Tumgik
#ama Türkiye de yaşıyorum ya hani
keemlenyekun · 11 months
Text
2023'ün İkinci Yarısı
Veren Hüdadır.
Sayın defter,
Ben yirmi yıldır defter tutuyorum. Acısıyla tatlısıyla yüzlerce günümü yazdım, yazdıklarımı sildim ya da yaktım. Ama daima yazdım. Yine yazılacak günler yaşıyorum.
Astrolojik olarak 2023'ün yay burcu için uzun süren nekahet döneminin şansla birleşeceği yorumları yapılıyordu. Seçim sonuçlarını bilemediler ama beni bildiler. Yerseeeeenn. Sohbet olsun işte defterciğim.
Başlayamadım yahu.
Evvela.
Ruhsatlandım. İlk cübbem değil ama son cübbem olsun allahım. Ayrıca idari yargının (nefret ettiğim gri) iğrenç cübbesinden milyon kat iyi avukatlık cübbesi. Ama bana biraz ufak geldi. En büyük beden kalmamış. Arkadaşım ben 3XL giyen adamım XL ile idare etmeye çalışıyoruz. Ama olsun, çünkü temmuz sonuna XL oluyorum. Diyetteyim malum. Madde madde gidiyoruz. İlki buydu: ruhsatlandık. Samsun barosu mensubu olarak ilan edildik. Buna bile seviniyoruz işte. Geldiğimiz nokta bu. Hanım gururlanıyor, ablam hikayesinde adalet temalı yazılarla falan paylaşıyor. Ne duruma geldik iyi mi? Benim açımdan durum biraz farklı. Hukuku sevmek ve sevdiğim işi yapmanın yolu olması sebebiyle mutluluk verici. Yoksa kura törenimde İstanbul idare geldiğinde, ya da mülakat sonuçları açıklandığında, ya da türkiye derecemin valilik töreninde daha fazla mutlu olmuştum.
Ve hayat şunu öğretti, hayatın verdikleriyle mutlu olma, bırak mutlu olurken hayat sana bir şeyler hediye etsin. Hayat dediğim de cezaevi bu arada. ahahahah. Yaz dizilerinde aşkolog olup her şeyi bilen meczup bir balıkçı ya da şarapçı vardır ya hani onun gibi takılıyorum. Şaka bir yana ama cezaevinde edindiğim en büyük yeti diyebilirim. Hayatın vermesini bekleme, sen mutlu ol güzel kardeşim, sen mutlu olurken hayat bir şeyler versin iyi ya da kötü. Sen bekleme tahliyeni ama olursa da çok mutlu ol. Kural bu: bekleme, mutlu ol!
Saniyen.
Samsunspor şampiyonluğunun akabinde Galatasaray şampiyonluğunu yaşamak. Ulan var ya. Futbol olmasa napardım. Şaka değil bu. Hayatımın her bölümünde azıyla çoğuyla yer kapladı futbol. Okuduğum ilkokul samsun 19 mayıs stadyumunun tam karşısındaydı. En büyük faktör ise futbol aşığı bir babanın oğlu olmaktı. Babamın her sene kombinesi olurdu. Çocukluğum stadyumda geçti. Yatılı liseye gidene kadar her maçı stadyumda izledim. Sonra azaldı futbol ama televizyondan izledim. Gerçek bir taraftar olarak. Samsunspor için 2011 yılında deplasman yapacak kadar çok samsun fanatiği, küme düştüğünde 2012 yılında bir hafta odasından çıkmayacak kadar sevdalı.
Sadece samsunspor da değil, galatasarayın 1995ten itibaren bir kaç sezonu hariç her maçını izledim ya da dinledim. Aralarda bazı sezonları kaçmıştır. Ders çalışırken ya da koştururken ama illa ki haberim de olmuştur.
Cezaevinden çıktığımda samsunspor alt ligden de küme düşmüştü. O küfrü hak eden ama bu mecrada etmeyeceğim insan azmanı Alpay Özalanın siyasi torpiliyle geldiği teknik direktörlüğü sayesinde düşmüştük. Tutunacak bir tek galatasaray vardı. Hem de ne güzeldi. Hayatımın en b.ktan iki yılında da şampiyon olup yüzümü güldürmüştü. Deliler gibi sevindiğim, ailecek seyrettiğimiz bağırmalı çağırmalı maçlar. Hayata tutunmamı sağladı desem abartmış olmam. Sonra Kemalpaşada kahvehanede yaşadığımız şampiyonluk. Tarif edilemez.
Ve bu sene. Galatasarayım yine gönlümüzdeki sarayından çıktı bir selam çaktı ruhumuza. Üstelik bu sene yaşanan onca kötü şeye rağmen, iyi top oynayarak şampiyon olmak ekstra sevindirdi.
Futbol her şey demek değil ama çok çok çok fazla şey demek.
Salisen.
Diyetteyim. Yaşlanmam sebebiyle eskisi gibi hızlı veremiyorum. Ama azimliyim. Tü tü maşallah bana. Bir ayda beş kiloyu ancak bulabildim sanırım. Normalde 10 kilo verirdim eskiden olsaydı. Ama keşkek gibi kaçamaklar çok olunca pek de başarılı olamadık. Ama durmak yok yola devam.
Nihayet.
Cuma vakti oturdum yazı yazıyorum. Bak ne kadar ayıp. Allah affetsin. Ama toplu namaz kılınan ve siyaset yapılan, hatta miting yapılıp, mitinge adam götürülen yer ancak bir siyasi partinin mahalle teşkilatıdır nazarımda. Camide miting yapıldı ve bundan gurur duyuldu arkadaş ya. Valla partinin önemi yok ben dinin kolayca kandırılma aracı olarak kulllanıldığı bu topraklarda siyasetin camiye girmesinden rahatsızım.
Aslında rahatsızlığımın kaynağı hukuki. Şöyle ki 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'un 25.maddesi açıkça düzenlemiş: " Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluşunun her derecesinde görev alan personel, Memurin Kanununun hizmetliler için yasak ettiği siyasi faaliyetten başka, dini görevi içinde veya bu görevin dışında, her ne suretle olursa olsun, siyasi partilerden herhangi birini veya onların tutum ve davranışını övemez ve yeremez. Bu gibi hareketleri tahkikatla sabit olanların, ilgili ve yetkili mercilerce işine son verilir." Bu kanun maddesi için AYM anayasaya aykırılık incelemesi yapmış ama anayasaya uygun olduğuna karar vermişti, yanlış hatırlamıyorsam yıl 2017 idi. Camide miting yapıldı güzel ülkem. İmam çıkıp bir şey diyemez tabi ki. Hatta bazıları çıkıp miting değil dua diyebilir. Ülkenin şirazesi kaymış olduğundan bazıları tabi ki bunu miting olarak görmeyebilir. Güler geçerim.
(Bu arada şunu açıklamam gerekiyor: bu maddenin anayasaya aykırı olduğu yönünde zamanında heyetimi ikna edememiştim. Zira özellikle görevi dışında bir din görevlisini ifade hürriyetini kısıtlayacak şekilde siyaset övgüsü ya da yergisi yapmasını engellemek bence anayasaya aykırılık oluşturuyor. Görevi içinde ve görev yerinde kesinlikle siyaset olmamalı doğru ancak görevi dışında adamın bir özel hayatı da var sonuçta. Tabi imamların ya da diğer diyanet çalışanlarının görev tanımının daha net yapılması da gerekmekte. Bu sebeplerle bu hükmün anayasaya aykırı olduğunu 2015 yılında iddia etmiştim de adli tatilde kimse uğraşmak istemediğinden götürmemişlerdi AYM'ne. Bakın Eskişehir idare mahkemesi götürmüş, AYM de aykırılık bulmamış. )
Velhasılı niye cuma namazını kılmıyorum diye sorarlarsa bunları anlatacağım sorgu meleklerine. Ahahahahah. Atın cehenneme! Laaağğğnn. Durrruuuuunn. Ama kanun. ama adalet. ahahahah.
öhööömmm. Biraz ciddiyet.
İşte böyle. İmam hutbeye çıktı. Cami yan tarafta zira. Hutbenin en güzel yeri: "Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder. Tutasınız diye size öğüt verir." Herşey bu ayette. Nahl 90. Ama vurucu olanı ise devamındaki ayetler. Nahl 91-94. Benim için en azından. O da başka bir yazının konusu.
Çok yazdım yahu yine.
Vesselam.
3 notes · View notes
kolej-postasi · 3 years
Text
ARZU YILDIZ - THE CIRCLE MÜLAKATI
Tumblr media
ARZU YILDIZ: YOZLAŞMIŞ BİR SİYASET VE ÇÜRÜMÜŞ BİR SİSTEM HALKA MAL EDİLMEMELİ
“Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden Bir çok seneler geçti dönen yok seferinden.”
Yahya Kemal, İhsan O. Anar sürgünü ve sürgünlüğü tanımlarken, “Ait olduğunuz bir yerin gerçekten var olduğuna ve bizzat kendinizin de orada olmadığına inanıyorsanız, hepsinden öte, oraya erişmenize engel olan biri ya da bir şey varsa, kelimenin basit anlamıyla sürgündesiniz demektir.” diyor. Türk Dil Kurumu sözlüğünün sürgün maddesinde de “Ceza olarak, oturduğu çevreden çıkarılıp başka bir yere gönderilen kimse” yazıyor.
Dilimizde sürgünlük için daha önceleri kalebent, ikamete mecbur, nefy, menfi, menfa, teb‘id, mevkuf gibi kelimeler de kullanılmıştır. Mesela müzmin sürgünlerden mutasavvıf şair Niyazi-i Mısri  Rodos’ta, vatan şairi Namık Kemal de Magosa’da kalebent hayatı sürmüşlerdir. Tarihimizde Kütahya, Bursa, Adana, Çorum, Trablusgarp, Bağdat, Akka, Rodos, Malta, Sinop gibi şehirler sürgün beldeleri olarak anılagelmişlerdir.
Şimdilerde ise, Avustralya, Belçika, Amerika, Laos, Almanya…. dünyanın her yerine çil yavrusu gibi dağılmış aydınımız. Ve Kanada. Son dönemde Kanada’ya gelen onlarca aydından biri de gazeteci Arzu Yıldız.
Gazeteci Yıldız, Türkiye’de mesleğini icra etmesinin bedelini en ağır ödeyenlerden. Canı kadar sevdiklerinden, ailesinden, ülkesinden, doğup büyüdüğü topraklardan… ayrı yaşayarak ödüyor araştırıcılığının, soruşturuculuğunun bedelini….Kanada devletinin verdiği yardıma eyvallah etmeden, benim diyenin yapamayacağı işlerde çalışıyor, alın teriyle kazanıyor ekmek parasını.
Okumak Arzu Yıldız’ın en büyük sığınığı. Sürgün için, okumak, en güvenli limanlardan, en mütmanin teselli ve ilham kaynaklarından biridir. O da yaşama sevincini, ilhamını sığındığı kitaplardan devşiriyor. Yeni bir dil öğrenmek, kitaplarla hemhal olmak, en etkili terapi biçimlerinden biri oluyor onun için. Okuyarak dağıtmaya çalışıyor efkarını, alışmaya çalışıyor gurbet ellere.
Evet, The Circle olarak “Diyasporadaki Türkiyeli Aydınımız” serimizin ilk konuğu, daha düne kadar haberleriyle Türkiye’de gündem yaratan gazeteci Arzu Yıldız.
Nerelerdesiniz? Sanki biraz kayboldunuz.
Toronto’da yaşıyorum. Daha doğrusu yaşamaya çalışıyorum diyelim. Geçen dönem bir okula yazılmıştım. Fakat okulumuzdaki akademik grev ve genel ekonomik durumlar motivasyonumu epeyce kırdı. Devam etmek istemiyorum artık. Bu aralar iş aramak ve çalışmak ile zaman geçiriyorum. Elimde olsa eve gelmek istemiyorum. Çalışmak dışında bir şey yapmak da istemiyorum.
Toronto’yu nasıl buldunuz?
Bu şehirde ilgimi çeken birçok şey var aslında. İnsanlar kurallara uyarak yaşıyor. Saygı çerçevesinde. Burada gördüğüm insanların çoğu Ortadoğu’dan gelmiş. Kendi ülkelerinde demokratik, ekonomik ve siyasi sorunlar var. Gözlemlediğim kadarıyla, insanların tamamı trafikte, günlük yaşamda,  iş hayatında devletin kurduğu sisteme, nizama bağlı ve birbirlerine saygılı yaşıyorlar. Burada işleyen bir devlet sistemi içerisinde insanların sorunsuz ve saygılı bir hayat yaşadıklarını gözlemliyorum. Bu da şu gerçeği ortaya çıkarıyor: Sorun insanlarda değil, siyasetçilerde, sistemin işletilmemesinde, işler bir düzenin ihdas edilememesinde. Düzensiz ve yozlaşmış bir siyaset ve çürümüş bir sistem halka mal edilmemeli. Sorumlu, her defasında sistemi çıkarları için taciz eden politikacılarda. Sistem olduğunda ve işlediğinde herkes uyum sağlayabiliyor. Bunu burada net görebiliyorsunuz. 
Toronto ya da Kanada’da hayat çok pahalı bu yüzden geçim odaklı bir hayat yaşıyorsunuz. Aldığınız para ile ev kirası, ve faturalarınızı öderseniz bu sizi mutlu etmeye yetiyor. Ucu ucuna bir hayat bu.  Tüm bu zorluklara rağmen bu ülkede kendinizi güvende hissediyorsunuz. Garip bir huzur veriyor yaşadığınız ortam. Her ne kadar eksik olsanız da. Toronto’da insanlar kadar tüm canlılara verilen değeri görüyorsunuz. Bir AVM bahçesinde “Yabani ördeklerle karşılaşıp, yürüyüş yaptığınız parkta kurt çıkarsa panik yapıp, koşmayın” uyarısı karşınıza çıkıyor. Bunun dışında yeşil alanlar korunmuş ve her yerde nefes alabiliyorsunuz. Tabiattaki tüm canlıların istenildiğinde uyum içerisinde bir arada yaşayabildiği nadir yerlerden burası.
Hayatınız nasıl geçiyor Diyaspora’da?
Yaşamak sorusuna gelince, herkes yaşadığını sanıyor ama aslında yaşayan çok az. İnsanlar kaygılarla hareket ediyor. Başkalarına göstermek için giyiniyor, duygularını her şeyi onlara göre kontrol etmeye çalışıyorlar. Yaşam bir başkasına ispat için verilen anlamsız bir şeye dönüşüyor. Bunun yanı sıra tercih ettiğiniz ya da istediğiniz hayatı yaşıyor musunuz, bu tartışılır. Buradaki yaşamı tercih ettiğim söylenemez bir nevi zorunluluklar beni buralara sürükledi. Fakat geri dönmeyi düşünmüyorum. Şu an yaşamak istediğim hayata erişmek için yaşıyorum. Yaptığım tek şey çalışıp para kazanmak. Bu da ayakta kalabilmek için
Kanada’yı nasıl buldunuz genel olarak?
Kanada dünyanın başka bir ucunda. Avrupa küçük Türkiye diyebiliriz. Burası bana göre en iyi tercih. Çünkü etrafınızdaki her şey farklı. Kendinizi dinleyebiliyorsunuz. Avrupa Türkiye’ye yakın ve aslında kültür siyaset olarak benziyor. İnsan sorunlardan mesafe koyarak kaçamaz. Ama en azından her gün benzeri bir hayat sürmenizi engelleyen bir yer burası. Çok sosyal bir devlet. Şade hayatlar ve düzen var. Balkonunuzdan baktığınızda bir orman görüyorsunuz, doğası her şeyi hala çok bakir. Kirlenmemiş bir insan gibi. Herkes kendi işine gücüne bakıyor. Sen de öyle yapıyorsun. Soğuktan şikayet ediyorlar fakat ben geçen sene gelmiştim bu sene soğuğuna da alıştım. Ve hatta yaz gelmese de olur diyorum. Zaten sessiz olan ülkeyi soğuk daha da sakinleştiriyor. Gürültülerin arasından gelmiş bir insan için kafa dinlemelik bir yer. Kış ayı da hani yüksek sesle müzik dinlerken ses rahatsız eder ve kıs dersiniz. Sonra o sessizlikte bir oh çekersiniz öyle bir his veriyor.
Gazetecilik?
Mesleğine devam etmek için ekonomik rahatlık ve yaşadığınız ülkenin diline hakim olmanız lazım. Ben gazeteciyim ve bu mesleği evrensel anlamda yapmak için öncelikle evrensel dili iyi konuşup yazmam gerekiyor. Fakat bu aşamada bunu yapacak seviyede değilim. Kendi ülkemdeki gündemi takip ediyorum ama dünyanın her yerinde sorun var. Meslek gereği aslınsa bir yere odaklanmanın yanlış olduğunu burada daha iyi anladım. Yaşadıklarım da bunu öğretti. Komple bir dünya vatandaşı olmak gerek. Öncelikli hedefim dil sorununu aşmak. Sonrasında tabi ki kendi işimi yapmak istiyorum. Ama şu an buna hazır değilim. Ve kendi işini yapman için imkan ve koşullar uygun değil. Maddi sorun her şeyin önüne geçiyor. Onu aştığında belki bir şeyler yapmaya başlarsın. Gecelerimi kitap okuyarak geçiriyorum. En azından bu beni rahatlatıyor. Yazmak için zamana ihtiyacım var. İnşaat, sandalye ustalığı, pizzacılık ve garsonluk gibi bir sürü farklı iş denedim. Hiç erinmedim, gocunmadım. Birçok insanla tanıştım. Ama bunlar da işimin bir parçası haline geldi. Burada gördüklerimi hayatta kalırsam ileride yazmak isterim. Her şey bir tecrübe ve her tanıdığın insan ayrı bir alem, başka bir hikaye. Bu işleri yaparak ve bu insanları tanıyarak aslında kendi işimi de yapıyorum diyebilirim. İleride yazdığımda bugünleri ve farklı hayatları birileri görür ve belki beni daha iyi anlar. Buraya ilk geldiğimde geçen sene çok iyi bir İngilizcem yoktu. Evime yakın bir yerde Event Rental group diye bir büyük iş yeri vardı. İşe ihtiyacım olduğunu söyledim. Hemen işe aldılar. 5-6 ay çalıştım. İşyerinde, tamamı yeni gelen insanlar çalışıyordu. İş veren işe bizden erken geliyor, o da bizimle birlikte çalışıyor, yemek yiyor, ve bizden sonra çıkıyordu. Ne zaman istersem oraya gidebileceğimi söylediler. Hayatımda bu kadar disiplinli, alçak gönüllü insanlar görmedim. Çalışanın maaşını düzenli ödüyorlardı. İşten ayrıldıktan sonra da sigortamı ödemeye devam ettiler. Beni sık sık aradılar. Yılbaşında biraz para yatırıp yeni yılımı kutladılar. En zor günümde yetiştiler. Her çalışana da aynı şekilde ilgi gösteriyorlardı. Kurtarıcı gibi oldular en sıkıntılı anlarda.
Türkiye özlemi?
Türkiye’yi özlüyorum. Orası benim yaşadığım büyüdüğüm yer. Önceleri özlemediğimi düşünüyordum. Geriye dönüp baktığımda aklımda sadece ayrıldığım gün vardı. O gün sadece acı veriyordu. Bu yüzden Türkiye’de geçen onca senemi değil ayrıldığım günü düşündüğümü fark ettim. Eğer bir gün öncesini düşünsem ülkemde yaşadığım güzel günleri anımsayacaktım ve burada olmak acı verecekti. Bunu psikolojik bir savunma olarak beynimin yaptığını anladım. Özlemimi gidermek ve üzülmemem için hep bana o çıkış anını hatırlatıyordu. Ağlayarak gitmek zorunda kaldığım günleri. Oysa onlarca senem geçmişti. Birçok anı ve sevdiklerim vardı. Bununla yüzleştiğiniz de özlediğinizi anlıyorsunuz. Fakat kalbim çok kırık. Geri dönmek istemiyorum. Hatta insanların yüzlerini bile görmek istemiyorum. Bırakın Türkiye’yi buradaki Türklerle bile görüşmek istemiyorum.
ŞUBAT 4, 2018 | THE CIRCLE*
ENGİN SEZEN | THE CIRCLE MÜLAKATLARI
Tumblr media
1 note · View note
iguessyoureright · 7 years
Text
Çi Börek ve İç yolculuk
Son zamanlarda normalden daha da fazla yapmayacağım şeylere giriştiğimi farkettim. Yaptıktan sonra utandığım, yaparken utandığım, genel olarak pişman olduğum ve aslında çok da önemi olmayan şeylere kalkışıyorum. Geçen senelerde kendime öyle yabancılaşmışım ki, bu sene iyi hissettiğim bir an aynaya baktım ve kendimi tanıyamadığım bir salise oldu. Bunu nasıl itici yada yoga hocası olmadan söyleyeceğim bilmiyorum ama kendimi çok özlemişim. Hiç kendimle kalmamışım ki, sadece sırtımda tanışımışım beni. Pazartesi günü, Başakla bizim evlerin orada bir yere gittik. Onu çok özlemişim hem anlatıcak şey birikmiş. Yemek bile yemeden konuşmaya daldık. Konuşma alevlenince daha da hızlı içmeye başlamışız, farkında değilim. Son bir-iki aydır zaten aşırı sosyal bir hayat yaşıyorum ne hikmetse. Neyse, bana Eskişehir'e gidiyorum Nevrayla diyince herhalde o anın kafasıyla yerimden zıpladım. Hani o an bana ne biliyim dizi teklifi gelse bu kadar sevinmem. (Şimdi diziye bağlı, samanyolundan gelse sevinmem evet) Ben de gelicem! dedim. Ama benim klasik heveslenip caydığım bir gerçektir. Bu sefer kararlıydım, gidicem ya, bu bir dönüşümse, dibine kadar yaşamalıyım. Komik olan şeyse Eskişehir seyahati yerine ismimizi soyadımızı göğsümüze dövme yaptırıcaz dese de çok heyecanlanır ve ben de dahil olurdum o an. En son Eskişehir'e gittiğimdeki anılarım aklıma geldi planlar yaparken, kendimi önlerinde düzgün tutmam gereken insanları, kızarmamak ya da ağlamamak (daha büyük bir çaba gerekti) için dudaklarımı ısırmam ve tüm dünyaya olan kızgınlığım. Hepsinin üstüne kocaman bir çi börek atmak istedim. Yanlış anlama, unutmak istemiyorum orada yaşadığım hiç birşeyi aksine bekleyip yiyince daha anlamlı olan cinsten anılar bunlar. Ve sonunda, şu an Eskişehir'e giden hızlı trendeyim. Aslında yanımda Ekin de olmalıydı ama üşütmüş, gelemiyo maalesef. Başak ve Nevra da başka bir vagondalar. Sanırım ilk defa hızlı trene bindim Türkiye içinde. Kulağımda müzik, yanımda çok sevimli ama ağlayan bir bebek ve aklımda çi börek var. Silmeye, onarmaya belki de bir şehre olması gerekenden daha fazla sorumluluk yüklemeye gidiyorum. Ya da edebi konuşmayı bırakıp sadece çi börek yemeye.
2 notes · View notes
turkiyedeenerji · 4 years
Text
Ekonomik pandemi ve devletleştirme
Sevgili Bir Portre okurları, yeni bir sayıda daha sizlerle beraber olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Bir hastalığın "Pandemi" olabilmesi için üç şart vardır. Bulaşıcı olması, Daha önce maruz kalınmamış bir özellik taşıması, İnsanlar arasında kolayca ve devamlı yayılabilmesi… Neden "Ekonomik Pandemi" dedim.? Geçmiş dönemin en büyük krizi 1929’da, ABD’de yaşanan "Büyük Buhran"dır. Virüsle başlayan ve önümüzdeki aylarda iyice görünürlük arz edecek olan ise "tarihin en hızlı ve en derin" krizi olmaya namzettir. Pandemik koşullara uyarladığımızda; Bulaşıcı mıdır.? Evet. Kolayca yayılabilir mi.? Evet. Daha önceki maruz kalınanlardan farklı mıdır.? Evet. Sınırların kapatılması, ihracatın durması ve böylelikle tedarik zincirinin kopması üretimi durdurdu. Bu süreç "arz şokunu" getirdi. Keza, virüsün "yayılma hızı" karşısında aciz kalan devletler süreci kontrol altına alana kadar insanların "evde kal"masını istediler. Bu da gelir kaygısı içinde harcamanın kısılmasına ve sonuç olarak "talep şokuna" sebebiyet verdi. Hem arz hem de talep kanadını tırpanlayan, Küresellik arzeden, Hızla yayılan ve yayılma hızı ekonomi dışı bir parametreye (virüse) bağlı olan bugünkü kriz o yüzden "Ekonomik Pandemi" niteliğindedir. Daha söylenecek pek çok şeyle birlikte ekonomistlerce de ağız birliği içinde dillendirilen bu durum, tarihin örneğine şahit olmadığı, Virüsün kontrol altına alınmasından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, Ekonomik ve siyasi ilişkilerin yeniden tanımlanacağı, Kısaca ve özetle, yeni bir dünya düzeninin zorunluluk olacağı bir gerçektir. Ekonomik İlişkilerin yeniden tanımlanması ve Devletleştirme… Bu yeni dönemde pek çok noktada, değişim dayatması ve dönüşüm yaşanacağı aşikar. Ama şuanda "Devletleştirme" konusuna değineceğim. Türkiye ve diğer ülkeler şimdiden planlama ve değerlendirme çalışmalarına başladılar bile… Kaldı ki bu konunun çalışılması kaçınılmaz ve olmazsa olmazlıktır. Peki devletleştirme hangi sektörleri kapsayabilir.? Gıda, Sağlık, Temizlik, Lojistik, havacılık ve ulaşım, Turizm, Ve bazı iletişim faaliyetleri. "O halde KİT’leri neden özelleştirdik" dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü bu özeleştiriyi ben de yapıyorum. Fakat bir dönem "özelleştirme" furyası, küreselleşme dalgasının karşı konulmaz gerçeği haline gelmişti. Ama bugünleri öngörüp akıllı-akılcı, stratejik, ihtiyatlı ve öngörülü olunabilirdi ve gerekirdi. Ama maalesef bu olmadı, olamadı. Bunun doğru veya yanlışlığını ne kadar konuşsak boş. Rüzgar tersine döndü ve şu veya bu boyutta, hiçbir ülkenin buna karşı koyabileceğini sanmıyorum. Devletleştirmede kriter ne olabilir.? Gıda Arz Güvenliği için doğrudan ve dolaylı kalemler, Sıradan görünen ama kriz anlarında stratejik niteliği öne çıkan ürünler, Tıbbi ve temizlikle alakalı üretim mekanizmaları. İstihbarat ve Kamu Güvenliği ile ilgili iletişim şirketleri. Bunların yanında; Talep azalması ve hatta olmaması nedeniyle iflas riski taşıyan, istihdam kaybı ve işsizlik ihtimali artan ve dolayısıyla da vergi veremeyecek hale gelecek havacılık, turizm ve ulaşım şirketleri de zorunlu olarak "devletleştirilebilecek" hatta bunu sahipleri talep edebilecektir. Durum kaçınılmaz halde ve "Virüs Pandemi"siyle ortaya çıkan “Ekonomik Pandemi" ülkemizi ve  dünyayı  hızla planlamaya ve devletleştirmeye götürüyor. 2020 başında özel sektör olarak yıla başlayan bazı firmaların, seneyi devlet kurumu olarak bitirdiğini görürsek şaşırmayalım. Bu arada; "devletleştirme" olurken, yoğun şekilde şirket satışları görebiliriz. Ve hatta hiçbir dönemde olmadığı kadar çok olduğunu müşahede edebiliriz. Avrupa, Amerika, Çin gibi ülkelerdeki küresel şirketler de dahil buna. Sonuç: Virüs Salgını öyle bir hal aldı ki; yarattığı algı, korku, panik ölümcüllüğünün çok ötesine geçti. Sanki yeryüzü ve insanlık bunu bekliyormuş gibi. Sanki insanı görmezden gelen, geliri bölüşmeyip sefaleti bölüştüren ve kar maksimizasyonunu her şeyin önünde tutan sistemin iflasına; "virüs" ve "virüsle" ortaya çıkan, etkisi ve boyutu virüsü aşarak mevcut ekonomik çarkın dişlilerini durduran "birikmiş korku ve panik" sebep olacaktır. Belli mi olur; şuanda salgın olan virüs, doğacak sonuçlar itibariyle sempatikleşebilir. Hani ayette buyurulur ya; "sizin için şer görünende hayır, hayır görünende şer olabilir" diye… Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler… Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah’a emanet olun sevgili okurlar. Read the full article
0 notes
gazetefisilti · 4 years
Text
Ekonomik pandemi ve devletleştirme
Sevgili Bir Portre okurları, yeni bir sayıda daha sizlerle beraber olmanın haklı gururunu yaşıyorum. Bir hastalığın "Pandemi" olabilmesi için üç şart vardır. Bulaşıcı olması, Daha önce maruz kalınmamış bir özellik taşıması, İnsanlar arasında kolayca ve devamlı yayılabilmesi… Neden "Ekonomik Pandemi" dedim.? Geçmiş dönemin en büyük krizi 1929’da, ABD’de yaşanan "Büyük Buhran"dır. Virüsle başlayan ve önümüzdeki aylarda iyice görünürlük arz edecek olan ise "tarihin en hızlı ve en derin" krizi olmaya namzettir. Pandemik koşullara uyarladığımızda; Bulaşıcı mıdır.? Evet. Kolayca yayılabilir mi.? Evet. Daha önceki maruz kalınanlardan farklı mıdır.? Evet. Sınırların kapatılması, ihracatın durması ve böylelikle tedarik zincirinin kopması üretimi durdurdu. Bu süreç "arz şokunu" getirdi. Keza, virüsün "yayılma hızı" karşısında aciz kalan devletler süreci kontrol altına alana kadar insanların "evde kal"masını istediler. Bu da gelir kaygısı içinde harcamanın kısılmasına ve sonuç olarak "talep şokuna" sebebiyet verdi. Hem arz hem de talep kanadını tırpanlayan, Küresellik arzeden, Hızla yayılan ve yayılma hızı ekonomi dışı bir parametreye (virüse) bağlı olan bugünkü kriz o yüzden "Ekonomik Pandemi" niteliğindedir. Daha söylenecek pek çok şeyle birlikte ekonomistlerce de ağız birliği içinde dillendirilen bu durum, tarihin örneğine şahit olmadığı, Virüsün kontrol altına alınmasından sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, Ekonomik ve siyasi ilişkilerin yeniden tanımlanacağı, Kısaca ve özetle, yeni bir dünya düzeninin zorunluluk olacağı bir gerçektir. Ekonomik İlişkilerin yeniden tanımlanması ve Devletleştirme… Bu yeni dönemde pek çok noktada, değişim dayatması ve dönüşüm yaşanacağı aşikar. Ama şuanda "Devletleştirme" konusuna değineceğim. Türkiye ve diğer ülkeler şimdiden planlama ve değerlendirme çalışmalarına başladılar bile… Kaldı ki bu konunun çalışılması kaçınılmaz ve olmazsa olmazlıktır. Peki devletleştirme hangi sektörleri kapsayabilir.? Gıda, Sağlık, Temizlik, Lojistik, havacılık ve ulaşım, Turizm, Ve bazı iletişim faaliyetleri. "O halde KİT’leri neden özelleştirdik" dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü bu özeleştiriyi ben de yapıyorum. Fakat bir dönem "özelleştirme" furyası, küreselleşme dalgasının karşı konulmaz gerçeği haline gelmişti. Ama bugünleri öngörüp akıllı-akılcı, stratejik, ihtiyatlı ve öngörülü olunabilirdi ve gerekirdi. Ama maalesef bu olmadı, olamadı. Bunun doğru veya yanlışlığını ne kadar konuşsak boş. Rüzgar tersine döndü ve şu veya bu boyutta, hiçbir ülkenin buna karşı koyabileceğini sanmıyorum. Devletleştirmede kriter ne olabilir.? Gıda Arz Güvenliği için doğrudan ve dolaylı kalemler, Sıradan görünen ama kriz anlarında stratejik niteliği öne çıkan ürünler, Tıbbi ve temizlikle alakalı üretim mekanizmaları. İstihbarat ve Kamu Güvenliği ile ilgili iletişim şirketleri. Bunların yanında; Talep azalması ve hatta olmaması nedeniyle iflas riski taşıyan, istihdam kaybı ve işsizlik ihtimali artan ve dolayısıyla da vergi veremeyecek hale gelecek havacılık, turizm ve ulaşım şirketleri de zorunlu olarak "devletleştirilebilecek" hatta bunu sahipleri talep edebilecektir. Durum kaçınılmaz halde ve "Virüs Pandemi"siyle ortaya çıkan “Ekonomik Pandemi" ülkemizi ve  dünyayı  hızla planlamaya ve devletleştirmeye götürüyor. 2020 başında özel sektör olarak yıla başlayan bazı firmaların, seneyi devlet kurumu olarak bitirdiğini görürsek şaşırmayalım. Bu arada; "devletleştirme" olurken, yoğun şekilde şirket satışları görebiliriz. Ve hatta hiçbir dönemde olmadığı kadar çok olduğunu müşahede edebiliriz. Avrupa, Amerika, Çin gibi ülkelerdeki küresel şirketler de dahil buna. Sonuç: Virüs Salgını öyle bir hal aldı ki; yarattığı algı, korku, panik ölümcüllüğünün çok ötesine geçti. Sanki yeryüzü ve insanlık bunu bekliyormuş gibi. Sanki insanı görmezden gelen, geliri bölüşmeyip sefaleti bölüştüren ve kar maksimizasyonunu her şeyin önünde tutan sistemin iflasına; "virüs" ve "virüsle" ortaya çıkan, etkisi ve boyutu virüsü aşarak mevcut ekonomik çarkın dişlilerini durduran "birikmiş korku ve panik" sebep olacaktır. Belli mi olur; şuanda salgın olan virüs, doğacak sonuçlar itibariyle sempatikleşebilir. Hani ayette buyurulur ya; "sizin için şer görünende hayır, hayır görünende şer olabilir" diye… Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler… Bir sonraki Bir Portre yazımızda buluşmak ümidi ile Allah’a emanet olun sevgili okurlar. Read the full article
0 notes
amineleyla · 5 years
Text
Amine Leyla’yla Bir Gece II
Canım Kızım; 
Bugün günlerden 26 Ocak 2019. Sana en son seslenişimin üzerinden tam 15 gün geçti kızım. Sana o tarihte hayatında hep lazım olacak bir nasihat vermiştim. Umarım bir kulağından girip diğer kulağından çıkmamıştır. Gerçi şimdi daha yoksun ama biliyorum benim sesimi duyuyorsun. Sen zaten şu dünyaya geldiğin zamanda teker teker üstünden geçeceğiz bu konuların canımın içi sen hiç merak etme, üzülme. Sen şimdi diyorsun ki baba bu gece yine nasihat mı vereceksin. Tabi ki de hayır kızım. Bu gece sana iki haftada neler yaşadığımdan bahsetmek istiyorum. Hani sana demiştim ya iş ile ilgili sıkıntılarım var diye, 24 yıldır belki de ilk defa bu sıkıntıdan dolayı kendime vakit ayıra bildiğimi fark ettim biliyor musun. Evet sıkıntılı bir dönemden geçiyorum,elbet geçecek her şey bir düzene oturacak, hak hukuk yerini bulacak lakin şöyle söyleyeyim kısaca insan olduğumu hatırladım diyeyim. Daha önceden yapamadığım içimde kalanları gerçekleştirmeye çalışıyorum, görmek istediğim şehirleri görüyorum, okumak istediklerimi ve izlemek istediklerimi izliyorum.Saçlarımı uzatmaya başladım mesela, bizim zamanımızda okullar da saç yasaktı kelebeğim sakalda bırakıyordum da kesmek zorunda kaldım. Bunlar dışarıdan bakıldığı zaman o kadar küçük gözüken şeyler ki lakin insanın içinde bazı istekler desem doğru olur, kalıyor işte. İçinde öyle bir kalıyor ki yüreğine oturuyor sanki. Bir de yapmak istediklerini hayat yaptırmıyor mesela oda var.  Bende bu şekil yaşıyorum işte kızım şuan bir yerden sonra sıkılıyorum. Neden babam diyecek olursan çünkü bunca yıldır kendimi hiç bu kadar değerli görmemiştim. Kendimi yeni keşfedilmiş gibi hissediyorum daha önce sanki yaşamıyormuş gibi geliyor bana. Misal geçen hafta İstanbul’ a gittim kızım. Hayatım da hep gitmek istediğim bir şehirdi ve Allah’ a şükürler olsun gidebildim. İnanır mısın bilmem ama İstanbul’ a aşık olmamak el değil kızım. Sultan Ahmet Cami, Topkapı Sarayı, Süleymaniye Cami, Kapalı Çarşı, Kız Kulesi, Yerebatan Sarnıcı ve beni etkileyen en güzel yeri de Galata Kulesi oldu mesela. Galata kulesinden haliç manzarası izlemek benim için çok güzel bir yaşanmışlık oldu. Hala böyle gözümde canlanıyor da harika bir duygu. Kadıköy’ den Beşiktaş’ a giden bir vapurda martıları izlemek, onlara simit atmak çok güzel. İstanbul’ un soğuğunu teninde hissetmek.. Ben İstanbul’ u çok sevdim kızım umarım Rabbim bir gün birlikte gitmeyi de nasip eder de baba kız gideriz İstanbul’ a anneni almayalım sadece ikimiz gezelim. Süleymaniye Camisinin orada meşhur Kuru Fasulye yapılan dükkanlar var gidelim oraya yemek yiyelim seninle, Eminönü vapur iskelesinin orada turşu suyu içelim ve en önemlisi de Kız Kulesine bakarak oturup çay içelim. Şuan içimden çok çok amin diyorum kızım. İstanbul gezim bittikten sonra şehrimiz olan Bursa’ da bulunan Uludağ’ a çıktık. Burası güzel ülkemiz Türkiye’ nin en büyük kayak tesislerinden biri. Bu arada ben kayak yapmaktan çok hoşlanıyorum canım bebeğim. İleri de bunu da sana öğretmek isteyeceğim umarım sende çok seversin ve birlikte bunu sürekli hale getiririz. O gün kızım uzun zaman sonra gülerek eğlendiğimi fark ettim. Nedenini bilmiyorum hatta biliyorum yada adlandıramıyor olabilirim de lakin mutluydum ama şu var eğer içimde adlandırabilirsem yine ilk dertleşeceğim kişi sensin :). Neyse kayak kaydım, sucuk ekmek yedim, salep içtim mesela. O soğuk havada zaten insanın içini bir bardak sıcak bir salep ve dostlar ile yapılan hoş bir muhabbet ısıtır. Çok şükür öyle de oldu ve güzel bir günü de tamamlamış oldum.
Kartanem, aslında sana daha erken gelecektim lakin 22 Ocak günü benimle ilgili kritik bir gündü. Sanırım hayatımda bu zamana kadar yaşadığım en stresli günlerden biri oldu. Stresimin sebebi ise korku kızım korku.. korkuyorum bir yandan kazanacağım güzel şeyler var lakin kaybedeceğim güzel şeylerin olduğu gibi ve ben kararsız kalıyorum. Benim için bizim için hangisi iyi olacak kararsız kalıyorum. Bir gün yine bu şekil stresim korkum olacak kızım senden tek bir isteğim var.. Sen şuan olabileceğin en güzel yerdesin. Benim sana bir ömür boyu bakacağımdan daha iyi bakılan yerdesin. Sen meleksin, cennetsin, cennet kokususun. Rabbimin en sevdiği günahsız kulusun..O gün kulağıma fısılda olur mu hayırlı olanı, ne yapmam gerektiğini. İçim de ki ses ol.. Babana yardım et. Şimdilik bu kadar kızım benim. Kendine iyi bak ben seni çok seviyor ve yollarını gözlüyorum sende benim için dua et rabbim seni kırmayacaktır. Hakkımız da hayırlı olanı ihsan eyleyecektir. Allah’ a emanet olasın. 26 Ocak 2019​ 
26 Ocak 2019
0 notes
medmedya · 7 years
Quote
Bursa'da 'Cerebral Palsy' ile yaşayan Alper Şirvan'ın (43) katkıları ile hayata geçen Türkiye'deki kapalı spor salonlarındaki ilk Engelsiz Tribün'ün hikayesini Şirvan'ın kendi kaleminden yazdığı haber ile Aralık ayının ilk günlerinde Yeşil Gazete'den sizlerle paylaşmıştık. Haberin üzerinden geçen bir ayda Engelsiz Tribün hikayesi "Fiat Engelsiz Hareket | Türkiye'de ilk kez bir basketbol salonunda engeller kalktı" başlıklı kısa bir filme de evrildi ve filmi 26 Aralık'ta youtube'da yayınlandığı günden bu yana 215bine yakın kişi izledi. Hem Engelsiz Tribün'ün kısa filmini sizlerle paylaşmak hem de bu olanağın diğer şehirlerimize de hızla bir an önce yayılmasını arzu ettiğimiz için süreci detayları ile öğrenmek maksadı ile bu sefer Alper'e Yeşil Gazete olarak biz sorularımızı yöneltmek istedik. O da her zamanki alçakgönüllü ilgisi ile sağolsun bizi kırmadı. İşte Alper Şirvan'dan Bursa'da hayata geçen Engelsiz Tribün'e dair tüm detaylar Yeşil Gazete: Merhaba. Yeşil Gazete'ye gösterdiğiniz ilgi için teşekkürler. Fiat Engelsiz Hareketi kısmına gelmeden önce Alper Şirvan kimdir, ne yapar, kısaca tanıyabilir miyiz? Alper Şirvan: İlginize ben teşekkür ederim. Özetlemem gerekirse, 'Cerebral Palsy' ile yaşayan bir bireyim. Tekerlekli sandalye kullanıcısıyım. Engelsiz Tribünün faaliyete geçtiği Tofaş- Fenerbahçe maçından bir kare Uludağ Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı bölümü mezunuyum. 1998'de başlayıp kamu ve özelde aralıksız devam eden çalışma hayatıma, halen Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Bursa Halk Sağlığı Müdürlüğüne bağlı Yıldırım TSM Sağlıklı Yaşam Merkezi KETEM (Kanser Erken Teşhis, Tarama ve Eğitim Merkezi)'de Bilgisayar Programcısı olarak devam etmekteyim. Biri hikâye-deneme, ikisi şiir olmak üzere yayımlanmış üç kitabım ve biri yurtdışında olmak üzere açmış olduğum dört resim sergim var. Bestelenip TRT repertuarına giren güftelerim mevcut… Bunlarla beraber 2012 yılında Dünya CPliler Birliğinin dünya çapında düzenleyip Türkiye'de Türkiye Spastik Çocuklar Vakfı tarafından yürütülen '1 Dakikada Dünyamı Değiştir' Kampanyasında 'güneş enerjili tekerlekli sandalye' fikrimle dünya birincisi oldum. Bekarım ve anne-babamla yaşıyorum. Y. G.: Film, 33 yıldır Tofaş taraftarı olduğunuz bilgisi ile başlıyor. Geçen 33 yılı özetleyebilir misiniz? Bir tekerlekli sandalye kullanıcısı taraftar olarak zorluklar nelerdi? Bursa dışında da spor salonu ya da stadyumlara gitme tecrübeniz oldu mu? Genel bir durum fotoğrafı çekebilir misiniz? A.Ş.: Sadece basketbol değil, kendimi bildim bileli her tür sporu sevmişimdir. Yürüyemesem de mahalle maçlarında kalecilik yapmışlığım da vardır hani… Amcamla, evin büyükleri ve halaoğulları ile evde zaten top oynardım hep kaleci olarak…  Hatta çocukken evde babama, yarım daire şeklindeki soba kovası tutma teli ve pazar filesinden pota yaptırdığımı hatırlıyorum. Kitaplığımızın yan tarafına asmıştık onu; içinden geçebilecek plastik top da bulmuştuk. Arada atıyordum. Babam ve Annem ile maç günü kahvaltısı Basketbol maçına ilk gidişim 1982-83 sezonuna rastlar. O sezon basketbol ligi play off maçları Bursa'da yapılmıştı. Düşünsenize; günde üç maç, hem de üst düzey takımlar… Babam, ben, aile dostumuz Hanefi amca, oğlu Burak, hep birlikte gitmiştik o gün… Başlangıç noktası o oldu basketbol maçlarına gitme merakımın… Bursa Atatürk Spor salonunda hiç zorluk yaşamayıp direkt girebiliyorduk. Mekân da çok iyiydi seyir zevki açısından ki süreçte daha da iyi hale getirebilmiştik. Futbolda maçlara girmek çok daha zor oluyordu o yıllarda; hatta kapıdan döndüğümüz çok olmuştur. Bursa dışında yıllar evvel Manisa-Turgutlu'da, Ankara'da, İzmir'de ve İstanbul'da futbol maçlarına gitme fırsatı buldum. Süreç içinde bilhassa yeni statlarda (Bursa Timsah Arena, İstanbul TT Arena) şartların çok daha iyi noktaya geldiğini söyleyebilirim. Buna karşılık, salon sporlarında yeni yapılan salonlarda büyük sıkıntı var seyir zevki açısından… Belki engelliye jest olduğu düşünülerek saha kenarına ve zemine yer ayrılıyor ama bu noktalarda seyir zevki olmadığı gibi, voleybolda top gelmesi, basketbolda hızını alamayan oyuncuların üstümüze gelmesi gibi ciddi tehlikeler var. Tofaş Spor Salonunda bu tribün uygulaması ilk olma özelliğini taşıyor bu anlamda… Yaygınlaşmasını umuyorum. Y.G.: Fiat Engelsiz Hareketi nedir? Siz nasıl buluştunuz bu hareket ile? Amaçları ve şimdiye kadarki çalışmaları hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? A. Ş.: FİAT markası "Engelsiz Hareket" çatısı altında hareket kabiliyeti kısıtlı sürücü ve yolcuların olabildiğince bağımsız seyahat edebilmelerine yönelik çalışmalar yürütmeye de devam ediyor. 2013 yılında kendi imkanlarımla yüksek tavan Doblo satın alıp yine kendi imkanlarımla rampa tertibatı koydurmuştum ama sanırım böyle bir aracı o şekilde alan ilk engelli ben olmuştum ve o zamanlar henüz bu bir harekete dönüşmemişti.   Tofaş Spor Kulübü ve Fiat, engelsiz tribün talebime olumlu yaklaştıkları gibi, bu talebimi yakın geçmişte başlattıkları kendi projelerinin içine dâhil ederek, bu tribün ile başlayan ve ülkenin diğer bütün salonlarına yayılmasını istediğimiz "engelsiz tribün" hareketini de başlatmak istediler. Sosyal Medya üzerinden yazışmamız sırasında yüz yüze görüşmek istediklerini ifade ettiler Tofaş kurumsal olarak… Efes maçıydı, salonda görüştük. Bu görüşmemizde onlar bana "engelsiz tribün" kampanyası için bir tanıtım filmi düşündüklerini, bu kampanyanın tribün ile sınırlanmayıp geliştirileceğini (engellinin maçlara gelişi, oradaki konforu vs.), bu kampanyanın yüzü olarak bu filmi benimle yapmak istediklerini ifade ettiler. Gönüllülük esasına dayanan bu kampanyanın içinde olmayı memnuniyetle kabul ettim. Y. G.: Gelelim filme. Çekim süreci nasıl oldu, kaç gün sürdü, siz neler deneyimlediniz bu süreçte? A. Ş.: Profesyonel bir ekiple iki gün süren benim daha önce deneyimlemediğim bir süreçti.  Yorucu ama keyifli iki gün geçirdik tüm ekiple beraber… Projenin film çekim tarafını üstlenen "Fantastic Entertainments" ekibinde herkes hem işinde çok iyi hem de olayın insanî boyutunu kavrayabilecek kalitede insanlardı. Fantastic Ent. Ekibi ile Toplu Halde Bu vesileyle çok özel insanlarla tanıştım. Mesela detay gibi görünüyor ama, filme dış ses olarak benimle yapacakları röportajı koyacaklarını söylediklerinde "benim konuşmam anlaşılmayabilir, mesajın doğru bir biçimde iletilmesi açısından isterseniz ben konuşayım, söylediklerimi siz dış sese okutun" dediğimde, yapımcılarımızdan Romina Özipekçi "söylediğinin anlaşılmasında sıkıntı yok, gayet iyi anlaşılıyorsun, senin sesin olacak" demenin yanı sıra montaj sırasında beni arayıp "filme altyazı koyuyoruz ama, sen anlaşılmadığın için değil; işitme engelliler için…" diyecek kadar zarif bir insan… Tofaş Kurumsal Proje Ekibinden İlk Görüştüğüm Ulaş Bozan ile Onun yaklaşımı sayesinde röportajda sorduğu sorulara spontane, hiçbir metne bağlı kalmadan o kadar rahat, o kadar iyi cevaplar verip konuştuğumu filmde gördüm ve mutlu oldum açıkçası… Yönetmenimiz Aykut Tanrıkulu'na "İnsanlar beni hiç hareket edemiyor gibi algılamasın, ben sizin de gördüğünüz gibi evde dizlerimin üstünde hareket edip her işimi kendim görebiliyorum. Evin içinde tekerlekli sandalyeyi sadece yemek masasına rahat oturabilmek adına kullanıyorum. O açıdan tekerlekli sandalyeye kendi başıma binişimi mutlaka çekin" dedim ve kendisi bunu çekmekle kalmayıp o 1 dakika 42 saniyeye sığdırabilme duyarlılığını gösterdi. Eh, böylesi insanlarla yapılan filmin sonucu da ortada zaten… Y. G.: Engelsiz tribün deneyiminizi de sormak isterim. Neler değişti şimdi sizin ve sizinle birlikte engelsiz tribün deneyimini yaşayan diğer engelli taraftarlar için? A. Ş.: Yakın bir geçmişe kadar engelliler olarak maçları zeminden ve refakatçimizden uzak seyretmek zorunda olduğumuz Tofaş Spor Salonunda artık bugün, refakatçimizle birlikte güzel bir açıdan ve belirli bir yükseklikten maç seyredebileceğimiz, Türkiye'de ilk olma özelliği taşıyan güzel bir "engelsiz tribün" var. Ne değişti? Bir kere açı değişti… Artık zeminde değiliz. Yanı sıra refakatçimizle birlikte maç seyretme imkânımız var artık, zira eskiden biz zeminde, refakatçi tribünde oluyordu ve ihtiyaç anında engelli ve refakatçisinin birbirine ulaşması çok zordu. Maça birlikte geldiğimiz insanla, maç heyecanını birlikte yaşayamamak da cabası… Bir de yapılan tribün zaten var olan bir tribünün engelli erişimine uygun hale getirilmiş şekli olduğundan, hep istediğimiz "herkes gibi, herkesle beraber" maç seyretme güzelliğini de beraberinde getirdiği için bana göre özel anlamı var. Y.G.: Bundan sonraki süreç hakkında bilgi verebilir misiniz? Hem "Fiat Engelsiz Hareketi" adına hem de engelsiz tribünün diğer şehirlere yayılması anlamında soruyorum bunu A. Ş.: Tribün olayı, işin "saha içi" kısmı… "Engelsiz tribün" kampanyası bu açıdan önemli mi, evet önemli… Çünkü ortam uygun değilse engellinin maçlara gelmesi bir şey ifade etmez. Evet ben kendi imkanlarımla, yakınlarımın desteği ile maçlara gidip geliyorum senelerdir… Ama spor sevip de maçlara gidemeyen, erişemeyen, ulaşamayan çok arkadaşımız olduğuna da eminim. Bu itibarla engellilerin spor salonlarına erişimi ve salonlarda rahat etmelerine yönelik de çalışmalar yapılması gerektiği kanaatindeyim. Süreçte bunlar da yapılması düşünülen şeyler arasında… Ama ilk etapta salonları uygun hale getirmek gerek… Bunun da ben kişisel olarak takipçisi olacağım kadar, Tofaş'ın da kurumsal katkısının olacağını düşünüyorum. Bursa için düşünürsek, henüz bu şekilde tribün düzenlemesi olmayan Cengiz Göllü Voleybol Salonu'nda da bu süreçte uygun bir tribün yapılanmasına gidilmesi, kişisel anlamda bu sahadaki en yakın hedefim…   Röportaj: Alper Tolga Akkuş (Yeşil Gazete) Kaynak:Yeşil Gazete YesilGazete
http://medmedya.blogspot.com/2017/01/alper-sirvandan-engelsiz-tribunun.html
0 notes