Anneannem birkaç sene önce çok kızdı bana “Hıdırellez’de çalışılmaz,” diye. Bugün bunu hatırladım. Sokaklarda avare yürüyordum. Önce etrafa, sonra ellerime baktım.
Ben şehirliyim. Hatta büyükşehirliyim. İstanbul. Ama avantajım vardı. On beş sene önce avantajımı anladım -o da benim içsel avantajım: Anneannem. Balkan Savaşı sırasında göçebilen bir ailenin Mîsâk-ı Millî sınırları içerisinde doğmuş bir çocuğu. Kırklarelili. Annem de bu kadının, anneannemin, İstanbul’da doğan çocuğu. Anneannemin doğurduklarından ve İstanbul’da yetiştirdiklerinden ikincisi. Ben de annemin kızı.
Bazı bitkilerin renk bıraktıklarını çok küçük yaşta öğrendim. Sadece yumurtalara renk bırakabiliyor ve o da sadece baharda sandım. Gizli kapaklı bir bayramdı bu. Konuşulmazdı. Yeni ayakkabılar alınmaz, yeni kıyafetlerle etrafta koşulmazdı. Ben de gizlemeyi öğrendim. Anne tarafından en iyi öğrendiğim şeyden ikincisi oldu bu, gizlemek. Sanki sadece bu şekilde hayatta kalınabiliyormuş gibi.
Her yıl değil, arada. Pancar, soğan, lahana… Sarı veya pembe renk bırakan sebzelerle yumurtalar haşlanırdı. Yumurtalar gizli gizli renklenirdi. Ama benim, anneannemin kızdığı yıl hariç, çocukluğumdan beri sürdürdüğüm başka bir şey var…
[…]
Anneannemin evinin bahçesinde birbirinden farklı çiçekler ve ağaçlar vardı. Hâlâ varlar. Hatta bir ağaç var ki Istranca ormanlarından bir yemişin çekirdeğinden var olmuş o bahçede. Kuşlar aç kalmasın diye. Ben çocukken, anneannemin bahçesindeki çiçekleri toplardık. Sabahla öğle arası güneşinde.
Son bir buçuk senede İstanbul’u bir flâneuse gibi gezdim. Yeni yapılan binaların ne kadar bahçesiz ve balkonsuz olduğunu görmekle birlikte hâlâ ne kadar çiçek olduğunu da gördüm. İnsanların baktılarını nasıl göremediklerini de.
Baktığım ellerimde yaşımı gösteren kırışıkların arasından, her yıl bu sabah, tombalak çocuk ellerimi görüyorum. Çiçekleri topluyorum. Dışa çıkık parmak eklemlerimin zamanında nasıl içe dönük boğumlar olduklarını hatırlıyorum. Aynı eller yıllarca çiçek topladılar. Toplanan çiçekler, su dolu kazanlara, leğenlere, kovalara bırakıldılar. Suyun içinde panikle hareket eden örümcekleri ve böcekleri aldılar. Su dolu kabın üstünü bir tülbentle örttüler.
Gün boyu demlendi suyla buluşan çiçekler. Gece olunca, dileklerin yazılıp çizildiği, kağıtların gömüldüğü gül ağacının dibinde beklediler.
Hızır gelince aç ve susuz kalmasın diye konulan bir avuç buğdayın ve suyun açık bıraktığı pencereden giren sabah serinliğinde uyandım.
Kalktım.
Günün ilk ışıklarıyla uçmaya başlayan ebabilleri ve ağaçlarda R2D4 sesleriyle flörtleşen sığırcıkları dinledim.
Çiçeklerin kokularını sindirdikleri suyla yıkandım. Güneş yükseldi.
Ekim’in ilk günlerinin ülkesi
meyvesizdi
paramparça etmemişti henüz kendini
otların üzerinde,
sonra kuşlar geldi
yokluğun ve taşların inlemesi
olan ötüşleriyle.
Bunlar benim sana akşam sözlerim:
üşüyorsun
güzün sonundaki üzümler gibi
ama ruhundaki şarap
kaynıyor hep
ve ben
içimi ısıtan tek sıcaklığı
uzun zaman önce söylediğin
sözlerde buluyorum.
Ekim’in sonunun gemisi
nihayet gelebilir.
Böylece birbirine karıştıracağız
şu ikiz ışıklarımızı
denizlerde avare gezen
ey en parlak gemi.
Yaklaşan gecenin duruluğu önümüzde
bu sözlerin duruluğu.
Dünyanın her yerinde yoksullar, deliler, sanatçılar, işçiler ve kuşlar için hayat, bir saçak altında beklemek gibidir. Moralinizi bozmayın ve üzülmeyin. Bedenlerimizi karantinaya aldığımız şu günlerde, İtalyanlar balkona çıkıp komşularına ' çav bella ' şarkısı söylemekte. Komşuları karşılık vermekte tınılara. Bizde öyle yapacağız. Korona ve diğer çirkin ve sevimsiz bütün virüslere inat şarkılar söyleyip, iyi kitaplar okuyacağız...AVARE Ailesi #öykü #roman #müzik #yazar #şair #yeraltıedebiyatı #edebiyat #ressam #resim #müzik #mizah #senaryo #fan #sanatçı #sanat #felsefe #fanzin #musıc #bilim #book #bukowski #dergi #zen #kafka #kadın #avaredergi #amour #psikoloji #love #şiir #medya https://www.instagram.com/p/B94mfhvAvia/?igshid=10xngomdbo1ru
Gün doğarken kuşlar gibi cıvıltıyla kıpırdanır umudum. Usulca uyandırır yüreğimi "hadi kalk" der meltemsi esişi. Henüz gözlerim aralanmamışken tepemde avare dolanan ruhum süzülür aşağı. Gezmiş görmüşlerin yorgunluğuyla içimin üstünü sarıp sarmalar. "Biliyorum zordu gece, kelimelerle kestin parmaklarını, gözlerinden dökülenleri toplayıp elma fidesini suladın. Ama aç gözlerini aç ki yeniliklere uyan" der. Bilirim bu hissi. Açtığım an ıslanacak yine yastığım gözkapaklarıma dolan hüzünlerle. Ve yine bilirim ki hüzün yakışır benim saçlarıma. O yüzden kestirmeye kıyamam. Emek vardır her bi ahhhh-ta. Kimi serzenişle kimi dinginlikle. Gözlerimi araladığım an hüznün aktığı yerden güneş sızar boğazıma. İncecik elleriyle tek tek alır takılı kalan ukdelerimi "ha gayret belki bu defa" dercesine. İnanırım geceye inanırım umuda inanırım ruhuma inanırım güneşe inanırım kendime. Yorganın sıcaklığından kurtulup yeni güne dönerim yüzümü geceden kalanları yanıma alıp. Yaşanacak ne varsa selamlamaya hazırlanırım yaşanmışlıkların tadıyla. 08.05.2017 06:18 #umut #günaydın #gündoğumu
Ne yürüdük sokaklarda yan yana
Ne dolaştık avare
Aynı yerde uyumadık uyanmadık
Hiç bir gün hiç bir kere
Olmadı olamadı
Hayat güzelmiş
Çiçek açarmış
Dünya dönermiş
Kuşlar uçarmış
Falan Filan.
Biz insanlar...Olamadık. Biz bu ülkenin insanları sanki hiç aynı yollarda yürümemişiz, hiç aynı göğün altında uyanmamısız gibi.Yabancısıyız birbirimizin. Hiç aynı havayı solumamış, hiç aynı günbatımını izlememişiz gibi.Çok çok uzak bir masal gibi bahar bu topraklara. Hayat güzelmiş, falan filan. Yine de en sevdiğim film "Hayat Güzeldir", yine de en sevdiğim özelliğim sevmek. Yarimi, mayısları, şiirleri, akşamsefası kokularını, şarkıları, eriğin ekşi tadını,nehirleri, anadilimi, ürkek ve telaşlı serçeleri, annemi sevmek..
Ben gece efendi çalarım bir ıslık gökyüzüne gezinir kimisi zümrütten yapılmış kimisi altından yapılmış kuşlarım. Güneş onlara değdikçe küçük küçük yansımalar bırakır yeryüzüne... Ve sen ki küçük avare tanrı tanımaz bahtsız bedevi ruh.Benim şu yüce kuşlarımın ardından geçen soluksuz ve şarap kokan geceleri gündüz ile mi karıştırırsın? Sanar mısın sahiden beni? Ben senin için alelade bir rüya mıyım? İşte öyleyse tanı tüm geceleri ve önce öğren yalnızlığını. Ve öğren önce sen mi bir rüyasın? Öyleyse yaşa rüyanı yoksa neden varsın? Yoksa tanımak mı istersin tüm geceleri ve beni. O zaman tanı tüm dostları iç şaraplarını ve iç gecelerine sonra sessiz şahit et beni.Ve sanki sen böyle yaparsan tanırsın beni. Bu öyle bir sanrı olsunki kaybet kendini. Ve sor kendine nasıl çözerim bu çaresizliği? İnsanoğlu ve onulmaz parçaları kabul et onları ve yarat kendine gerçekten bir rüya. İnce ince ör onları. Ve yalnızca ardına bıraktığında değil hep gör onları.
Gece efendinin içine çektiği sinirli nefesi benim dünyamda kışı yaratmıştı. Gölgem artık hiç uyumadığı kadar uyuyor hatta neredeyse sadece ateşin başında gösteriyordu kendini. Ben kendimi bildim bileli sıcak bir havadan başka bir şey görmemiştimki soğuk beni en diplere ve en karanlıklara çekti. İçim yanarken üşüdüm... Kendime sarılmam bile titreyen bedenimi ısıtmadı ve aç kaldım.Öyle çok aç kaldımki kaburgalarımın arasında parmaklarımı gezdirdim. Esasen aç kaldığımı hiç bir zaman anlamadım. Sanki zaten çok uzun süredir böyleydi. Bir gün mağaramda kendimi baygın ve bitkin halde yerde yatarken buldum. Ve seslendim kendime. Çaresiz aptal uyan! Uyan ve bak kaçırdıklarına. Hepsi hepsi bir dünya. Görülecek koca bir dünya. İnsan bundan başka ne isteyebilirdi? Uyan. Önce kaldır kendini, oynat benliğini. Kalk hadi.Tüm gücünle topla yerden tüm otları ve ye onları. İç.İç.İç. Düşündüğümden daha bitkindi ruhum artık kandırılamıyordu. Kendimi kaldırmak ve kandırmak için daha önce denediğim bütün yolları denedim.Ve gece efendi hiç gelmiyordu. Yaşamak dışında kendimden başka nedenim yoktu ve şimdi kendimde pek kalmak istemiyordu. Bazen düşünüyordum gece efendinin sözlerini ve buluyordum bir ipucu şu bilinmez doğuşlu hayatıma. Ve sonra başka bir cümle yıkıyordu tüm anıtlarımı. Ve o zaman tünüyordu göçmen kuşlar yüreğime... Günü gelince kendi kendime ektiğim tüm umutlarımı yanlarına alıp uçuyordu kuşlar. Ve ben tekrar tekrar yıkıyordum anıtlarımı işte.
Bir sabah uyandım başka bir sabaha... Aynı mağara ve aynı su damlacıkları. Kimi zaman değişiyor mudur su damlacıkları? Ve peki ya ben buradayken dönüyor mudur tüm dünya? Uçuyor mudur tüm kuşlar ve dostları? Hiç bilmezler mi beni? Duymamışlar mıdır bu çaresiz sesimi? Peki hiç görmediler mi şu zamanı unutmuş bedenimde sabit bir parçam olmuş yüzümü? Peki ya ben güneş yüzü görmeyeli kaç zaman oldu? Belki ağ��rlaştı saçlarım. Gözlerim sanki çok uzun süredir boş yere bana aitmiş gibi... bazen tüm vücudum. Dudaklarımı aralayarak çıkardığım inlemeler mağaramın içinde dönüp dolaşıp geliyor kulağıma. Kulaklarım duymaz mı benden başkasını? Neden sadece bana ait olmak zorunda fısıldasa ya kuşlar belki bir karga belki bir kuzgun getirse ya bir haber dostlarından... Günü yarınca ikiye yürüdüm gökyüzünde ve yürürdüm tüm bu karanlığın içinde... ağırlaşırdı saçlarım ve ellerim, bedenim. Sonra düşerdi boşluğa şu yapmacık mağarama.
Uyanırdım her sabah ve derdim başka bir sabaha uyandım. Sonra düşünce mağarama geceler boyunca ağlardım. Nefesim kesilince uyurdum sessizliğin içinde ve aslında hep isterdim orada kalmak. Döner dururdum çevremde... uyandırırdı soğuk bir zemin. Bir bakmışım tekrar mağaramdayım. Ve uyanırdım bir sabaha derdim başka bir sabahtayım. Ve bir gün uyandım bir sabaha...
önemli olan tek şey yalnızlığın: ne yaparsan yap, nereye gidersen git, gördüğün hiçbir şeyin önemi yok, yaptığın her şey boşuna, aradığın her şey sahte.