Güçsüz parmaklıklar...Ufacık bir çocuk bile o parmaklıkları tutup eğebilir, içinden çıkıp özgürlüğüne kavuşabilirdi ama o bunu yapmıyor, sanki onu tutsak ettiğim parmaklıklar çok güçlüymüş gibi o zayıf parmaklıkları tutarak o parmaklıkların arkasından beni izliyordu.
Seninle suları yeşil bir ırmağın kıyısında buluşmak, saçlarının kokusundan öpmek, içime çekmek ve serin soluğundan içmek, sana sarılmak, kucaklamak, uçmak isterdim.
Ama nafile, aramızdaki bütün yollar kapalı...
Bütün dallar kesik...
Yokluğun buz gibi soğuk...
Üşüyorum...
Yüreğim de donmuş sanki. Gözlerimde...
Öyle bir üşüme ki, hiç bir şey ısıtmıyor artık. Bütün bedenim uyuşmuş. Ezip geçiyor ruhumu acılar...
Yoksun işte, kalbimin kuyusu en hazin sesle inliyor şimdi. Kirpikleri kırılan bir zamanın teninde, ağrılı şiirler topluyorum gecelere şimdi...
Bilirim, sevmek ve özlemek bir ateşe dokunmaktır; yakmaktır yüreğini yangınlarda. Ama ben üşüyorum. Yokluğun buz gibi soğuk. Yakacak bir şeyimde yok.
Ah.! bir el olsan dokunsan alnıma, okşasan saçlarımı bir anne şefkatiyle.. Geçerdi ağrısı başımın, geçerdi biliyorum... Bir gül olsaydın bahçemde, koklasaydım nefes nefes, çekseydim içime derin derin... Bir göz olup baksaydın gözlerime, çekip alsaydın içindeki hüznü...
Ah..! bir bilsen nasıl sevinirdi yüreğim, nasıl sevinirdi dudağımdaki gelincik, kapımdaki akasya...
Susuyorum artık derin derin... Ve sessizce soluyorum bir hazan yaprağı gibi...
Uzaklardan bir ses olmanı isterdim, bir selam, bir nefes... 'Üşüme' diye seslenmeni isterdim... Bir el olmanı isterdim, bir kol... 'Özledim' deyip sarılmanı... En karanlık yerinde düşlerimin çıkıp gelmeni isterdim kınalı bir bahar gibi, umut ışığı olmanı isterdim hayatıma... Gelseydin ve yaslasaydım başımı omuzuna, ağlasaydım doya doya... Geçerdi üşümesi yüreğimin, geçerdi üşümesi bilirim. Kirpiklerimde yağmurlar dumanlanmazdı...
Seninle suları yeşil bir ırmağın kıyısında buluşmak, saçlarının kokusundan öpmek, içime çekmek ve serin soluğundan içmek, sana sarılmak, kucaklamak, uçmak isterdim…
Ama nafile, aramızdaki bütün yollar kapalı... Bütün dallar kesik... Yokluğun buz gibi soğuk... Üşüyorum... Yüreğim de donmuş sanki, gözlerim de... Ateşler içinde bedenim... Öyle bir üşüme ki, hiç bir şey ısıtmıyor artık. Bütün uzuvlarım uyuşmuş. Ezip geçiyor ruhumu acılar...
Yoksun işte, kalbimin kuyusu en hazin sesle inliyor şimdi. Kirpikleri kırılan bir zamanın teninde ağrılı şiirler topluyorum gecelere...
Bilirim, sevmek ve özlemek bir ateşe dokunmaktır; yakmaktır yüreğini yangınlarda. Ama ben üşüyorum. Yokluğun buz gibi soğuk. Yakacak bir şeyimde yok… Ağlıyorum, buza dönüşüyor gözyaşlarım… Ağlıyorum, akıp gidiyor gözyaşlarım çağlayanlara… Bakakalıyorum ardından çaresiz…
Ah! bir el olsan dokunsan alnıma, okşasan saçlarımı bir anne şefkatiyle.. Geçerdi ağrısı başımın, geçerdi biliyorum... Bir gül olsaydın bahçemde, koklasaydım nefes nefes, çekseydim içime derin derin... Bir göz olup baksaydın gözlerime, çekip alsaydın içindeki hüznü... Ah! bir bilsen nasıl sevinirdi yüreğim, nasıl sevinirdi dudağımdaki gelincik, kapımdaki akasya...
Susuyorum artık derin derin... Ve sessizce soluyorum bir hazan yaprağı gibi... Oysa ne kadar çok hasretim konuşmaya, anlatmaya anlaşılmaya... Oysa ne çok istiyorum, tüm bedenimden söküp almanı yalnızlığımı, hicranımı bir tılsımla...
Gel, yalnızlığıma arkadaş olsun sevgin, umut olsun... Gel ağlayan gözlerimi sil, ki, hesapsızca,sınırsızca, sevsin yüreğim. Bir adımız Aşk, bir adımız hayat olsun...
Gel, yüreğim ol, bedenim ol, her ölümümde yeniden hayat ver. Elim, ayağım, canım ol... Gecem - gündüzüm ol... Ağlayan gözlerim ol ve her damlada yeniden doğur umudu... Yeniden yarat ki, seni ne kadar özlediğimi anlatayım dünyaya, ne kadar çok sevdiğimi...
Önce sen gel sevgilim solmadan resimler, şiirler sislenmeden... Sislenmeden geceler... Sonra ölüm gelsin... Sonra ölüm gelsin...
Yoksun işte, kalbimin kuyusu en hazin sesle inliyor şimdi....
Belki sıkılıp yarıda bırakacaksın ama benim için attığın adımı,babam benim için hiç atmamıştı. Şimdi senin gözlerine uzun uzun nasıl bakarım? Gözlerine bakınca gelen ağlama hissini bilmiyorsun.
bir zamanlar hep fotoğraflar çekerdim
bütün gün orda burda dolaşıp
gemi yolcularını, liman meyhanelerini
çan kulelerini, düğün törenlerini, kız kardeşlerimi
göğsünde döğmeler olan bir dilenciyi
güllerden ve deniz kızlarından
sonra el olan ama parmakları olmayan denizi
yüz olan gözbebekleri olmayan
eski fotoğrafçı dükkanlarında çizgili mayo giymiş kadın
fotoğraflarını hep yeniden çekerdim
bir saatçi vardı, adı saharyan mıydı ne, onu da
istanbul'u ve bu kentin hiç kimsenin bilmediği armasını
bir sokak bileyicisini
ellerinde bukinalarıyla uçuşan melekleri (eski taş binaların
üstünde)
ve balkonda üç güvercinin bir sülünü yiyip bitirişini (yani
olağanüstü her belgeyi)
daha mı neyi
o kadar çok şeyi ki, her neyse
bir gün bütün bunlar bana ucuz geldi
sonra bütün bunlar bana ucuz geldi
attım fotoğraf makinamı bir yana
vurdum sokaklara kendimi (ara sokaklara, çıkmaz sokaklara,
istanbul denizinin mavi bir kapı gibi açılıp kapandığı)
ve dolaştım eski bizans meyhanelerini bir bir
ağzımda sönmeyen bir sigarayla.
nemli küf kokan sütunların dibinde hemen
adamlar gördüm, yürekleri gözlerine taşan adamlar
boşalan oradan da gözyaşı gibi
tam gözyaşı gibi (öyle diyorum, çünkü yasları eksikti, silinmişti
kaygıları da, acıları desen, yoktu ki. yani bir gözyaşıydı ki,
şahinin boşluktan kopardığı elmas, kaskatı, gene bir elmasla
kesilebilen ancak)
ne dualar geçerliydi onlar için, ne de
dünyayı sanatıyla öğrenen bir gökyüzü işçisinin bilgisi
hiçbiri
ve anlattımdı efsanesini onlara
suya yeni indirilmiş bir teknenin
nasıl filizlere boğulduğunu. ve sonra
dedimdi, kaynağıdır mutluluğun insan da
kuruyup kalsa da bir ağaç gövdesi gibi
ve ardımdan kirli bir su birikintisi beni
izledi durduydu sanki yıllarca.
ey galata rıhtımlı sonbahar, ey gök kuyusu!
ölü bir martıyı tekrarlıyordun boyuna
ağzında güneşten bir solucanla
düşürüp yükseltiyordun onu
sen, dişi kent, sense
az kalsın dişi bir şiir yazdıracaktın gittikçe azalan yaşıma
ayaklarımı denize sallandırarak
gözlerimi bir deniz kuşuna doğru uzattıkça
tuba ağacından kesilmiş iki dal parçası gibi
yazdıracaktın nasıl olsa, yazdıracaktın da...
ll
anımsıyorum şimdi, bir akdeniz seferinde yapayalnız kalmıştım
yıl bin dokuz yüz elli altı
aylardan nisandı olsa olsa
ne param vardı ne satacak bir şeyim
gerçi gemide yatıp kalkıyordum ama
takmıştım aklımı bir kere
tahtadan bir ren geyiğine
gene tahtadan bir truva atına
bulmuştum kafayı çoktan ''hey, çocuklar!''
bilen var mı, neresidir truva?
demeye kalmadıydı gül yaprağı kemiren birisi
taktıydı bir gül yaprağı yakama
bir başkası kapıya sürüklediydi beni
ve dediydi ''işte,
çenenin şurasında truva!''
hani yüzyıl yaşar da insan, nasıl
unutmazsa taşın üstünde seğirten bir karıncayı
kayan bir yıldızı göz açıp kapayıncaya
unutmadım işte bunu da
kan içinde kaldıydı ağzım burnum
doğrusu dövülmeyi sevmesem de
aklımdan geçirmezdim dövmeyi
oysa gemiciler icat etmişler derler keyfine döğüşmeyi
yalan!
''sandal ağacı gibi olacaksın
üzerine inen baltayı kokuna boğacaksın''
ben böyle öğrendimdi üvey babamdan
hayal meyal hatırlıyorum gemiye döndüğümü
rıhtımda bir iki sarhoş tayfa:
''arkadaş tayfanın sarhoş olmayanı kurumuş dal gibidir
gece karşısına çıktı mı uğursuzluk getirir.''
güç halle kaçtımdı oradan da
yırtık mavi gömleğimse rüzgarda
köpürüyordu denizin bir parçası gibi
ve burnumda o yabanıl kan kokusu
kan! dedimdi kendi kendime, kan
ne zaman çıkmaz ki yüze fırsatı yakalayınca.
zamanlar geçti aradan, yıl bin dokuz yüz kırk iki
içimi tüketen bir şenlik vardı iskenderiye'de
kim bilir, bir başka yerde belki de
gece yarısıydı, ellerim
çılgınca kanıyordu
on parmağımdan akan kan on ayrı renkte
içimde yakalanmaktan korkan bir gölge kuşunun nefesi
tüyleri kahverengi eflatun
boyu elli santimden fazla
çırpınıp duruyordu. sözlüğe bakmıştım da daha sonra
yani şenlikten kurtulunca, tükenmekten
bir gölge kuşu sahiden vardı
ben ki gerçekle yiter, düşle ayılırdım hep
bu çelişken yaşamım beni hiç bırakmadı
sabaha doğru usulca havalandı oradan
kaybetti sanki kumarda, var mıydı içimizde kumardan
anlayan.
ey gülistan sokağı, bir tomar gazete unuttuğum ev
yıl bin dokuz yüz otuz üç
vurup da kapını çıktım dışarı
dönüp arkama bakmadım bile
taşıdım aylarca yalnız
bağayla kaplanmış bir duvar saatinin ilk tik takını
öyle ya, bana sorarsanız terketmeli insan yaşamı
ölümü göze almadan
ve anlamalı bir ağaç gölgesi gibi durmaktaki sakıncayı
gitmek, durmadan gitmek
ne ölümünü bilsinler ne yaşadığını
lll
bir gün bir su birikintisinde tanıdım sakallarımı
gözlerimi, o yaman kuşkuyu daha sonra öğrettiler
tuba ağacından kesilmiş iki tek dalı
bilmem ki, tutmadım hiçbir fırtınanın hesabını
ne şiir yazdım gittikçe azalan yaşıma
ne de giz diye sakladım umutsuzluk için yazdıklarımı
keşfe çıktım doğup büyüdüğüm kenti yeniden
tırmandım genelevlerle dallanan sokakları
bozuk plakların, eski püskü eşyaların üstünden atladım
kağıt oynadım hiç tanımadığım adamlarla
zar attım
ve imrendim o kuleyi yaptıran adamın işaret parmağına
sinemalara girdim (bir filmin ortasında ya da sonunda)
oturmadım bile çoğu zaman
girdim ve çıktım
doğrusu hiçbir şey anlamadımsa yaşamımı anladım
öyle hep kesik kesik olan, karışık olan
ve utandım galiba sabahları demli çaylardan
(ki mavi bir taş sıkıştırırdım dişlerimin arasına hırsımdan
denizler, açık denizler
daha doğmamış olurdu dünyanın sıcak karnından.)
bir sabah da bizans paralarına baktım antikacı dükkanlarında
gözyaşı şişelerine, pesüslere baktım
tutuldum bir tasvirle kedi gözünden bir heykelciğe
onca yıl sonra truva atına tutulduğumdan
ama hiç mi hiç gereği yokken bakır bir madalya satın aldım
bilmiyorum ne yaptımdı o madalyayı ben
ya birine verdimdi ya da bir arsaya fırlattım.
bir gün de bir cami avlusunda güvercinleri taşladım
gözleri kör bir kadın mısır satıyordu
ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce
o an düşünmedimse de sonradan aklıma takıldı
gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye.
son olarak üstünde bir taşın
oturdum saatlerce.
Seninle suları yeşil bir ırmağın kıyısında buluşmak.
saçlarının kokusundan öpmek,
içime çekmek ve serin soluğundan içmek,sana sarılmak,kucaklamak, uçmak isterdim...
Ama nafile,aramızda bütün yollar kapalı...
bütün dallar kesik..
Uzaklardan bir ses olmanı isterdim.
bir selam,bir nefes..."
Yoksun işte,
kalbimin kuyusu
en hazin sesle inliyor şimdi.
Kirpikleri kırılan bir zamanın teninde,
ağrılı şiirler topluyorum
gecelere şimdi ...
Bilirim sevmek ve özlemek bir ateşe dokunmaktır: yakmaktır yüreğini yangınlarda.Ama ben üşüyorum yokluğun buz gibi soğuk yakacak bir şeyim yok.
Ağlıyorum buza dönüşüyor göz yaşlarım...ağlıyorum ,akıp gidiyor gözyaşlarım çağlayanlara...baka kalıyorum ardından çağresiz...
Ah! bir el olsan dokunsan alnıma,okşasan saçlarımı bir anne şefkatiyle geçerdi ağrısı başımın geçerdi biliyorum...bir gül olsaydın behçemde,nefes nefes,çekseydim içime derin derin..bir göz olup baksaydın gözlerime,çekip alsaydın içimdeki hüznü...ah! bir bilsen nasıl sevinirdi yüreğim,nasıl sevinirdi dudağımdaki gelinçik,kapımdaki akasya...
Susuyorum artık derin derin... ve sessizce soluyorum bir hazan yaprağı gibi... oysa ne kadar çok hasretim konuşmaya anlatmaya
Anlaşılmaya oysa ne çok istiyorum tüm bedenimden söküp almanın yanlızlığımı,hicranı mı bir tılsımla
Yüreğim kanrevan.dikenler acımasız,ayaklarım kırık koşamıyorum artık doruklara,menzil uzak.
Gel yüreğim ol seher gülüm,her ölümümde bana yeniden hayat ver.Elim ol,ayağım ol,canım ol,gecem gündüzüm ol,ağlayan gözlerim ol her damlada yeniden doğur beni yeniden doğur umudumu.Her öldüğümde yeniden yarat ki,seni ne kadar özlediğimi anlatayım,ne kadar çok sevdiğimi...
Önce sen gel sevgilim solmadan resimler,şiirler sislenmeden islenmeden geceler...
"Biliyorum bebeğim, üzgünsün. Çok üzgünsün. Seni ilk bulduğumda da çok üzgündün. O kadar üzgündün ki, seni gülümsetmek için üzülmeye hazırdım. Sen gülümse diye ağlardım..."