Tumgik
#baudelaire üzerine
doriangray1789 · 2 years
Text
PASAJLAR WALTER BENJAMİN 1-) Ben ne okudum, nasıl bitti anlamadım, “ Böyle Buyurdu Zerdüş” ü anladığımı sanıp üzerine Irvin D Yalom’un “Nietzche ağladığında” okuduğumda Nietzche hakkındaki kafamdaki tüm özerimin kendi çapında yanlış olduğunu anlamam sonra tekrar okuyup haaa dememden buyana dilini çözmeye çalıştığım başka bir kitaba rastlayınca duraksadım… Hatayı kendimde görüyorum. Önceleri Hitap etmedi bana. Ancak " Tarih, Sanat, Sinema, Fotoğraf, Savaş " hakkında düşünceleri çarpıcıydı.sonra bir daha okudum ( ben okurken kitabı sömürürüm notlar alırım altınını çizerim ve ancak anlarım - kıt zekalıyım sanırım- ) Kitabının önemli bir kısmını Baudelaire için ayırmış Benjamin. Özellikle de ' Kötülük Çiçekleri ' hakkında gerçekten tam teçhizatlı bir kaynak bu kitap. Araştırma, tez falan yapanınız varsa yardımcı olur. Zira “teknik” çalışması gibi çok teknik felsefesi üzerine felsefe kurmakta zorlanıyorsunuz…Kitap ile ilgili görüşleri araştırırken yazarın kafasının karışık olduğundan bahsedildiğini gördüm. Okuduktan sonra buna bazı açıdan katılıyorum bazı açıdan katılmıyorum. Yazarın sanatı sadece edebiyat eseri olarak sınırlandırmadığı için fotoğraftan, panoramadan, resimden, pasajlardan, lirik şiir, dedektif romanları gibi kavramlardan da bahsettiğini düşünüyorum. Aynı zamanda tarihteki devrimlerden, kapitalizm, faşizm, modernizm, tarihsel materyalizm, diyalektik düşünce, kurgu, ampirik kavramı, sinema, moda, kalabalık, alımlama kuramı, burjuva kesim, işci sınıfından da sanatın etkilendiğini düşündüğü için ele aldığını düşünüyorum. Çok güzel birleştirdiğini düşünüyorum. Yazar 840 kaynak taramış bu eseri yazarken ve daha 400 kaynak masasında bulunmuş. Bu eseri yayınlayamadan öldüğü için de bunların hepsinin sonradan bir başkasının toparlaması insanlara karışık geliyor olabilir diye düşünüyorum.Pasajlar Benjamin’e göre 19. Yüzyılın en önemli mimari eseridir. Onları kendi içinde küçük bir dünya olarak görür. Kalabalıktır. O dönemde çok popüler olduğu için, ilgi çekici olduğu için Benjamin’in en önemli mimari eser olarak gördüğü için bu ismin kitabına verildiğini düşünüyorum.
Tumblr media
3 notes · View notes
lfmcn · 1 year
Text
Talihsiz Serüvenler Dizisi (Netflix), Konusu, Neden İzlemelisin
Tumblr media
Tür: Aksiyon, Komedi, Macera, Fantastik Kimler var: Neil Patrick Harris, Patrick Warburton, Malina Weissman Sezon: 2 Yaş Sınırı: 7+ Dizi hakkında konuşmadan önce, sen ne güzel filmdin ‘Talihsiz Serüvenler Dizisi’.  2004 yılında vizyona giren, Jim Carrey, Jude Law (Lemony Snicket voice), Meryl Streep (Josephine), Emily Browning (Violet) ve Liam Aiken (Klaus) gibi başarılı yıldızların yer aldığı film izlerken bana çok keyif vermişti. IMDB puanı 6.8 olan filmi izlemediyseniz muhakkak izleyin derim. Tabi bu serüven bir film ile başlamıyor. Lemony Snicket takma adını kullanan ancak asıl adı Daniel Handler olan yazarımız, 1999-2006 yılları arasında tam 13 kitaptan oluşan bir serüven kaleme alıyor. Her bir kitabın 13 bölümü var ve serinin son kitabı da 2006 Ekim’inin 13’ünde sevenleriyle buluştu. Bu derece 13 seven bir seride bilin bakalım başka ne 13’lü. Netflix dizisi! Dizinin ilk sezonu 8 bölümle 13 Ocak 2017’de yayınlandı efenim. Açıkçası ben 8 yerine 13 bölüm beklerdim.
Talihsiz Serüvenler Dizisi Konusu
Baudelaire ailesinin evini gizemli bir yangın kül etmiştir ve maalesef bu yangında ailenin anne ve babası ölmüştür. Bunun üzerine kardeşler, uzak akrabaları Kont Olaf’ın yanına yerleştirilir. Kardeşler çok büyük bir servete konmuştur ve kardeşlerden Violet 18 yaşına bastığında, servet onların olacaktır. Ama bu servete göz koyan biri vardır: Kont Olaf! Serveti ele geçirmek için uğraşan kötü kalpli Kont Olaf ve yetimleri birbirinden garip maceralar bekliyordur. Neden ‘Talihsiz Serüvenler Dizisi’ izlemelisiniz? “Eğer mutlu ve güzel bir hikâye istiyorsanız, yanlış yerdesiniz.” sözü bu serüveni özetliyor sanırım. Dizi “Daha bu çocukların başına ne gelebilir?” dedirtecek kadar macera ve tuhaf olaylarla dolu. Ancak türü dram değil. Aksine fantastik ve komedi artı maceralarla dolu! Ailenizle izlemek için birebir bir dizi çünkü yaş sınırı 7+.  How I Met Your Mother dizisi ile kalplerimizi fetheden Neil Patrick Harris’i Kont Olaf olarak izliyoruz ve onu böylesine farklı bir karakter olarak izlemek aşırı keyifli! (Evet, hayranı mıyım diye düşünüyorum şu an.) Dizinin IMDB puanı ise 7.9. Film ile karşılaştırdığımızda beğeni oranının oldukça yüksek olduğunu anlayabiliyoruz. Hikaye güzel, oyuncular güzel, işin içinde Netflix var..eee daha ne duruyorsunuz?! 25 Efsane Netflix Dizi Önerisi Read the full article
0 notes
yorgunherakles · 3 years
Photo
Tumblr media
nihayet! insan yüzünün tiranlığından kurtuldum,
yalnız kendi kendimden çekeceğim artık.
kendimden de, başka kimseden de hoşnut değilken, 
gecenin sessizliğinde ve yalnızlığında kendimi bağışlamak.
baudelaire - paris sıkıntısı
55 notes · View notes
kaanozer · 3 years
Note
Ahahah, güldürdün beni. Yeni tanıştığım biri bana, ben basit bir insanım demem üzerine, hayır çok karmaşık bir yapın var. Sen kendini bildiğin için başkalarının da bildiğini düşünüyorsun demişti. Burdan çıkınca sana geleyim, senin cümlelerini sen anlamlandırabildiğin için başkaları da anlamlandıracak sanıyorsun. Ama bizim ciğerimizdeki nefes cümlenin sonuna kadar dayanmıyor olacak. Yetişeceğiz :)
Söylediğine inanıyorum. Baudelaire, "—Kardeşim, —benzer'im, —iki yüzlü okuyucu!" demiş "bu nazik canavarı iyi tanıyan okuyucu"larına.
Biraz öyle işte anlamak: içimizdeki şeytanın öpüp kenara koyduğu.
5 notes · View notes
filapi · 3 years
Text
“Yüzümü ve günahları yıkama” Üç gece önce rüyamda Eminönü’den Kadıköy’e geçmek üzere dokuz on beş vapuruna bindim. Tam altı saat vapur kalkmayınca ben de sıkılıp uyandım. Uyandığımda saat yedi otuz beş idi ve düşümde yarım kalan şeyler olduğunu düşünerek kalkıp Eminönü’e gittim, dokuz on beş vapuruna jeton aldım ve yanaşan vapurun, yolcu çıkışına göre sağ alt açığına oturup beklemeye başladım. Elimde, Lautréamont: Maldoror’un Şarkıları (Isıdore ducasse)’ in kitap’ı var, sabahları kırk beş dakikamı vererek yeniden okumaya başladığım. Vapur, tam dokuz on beş de kalktı. Bunun üzerine ‘düş Kırıklığı’nın, düşsel mi yoksa nesnel gerçekliğe ait kavram mı olduğunu düşünüyordum. Üç gece önce görmüş olduğum rüyadan (Murat 124 fabrikasında çalışan kızın yerel politik ayaklanma sırasında düşürdüğü makyaj çantasını aramasına rağmen bir türlü bulamamasıyla ilgiliydi rüya) fırlamışçasına, vapurun demirlere uzatılan ayakları yararak oturduğum bölgeye yaklaşan kız gördüm. Güneş gözlüğü takan her kızın güzel olabileceği olasılığını güçlendiren kıvrak vücuda sahipti. Vapurun hızından aldığı şevkle yanıma oturup ayaklarını öndeki demirlerin en altta olanına uzattı. Bunun üzerine başımı okuduğum kitaptan kaldırıp (o anda, Melusine mitiyle Possession filmi arasındaki bağlantıyı yakalamaya çalışıyordum)
kızın ayaklarına baktım. Sonra ani rüzgârla, elimde tuttuğum kitap sayfalarından biri açıldı. Sayfa, için de daha önce not alıp kitap’ arasına bıraktığım yazı Bonaventure adasının yakınlarındaki Percé Rock kayalığı üzerine Breton’un kurduğu analojilerle doluydu.
Yeniden kızın ayaklarına baktım. Eğik gelen güneş, ayak üzerindeki damarları gölgelendirmiş ve pembe ojeye rağmen, onları asil western kayalığına dönüştürmüştü. Kitabı kapatıp kıza doğru döndüm:
– Eğer ayaklarınız, ‘Percé Rock’ kayalığının orta doğuya düşmüş yalın gölgesiyse, sürdüğüm yol doğru demektir.
Kız, bakış yönünü değiştirmeden ve benimle yüz yüze gelmekten kaçınarak sakızını çiğnemeye devam etti. Ben de üstelemeyerek kitabın sonlarına doğru sayfa açıp, az önce kurmuş olduğum cümleyi birkaç kez aklımdan geçirerek kendi kendime tahrik oldum. Kafam kızdaydı, bu yüzden kitabı takip edemiyordum. Bir süre sonra kız, çiğnediği sakızı eline aldı ve “Yüzümü ve günahları yıkama” diyerek denize fırlattı. Acımasızca denize karşı sırıtıyor ve durmadan tekrar ediyordu sihirli sözcüklerini. Tekrar dikkatini çekmek için duyabileceği ses tonuyla aldığım not kâğıdından pasaj okumaya başladım: Baudelaire Balkon şiiri Sartre ağzıyla değil de kendi dilime uygun söyledim… “İsterdim dev kadın yanında yaşamayı, esrik kedi gibi sultan ayağında.”
— Benimle gerçekten yatmak istiyor musun?
Kitap’ın, arasına sağ işaret parmağımı koyarak kapadım ve ayaklarımı vapurun korkuluk demiri üzerine, kızın ayaklarıyla aynı hizaya getirdim.
— Sağır olmayıp konuştuğunuza göre hayır, istemiyorum. Ama bunu neden sorduğunu merak ediyorum. — Çünkü sabahın daha ilk çeyreğinde, kartvizit gibi dolaştırdığına emin olduğum kitabın otuz dört üncü sayfasını okuyorsun on dakikadan beri. — Beni takip ettiğini düşünmemiştim. — Seni değil, kitabı takip ediyordum. — Lautréamont’u sever misin? — Tanımam. — Peki, Kitap’ı nereden öğrendin? — Babamdan. — Başka ne öğretti baban sana? — Topuklu ayakkabılarımı çıkarmadan, havuz kenarında ki amonyak mazgallarına sokmadan nasıl yürüyebileceğimi öğretti. — O halde babanın ölmüş olmasını dilerim. — Elli sekiz kiloyum. İlk kez on beş yaşında, yerel basketbol takımının oyun kurucusu tarafından tecavüze uğradım. Babam ben on beş yaşındayken, kendisinden çalınan arabayı takip ederken trafik kazasında öldü ve erkek kardeşim yok. Sıradan üniversite bitirdim. Godard’ın adını hiç duymadım, Tarkovski’den nefret ederim ve Guernica’yı gözüm açık üç dakikada, gözüm kapalı dört dakikada yorumlayabilirim. — Tam istediğim gibi. — Biliyor musun, geçen hafta kürtaj oldum. İlk kürtajımdı ve bebek altı aylıktı. Ortalık kan gölüne döndü. Zemini satranç taşlarını andıran hastane odasındaydım. Kürtajı bayıltmadan yaptılar, çünkü bayılırsam ölebilirmişim. Hayatımda böylesine büyük acıyı ilk kez hissettim. Daha operasyonun ilk dakikasında bebeğin sağ kolu E2’ye fırladı. Sonra kafası F4’e, sol bacağı ise R6’ya düştü. Cinsiyetini göremeden bayılmışım. — Satranç bilmediğin anlaşılıyor. Çünkü tahtada R6 adında koordinat noktası yoktur. — Her şeyi ciddiye alan arkadaşımı hatırlatıyorsun bana. — Breton, Kara Mizah Antolojisi kitabında şöyle der: ‘Cinsellik, ciddiye alındığında basit kitaba dönüşür.’ — Aynı zamanda her şeyi cinsellikle açıklayan arkadaşımı da hatırlatıyorsun. — Bu arkadaşın baban olabilir mi? Eğer öyleyse, keşke ölmeden önce satranç oynamayı da öğretseymiş sana. — Babam uzun süre Cezayir’de yaşadı, yani annemden ayrılınca. Ayrılma nedeni, Murat 124 fabrikası düşünde gördüğün o makyöz kızın, babamla olan ilişkisiydi ve annem, bu büyük skandalın üzerine ciddi sinir krizi geçirerek, babamın Türkiye’deki lolipop fabrikalarından birinin yönetimini üstlendi. Kadın öylesine bunalım içindeydi ki, babamın ayakkabılarını giyip toplantılara katılıyor, onun pahalı elbiselerinin içinde düzdürüyordu kendini fabrika işçilerine. — Bu hikâye bana Tatlin ve Kinsey raporlarını hatırlattı. — İşin Tatlin kısmı şu oldu; sonunda, annemin üretken bedeni sayesinde fabrika, kol işçiliğinden bant sistemine geçti. Yani şekerler, içi oyuk olarak değil, dışları çıkıntılı olarak üretilmeye başladı. Kinsey kısmı da şu oldu; annem, ambalajlamada çalışan forklift sürücüsü tarafından hamile kalınca, fabrika genel greve gitti. Babamın fabrika bahçesindeki heykeli, kendilerine cıvata dedikleri grup tarafından parçalandı. Bir gecede ev havuzumuza dört ton çimento döküldü ve tüm bunlar olup biterken ben,
Wild At Heart’ filminin ezberlediğim repliklerini, yatak odamın tavanına yapıştırdığım Samanyolu takımyıldızına bakarak tıpkı dua gibi tekrar ediyordum. — Bu vapurda ne işin olduğunu merak ediyorum. — Bir adamı bekliyorum ama onun yerine sfinkter öyküler yazmış, ağzı kulaklarında kitap okuyan, sabah ereksiyonunu saklamak için güneşi arkasına almaktan kaçınan epistemofilik başkasıyla karşılaştım. — Sanırım o ben oluyorum. — Tebrikler, buzdolabı kazandınız!
Vapur iskeleye yanaşmak üzereydi. Bir kadını, sabahın ilk saatlerinde kendi beklentisine terk edemeyecek kadar yufka yürekliydim…
— Albinolar için özel olarak inşa edilmiş yer biliyorum. Yılın dört mevsimi karanlıktır. Kahvaltı için oraya gidiyorum ve belleğimde bir kişilik boş yer daha var. — Bellek kesenin idrar kesenden daha geniş olduğuna eminim. Seninle geliyorum.
Kız, ayaklarını demir parmaklıktan indirerek vapur çıkışına doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Ben de yarım kalan dokuz on beş rüyasını tamamlamak üzere, uzun zamandır aynı sayfaya bastığım parmağımı kitap’ tan ayırarak kızı takibe koyuldum… Kitap düştü elimden!.. Banyoya gidip duş alıp, lavabo ayna da yüzüme baktım. Kitap’ı yerden alıp; parmağı en son bastığım sayfa da sigara yakıp düşlere daldım… Tan Tolga Demirci:
2 notes · View notes
ibokumus · 5 years
Text
100 Temel Eserden Oluşan bir Öneri Listesi...
1-Yeraltından Notlar - Dostoyevski
2-Cinler - Dostoyevski
3-Karamazof Kardeşler - Dostoyevski
4- Suç ve Ceza - Dostoyevski
5-Siddartha - Hesse
6- Bozkırkurdu - Hesse
7- Klingsor’un Son Yazı - Hesse
8- Minima Moralia - Adorno
9- Sokrates Savunuyor - Platon
10- Faust - Goethe
11- Genç Werther’in Acıları - Goethe
12- İlahi Komedi - Dante
13- Böyle Buyurdu Zerdüşt - Nietzsche
14- Binbirgece Masalları
15- Büyülü Dağ - Thomas Mann
16- Niteliksiz Adam - Musil
17- Özgürlüğün Yolları - Sartre
18- Bulantı - Sartre
19-Yabancı - Camus
20-Madama Bovary - Flaubert
21- Sefiller - Hugo
22- 1984 - Orwell
23- İnce Memed - Yaşar Kemal
24- Uluma - A.Ginsberg
25- Dava - Kafka
26- Şato - Kafka
27-Değişim - Kafka
28- Lolita - Nabokov
29- Ulysses - Joyce
30- Drakula - Bram Stoker
31- Silmarillion - Tolkien
32- Yüzüklerin Efendisi -Tolkien
33- Otomatik Portakal - Burgess
34- Çavdar Tarlasında Çocuklar - Salinger
35- Toza Sor - Fante
36- Fareler ve İnsanlar - Stainbeck
37-Aylak Adam - Atılgan
38- Tatar Çölü - Dino Buzatti
39- Şiirler - Ömer Hayyam
40- Anarşist Etik - Kropotkin
41- İlyada - Homeros
42- Odysseus - Homeros
43- Türlerin Kökeni - Darwin
44- Hamlet - Shakespeare
45- Macbeth - Shakespeare
46- Totem ve Tabu - Freud
47- Cinsiyet ve Psikanaliz - Freud
48- Arthur’un Ölümü - Sir Thomas Malory
49- Mesnevi - Mevlana
50- Oz Büyücüsü - L.F.Baum
51- Çıplak Şölen - Burroughs
52- Amerikada Alabalık Avı - Brautigan
53-Yolda - Kerouac
54- Denizin Çağırışı - Bilbaşar
55- Açlık - Knut Hamsun
56- Seçme Konuşmalar - Konfüçyus
57- Ağır Roman - Kaçan
58- İstanbul Dörtlüsü (Rock’n Roman) - Hikmet Temel Akarsu
59- Tutunamayanlar - Oğuz Atay
60- Ses ve Öfke - Faulkner
61- Antigone - Sophokles
62-Karanlığı Taramak - Philip K. Dick
63-Alis Harikalar Diyarında - L.Caroll
64- Yüzyıllık Yalnızlık - Marquez
65- Savaş ve Barış - Tolstoy
66- Robinson Crusoe - Daniel Daefo
67- Sönmüş Hayaller - Balzac
68- Lady Chatterley’in Aşığı - D.H.Lawrence
69- Tanrı ve Devlet - Bakunin
70- Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni - Engels
71- Oblomov - Gonçarov
72- Azab-ı Mukaddes - Neyzen Tevfik
73- Kırmızı ve Siyah - Stendhal
74- Juliette - Marquis de Sade
75- Martin Eden - Jack London
76- Buzul Çağının Virüsü - Bener
77- Malina - Bachmann
78- Zaman ve Varlık Üzerine - Heidegger
79- Don Kişot - Cervantes
80- Babalar ve Oğullar - Turgenyev
81-Frankestein - Shelley
82- Kayıp Zamanın İzinde - Proust
83- Oliver Twist - Dickens
84 Arzın Merkezine Seyahat - Jules Verne
85-2001 Uzay Macerası – Clarke
86- Zaman Makinası - Wells
87- Dune - Herbert
88- Tractatus - Wittgenstein
89-Yengeç Dönencesi - Miller
90- Kapital - Marx
91- Dövüş Kulübü - Palahniuk
92-İphinegeia Auliste - Euripides
93- Fahrenheit 451 - Bradbury
94- Reading Zindanı Balladı - Wilde
95- Muhteşem Gatsby - Fitzgerald
96- Cesur Yeni Dünya - Huxley
97-Kötülük Çiçekleri - Baudelaire
98- Kırmızı Ot - Boris Vian
99- Maldororun Şarkıları - Lautreamont
100- Gecenin Sonuna Yolculuk - Celine
( eklemek istedikleriniz varsa yoruma ekleyebilirsiniz)
___________arna__________________________
13 notes · View notes
Text
modernizmin-ozellikleri
Edebi modernizm veya modernist edebiyatın kökeni 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, özellikle Avrupa ve Kuzey Amerika'da bulunur ve hem şiir hem de düzyazı kurgusunda geleneksel yazma yollarıyla öz-bilinçli bir kopuş ile karakterizedir. Modernistler, Ezra Pound'un “Onu yeni yap” maksimumu ile örneklendiği gibi edebi biçim ve ifade denediler. [1] Bu edebi hareket, geleneksel temsil biçimlerini bozmak ve zamanlarının yeni duyarlılıklarını ifade etmek için bilinçli bir istek tarafından yönlendirildi. [2 ] Birinci Dünya Savaşı'nın dehşeti toplum hakkında hakim varsayımların yeniden değerlendirildiğini gördü, [3] ve çok modernist yazı, modernitenin 20. yüzyıla taşınan teknolojik gelişmeleri ve toplumsal değişimleri ile meşgul olduğunu gördü. içindekiler1 Kökenler ve öncüler2 İlk modernist yazarlar3 Devam: 1920'ler ve 1930'lar4 1939 sonrası modernist edebiyat4.1 Geç modernizm4.2 Saçma Tiyatro5 Ayrıca bakınız6 Kaynaklar7 Kaynaklar8 Dış bağlantılarKökenleri ve öncüleri1880'lerde, geçmiş bilgileri sadece çağdaş teknikler ışığında revize etmek yerine, önceki normları tamamen bir kenara itmenin gerekli olduğu fikrine daha fazla dikkat edildi. Sigmund Freud (1856–1939) ve Ernst Mach (1838–1916) teorileri erken Modernist edebiyatı etkiledi. Ernst Mach, zihnin temel bir yapıya sahip olduğunu ve öznel deneyimin, mekaniğin Bilimi (1883) 'de zihnin bölümlerinin etkileşimi üzerine kurulu olduğunu savundu. Freud'un ilk büyük çalışması (Josef Breuer ile birlikte) Histeri Çalışmaları (1895) idi. Freud'a göre, tüm öznel gerçeklik, dış dünyanın algılandığı temel itici güçlerin ve içgüdülerin oyununa dayanıyordu. Bir bilim filozofu olarak Ernst Mach, mantıksal pozitivizm ve Einstein'ın görelilik teorisinin öncüsü olan Isaac Newton eleştirisi üzerinde büyük bir etkiydi. Epistemoloji ile ilgili daha önceki birçok teori, dış ve mutlak gerçekliğin, bireyin üzerinde olduğu gibi, zihnin boş bir sayfa olarak başlamasını sağlayan John Locke (1632-1704) ampirizmi gibi kendisini etkileyebileceğini savundu. (İnsan Anlayışına İlişkin Bir Makale, 1690). Freud'un, ilkel dürtülerle dolu bilinçsiz bir zihni içeren ve kendi kendine yüklenen kısıtlamaları dengeleyen öznel durumları tanımlaması, Carl Jung (1875-1961) tarafından bilinçli zihnin savaştığı veya kucakladığı kolektif bilinçdışı fikri ile birleştirildi. Charles Darwin'in çalışmaları, Aristoteles'in “insan, hayvan” kavramını kamusal zihinde yeniden şekillendirirken, Jung, sosyal normları kırmaya yönelik insan dürtülerinin çocuksu ya da cehaletin ürünü olmadığını, daha çok insan hayvanının temel doğasından kaynaklandığını öne sürdü. [kaynak belirtilmeli] Modernizmin bir diğer önemli öncüsü Friedrich Nietzsche'ydi, [4] özellikle psikolojik dürtülerin, özellikle "iktidara gelme arzusunun" gerçeklerden ya da olaylardan daha önemli olduğu fikriydi. Henri Bergson (1859–1941) ise bilimsel saat zamanı ile doğrudan, öznel, insani zaman deneyimi arasındaki farkı vurguladı. [5] Zaman ve bilinç konusundaki çalışmaları "yirminci yüzyıl romancıları üzerinde büyük bir etkiye sahipti", özellikle de Sivri Çatılar (1915), Ulysses (1922) kitabı için Dorothy Richardson gibi bilinç akışı tekniğini kullanan modernistler ve Virginia Woolf (1882-1941), Bayan Dalloway (1925) ve Deniz Fenerine (1927). [6] Bergson'un felsefesinde de önemli olan, "her şeyin yaratıcı evrimini getiren" yaşam gücü olan élan hayati fikriydi. [7] Felsefesi, aklın önemini reddetmeden de sezgiye büyük değer verdi. [ 7] Bu çeşitli düşünürler Victoria pozitivizmine ve kesinliklerine güvensizlikle birleştiler. [Kaynak gösterilmesi gerekiyor] Edebi bir hareket olarak modernizm, sanayileşmeye, kentleşmeye ve yeni teknolojilere bir tepki olarak da görülebilir. Modernizmin önemli edebi öncüleri Fyodor Dostoyevski (1821–81) (Suç ve Ceza (1866), Karamazov Kardeşler (1880)); Walt Whitman (1819–92) (Çimen Yaprakları) (1855–91); Charles Baudelaire (1821-67) (Les Fleurs du mal), Rimbaud (1854–91) (Aydınlatmalar, 1874); August Strindberg (1849-1912), özellikle Şam 1898-1901, Bir Rüya Oyunu (1902), Hayalet Sonata (1907) üçlemesi dahil olmak üzere daha sonraki oyunları. Modernist edebiyat bilim adamı David Thorburn, edebi tarz ile Claude Monet gibi izlenimci ressamlar arasında bağlantılar gördü. Modernist yazarlar, Monet'in nilüfer resimleri gibi, sanatın bir sanat bilinci olduğunu önermiş, dünyanın gerçekçi yorumlarını reddetmiş ve "özete doğru bir dürtüyü" dramatize etmiştir. [8]Başlangıçta, bazı modernistler antropoloji, psikoloji, felsefe, siyaset teorisi, fizik ve psikanalizdeki yeniliklerle teşvik edilen ütopik bir ruhu beslediler. Ezra Pound tarafından 1912'de yeni bir şiirsel tarz olarak kurulan Imagist hareketinin şairleri, modernizme 20. yüzyılda erken başladı
1 note · View note
yolaemanet · 5 years
Text
Nisan ayının kârı;
Yanık Saraylar, Sevim Burak
49 Numaralı Parçanın Nidası, Thomas Pynchton
Yazmak Üzerine Notlar, Jules Renard
Aşk Romanları Okuyan İhtiyar, Luis Sepulveda
Mumu, Turgenyev*
Edebiyata Hevesli Gençlere Tavsiyeler, Charles Baudelaire
Cam Kent, Paul Auster
Postacının Hikâyesi, Çista Yasrebi
The House on Mango Street, Sandra Cisneros
Konuşmanın İmkânsızlığı Üzerine Bir Diyalog, Osman Çakmakçı*
In Our Time, Hemingway
Benlik Üzerine Denemeler, Virginia Woolf
Yıldızlılar da en beğendiklerim. 🌺
8 notes · View notes
debeleniyomtr · 2 years
Text
palimpsest · daha önce birşeyler yazılmış bir kağıdı silerek üzerine yeni bir şey yazmak.
Baudelaire ise hafızayı ve gerçekliği “yazıldıkça silinen”e benzetir ve onu palimpsest olarak adlandırır.
1 note · View note
devrimcikadinlar · 6 years
Photo
Tumblr media
ADIYAMAN'DAN PARİS'E BİR DEVRİMCİ
MELİNE Manuşyan’ın hayat arkadaşı ve yoldaşı Misak Manuşyan, 1906 Adıyaman doğumlu köylü bir ailenin çocuğu.
Babası Birinci Dünya Savaşı sırasında Adıyaman’daki çatışmalarda ölmüş, annesi de aynı yıllarda kıtlığın kurbanı olarak yaşamını yitirmiş. Misak öksüz ve yetim kalınca bir Kürt ailesi onu yanına alıp saklamış, böylece katliamlardan kurtulmuş. Sonra sağ kalan Ermeni çocuklarını arayan Ermeni Kilise temsilcileri aracılığıyla Suriye’de bir yetimhaneye yerleştirilmiş, burada büyümüş. Edebi Ermenice’yi buradaki öğretmeninden öğrenmiş ve 1925’de Fransa’ya giderek kurşuna dizilerek yaşamını yitireceği 1944 şubatına kadar burada yaşamıştır.
Şair Misak Manuşyan’ın biyografisini 1989 yılında yaşamını yitiren Meline Manuşyan kaleme almış. Meline Manuşyan; onun hayatı için , “Bitmemiş bir senfoni, bazen birkaç yanlış notayla, bazen bir orkestrayla birlikte; kah Mozart’ın yumuşaklığı, saflığı, kah Beethoven’in gücü, uğultusu…” tanımlamasını yaptıktan sonra ekliyor: “Bu senfoninin nasıl bitebileceğini kimse söyleyemez.” Yazarın yaşam için tanımı da ilginç: “Zira her hayat ayrı bir kavgadır. Bizimki, Manuş’la benim hayatımız, belli bir kavganın parçasıydı. Bu kavganın çehresi değişmiş olabilir, daha çok ve sık sık da değişecektir. Fakat kavga daima sürecektir: Hayatı hayat yapan da budur işte.” Misak Manuşyan’ın günlüğünde onun yaşam felsefesini belirten dizeler yer alıyor: “… Hayatta, en iyisini bulmak için bütün pınarlardan içmeli insan.” (1935)
CİTROEN FABRİKASINDA İŞÇİ
Misak Manuşyan, çalışma yaşamına Citroen fabrikasında işçi olarak başlar. 1929 Büyük Bunalımında göçmen olması nedeniyle ilk işten atılanlar arasındadır. Manuşyan, fabrika çalışması sırasında emekçi kitleleri tanıdığını, onların psikolojisini, dertlerini, tasalarını, umutlarını anlamayı orada öğrendiğini yazar. Şairdir Manuşyan ve öğrendiklerinin şiirlerini yazmanın kendisine coşku sağladığını yazar bir arkadaşına… Manuşyan, işçi yaşamından sonra hem edebiyat yaşamını hem de politikayı birlikte sürdürür. Fransa’da göçmen Ermenilerin kurduğu örgütün üst düzey yöneticilerinden biridir. Örgütün kendini feshetmesinden sonra Fransız Komünist Partisi saflarında politik mücadelesini sürdürür. Çok güç koşullarda yaşamını sürdürürken pek çok işte çok az gelir elde ederek çalışır. Edebiyat çalışmaları sırasında Çank ve Mışaguyt adlı Ermenice dergileri çıkaran Manuşyan, edebiyat, tarih ve sanat üzerine yazılar yazıp, Baudelaire, Verlaine, Rimbaud’dan çeviriler yapar. Sorbon Üniversitesine dinleyici öğrenci olarak devam eder. Kendisini çok iyi yetiştirmiş bir devrimci komünisttir. Şiirlerinde de: “Rüzgarlar dizginsiz varsın kamçılasın beni / Zincire vurulmuş bir kaplan öfkesi / Döllüyor ruhumu zaptedilmez gücüyle,/ Patlayacak büyük fırtına için…” “Manuşyan, sadece bir örgütleyici değil, gerektiğinde Nazi cellatlarının üstüne bombayı atabilen yiğit bir militandı” diyor aynı eylemlerde başka roller üstlenerek mücadelenin içinde yer alan Meline Manuşyan… Askeri Komiser Misak Manuşyan ve 22 yoldaşı faşizme karşı özgürlük mücadelesinde 21 Şubat 1944’de kurşuna dizilmiştir. Manuşyan, Nazilerin çıkardığı ve Fransa’nın her köşesine astığı Kızıl Afiş’te “Ermeni, elebaşı, 56 suikast, 150 öldürme, 600 yaralama” ibaresiyle yer aldı.
İNSAN BİR KERE ÖLÜR
Manuşyan’ın biyografi kitabını, Türkçeye Sosi Dolanoğlu çevirmiş. Aras Yayıncılık tarafından Ekim 2009’ da yayınlanan 200 sayfalık kitabın başında; Meline Manuşyan’ın kendisini tanıtan bir bölüm, Misak Manuşyan’ın biyografisi, Manuşyan’ı ve yaşadığı dönemi anlatan fotoğraflar, kısa partizan biyografileri, döneme ilişkin olaylar kronolojisi yer alıyor. Kitabın ekler bölümünde Manuşyan’ın iki şiiri, ayrıca biyografisinin her bölümünde şiirlerinden kısa alıntılar var.
Meline Manuşyan, kitaba yazdığı önsözü kocasının hatırasına sadık kalmak bakımından bir Ermeni devrim şarkısının (Ermenistan Cumhuriyeti ulusal marşı-‘Akunq’ veb sitesi yöneticileri) sözleriyle tamamlıyor. Biz de öyle yapalım: “Ölüm her yerde aynı / İnsan bir kere ölür / Fakat ne mutlu can verene / Halkların kurtuluşu için.”
Tahir Şilkan
http://www.evrensel.net/news.php?id=25294
5 notes · View notes
noisescape · 3 years
Text
Jim Jarmusch’un altılı filmografisi,
Sürreal,şiirsel bir anlatıya yolculuk
“doğar bazıları acıya
her sabah ve her gece
doğar bazıları tatlı hazza
doğar bazıları sonsuz geceye” William Blake
Oldukça bilinen bu Blake şiirine The Doors şarkısı End of the Night’da rastlamış olmanız muhtemel.Morrison’un Huxley ve Blake hayranlığı,sürreal distopik kurmacada ortak paydalar ve arttırılabilir diğer bağlantıların varlığını burda bu kadarıyla belirterek,edebiyat ve sanatta etkilerinin oldukça kapsamlı bir konu olduğunu söyleyerek başlayabiliriz.Jim Jarmusch küçük yaşlarından itibaren şair olmak isteyen,Amerikan Literatürü ve Fransız edebiyatı eğitimi alan bir yönetmen ve bir hayli Blake sever bir anlatıcı.Yukarıdaki şiiri 1995 yapımı Dead Man filminde Amerikan yerlisi Nobody’den sık sık dinleriz,yönetmen neden bu şiir sorusuna Blake’in sevdiği bir şair olduğu yanıtını verir.
Öncelikle bu yazı bir film incelemesi değil,yönetmenin 1980’de Permanent Vacation ile başlayan,1984 Stranger than Paradise,1986 Down by Law,1991 Night on Earth ve 1995 Dead Man filmlerini temel alarak 2013 Only Lovers Left Alive’a evrilen filmografisinin kısa bir değerlendirmesi.
Geceyi,müziği ve şiiri seven,karakterleri üzerinden filmini inşa eden(bu hep söylenir hatta buna bir cevabı da mevcut),onları ilk dört filminde öncesiz ve sonrasızlık arasında,şimdinin modern dünyasına uyum sağlayamayan insanı olacak biçimde oluşturan,Dead Man’de seçici algılanabilir sürreal karakterleri Only Lovers Left Alive’da tamamiyle sürreale taşıyan bir yönetmenden bahsediyoruz.
Tumblr media
(Night on Earth film afişi,Polonya)
Permanent Vacation’da dönüşmekte olan bir şehrin terkedilmiş sokaklarında dolaşan,binalarını ziyaret eden Charlie Parker hayranı Allie,insanlarla konuşur,tenha bir sinemaya gider,kitap okuyan kızdan patlamış mısır satın alır(sanki sadece Allie almıştır),akıl hastanesindeki annesini ziyaret eder,evinde sadece yer yatağı,ayna ve plakçalar bulunan kız arkadaşının( hiç konuşmayan) evine gider,müziği açar ve tüm boşluğu içine çekip dans ederek herşeyi birden canlandırır.Bu canlanma Allie ve seyircinin katıldığı bir canlanma olarak o odada kalır,kız arkadaşının yüzünü Allie ve biz görmeyiz ve Allie ceketini omzuna alarak oradan ayrılır.Yıkık binaların arasında bir Vietnam gazisiyle sohbet eder,onu anılarıyla başbaşa bırakarak dolaşmaya devam eder.Heryer terk edilmiş,yaşayanların aklını yitirmiş,müzik dinleyerek,çalarak,kitap okuyarak kendisini zamanın dışına taşıdığı tek tük insanlar arasında farkındalığa Allie sahiptir ve sanki tek yaşayan odur.Eline geçen bir miktar para ile Paris’e gemi bileti alır ve geminin oluşturduğu dalgaları seyrederek New York’u terk eder.Allie sanayileşmenin ölüler şehrini,yeni modern dünyayı terk eder,seyrettiği dalgaları izlerken elde ettiği özgürlüğe seyirci de dahil olur.Allie’nin sevimli,avare,eğlenceli uyumsuzluğu ona özgürlüğünü getirir.
Tumblr media
(Permanent Vacation,popcorn satan kız)
Bu ilk filmiyle karakterleri ile ilgili az çok fikir vermiştir.Onun insanları zamanın dışında veya uyumsuz,bolca boş vakti olan,sürekli yer değiştiren veya yolculukta,yersiz,yurtsuz,bir melankonin öznesi,neşeye sahip,sürpriz tesadüflere rastlayan fakat bunlara pek bir anlam da yüklemeyen,anlık sevinçlere sahip,ideali ve gelecek planı hatta yarınının planı olmayan kişiliklerden oluşuyor.
Doğup büyüdüğü ülke Macaristan’dan New York’a kuzeninin yanına gelen Eva sürekli yanında kasetçalarıyla hep aynı şarkıyı dinler Stranger than Paradise’da.Scream’in Jay Hawkins’den I Put a Spell on You.Willie(John Lurie) bu şarkıyı sevmediğini söylese de üç dört kez dinleriz film boyunca.Eva,Willie’nin tam anlamıyla bomboş hayatına şaşkınlık gösterse de ona aldığı tv pizzası,sigara ile birlikte kart oynayarak memnuniyetini gösterir.Üç günün ardından Eva,teyzesinin yanına Cleveland’a gider.Gidecek olmanın yarattığı umutla Willie’nin boş yaşamının ve kentin çaresizlikler ortamının onu etkilemediğini hissettiğimiz bir neşeye sahiptir.Bu neşenin bir kaç günde etkisinde kalan Willie,Eva’nın eksikliğini hisseder ve arkadaşı Eddie ile Cleveland’a yola çıkarlar.Yıllar önce Amerika’ya yerleşmiş teyzelerinin Cleveland’daki yaşamında Eva’ya verebileceği yol kenarındaki küçük evinden fazlası değildir.Willie ve Eddie’nin ev ziyaretinde tv izleyerek zamanını geçiren,anılarını anlatan,Macar göçmeni yapayalnız yaşlı bir kadının evine konuk oluruz.Eva ise bir burgercide işe girmiş,neredeyse kendisini hiç dahil etmediği bir ilişkiyi öylesine yaşadığı erkek arkadaşıyla günlerini geçirmektedir.Willie ve Eddie’nin sürpriz ziyareti onu çok mutlu eder ve birlikte karlar içindeki Cleveland’da gezerler,donmuş gölü anlamsızca izlerler daha sonra da birlikte Florida’ya gitme kararı alarak yola çıkarlar.Bu yolculuk onlar için bir çıkış gibidir,sahilde tuttukları evde bir süre kalacakları paraları varken Willie bu parayı oyunda kaybeder ve sevinçleri çaresizliğe dönüşür.İnanılmaz bir tesadüfle Eva aldığı bir şapkayı takarak sahilde yürürken şapkalı birine para teslim etmesi gereken biri Eva’yı aradığı kişi sanar ve parayı ona verir.Bir çanta parayla odaya dönen Eva,Willie ve Eddie’ye para bırakarak ilk bulduğu uçakla Avrupa’ya dönme kararı alır.Havaalanına gelen Willie ve Eddie onunla karşılaşamazlar.Willie ve Eddie’nin yolları havaalanında,uçağı kaçıran Eva’nın ise geri döndüğü odada ayrılır.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
(Stranger than Paradise)
İlk filminde Allie’yi Paris’e yalnız gönderen yönetmen Stranger in Paradise’da üç karakterini birbirinden ayırır,Down by Law’da da Zack,Jack ve Roberto ayrılacaktır.O’nun insanları yalnızdır,anıları dünden öteye gitmeyen,adeta kendisine yabancı genç Amerikan insanı,aynı zamanda Amerikan rüyasına ve ezeli iyimserliğine de sahiptir.Mutlu olmanın ve kendini yeniden icat etmenin yolu nedir?Hayatı ama yalnızca hayatı deneyimlemenin yolu nedir?Mutluluk,unutkanlık ve yeni bir zaman algılayışı mıdır?Sorularını akıllara getiren,modern dünyaya ait karakterler ve onların etrafında gelişen olaylar.
Charles Baudelaire,Modern Dünyanın Ressamı adlı denemesinde modern güzellik ile modernlik deneyiminin ikili bir imgesini sunar: ‘Modernlik geçici,ele avuca sığmaz,zorunsuz,bir yarısı ezeli ve değişmez olan sanatın öbür yarısıdır.’ Şimdiyi temsil etmek,geçici olanı,galeyanı,modern deneyimin geçici niteliklerini yakalamaktır.Eserinde bir şiirde modern bir mutluluk arayışına yer verir.Mutluluk (Fransızca bonheur) iki insanın doğru zamanda,doğru yerde buluşmaları ve bir şekilde o anı yakalamaları anlamında bir zamanlama meselesidir,vecit halindeki bir modern şimdidir.Ve yine şiirinde kent kalabalığı bir arka plan değil,sahnededir.Kalabalık karşılaşmanın tekil niteliğini gösterir.Baudelaire modern deneyimin yaratıcı potansiyellerini araştıran,melankolik ve duygusal modern sanatçıydı.Bozulmuşluğun modernistiydi,sanatını modern kent yaşamının çelişkilerinden kurtarma derdine düşmemişti.
Jim Jarmusch’un filmlerinde Baudelaire’nin kent kalabalığının tam aksine kentin terkedilmiş,ıssız bölgelerini veya bomboş,tekinsiz gece saatlerini tercih ettiğini görürüz.O karakterlerinin tesadüfi karşılaşmalarını bu ıssızlıkta tekilleştirir,Onun pırıltılı karşılaşmaları terkedilmiş yerlerde veya boş saatlerde,boş avarelerin karşılaşmaları üzerinedir,evrenini bu bozulmuştuk oluşturur.
Down by Law’da kent yalnızlığından doğadaki tekinsiz yalnızlığa geçişi yine esrarengiz bir şans eseri İtalyan göçmeni Roberto’nun vurdumduymaz neşesiyle hapisaneden kaçışlarıyla izleriz.Ordan kaçmanın ve timsahların olduğu bir bataklıktan geçmenin ihtimali çok düşük iken kolayca mümkün olur.Ve Roberto ormanın ücra bir köşesinde yapayalnız yaşayan İtalyan bir kadınla tanışır ve ona aşık olur,orada onunla kalmaya karar verir.Permanent Vacation’daki sanki yaşamıyormuş gibi yaşayan bir nevi yaşayan ölü hissine Nicoletta’yı görünce kapılırız.Roberto da yola devam etmeyerek,Nicoletta ile kalarak o anda orada ölü haline gelir sanki.Hayat Zack ve Jack için devam etmektedir.Hayat yolculuk ve bir yoldur.
Tumblr media
(Down by Law,Nicoletta’nın yeri)
Night on Earth de yol,filmin tamamının taksilerde geçmesi nedeniyle sahnenin kendisi haline gelir ve zaman hep gecedir.Karakterlerin yalnızlığı gece saati ile belirginleştirilir,dünyanın beş şehrinde aynı gecenin başlangıcından sabahın doğuşuna değin gezeriz.Yönetmen bu filmde kozmolojisini Amerika ve Avrupa insanı üzerine kurar.Film yapımcısı zengin Hollywood’lu bir kadın,tamirci olmak isteyen ve oyunculuk teklifini geri çeviren genç ve güzel bir kadın,Rus asıllı otomobil kullanmayı bilmeyen bir taksi şoförü ve ona yardım eden yerleşik olmayı Helmut’a göre üstünlük olarak gören YoYo,Paris’te görme engelli bir kadın ve zenci taksi şoförü,Roma’da bir rahip ve günahları onunla yolculuk ederken aklına gelen sürücü,Helsinki de çalışma ve sosyal haklara sahip olamayan işçiler ve bebeğini kaybetmiş bir sürücü.Avrupa ve Amerika’da çalışarak,hayatın getirilerini kabul ederek yaşayan,yaşadığı kenti,hayatını ve yerini değiştirmek istemeyen güvenli alanlarına sığınmış insanlar.Corky’nin ayağına gelen fırsatı geri çevirmesi,elindekileri kaybetme korkusuyla hiçbir riski göze alamayan birinin tasviridir.
Permanent Vacation,Stranger than Paradise ve Down by Law’da oluşan ve Dead Man’e doğru iyice belirginleşen ‘yaşayan ölü’ karakterler Night on Earth’de görülmez,onlar çalışan,evlenen,çocuk sahibi olmaya çalışan karakterlerdir.Kentin ve modernliğin ölüleri ile yolda olan aykırıları arasında görmediğimiz o kalabalığın insanlarını gece saatlerinde,yaptıkları kısacık yolculuklarında sürücülerle sohbetlerinde bir anlığına sorguladıkları,sonra da düşünmekten vazgeçtikleri hayatlarının yitikliğinde buluruz.Doğar bazıları acıya her sabah ve her gece.
Permanent Vacation’da deniz ve dalgalar yeni bir hayata başlangıcın umudu iken Stranger than Paradise’da (özellikle Eva’nın sahilde kasetçalarını dinlediği sahnede) sonsuz bir melankolinin nesnesi olur.Down by Law’da Roberto’nun Nicoletta ile kalışı aynı sonsuz melankoliyi yaşatır.Sabitliğin,değişimsizlin,sıradanlığın sonsuzluğunu.Doğar bazıları sonsuz geceye.
Jim Jarmusch anlatımlarının bütünlüğü ile,müzik seçkisiyle,siyah beyazdan renkliye tekrardan siyah beyaza geçişleriyle melankolik,romantik şiirler yazmaktadır.
Bir trendeki başlangıcıyla Westernini izlediğimizi anladığımız yönetmen,Dead Man’de kürekçinin konuşmasıyla ölüler diyarında olduğumuzu anladığımız epik şiirini kusursuzca sunar.Karakterleri kentin ve düzenin bozukluğundan doğan yaşayan ölülerinden,Makina kasabasından anlaşılan sanayi toplumu öncesine,muhasebeci William Blake dışında herkesin son yolculuğunda,arafta veya Styx nehri kıyısında,ölümü enselerinde taşıyan veya ölmüş sürreal karakterlere dönüştüğünü görürüz.William Blake melankolisi,romantizmi ve sürrealizmine yakınlığı Neil Young’ın sonsuzluğu çağrıştıran,tekinsiz,film boyunca tonu değişen ancak hep aynı olan ezgileriyle taçlanır.John Milton’un ‘Kayıp Cennet’inde olduğu gibi arafta dolaşan karakterlere öykünmede yakınlık hissedilir.Dead Man,melankolik,romantik epik şiiridir Jim Jarmusch’un.
Tumblr media
(Dead Man,tren sahnesi,kürekçi)
Beş filminde yersiz,yurtsuz,köksüz karakterlere karşılık kültürünü,coğrafyasını hiç kaybetmemiş Nobody’nin sıcak,samimi yoldaşlığı modern dünyanın insanının durumuna her an dönüp içimizde bir boşluk oluşturmamıza neden olur.Nobody ülkesinden koparılıp İngiliz Edebiyatı eğitimi almasına rağmen coğrafyasına,yurduna dönmüş,kabilesi tarafından boş konuştuğu gerekçesiyle reddedilmiş,doğasından vazgeçmemiş biri.Muhasebeci Blake’i son yolculuğuna kadar yalnız bırakmayışı beş filmdeki tüm yalnızlıkları silip süpüren,yerini huzur ve güvene teslim eden hislerimizin kahramanı Nobody.Doğayı özümseyişi,onunla içiçeliği,boş konuşsa bile aslında çok anlamlar da içeren sözleri,şarkıları,duaları,tütsüleri ile bir meditasyonun içine bizi alışı..Nobody bize ölümün de bir yolculuk olduğunu öğretir.Makina kasabasındaki herkesin kaderi gibi Nobody de ölür,Blake’in son yolculuğuna bunu bilerek devam etmesi bitmeyen sonsuz acıyı duyumsatır.Hayat,ölüme kadar her an acılarla doludur.Ailesini,işini,nişanlısını kaybederek Makina kasabasına gelen Blake’in denize doğru kızılderili kanosu ile yaptığı bu son yolculuk,bir ülkenin,bir kültürün,doğanın üzerine vahşice çöreklenip vahşi düzenini kuran yeni dünya insanının sonudur,modern insanın ve çağının sonudur.
Tumblr media
Buraya kadar adeta birbirini inşa ederek devam eden filmleriyle bizi de bir yolculukta gezdiren yönetmen için Only Lovers Left Alive,zamansızlığı ve karakterlerin yaşayan ölülerden vampirlere evrilişiyle sürrealist anlatımına kavuştuğu bir düzlüktür.Jim Jarmusch modern,bağımsız sinemanın oluşmasında öne çıkan bir yönetmendir,alışılagelmiş kavrayışların dışında kavrayışlar sunmuştur.Egemenliğini ilan eden insanın yarattığı modern dünyayı sonlandırmış,savaşların,açlığın ve göçebe yaşamın insanının anlık mutluluğunu,bu bozukluğun içinde avare,başıboş,kaygısız,eğlenceli karakterleriyle espirili,şiirsel bir dille anlatmıştır.Karakterlerin vampire dönüştüğü bu filminde insan varlığını vampir fikriyle tartışmaya açar.Gün ışığında dolaşmayan,güneş ışığında zarar gören,insan kanıyla beslenen,insan varlığına alternatif vampirler.Dead Man’de ilk kez kullanmaya başladığı metafor kullanımı bu filmde de devam eder.Müzik,edebiyat tarihi ile beslenen film entellektüel ve bohem vampirlerin otantik,insanlardan uzak yaşamını fantastik biçimde ele alır.Vampirlerin yüzyıllar süren yaşamları,üzerinde yaşadıkları yeryüzünü ve kaynaklarını sürekli tüketen insanın tüm çağlarına şahittir.Yaşayan ölü (zombi) olan insanı eleştiren Adam ve Eve de hayatta kalmanın tüketme ile mümkün olduğunu ironik biçimde anlar.Ölümlü yada ölümsüz her canlı hayatta kalmak için tüketmek zorundadır.Adam ile Eve’in ölümsüz hayatının sonsuzluğu aşklarının varlığı ile anlamlıdır.Sonsuzluğun acı ironisi burada da hissedilir.21. Yüzyıl insanı,Adam ve Eve’in yaşam kaynağı olan sanata ve edebiyata değer vermez,onlar soylu yalnızlıklarında birlikte acı çeken yüzyılın bohem elitleridir.Dünyayı istila eden zombiler dışında kalmış bir avuç elit vampir.Başka bir düşünceyle Adam ile Eve’i sonu gelmiş modern insan çağına gelen ilk Adem ve Havva olarak düşünebiliriz.Dünyasının sonunu getiren insanın hatalarına,yok edici hızına ve vahşiliğine tanık Adem ve Havva ile başka bir çağın başlangıcına geçiş yaparız.Eva’nın terk ettiği,muhasebeci Blake’in her şeyini kaybettiği Cleveland kesişmesine benzer bir ortaklık,oyuncu seçimi veya mekan benzeşmesi yoktur.Adam hikayeyle uyumlu distopik havasıyla Detroit’de yaşar,Eve de onun yanına gelir.
Modern insan kusurludur,düzeni bozuk,çarpık ve adaletsizdir.Uyumsuzluğu ile,müzik,edebiyat ve sanat deneyimleriyle zamanını genişletebilir ve yaşamını anlamlandırabilir.’Yolda olmak’ mottosudur.
“Hiçbir şey orijinal değildir.Hayal gücünüzü gazlayan,sizi ilhamla titreştiren her şeyden çalın.Sadece ruhlarınıza seslenen şeyleri malzeme alın” Jim Jarmusch.
başak,
haziran ortası,2021 İstanbul
kaynaklar: Charles Bauderlaire,Modern Hayatın Ressamı,1859
Zeliha Dişçi,İnsan ve Vampir:Sadece aşıklar hayatta kalır filminde Varlığın Spinozacı temsili,DergiPak
1 note · View note
edebiyatsoylesileri · 4 years
Text
Ahmet Muhip Dıranas / Sanatın büyük ideali insan, asan veya asılan olarak harcanıyor
Tumblr media
Çeşitli yerlerde yayınlanan şiirleri 45 yıl sonra, 1974 yılında kitaplaştırıldığında, Milliyet Sanat dergisi, Ahmet Muhip Dıranas ile bir söyleşiye yer verdi. Dıranas yanıtlarında, bu kadar uzun süre beklemesinin nedenlerini ve şiirle ilgili düşüncelerini dile getirdi.
Tanınmış şairlerimizden Ahmet Muhip Dıranas, 45 yıllık sanat hayatı boyunca çeşitli yerlerde yayımladığı şiirlerini ilk kez bir kitapta topladı. İş Bankası Yayınları arasında çıkan kitapta şairin hiçbir yerde yayımlanmamış şiirleri de yer alıyor.
Niçin bugüne kadar bir şiir kitabı yayımlamadınız?
- İzahı zor. Nasıl söyleyeyim bilmem ki? Şiiri bir bütün olarak düşündüm. Tek tek şiirler ayrı bir şey, bütün şiirlerim toptan daha ayrı bir şey. İyi ya da kötü, beğenilir beğenilmez. Şiirler kendi başına bir varlık. Hepsi bir araya geldiği zaman bir anlamı vardır. Kırk yıl beklememin nedeni bu olmakla birlikte, zaman zaman ufak kitaplar halinde yayınlayıp sonradan bir bütüne varma da mümkünken bunu yapmayışımın birkaç nedenini de şöyle anlatmaya çalışayım:
İlkin hiçbir şiirimin dergilerde yayınlandıktan sonra beni doyurmamış olması, kusurlu ve eksik gibi gelmiş olması. Bu açıdan da adeta kendi şiir dünyamdan kovulmuş ya da tarafımdan ilgisi kesilmiş bir halde -benzetmek yerinde olursa- yörüngesinden çıkmış uzayda herhangi bir nesne gibi kaybolup gitmiş olması.
İkincisi bilinçli ya da bilinçsiz, tek tek şiirlerimi zamanın sınavına terk etmiş olma. Şarap gibi meselâ. Eskisin bakalım içilebilir mi, içilemez mi?
Bir üçüncü ve bence önemli nokta, ben yaşantımı şiirlerimle bölüşmüşümdür. Yaşarken gereksindiğim zaman şiir yazabiliyordum. Üç beş şiir üst üste çıkabiliyordu örneğin. Sonra uzun, hatta yıllarla sayılacak kadar uzun yazmama, yazamama boşlukları giriyordu araya. O zamanlar şiirden kaçtığımı, hatta sevmediğimi ve hatta bir manada anlamsız bulduğumu çok iyi hatırlıyorum. Bununla birlikte geçenlerde tanıştığım genç bir öğretmenle konuşurken, bu konuda dikkatimi üzerine çeken bir noktaya değindi ve bana "Sizin asıl yaratıcı zamanlarınız bu boşluklar olmalı" dedi. Bu doğru bir düşünce olabilir. Kısır bir şair olduğum da bir gerçek. Bütün bunlardan sonra bu konuda bir tembel olduğum da bir gerçek, kayıtsız ve tembel. Asıl neden bu olabilir. Ama şimdi kendimi övmeme izin verir misiniz? Ne şiir ne bir şey. Bunlar için değil. Bunlar okuyacakların vereceği hükümlerle ilgili. Kendimi rahatça, yüzüm kızarmadan övmek istediğim noktam şu: Bir sabrın imtihanını başarıyla vermiş olmak. Aşağı yukarı kırk beş yıllık bir sabır. Değme şair buna dayanamaz. İster tembellikten ister tatminsizlikten, şundan ya da bundan ama kırk beş yıl kitap yayınlamadım.
Kitabınızı hazırlarken nasıl bir seçim uyguladınız?
- Tarih sırasına göre düzenlemeyi düşündüm. Yapamadım. Şiirlerin birbirleriyle yakınlıkları açısından bir düzen kurmayı düşündüm, o da tam anlamıyla olmadı. Biraz rastgele denebilir. Hatta acele ile. Kitabın başlarında son yıllarda yazmış olduklarım yer aldığı gibi, sonlarda da eskilerden bazıları var. Birbirlerine karıştılar biraz. Bu önemli değil bence. Esas olan bir bütünü bulmaktı. O bütüne varabildimse, daha doğrusu bir orkestrasyonu sağlayabildimse sorun kalmıyor.
Batılı olmak istedim ama belli bir şairin etkisinde saymam kendimi
Sizin için "Batı şiirinden özümledikleriyle 1940'ların modern şiirini hazırlamıştır" deniliyor. Ne dersiniz?
- Bana bu konuda bir şey sormayın. Hüküm okuyucuların ve eleştirmenlerindir. Yalnız, şunu ilâve edeyim. Batı şiiri, evet. Ben daima Batılı olmak istedim. Ama şu ya da bu, belli bir şairin etkisi altında saymam kendimi. Birkaç parçacık belki Baudelaire. Kabul ettim. Ama bütün halinde onun çok dışındayım. Ama Batılıyım. Ve özümleme sözcüğü yerinde. Bununla birlikte Doğulu şiirin tarafımdan itilmiş olmadığı da gözden kaçmamalı isterdim.
Şiirde biçim mükemmelliği içinde bir şeyi arıyorum: İnsanı
"Birkaç parçacık belki Baudelaire" dediniz. Baudelaire sembolizminden hareketle şiirde ses ve şekil mükemmelliğine önem verdiğiniz, yeni bir şiir dili ve yapısı yarattığınız" yargısı konusundaki düşünceleriniz?
- Ses ve şekil mükemmelliğini ön planda tuttuğum bir gerçek. Çünkü sanat her şeyden önce bir biçimdir. Bu sorunun gerisinden şöyle bir anlam çıkarabilir miyim acaba? Kof bir biçimin şairi mi demek isterler?
Ben bunu şiddetle reddederim. Ben şiirde biçim mükemmelliği içinde asıl bir şeyi arıyorum: İnsanı. Acıları, kederleri, uğradığı haksızlıkları, kendine ihaneti ve yanılgılarıyla ve yücelikleriyle insanı. Eğer büyük sorunlarıyla insan bulunmayacaksa benim kitabımda, bu kitabımın derhal lanetlenmesini isterim. Ve gerçek öyleyse derhal yırtıp atsınlar.
Belki şu fark benim şiirimde kendini gösterebilir: Siyasal insanı bulmak olanağı yok. Ama bunu da bilerek yaptım. İnsandan gayrısı için şiir olmaz.
Şekil, şiirimin dayanıklı olması için önemlidir bence. Bir gemi düşünün. Şekil hesapları yanlış yapılmış bir gemi. Birkaç metre yol almadan batar. İşte bu nedenledir şekle önem verişim.
Şiirimizin dünya şiirindeki yerini belirler misiniz?
Dilimiz milletlerarası bir güce henüz sahip değil. Şiir ki bir anlamda tercüme bile edilemez. Hele dilinden aldığı gücü yitirmemek bir tercümede kabil değil. O bakımdan dünya içindeki değerimizi saptayabilmemiz zor. Ama dil bilenler daha iyi bilirler ki, dünya şiiri içinde bizim kendimize özgü bir yerimiz her zaman olabilir. Ne yazık ki şiir tercüme edildiği zaman sadece biraz düşünce, içerik kırıntıları kalır o tercümede. Türkçemizin çok iyi tercümelere ihtiyacı vardır. O zaman bir gerçek Türk şiirinin kendine özgü sesi meydana çıkar. 
Batı'nın şiirimize etkisi?
- Son kırk elli yıl, belki daha fazla şiirimiz Batı'dan etkilenmektedir ve sanımca hayırlı bir gelişim bu. Yalnız bir slogan vardır: Taklitlerinden kaçınınız.
Asanı da asılanı da ortadan kaldırmak istiyorum
Toplum şiiri etkilemeli mi?
- Toplum her şeyi etkiler, tabii şiiri de. Yalnız bu geniş bir soru. Topluma seslenmeyen, toplumu ilgilendirmeyen bir sanat ve de şiir var sayılamaz.
Ama toplumcu şiir dediğiniz zaman şiir değişik bir anlamın içine giriyor. Bir şiir ekolü gibi bir şey oluyor. Toplumcu şiire insanın günlük, alelade sorunları giriyor, geçim sıkıntıları giriyor. Şu ya da bu biçimdeki siyasi ezilmişlikleri, sıkıntıları ya da yeni yeni ve denenmeye mahsus toplum biçimlerinin telkini, yansıtılması, insanın açlıkları gibi, siyasetçilerce ya da devletlerce ya da birtakım sınıflarca alınmış tepe tepe kullanılan özgürlükleri, insanlıkları geliyor. Ama bu insanın gerçekte birtakım büyük acıları, toplumcu şiirde birtakım siyasal, ekonomik, sosyal nefretlere ya da hayranlıklara bağlanıyor. İnsancıl anlamda hiçbir zaman bunun karşısında değilim. Ama siyasetçilerin, kötü ekonomistlerin ya da topluma durmadan yeni yeni birtakım insanlarla ve tasavvur edilen idare biçimleriyle yön vermek isteyenlerin durmadan yaptıkları hataları kapatmak, durmadan sanatçıların sırtına yüklenmek isteniyor. Ben sanatta çoğu zaman insanı yücelten ve mükemmelleştiren ve aslında öyle olması gereken bir çabanın, birtakım çıkar oyuncularının hatalarını kapamaya sarfedilmesinin karşısındayım.
İnsanı kurtarmanın yolu, insanın günlük ve alelade dertlerine şiirle çare aramaktan çok, şiir ve sanatla onu bir daha o hale gelmeyeceği bir mükemmelliğin ve birbirinin hakkını yememezliğin platformuna çıkarılması için çaba sarfedilmesi kanısındayım.
Yani toplumcu şiirde, bir çeşit insana has, insanca özgürlük, birtakım toplum sıkıntıları içinde bir kenara itiliyor. Diyelim ki asılan suçludur. Bana göre asan da suçludur. Ama bazı şiir tarzlarında yahut bir toplum anlayışında ya asan yüzde yüz suçlu sayılıyor ya da asılan. Ve o zaman sanatın büyük ideali insan, asan veya asılan olarak harcanıyor. Bana sorarsanız ben ikisinin de acısını çekiyorum. İkisini de suçluyor ya da suçlamıyorum. Kitabımda bu görülecektir sanırım. Asanı da asılanı da ortadan kaldırmak istiyorum.
İnsanın cehennemine sırt çeviren sanatçı olamaz
Aslında şair ya da sanatçı büyük bir ıstırap virtüözüdür. İnsanın acısına ya da cehennemine sırt çeviren sanatçı olamaz. Görüş açıları değişebilir. Bilmem kendi görüş açımı belirleyebildim mi? Ben ne söylesem boşuna, yanlış yorumlara da uğrayabilirim. Bir sanatçının kendini, duygularını, düşüncelerini anlatması zor. Ben ne isem, kitabımdayım. Kitabımdan çıkacak her anlamı, her eleştiriyi memnunlukla kabule hazırım. Bir şeyi reddederim. Toplumun ve insanın karşısında olamam. Böyle düşünenler olursa reddederim.
Bilhassa İkinci Yeni şiirini ve şairlerini çok beğeniyorum
Genç şairlerimiz konusundaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
- Çok iyi, çok değişik ve bizden çok daha başka. Bilhassa "İkinci Yeni" veya "Anlamsız Şiir" diye adlandırılan şiiri ve şairleri çok beğendiğimi söylemeliyim.
"Gölgeler" ve "O Böyle İstemezdi" adlı iki oyun kitabınız var. Bu dalda da uzun süren boşluğu "yaratıcı bir zaman" olarak niteleyebilir miyiz?
- Tiyatro yazmayı çok severdim. Ama yıllardır tiyatro için kalemi elime aldığım yok. Devlet Tiyatroları Edebi Kurul üyesiyim. Bu nedenle çok oyun okuyorum. Bunun verdiği yorgunluk ve bıkkınlık mıdır, yoksa kanıksama mı yaptı. Bilemiyorum.
Tevfik Fikret bir misyonun adamıydı, hiç eskimiyor
Yeni çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
- Tevfik Fikret'in şiirlerini bugünkü Türkçeye aktarma çalışması içindeyim. Pek yakında onları asıllarıyla bir arada yayınlayabileceğimi umuyorum. Bugünkü Türkçe ile Fikret'i koruma ağır bir çaba istiyor. Şimdiye kadar yapılan denemeler başarılı oldu denemez. Başarı sağlayabilirsem, bugünkü dil içinde de büyük ve gerçek bir şairin hiç eskimemiş olarak var olduğu görülecektir. Fikret bir misyonun da adamıydı. Hiç eskimiyor, hatta başarılı olduğu takdirde -ki bazılarında ulaştım- şiir ve estetik açısından bugünkü zevkin de -daha pür şiir anlamında- bir şairi olduğu görülecek.
Bundan başka muhtelif zamanlarda yazdığım birbiriyle bağlı nesir yazılarımı da bir arada toplamak çalışmaları içindeyim. 
(Zekai Muratçay / 16 Ağustos 1974 / Milliyet Sanat Dergisi / Sayı 93 / Sayfa 3 -4 / Arşiv çalışması, dizgi: Ferruh Yazıcı)
0 notes
sin-u-san · 6 years
Text
Çalıntı şiirler
Çalıntı sözler şiirler üzerine, koca koca şairler "intihal" bana göre hırsızlık yapmışlar direk bi örnek çok meşhur olan sesiz gemi
"Ey ölüm, koca kaptan, vaktidir demir almanın”
Baudelaire
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan”
Yahya Kemal
"Görüyorum uzun zaman güneşin burkulmuş altın arınmışlığını”
Rimbaud
“burkulmuş altın halini görüyorum güneşin”
Cemal Süreya
“Bir haziran ve bir başka eylül arasında”
Eliot
“Bir haziranla bir başka eylül arasında”
İlhan Berk
"Hangi sular pruvaları aşan”
Eliot
“Hangi sular böyle pruvaları aşan”
İlhan Berk
"Büyür uykusunda İstanbul”
Ülkü Tamer
“Büyük uykusunda İstanbul”
İlhan Berk
“Yay çeken dağlıları bulun bana”
Ülkü Tamer
“Dağlarda yay çeken dağlılar”
İlhan Berk
“Birdenbire yüzüm eskidi”
Ülkü Tamer
“Birdenbire yüzümüz eskidi”
İlhan Berk
“Senin aşkının dalgın ordusudur”
Ülkü Tamer
“Senin aşkının kapanık şafağıdır”
İlhan Berk
“Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana…”
Ahmed Arif
“Saçlarına
Kızıl güller takayım
Salın da gel,
Bir o yana
Bir bu yana”
Enver Gökçe
"Uslu dur ey hüznüm, daha sakin ol
Akşam diyordun, işte oluyor akşam”
Baudelaire
“Haydi Abbas vakit tamam
Akşam diyordun işte oldu akşam”
Cahit Sıtkı Tarancı
“Karanlık bastırmış
Sevişmeyip de ne halt edeceksin”
Éluard
“Akşam olmuş
Güneş batmış
İçmeyip de ne halt edeceksin?”
Orhan Veli
6 notes · View notes
yorgunherakles · 3 years
Quote
hiçbir şey yapmak istemediği için hiçbir şey yapmadan doyuma ulaşmış insanlar vardır, sonunda siz de onlardan biri olacaksınız.
arthur rimbaud - cehennemde bir mevsim
29 notes · View notes
gazetefisilti · 4 years
Text
Gezgin ve Fotoğraf
Tumblr media
Bugüne kadar 193 ülke gezdim. Gittiğim ülkelerde birkaç gün kaldığım da oldu, aylarca konakladığım da… Kimisine çok kereler gittim, kimisine yalnızca bir kez. Kimisinde de mesleki araştırma ve incelemelerde bulundum, yalnız gittiğim de oldu, dernek üyelerimizle de. Coğrafyaları, dilleri, dinleri, töreleri, renkleri birbirinden ayrı ülkelerde değişik uluslardan insanlar tanıdım. Onlarla, kimi farklılıklarımıza karşın kaynaştım. Şaşıp yadırgadığım yanları da oldu elbette. Bazıları ile arkadaşlığımız halen devam ediyor. Bu ülkelerin insanlarıyla birçok şeyi paylaştım, aynı trene, aynı otobüse bindim, lokantalarında, evlerinde aynı masalara oturdum, birlikte televizyon seyrettim, yaşayışlarına kısa süreli de olsa konuk oldum. Geleneklerini, alışkanlıklarını, dünyaya bakışlarını, ülkemiz hakkındaki görüş ve düşüncelerini anlayıp kavradıkça onları daha da sevdim. Hangi amaçla olursa olsun; gezmek, yeni yerler, yeni insanlar görüp tanımak insanın ufkunu genişletiyor, dünyaya bakışına yeni boyutlar katıyor, yaşamını renklendiriyor. Baudelaire; “Gerçek yolcu yalnızca gitmek için gidendir” diyor. Böylesi “gerçek yolcu” olmak için belki şair de olmak gerekir. Başka başka ülkeleri ve o güzelim insanları çok sevdim, etkilendim. Her gezinin dönüşü de gidişi gibi coşkulu oldu benim için. Yine de dönünce hemen yeni gezi planları yapmaya başladım. Doların aniden yükselmesi bile beni engellemedi. Hatta hatta birkaç yıl sonrası için taslak programlar oluşturdum kafamda. Gezi tutkusu, tutkuların bu en güzeli, tüm benliğimi sardı. İzlenimlerimi gezilerim üzerine kaleme aldığım kitaplarım ve gazete-dergi makalelerimde aktarmaya çalıştım. Ancak, görselliğin tartışılmaz etkisinden faydalanma arzum, beni fotoğraflarla sabitleştirmeye itti. Profesyonel bir fotoğrafçı değilim. Değerli fotoğrafçı dostlarım İbrahim Zaman, Gültekin Çizgen, İzzet Keribar gibi ağırlığı yirmi kiloyu geçen fotoğraf çantası sırtlayıp uygun ışığı yakalamak için yağmur ve bulutla günlerce köşe kapmaca oynayamıyorum(bilmiyorum elektronik ortamda bu ağır makine setlerini bugün de taşıyorlar mı.). Panoramik bir görüntüye ulaşmak için daracık merdivenli kulelere, zirvelere kurulmuş şatolara, minarelere ve kalelere maalesef tırmanmıyorum. Çünkü böyle bir iddiam olmadı. Ben sadece elime fırsat geçtikçe bazı ilginç kareler yakalamaya çalışıyorum. Doğrusu şahane bir manzara, güzel bir ev, hoş bir kadın benim fotoğrafçılık anlayışımda pek prim yapmıyor. Çocukluğumda, İstanbul’u ziyaret eden yabancı gazeteciler burada çektikleri fotoğrafları kendi ülkelerinde yayınladıklarında hayretle ve üzüntüyle karşılardık. Bu fotoğraflardaki görüntüler genellikle; bir dilenci, sırtında aşırı yük bulunan perişan bir hamal, ayakkabı boyacılığı yapan, suratları boyalı küçük çocuklar, çıplak ayaklarıyla pis sular içinde oynayan küçük bir kız ya da buna benzer manzaralar olurdu. Bugün o fotoğrafçılara hak vermekteyim. Zira ben de artık benzer bir yaklaşım taşıyorum. İnsanların yüzünde, dünyanın neresine giderseniz gidin değişmeyen, sevinç, korku, heyecan, şaşkınlık ve hüzün ifadelerini yakalamak istiyorum. Dünyanın çok çeşitli ve farklı köşelerinde fotoğraf çekmek gibi bir ihtirasınız varsa bazı tepkileri de göğüslemeniz gerekiyor. Örneği Mayalar ve bazı Müslümanlar fotoğraflarının çekilmesine karşı çıkarlar. Ama çok ısrar ederseniz sizden para almak şartı ile kabul edebilirler. Bazen -örneğin Kongo’da- fotoğrafını çekerek ruhunu çaldığınızı düşünen bir yerli arkanızdan kocaman bir kaya fırlatır, hatta fotoğraf makinenizi elinizden alıp, ruhunu kurtarmayı bile deneyebilir. Guatemala’da gizlice fotoğrafını çektiğimi fark eden Pagan bir Maya kadını hemen koşup objektifimin önüne geçerek arkadaşlarının fotoğraflarını çekmemi önlemişti. “Benim ruhum gitti, hiç olmazsa arkadaşlarımınki kurtulsun” diye düşünüyordu belki de! Bence, az gelişmiş ve ilginç geleneklerini koruyan ülkelerde fotoğraf çekmek için yanınıza alacağınız donanım pratik ve kolay taşınır olmalı. Zaten artık bir cep telefonu yetiyor. Geziye çıkmadan önce gideceğiniz ülkelerin iklim şartlarını ve güneşten ne kadar yararlandığını iyice araştırmanız gerekir. Örneğin bir gezimiz sırasında Grönland’de havanın sürekli kapalı olması fotoğraf çekmemi engelledi. Ayrıca tüm gezilerinizi kapsayan bir fotoğraf arşivi oluşturmak niyetiniz varsa, fotoğraflamak isteyebileceğiniz eserleri önceden tanımak için bir ön okuma ve hazırlık yapmak sizi kötü sürprizlerle karşılaşmaktan kesinlikle kurtaracaktır. Size bir de pratik bilgi. Gittiğiniz kentte bir kitapevinde kartpostal ve turistlere yönelik kitaplara göz atarsanız görülesi ve fotoğraf çekilesi yerler hakkında bilgi edinebilirsiniz. Yöresel pazar yerleri ile sokak tezgâhları daima fotoğrafçılara zengin bir malzeme sunar. Grup fotoğraflarınıza bir hareket, bir dinamizm kazandırın ki klişe oluşmasın. Fotoğraf çekmek için yürürken sık sık dönüp arkanıza bakın, ilginç bir an, bir sürpriz  yakalayabilirsiniz. Flaş kullanırken cam, tablo, vitrin, ayna gibi alanları tam karşıdan çekmeyin. Aksi takdirde yansıma görüntüyü bozar. İyi geziler, bol renkli kareler… Read the full article
0 notes
ahmetaslaner9 · 7 years
Photo
Tumblr media
zeki demirkubuzun masumiyetten sonraki altin portakalli son filmi.yönetmenin ödül törenleri sirasinda kiyafeti kili yünü tartişma konusu yapilmişti.filmin ismi ilk basta fransiz sair(bkz: baudelaire)in bir şiiri olan kötülük çiçekleri olucakmiş sonradan ucuncu sayfa olarak değiştirilmiş.ucuncu sayfa ismi gazetelerin ucuncu sayfalarinda gördüğümüz cinnetler caresizlikler cinayetler üzerine olan senaryo....#film#filim#sinema (Alsancak, Izmir)
1 note · View note