zorlu taşınmaların mobilyalar üzerindeki etkisi gibidir bu. Uzatmayayım. Kütle çekim kanunu denilen şeyi de bu sıralar 'fanilik korkusu' ile açıklamayı deniyorum. Liseden aklımda kalanlara uğradığımda nesnelerin kütleleri arttıkça daha yoğun çekim kuvvetlerine sahip olduklarını hatırlıyorum. Misalen: Güneşin çekim kuvveti dünyanınkinden epeyce yüksektir. Çünkü güneşin kütlesi dünyanınkinden epeyce fazladır. Tabii burada akılda tutulması gereken ikinci birşey de şu: Kütle hacimle aynı şey değildir. Kütle madde yoğunluğudur. (Bunun bir de formülü vardı ama şimdi hatırıma getiremedim.) Bu nedenle, hacmi daha küçük olan birşey, kütlesindeki yoğunluk sebebiyle daha çekici olabilir. Karadeliklerin gücü böyledir mesela. Bazen olur bir karadelik bir sistemi yutar. Karnı da şişmez. Afiyet olsun. el-Kayyum ism-i şerifi bize Cenab-ı Hakkın varlığı her an devam ettirdiğini söylüyor. Yani bizler bir kerede varolduktan sonra varlığının devamında müstakillik kazanmış şeyler değiliz. Yaratılıştan bağımsızlığımızı ilan edemiyoruz. Ya? Tıpkı bir aynadaki görüntü gibiyiz. Yahut da projeksiyon cihazından yansıtılan manzaralar şeklindeyiz. Varoluşumuzun arızîliği bizi cihazın devam ettirmesine mecbur kılıyor. Elimizde yaratış yok. Kendi varlığımızı yaratamıyoruz. Sadece seçimlerde bulunuyoruz. Bizim seçimlerimize göre de projeksiyon cihazından yansıtılmalar oluyor. Hata yaparsak sorumlusu biz oluyoruz. Çünkü projeksiyon cihazı buna zorlamadı. Hayır yaparsak da yaratılışını üstümüze alamıyoruz. Çünkü sadece istedik. Yansıtan yine cihaz oldu. Mevzuun kader-sorumluluk ilişkisine bakan yanını hızlı geçip 'fena korkusu'na geri dönelim. Lakin öncesinde meseleyi açarken bize yardımcı olacak bir metne müracaat edelim: "Küremiz hayvana benziyor. Âsâr-ı hayatı gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse bir nev'i hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küre kadar büyüse ona benzemeyecek mi? Hayatı varsa ruhu da vardır. İnsan-ı ekber olan âlem, tazammun ettiği manzume-i kâinat o derece hassasiyet ve âsâr-ı hayat gösteriyor ki, bir cesetteki âzâ, eczâ, zerrat, izhar ettikleri tesanüd, tecazüb, teavünden daha ziyade muntazam, muttarid, mükemmel âsârı gösteriyor. Acaba âlem insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i fert hükmüne geçse, o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır?" Herşeyin hayattar olması ne demek? Bence birşeyin hayattar olması 'bir parça fenadan da anlamasını' zaruri kılıyor. Çünkü bir yaşayan hep yaşamayı istiyor. Canlılığı kesintiye uğramasın istiyor. Devam ettirebilmek için gayret ediyor. Mücadele ediyor. Uğraşıyor. Demek lezzet alıyor. Eğer birşeyden lezzet alıyorsanız yokluğundan da elem hissediyorsunuz demektir. Lezzet alınan birşeyin terki ister istemez bir elemi çağrıştırır. Bir boşluğa düşürür. Eksiklik hissettirir. Bitkilerin bile yüzünü güneşten başka tarafa çevirdiğinizde eksikliğini hissedip yeniden güneşe dönerler. Varolan herşey 'her an varlıkta tutulmaya' muhtaçlarsa, ki ism-i Kayyum'um kapsamı bize böyle olduğunu hissettiriyor, o halde onların 'boşluğa düşmekten' kendilerine göre bir korkuları da vardır diyebiliriz. Tamam. Şimdiye kadar okuduğunuz fizik kitaplarının üstünden bakınca "Adamın ayakları iyicene yerden kesildi yahu!" noktasında duruyor olabilirim. Ben de Fen Lisesi mezunu olduğumdan az-çok okullarda fiziğin nasıl anlatıldığını biliyorum. (Reklamlar dinlediniz.) Fakat bilimkurgu dünyasının azıcık çakralarımızı açmış olması lazım. En azından bunu başarmalı. Yani bizler evren büyüklüğünde bir canlının içinde yaşayan küçüğün küçüğü canlılar olabiliriz. Ve o evrenin herbir parçası da bu hayattan hissedar olabilir. Varlığını sevdiği gibi yokluğundan da korkuyor olabilir. Tıpkı akyuvardan kaçan mikrop gibi bekasını istiyor olabilir. Bu da onu endişesi noktasında boğulmaktan kurtardığım çocuk gibi yapar. Çevresinde ne varsa kendisine çeker. Tutunur. Tutunmaya çalışır. Yalnış bilmiyorsam Einstein'ın da çekim kanununa dair 'varlıkların kütlelerine göre yaptığı çökme' üzerinden bir izahı vardır. (Hatta Organize İşler'in ilk filminde Demet Akbağ bunu öğrencilerine izah ediyordu.) Bu düşme durumu başka bir boyutta fiziksel olarak vâki olabileceği gibi duygusal bağlamda düşme korkusu ile de açıklanabilir. Özetle arkadaşlar: Herşey varlığının arızîliğini içten içe sezdiği için boğulma korkusu çekiyor. Hayatı hayat kılan şey de biraz bu zaten. Vücudun tamamı kendi bütünlüğü içinde birbirine tutunuyor. Bazen de bu bütünlüğü devam ettirebilmek için çevresindekilere tutunuyor. Bu bütün lafı gezdirmelerin ardından en nihayet duaya gelelim. Mürşidim dua hakkında diyor ki: "Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zât var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyâcâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp 'Elhamdülillah' der." Yani arkadaşlar bizim dilimizdeki duanın bütün evreni saran bu kanunla bir ilgisi var. Hepimiz farkındalığımız miktarınca varlığımızın varedilmeye bağımlı olduğunu biliyoruz. Müstakil olmadığını seziyoruz. Küçük küçük kıyametlerden büyük kıyameti öngörüyoruz. Yaşamın devamı bu farkındalıkla örülü zaten. Bu korku da ism-i Kayyum'u dünyamıza davet ediyor. Çünkü 'her an devam ettirilmeye muhtaç olan' ister istemez 'her an ayakta tutan'a delil oluyor. Nasıl ki karadeliklerin çöküntüsü bir tutunma arzusunu besliyor; içimizdeki boşluklar da, benzeri birer çöküntü olarak, evren-insan uyumunun bir delili olarak, bizi tutunmaya götürüyor. 8. Söz'de kuyuya düşen insan temsili esasında ism-i Kayyum karşısında bütün bir evrenin halini anlatır. İnsansa bu varlıklar içinde şuurla şu halini fotoğraflayandır. Bu fotoğrafın sahnelerinden birisi de duadır. Böyle bir evren algısına sahip olan ister istemez dua eder. Kaçınılmazdır. Bu nedenle, evet, biz müslümanlar sık sık dua ederiz. Bırakınız Corona gibi küresel bir felaket için dua etmeyi, ayağımıza taş değse, onun için bile dua ederiz. Duayı küçük görenleri ise 'asıl mevzuyu kavramamakla itham ederek' küçümseriz. Yahut da deriz ki: "O hiç boşlukla tanıştırılma nimetine erişmemiştir. Çünkü içinde olunca boşluktan daha ağır birşey yoktur. Eğer bu düşme hissini tatmış olsaydı tutunma arzusunun hiçbir parçasını küçümsemezdi."
2 notes · View notes
cevapolojicom · 5 years
Text
Yer Çekimi Nedir?
Dünya’nın kütle çekimi olan yer çekimi, dünyanı üzerinde durmamızı sağlamaktadır. Peki ya yer çekimi hakkında ne kadar şey biliyoruz? Ünlü bilim insanlarının yer çekimi hakkında yaptığı araştırmaları, yer çekiminin oluşumunu sizler için araştırdık.
Yer Çekimi Nedir Hakkında Bilgi
Evrende bulunan bütün maddeler birbirlerine çekim kuvveti uygulamaktadırlar. Buna dünyada bulunan cisimler de…
View On WordPress
0 notes
epifizz · 5 years
Note
Cismin ağırlığının tersine olduğu için yönü yukarıdır, su içindeki cismin üst kısmındaki basınç alt kısmındaki basınçtan az olduğu için. Diye ezberledik 😅
Kaldırma kuvveti dediğimiz aslında sıvının ya da akışkanın uyguladığı net basınç değil midir? Bu basınç ağırlıkla dolayısı ile kütle çekim ivmesiyle aynı yönde arttığını söylüyorsunuz, kuvvetin etkisi ters yönlü olabilir ama kendisi kütle çekimle doğrusal bir ilişki içerisinde.
2 notes · View notes
myscienceuniverse · 2 years
Text
kara delikler 4
Yıldızın gövdesini oluşturan ağır elementler içeri doğru çökmeye başladıkça, atomların etrafındaki elektronlar birbirlerine fazlasıyla yaklaşır ve diğer temel fiziksel kuvvetlerin etkisi ortaya çıkar: Bu atomlar birbirlerini itmeye başlarlar. Bu itiş kuvveti bir noktada kütleçekimine fazlasıyla üstün gelir ve yıldız muhteşem bir güçle patlar! Bu olaya süpernova, hatta daha büyüklerine hipernova adı verilir. Bu sırada etrafa bol miktarda enerji ve atom saçılır. İşte bu atomlar uzaya dağıldıkça yeni nebulalar oluşur. Bu nebulalar, yepyeni yıldızların kütleçekimi etkisiyle doğmasını sağlayan doğumevleri gibidir.
Fakat patlayan yıldızdan geriye çekirdek içinde sıkışmış şekilde madde kalır. Bunlar kimi zaman daha farklı sınıfta yıldızlar oluşturur. Ancak kendi üzerine çöken yıldızın kütlesi belirli bir sınırın üzerindeyse, kara delikler gibi akıl almaz yoğunlukta gök cisimleri oluşur. İşte bu büyük kütleli cisimler, Evren'i oluşturan uzay-zaman dokusunu normal kütleli cisimlerden çok daha fazla bükerler. Bunu, gergin bir çarşaf üzerine 500 kilogramlık bir bilye bıraktığınızda ne olacağını hayal ederek görselleştirebilirsiniz. Çarşaf müthiş miktarda bükülecektir!
Bir kara deliğin yoğunluğunu şöyle düşünün: Güneş'ten onlarca, yüzlerce, binlerce, hatta kimi zaman milyonlarca ve milyarlarca kat büyük bir kütleyi hayal edin. Bu kütlenin hepsini, İstanbul'un bir ucundan diğer ucuna kadar olan mesafede bir hacme sıkıştırdığınızı düşünün. Ortaokul veya lise bilgilerinizden hatırlarsınız: Yoğunluk, kütlenin hacme bölümüyle elde edilir. Dolayısıyla kütle ile yoğunluk doğru orantılıdır; hacim ile yoğunluk ise ters orantılıdır. Kara delikler gibi devasa gök cisimlerinin kütlesi aşırı büyük, hacimleri aşırı küçüktür. Bu, muazzam bir yoğunluk demektir.Bu kadar yoğun bir kütlenin uzay-zaman dokusundaki etkisi, akıl almaz boyutta bir bükülmedir. Buna kütleçekim kuyusu denir. Bu kuyu öylesine hızlı derinleşir ki, ışığın hızı bile bu derinleşmeyi alt edemez. Bu nedenle o meşhur söz ortaya çıkar: Kara delikler öylesine güçlü bir çekim kuvvetine sahiptir ki, ışık bile bu çekim kuvvetinden kaçamaz. İşte kara deliğin etrafında bulunan, ışığın kaçamadığı bölgenin sınırına olay ufku adı verilir. Olay ufku, bir kara deliğin kendisinden ziyade, en belirgin etki alanını ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Olay ufku, kara deliğin kendi çapından kat kat büyük olabilir.
0 notes
Text
Volkan
Desdeğerli dostum,1922 yılında Mudanya Mütarekesi sırasında, Fransızlar Trakya'nın Türkiye'ye teslim edilmesini kabul etmesine rağmen, İngilizler ve İtalyan temsilcilerinin ayak diretmesi üzerine sinirlenen Mustafa Kemal’in neredeyse Türk kuvvetlerine İstanbul'a yürüme emri verecekken “Paşam bana bir süre verin, siz biraz sakin olun” deyip, General Pelle ve Franklin Bouillon’i kenarda kıstırıp, etlerini burkup, “bakın hemen bu işi çözün yoksa çizmeyi giyer, kraliçe’nin tacını da bit pazarında satarız” demesiyle, İngiltere ve İtalya’nın aklının başına alınmasın ön ayak olan, Atatürk’ün “çizmeyi giymek iyi lafmış, ben bunu kullanırım Levent’im” demesi üzerini de “Paşam lafı mı olur, aklıma bir şey daha geldi, izninizle onu da arz edeyim, sonraki zamanlarda, bu emperyalistlerin torunları bazı yerlerde sinirli bir şekilde size bakarlar, sor bakalım dedesinin Anadolu’da ne işi varmış dersiniz” cümlesi ile taşı gediğe koyma konusunda uzman olan Atatürk’ün bu ustalığına bazı destekler veren; kuvayi milleye ruhunu tüm hücrelerinde hisseden; tüm anti-emperyalist oluşumlarını kütle çekim kuvveti gibi üzerine çekip yön veren; ışığın, taneciklerini ayıklayıp çekirdek gibi çitleyen, dalga boylarını da istediği gibi büken, müstesna kişilik Levent.
Dolara aşırı derecede yatırım yapanlar yaya kalabileceği, yastığın altındaki dövizlerin bozdurulduğu, dolar 5 lira olacak diyenlere hakaret edildiği, “bunların kafası basmaz, ben ekonomistim” bilgisinin halka arz edildiği , “siz kardeşinize yetkiyi verin” isteklerinin yapıldığı, yetki verilmesine rağmen, “yastıklarınızın altındaki dövizleri, altınları çıkartın artık, hala saklayanlar var görüyorum bak” diye uyarıların yapıldığı, “onların dolarları varsa bizim halkımız var, Allahımız var” ilahi kuvvetin öne sürüldüğü, tek adam sistemi ile damadının ülkenin kasasına veznedar olarak geçirildiği ve “Şubat, Ocak'tan daha iyi, Mart'ta Şubat'tan daha iyi” tekerlemesini ezberlenmesini zorunlu olduğu, “Türkiye'nin ekonomisinin sorumlusu benim” cümlesindeki “ben” diyenin mi yoksa laf söz dinlemeyen halkın mı sorumlu olduğunun kestirilemediği, “dolarla mı maaş alıyorsunuz” sorusuna bile cevap veremediğimiz, bağğzılarını kıskandıran hatta çatlatan “ekonomimizin temmuz ayından itibaren öyle büyüyecek öyle büyüyecek ki” açıklamasına rağmen baya bir temmuzun geçtiği, doların dokuz köyden kovulduğu bunu üzerine dokuzun üzerine mecburen çıkmak durumunda kaldığı, umut dolu yıllardı.
İşte bu yıllarda; “rüyamda Cemil Reşit Rey’i gördüm, abi dedim ben seni bir yönetim şekli sanıyordum -Kadir Sinan Küçük’ten alıntıdır-“  dedim, demez olaydım. Sanki ak sakallı dede (dededeki de’leri de ayırsak mı her ihtimale karşı diye düşünürüm hep, kızmasınlar dahi anlamındaki –de’leri niye ayrı yazamıyorsunuz layyn diyenler, her dede çocukluk anılarımıza dahil olmamış mıdır?) görmüşüm de tüm şans oyunları sonucunu vermiş gibi değişti hayatım. “Çevremdekiler acayip sevmeye başladılar, sorsalar, kucaklara yatmalıydım, dizlerin dibinde uyumalıydım, gözlerin dibinde dinlenmeliydim, her elini uzatanla arazi olmalıydım, maytaplarda gülüşmeye, hamaklarda sevişmeye, mehtaplarda uluşmaya çağırıyorlardı, sahtekâr adamların bana saygılarına şaşırıyordum, fahişeler sana bedava diye bağırıyorlardı, kibrit tek çakışta yanıyor, ayakkabılarım eğilmeyeyim diye, hemen ayağıma oturuyorlardı, sallamaz şoför ibo, "gideceksen bırakayım abi" diye yanıma kadar geliyordu bu aralar, nobel tylol hot getirdi, "sen seversin" diye, inci dişlerini temizletmiş "yakından gör"memmiş tek derdi, niyeyse bu ara acayip seviyorlardı beni, ben bu dünyanın sizine, oyunlarına kanacak adam mıyımdım, nazlı yarim, ömrüm, ölümüm, şarabım dururken bir yanda, gelir miyim ulan yolunuza, girer miyim koynunuza, zira zaten dayanamadım daha fazla bu arsızlığa, çıkardım ayakkabılarımı, kapattım telefonumu, her kapıyı kapattım, sakince soyundum sonra, evvela bir halay çektim tek başıma, ağzımda sigara, sonradan oturdum championship'in başına, tek başıma şampiyon oldum, tek başıma! -EKŞİ SÖZLÜK 16.08.2003 08:10 cyran da alıntıdır-” Levent’çiğim.
0 notes