Tumgik
#alman ideolojisi
yorgunherakles · 21 days
Text
hukuk'da din gibi doğal bir ihtiyaç değil, sadece tarihsel bir olgudur. bu nedenle dünyaya ilişkin genel bir felsefenin çerçevesine girmez, sadece yabancılaşma tarihinin bir parçasıdır. yabancılaşmanın aşılmasıyla ortadan kalkacaktır.
karl marks - devlet ve hukuk üzerine
14 notes · View notes
doriangray1789 · 3 months
Text
Düşünme kabiliyeti körelmiş ve bir komuta merkezinin emirlerinin kolu bacağı olmuş kitleler içinde insan, sadece araçtır.
Bilincimin çalışmadığı bir eşitlik anlayışını çok makul karşılayamıyorum açıkçası. Hiçlikte eşitlik bana anlamlı gelen bir konum değil.
Heidegger ne demişti hatırla: “Duyma ve anlama kendini, sözü edilene önceden kenetlemiştir.” (Varlık ve zaman)
Theodor W. Adorno <SAHİCİLİK JARGONU > okuyun -> Adorno'nun Alman felsefe jargonu-ideolojisi üzerine eğildiği; bunu yaparken Hegel, Heidegger, Jaspers, Sartre, Freud gibi düşünce tarihini ve daha da çok Alman ideolojisini derinden etkileyen kişileri ve görüşlerini ele aldığı kitabıdır…bir kaç alıntı:
“Dünyevi bir dil ilahi dile ancak o dilin tonlamasına mesafe alarak yaklaşabilir, onu taklit ederek değil.”
Ölüm, Dasein'ın özü olur.Dasein uzakları aramaya başlar, ama onu sadece görünüşü bakımından kendi yakınma taşıyabilmek için.Dasein hep kendi varlığı uğruna mı varolmaktadır
3 notes · View notes
korayaker · 2 years
Text
SİYASET-FELSEFE
Lenin Sol komünizm Lenin Nisan tezleri Lenin Proleter devrim dönek  kautsky Lenin devlet ve devrim Lenin Emperyalizm Lenin Burjuva demokrasisi ve proleterya diktatörlüğü Lenin Ne yapmalı Lenin Materyalizm ve Ampiryokritisizm Lenin Bir Adim Ileri Iki Adim Geri Lenin Din Üzerine Lenin Sosyalizm ve Savaş Marx Engels Komünist manifesto Yahudi Sorunu Alman İdeolojisi Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Ücretli Emek ve Sermaye Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Mao Zedong Çelişki Üzerine Uzatmalı Savaş Üzerine Seçme Eserler -ı-ıı-ııı Kızıl Kitap Josef Stalin Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm Marksizm, Ulusal Sorun Leninizmin İlkeleri Anarşizmi mi Sosyalizm mi Bolşevik parti Tarihi Muhalefet Üzerine Georgi Dimitrov Faşizme Karşı Birleşik Cephe Leo huberman Sosyalizmin alfabesi Politzer Felsefenin başlangıç ilkeleri Politzer Felsefenin Temel İlkeleri Nikitin Ekonomi politik Maksim Gorki Küçük burjuva ideolojisinin eleştirisi Kalinin Devrimci Eğitim Devrimci Ahlak Che Guevara Ekonomi ce sosyalist ahlak Paul lafargue Tembellik hakkı A.Şnurov Türkiye proleteryası John Reed Dünyayı Sarsan On Gün Ellen Meiksins Wood Sınıftan Kaçış İbrahim kaypakkaya Seçme eserler Mahir çayan Bütün Yazıları Hikmet kıvılcımlı Türkiyede kapitalizmin gelişimi Emrah cilasun - Mustafa suphi ve yoldaşlarını kim öldürdü Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, Frederic Lordon Yeryüzünün Lanetlileri - Frantz Fanon Terry Eagleton Marx Neden Haklıydı Jhon Zerzan Gelecekteki ilkel Paulo Freire Ezilenlerin Pedagojisi Kropotkin- Ekmeğin Fethi Ivan Illich'in Okulsuz Toplum Hüseyin Can Sovyetler ve Kürtler A.Kollontai Komünizm ve Aile N. kruspkaya Halk eğitimi Platon Socratesin Savunması
TOPLUMSAL CİNSİYET
Friedrich EngelsAilenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Clara Zetkin Kadın Sorunun Üzerine – Clara Zetkin Lenin'in Bütün Dünya Kadınlarına Vasiyetleri Auguste Bebel Kadın ve Sosyalizm Alexandra Kollontai Marksizm ve Cinsel Devrim Alexandra Kollontai Komünizm ve Aile Alexandra Kollontai Bir çok hayat yaşadım Sibel Özbudun Marksizm ve Kadın Emek, Aşk, Aile Sibel Özbudun Küreselleşme , Kadın ve Yeni - Ataerki Ricardo Coler Kadın Krallığı Elisabeth Badinter Biri Ötekidir Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği Diana Gittins Aile Sorgulanıyor Simon de beauvoir ikinci cins Valeri solanes -Erkek doğrama cemiyeti Judith Butler- Cinsiyet Belası İnsan Sonrası - Rosi Braidotti | Aşk paradoksu pascal bruckner camila pagtlia-Cinsel Kimlikler
PSİKOLOJİ
Sigmund Freud Totem ve tabu Sigmund Freud uygarlığın huzursuzluğu Sigmund Freud Düşlerin Yorumu Joel Kovel Tarih ve Tin Michel Foucault Deliliğin Tarihi Jean Twenge Ben nesli Rollo May Kendini Arayan İnsan Pascale Chapaux-Morelli İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon Erich Fromm Sevme Sanatı Eric Fromm- Özgürlükten Kaçış Sahip Olmak ya da Olmak, Erich Fromm Caren Horney Çağın Nevrotik kişiliği Ben ve Biz - Postmodern İnsanın Psikanalizi, Rainer Funk ..
  POSTMODERN FELSEFE
john zerzan- Gelecekteki ilkel Terry Eagleton Postmodernizmin Yanılsamaları Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı Jean Baudrillard Simülakrlar ve Simülasyon Jean Baudrillard Tüketim Toplumu Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı Jean Baudrillard baştan çıkarma üzerine Rainer Funk Ben ve Biz Postmodern İnsanın Psikanalizi - Zygmunt Bauman Akışkan Aşk / İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair Zygmunt Bauman  Akışkan Modernite Yaşam Sanatı, Zygmunt Bauman Jean François Lyotard Postmodern Durum Michel Foucault Özne ve İktidar / Seçme Yazılar Michel Foucault Cinselliğin Tarihi Karakter Aşınması - Richard Sennett Kamusal insanın Çöküşü Richart Sennet Guy Debort- Gösteri toplumu Byung-Chul Han-Psikopolitika
VAROLUŞÇU FELSEFE
Arthur Schopenhauer Cinsel Aşkın Metafiziği Arthur Schopenhauer ,Hayatın Anlamı Arthur Schopenhauer İsteme ve Tasarım Olarak Dünya Emil Michel Cioran Çürümenin Kitabı Terry Eagleton Hayatın anlamı Fernando Pessoa Huzursuzluğun Kitabı Ferdinand celine gecenin sonuna yolculuk Jean Paul Sartre Bunaltı Cesare Pavese Yaşama Uğraşı Franz Kafka Dönüşüm Samuel Beckett Godot'yu Beklerken Hermann Hesse Siddhartha Dostoyevski Yeraltından Notlar Dostoyevski Suç Ve ceza Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt Nietzsche Ecce homo Nietzsche Decal Candide - Voltaire Albert CamusYabancı Jhon fante toza zor Terry Eagleton Kötülük Üzerine Bir Deneme
ROMAN VE KLASİKLER
Maksim Gorki Ana Maksim Gorki Benim üniversitelerim Dimitrov  Dimov Tütün Kropotkin Ekmeğin Fethi Jack London’ Demir ökçe John Steinbeck Fareler ve İnsanlar Harper Lee Bülbülü Öldürmek Victor Hugo Sefiller Goethe Genç Werther'in Acıları Balzac vadideki zambak Dostoyevski Suç ve Ceza Dostoyevski Kumarbaz Dostoyevski Budala Dostoyevski Ev sahibem Dostoyevski Yeraltından notlar Stefan Zweig Satranç Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Irvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında Lev Tolstoy Anna Karenina Vladimir Bartol Fedailerin Kalesi Alamut Amin Maalouf Doğunun Limanları Harper Lee Bülbülü Öldürmek George Orwel Hayvan Çiftliği Jhon Steinbeck Fareler ve İnsanlar Bir Çöküşün Öyküsü, Stefan Zweig
TÜRK EDEBİYATI
Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali Kuyucaklı yusuf Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri ayarlama enstitüsü Yaşar kemal İnce memed Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası Mehmet Rauf Eylül Peyami Safa Yanlızız Peyami Safa Fatih-Harbiye Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye koğuşu Peyami Safa Bir teredüdün Romanı Namık Kemal İntibah Orhan Pamuk kırmızı saçlı kadın Yusuf atılgan Aylak adam Ahmet Ümit İstanbul Hatırası Sodom ve Gomore, Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kiralık Konak Kadri Karaosmanoğlu Alemdağda var bir yılan, Sait Faik Abasıyanık Kemal Tahir- Körduman Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban
Distopya-Ütopya
Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya 1984 - George Orwell Hayvan çitfliği  George Orwell Ursula K. Le Guin Mülksüzler Damızlık Kızın Öyküsü - Margaret Atwood
Din Tarih ve Antropoloji-Siyaset
Tanrı'nın Tarihi - Karen Armstrong Ludwig Feuerbach-Hristiyanlığın Özü Marx Engels- Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Lewis Henry Morgan-Eski toplum Wilhelm Reich- Cinsel ahlakın boy göstermesi Freud totem ve tabu Claude Levi – Strauss  Yapısal Antropoloji Samuel NoahbKramer Tarih Sümerlerle Başlar Samuel noah Kramer Sümer mitolojisi M. İlin-İnsan Nasıl İnsan Oldu Darwin Türlerin kökeni Turan Dursun Din bu Dine Karşı Din - Ali Şerati Ataların Hikayesi Richard Dawkins Sibel ��zbudun -Antropoloji: Kuramlar, Kuramcilar Lenin Din Üzerine Karl -Marx Yahudilik Üzerine Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens , Yuval Noah Harari Deccal - Friedrich Nietzsche Ahlakın Soykütüğü- Friedrich Nietzsche Peter Hopkirk İstanbulun Doğusunda Bitmeyen oyun Hans Lukaks kieser- Iskalanmış Barış İsa'nın Çarmıhtaki Yedi Sözü, İhsan Özbek Martin Van Bruinessen Kürtlük Türklük Alevilik
Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim
Erdoğan Çınar Kayıp Bir Alevi efsanesi
Erdoğan Çınar Aleviliğin Kayıp Bin yılı
Ahmet Taşağıgil Gök Tengrinin Çocukları
Jena Paul Roux. Türklerin Tarihi
Tori Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik
İrene Melikoff Uyur idik uyardılar
Hamza Aksüt Aleviler
Jenet Hamilton Aanadoluda Heretik Hareketler
Faik Bulut Dersim Raporları
Mehmet Bayrak Dersim Koçgiri
Mehmet Bayrak Alevilik Kürdoloji Türkoloji Belge.
Sean Martin Katharlar
Yalçın Küçük-Tekelistan
26 notes · View notes
polemik · 2 years
Note
kemalizm hakkındaki düşüncelerin nelerdir
Kemalizm tartışması sağ ve sol kemalizm olarak ikiye belki bölünebilirdi ama günümüzde pek anlamlı bir tartışmaya tekabül eder mi pek emin değilim. Kemalizm bir ideoloji değildir ama bir ideolojisi vardır. Devrimlerden derleme diyeceğimiz 6 ok, ortaya karışık bir fikir demeti. Bu her alanda kendini gösterir. Karma ekonomi dedikleri, bugün övdükleri zırvalık da bu. Bunun en güzel ifadesi Uğur Mumcu tarafından gülmece dergisindeki bir karikatürde gördüğü eleştiriden aktardığıdır:
"Türk vatandaşı İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir."
Velhasıl Kemalizm 12 Eylülde Kenanizm tarafından yıkıldı. Atatürkçülük de darbecilerin icadıdır. Laiklikten, devrimden, halktan, cumhuriyetten arındırılmış bir Kemalizm icat ettiler; adı da Atatürkçülüktür. 
Günümüzün Atatürkçülüğü de tatikatlarda, sıbyan mekteplerinde çocuklara tecavüz edilirken Atatürk resmi paylaşmaktan, cumhuriyetin kamusal varlıkları özelleştirilirken "paşam da şöyle rakı içermiş" demekten, komşuların topraklarına çökerken 10. yıl marşı dinlemekten ibarettir. İçi boştur ve artık aynı içerikle dolması imkansızdır.
Bu ucube ülke düzenine bakıp "Cumhuriyeti yıkamayacaksınız" diyenler en başta ülkenin kurucularına hakaret ettiğin farkında bile değiller. Cumhuriyetin yıkıldığını bile göremeyecek kadar körler. Atatürkçülük de tam olarak budur.
Muaviye nasıl Sıffin savaşında mızraklarının ucuna Kuran takarak herkesten koyu müslüman olduklarını gösterip safları ikiye yardıysa, Mustafa Kemal'in askerleri de herkesten çok kemalist olduklarını göstermek için namlularının uçlarına Atatürk'ü takmıştı, yanına Kuran da ekleyip. Cumhuriyetin kurucuları sınıfsal nitelikleri nedeniyle aslında cumhuriyetin mezar kazıcılarıdır. Bu sebeple kemalizm meselesinin bugün tartışılacak hiçbir tarafı kalmamıştır.
Cumhuriyet yıkılmış hala gelip TKP'ye siz kemalistsiniz diyen embesiller çıkıyor. Ortalık böyle hayal aleminde gezen tiplerle dolu. Hatta en ileri örneğini bir yoldaşımız paylaşmıştı aynen aktarıyorum: "80 öncesi TKP üyesi bir abim mesaj atmış. 'Suphi'nin katili Mustafa Kemal'i anıp duran TKP olmaz, bu ismi kullanmayın siz Kemalist oldunuz yazıklar olsun' demiş. Bu sözü söyleyen abinin CHP delegesi olması ülkemizin geldiği manyaklığı özetliyor." demişti.
Ülke böyle bir çıldırma halinin içinde. Kendine Atatürkçü, Kemalist diyen arkadaşları uyandıracak bir zil şart ama, Googledaki tüm Atatürk fotoğraflarını tükettiler çünkü.
Sevgiyle.
8 notes · View notes
hetesiya · 2 years
Text
Çiftçilere üretim ve kredi kooperatifleri, küçük sanat sahipleri ve esnafa kredi kooperatifleri, küçük ve büyük sanayiye koruma (himaye), milli tüccara kolaylıklar vaadediliyor. "Milliyetçi Türk amelesi ve işçilerinin hayat ve haklarını ve çıkarlarını göz önünde tutacağız" deniyor. Bütün tek-parti dönemi boyunca işçilerde "milliyetçi" olma koşulu aranmıştır - yani sosyalist ve enternasyonalist olmamalıdırlar. Zaman zaman öyle ifadeler kullanılmıştır ki, işçilerin haklarının ancak milliyetçi olmaları koşuluyla gözetileceği mesajı verilmiştir. "Emek ile sermaye arasında uyum kurulması" amacıyla çıkarılacağı söylenen iş kanunu ise, özellikle İtalyan ve Alman iş kanunları örnek alınarak hazırlanan 1935(6) İş Kanunu'nu haber veriyor.
Taha Parla TÜRKİYE’DE SİYASAL KÜLTÜRÜN RESMİ KAYNAKALARI CİLT 3 Kemalist Tek – Parti İdeolojisi Ve CHP’nin Altı Ok’u
0 notes
malummedya · 2 years
Text
Alman akademisyenin gözünden Öcalan: İdeolojisi ve rolü küresel ölçekte önemli
Alman akademisyenin gözünden Öcalan: İdeolojisi ve rolü küresel ölçekte önemli
ANKARA – PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın düşünce ve fikirlerinden etkilendiği için Türkçe ve Kürtçe öğrenerek kitaplarını çeviren Reimar Heider, Ortadoğu ve dünya halklarının bu fikriyata ihtiyacı olduğunu belirterek, “Öcalan’ın ideolojisi ve rolü küresel ölçekte önemli” dedi.    İmralı’da 23 yıldır ağır tecrit altında tutulan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ı okuyarak etkilenen ve kendi deyimiyle…
View On WordPress
0 notes
epifizz · 3 years
Note
Nietzchenin üst insan kavramı ile Adolf Hitlerin üst ırk anlayışı benzerlik gösterir mi sevgili Epi
Hitler kendi aryan üstünlükçü görüşünü Nietzsche felsefesinde temellendirerek entelektüel bir arka plan çıkarmıştır. Ancak bu esasında propagandadan fazlası değildir. Bu hususta gerçekten Nietzsche’nin bunu destekler görünen sözleri de vardır, bir grup insan bunu aleni bir şekilde Hitler hayranı olan kız kardeşinin yaptığı ana metin çarpıtlamaları olduğunu söyler. Mesela Nietzsche Sokrates ve Platon’a çirkin dedikten sonra gerçekten de “Anti-Yunan” der, bu çok aryancı bir ifade gibi durur ilk bakışta ve ayrıca çirkinliğin nüfusa hakim olması ile türümüzün son bulacağını da söyler. Çirkinliği “elenmesi” gereken bir şey olarak görür. Buradaki çirkin ve Anti-Yunan tabirlerini yan yana getirdiğimizde ve güzelliğin timsali olan üst insanı düşündüğümüzde başta aklımıza ırksal bir şey gelir ancak bu tam böyle değildir çünkü Nietzsche Anti-Yunan derken aryan değil demek istemez, hayran olduğu bir kültürün dışına konumlandırır bu insanları temelde. Diyonsos kültüne ve şenliklerine sahip bu kültürün hedonik temellerine saygı duyar. Ve kendisinin üst-insan anlayışı bir gruba dair bir yorum değildir, burada esas olan insanın tamamlanmamış doğasıdır ve kurulacak olandır. Bunu da bir özel gruba göre yapmaz. “Çirkin olan asyalıdır” demez, “Çirkin olan değersizlikten korkar” der. Burada da aslında çirkinliğin ruhsal bir durum ve dünya tavrı olarak karşımıza çıktığını, antropolojinin dışında kaldığını görebiliriz. 
Hitler übermensch’i yaratma idealinden bahseder ve insan ırkının boyut atlaması için aryan ırkını merkez görür ancak burada anlamadığı şey bunun entelektüel bir atlama olduğudur. Sokrates’i Anti-Yunan yapan kaşı gözü ya da ailesinin kökeni değil, yıkılmakta olan bir topluma rasyonelliğin mutlak denetimini söyleyerek doğal olan yanların bastırılması durumunu salık vermesidir. Übermensch ile şunun ya da bunun üstünlüğüne değil, aslında tamamlanmamış insan doğasına vurgu yaparak nihilist dönemdeki kurma eylemine dikkat çeker Nietzsche. Ve Alman olan babasını erken yaşta kaybettiği için kendine “Almandan çok Polonyalıyım” da der, bu insanın bir aryan idealizmi içerisinde olduğunu düşünmek çok büyük bir hata olur. Ayrıca avrupayı artmakta olan bir çirkinlik bunalımı halinde görür ve Hitler’in totaliter ideolojisi de aslında insan doğasını atladığı ve hatta dışladığı göz önüne alınırsa birçok açıdan filozofun anlattıklarına fazlasıyla ters düşmektedir. Nietzsche için, Hitler de çirkin olandır ve yükselme dinamiği de zamanında anlattığı gibidir, çirkinlikle kendisinin sıradanlığını kabul edememek... Ve son metinlerinde gerçekten de kardeşinin tahribatına uğradığı da birçok kanıta sahip bir husustur aslında bakarsan.
3 notes · View notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Müslümanlaşmış Kripto Rumlardan Göktengriciliğe Uzanan Türk Ulusal Kimliğinin Tarihsel Oluşum Evreleri Üzerine
Tumblr media
Emeğin tarihsel yayılım hareketi/devinimi açısından ele alındığında görülecektir ki; merkez ve merkez-karşıtı konumlanışlardan farklı olarak merkez-çevre konumlanışlar da feodal-soy-devletinden kapitalist-ulus-devlete geçiş süreçleri ilk önce oligarşik-yasama, sonrasında aristokratik-yürütme ve sonrasında da jülistokratik-yargı erklerinin/kastlarının oluşumu ile birlikte tarih sahnesine çıkmaktadır. Başka bir deyişle, merkez-çevre konumlanış içinde olan ülkelerde burjuva devlet cihazının inşası genel hatlarıyla bu üç evreden geçerek meydana gelmektedir.
19 Yüzyıl’ın sonlarına doğru Osmanlı “anayasal monarşisinin” temellerinin padişah/halife öncülüğünde atılması; ıslahat fermanı, tanzimat reformları ve buna benzer ön-burjuva reformist süreçler neticesinde oligarşik-yasama organının kuruluşu, ikinci olarak da 1908 İttihat Terakki/Jön Türk hareketi sonrasında kurulan aristokratik-yürütme erki ve son olarak da 1923’de jülistokratik-yargı/kast yapılanmasının, "Cumhuriyet’in ilanı’nıyla, yani cumhursuz Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte; merkez-çevre de yeni bir kapitalist rejimin kendi (emek güçleri oranında) “tarihsel döngüsünü” tamamlayarak ortaya çıkışı, bu üç aşamayı içermekte ve kapsamaktadır.
Bu nedenlerden dolayıdır ki; T.C. devleti doğusundan itibaren bu üç alanda, yani yasamada ki oligarşik, yürütmede ki aristokratik ve yargıda ki jülistokratik kast örgütleri tarafından şekillendirilen prusyatik tipte bir kapitalist devlet yapısı biçiminde gelişmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan yeni rejimin kurucu ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkmış olan Kemalizm’de (ya da bu ideolojiye ne isim vermek isterseniz!) resmi tarih yazımının iddia ettiğinin aksine en başından beri “anti-emperyalist” bir hareket (ve ideoloji) olmayıp, aksine başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere dönemin büyük minimal-emperyalist güçlerinin ve Sovyet-proletaryan-kapitalizminin himayesinde kurulmuş olan bir yarı-tarım ve yarı-sanayi sömürgesi biçiminde ki tarihsel gelişimini bugüne kadar sürdürmüştür.
Osmanlı'dan T.C’ye kadar olan süreç bütünsel olarak değerlendirildiğinde görülecektir ki; T.C’nin devraldığı Osmanlı Devleti ve onun “çekirdeğini” oluşturan “Osmanlı beyliği” üç gücün karma bir bileşiminden oluşmaktaydı. Başka bir deyişle, “Ermeni-Rum-Müslüman ittifakı”na dayalı bu yapı (“söğüt toplantısı”ndan itibaren) liderlik konumunda olan Osman bey olsa da aslında bir ittifak politikasının eseriydi ve Osmanlı'nın hem o dönemde hem de daha sonra ki dönemlerde geniş bir coğrafyayı fethetmesi ve bu bölgelerdeki farklı halkları kendi tebaası haline getirmesini sağlayan da yine bu “üçlü ittifak” siyaseti olmuştur. Lakin bu durum; ne geçmişte ne de günümüzde hem resmi tarih yazımı hem de gayri resmi tarih yazımı tarafından görülmek istenmeyen bir olgudur.
Osmanlı’nın kuruluşunu belirleyen faktörlerden biri de; “Anadolu Birliği” projesinin kökeninde “Türklerin” Anadolu’ya hamicilik-koruma maksatlı gelmiş olması gerçeğidir. Keza; Pers işgaline karşı Malatya Kalesi’ni savunmak için Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) tarafından çağrılan Alpaslan ve birlikleri Malatya komutanlığına getirilmiştir. Alpaslan bu bölgedeki diğer Kürt beylikleri ile de uyum içerisinde çalışmıştır. Başka bir deyişle, hem Bizanslıların, hem Kürtlerin, hem Ermenilerin, hem Rumların “koruyucu gücü” olarak gelen Alpaslan Pers-İran saldırısını geri püskürterek bu halklar üzerindeki kendi hamicilik konumunu da güçlendirmeyi başarmıştır. Bu yüzden 10. Yüzyıl’dan itibaren Türklerin Anadolu çoğrafyasındaki algılanış biçimi korumacı-hamici bir anlayışa da tekabül etmiştir. 14 Yüzyıl’la gelindiğinde de yine bu korumacı-hamici algı sayesinde Osmanlı Devleti’ni kurmayı başarmışlar ve tabii ki bunu Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin ve diğer halkların desteği ile gerçekleştirmişlerdir.
Diğer bir deyişle, Alpaslan’ın Malatya savunmasıyla Persleri püskürtmesi neticesinde, bu dönemden itibaren Türk algısı hamicilik-korumacılık ile eş değer anılmaya başlanmıştır. Bu durum Osmanlılara Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve diğer halklar üzerinde etkin bir feodal-politika yapma olanağı da sağlamıştır. Dolayısıyla; hem geçmişte hem de günümüzde “kriptoculuğun” devşirmecilik olması, asıl olarak kriptoculuğun bu çoğrafyadaki hamicilik-korumacılık politikaları ile özdeş bir algıya sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Dikkatli bir şekilde incelenirse görülecektir ki; Osmanlı feodal devlet sistemi içinde kazaskerler ağırlıklı olarak “Ermeni dönmesi” iken, veziriazamlar ise ağırlıklı olarak “Rum dönmesi” idi, genel olarak siyasal iktidar ve yönetsel mekanizmalar ise "müslümanların" (Padişah, Halife vs.) elindeydi. Lakin; bu yapı Osmanlı'nın çöküş döneminde adım adım parçalanmaya başladı. 1915’de Ermenilerin tehcir edilmesi, İttihatçıları ve onların devamcısı Kemalistlerin İngiliz ve Batı desteği ile halifeliği ve padişahlığı lav etmesi ile birlikte, güç/iktidar zaman içinde “müslümanlaşmış rum” kökenli “kripto” unsurlara geçmeye başlamıştır.
Dahası; Osmanlı “derin devleti”nin asıl merkezi olan Rumeli ve onun yansıması olan Rumeli hamiciliği ile birleşen krito “Rum” çeteciliği, Ermeni etkisinin ve İngiliz himayesinde padişahın yollanmasına ve hilafetin lav edilmesine bağlı olarak, Anadolu hamiciliginin de zayıfladığı bir evrede yeni “Türk ulusal kimliğinin” yukardan aşağıya doğru devlet eliyle inşa edilmesine de öncülük etmiştir. Kuşkusuz İttihatçı/Kemalist kadrolar bu mirasın içinden çıkmış, en basitinden bir kripto Rum çetecisi olan Topal Osman vakasında da görüldüğü gibi, şayet “müslümanlaşmış rum” desteği olmaksızın da bu kadroların eski Osmanlı nizam-ül mülk'ünü (devlet düzenini) devralması da mümkün olamayacağı gibi, Orta Asya dinsel kimliği içinden çıkan Şaman Gök-Tengri-cilik imgesi vesilesiyle de bir şaman tanrısı olan Türklük kimliği üzerinden, yani bir dinden/inançtan etnisite-ırk ve burjuva ulus-devlet yaratma projesi içinde uygun tarihsel/nesnel koşullar da oluşmuştur.
Türklük ne bir ırk ne de bir etnisite'dir. Türk kavramı gök-tengri-cilik'ten gelir. Aslında Türk (Tıngrı/Tengri) Şaman inancına özgü bir doğa-tanrı'sıdır. Türk kavramının ulusçuluk ile eş anlamlı olarak ideolojik bir boyut kazanması büyük oranda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başlamıştır. Onun öncesinde Osmanlı kendisi için asla Türk dememiştir. Hatta kendi tarihinde bugün ki modern anlamıyla Türklere değil ama o günün Türkmenlerine dahi ikinci sınıf insan gözüyle bakmış ve onları sürekli olarak aşalamıştır. Feodal bir devlet yapısından kapitalist bir devlet yapısına geçişte ulusal pazarın ve ulus devletin inşa edilmesi için gereken ideolojik çimento “sekülerleşmiş tengricilik heyyulası” olmuştur. Başka bir deyişle, dinden ırk-etnisite yaratılmaya çalışılmasının bir başka nedeni de "Türk burjuvazisi"nin kendisine olan güvensizliği ve zayıflığıdır. Ki pek çok başka ülkede de feodal dinsel kimliklerden ve inançlardan kapitalizm ile birlikte modern ulus inşasına geçiş yapılmıştır. [1].
Bizzat Mustafa Kemal (kendisine verdiği resmi isimle “Atatürk”) bu konuda antropolojik ve arkeolojik çalışmalar yaptırmış (Orta Asya ülkelerine bilimsel ekipler yollamış), Türklüğün bir ırk ya da etnisite olmadığını, Şaman inancının/tanrısının bir parçası olduğunu anlayınca da kendi ulusçuluk anlayışını daha çok "asimile edici kültürel milliyetçilik eksenine" oturtmaya çalışarak, "Ne Mutlu Türküm Diyene!" şoven şiarını öne çıkarma gereği duymuştur. Yani bugün ki Türkiye Türklüğünün (ve hatta “Anadolu İslamı”nın) dinsel çıkış noktası Orta Asya Tengriciliğine ve ritüellerine dayansa da, bu kimlik asıl olarak (kendi tarihsel özünden koparılarak) yeni rejimin ve teocu/postçu Kemalizm’lerin ideolojik ve politik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiştir. Örneğin, bugün bile minimalist-türk-ulusçuluğu ile glokalist-türk-ulusçuluğu arasındaki yarılma vesilesiyle ortaya çıkan kimlik bunalımının/bekaa sorunun temelinde de yine aynı kimlik karmaşası yatmaktadır.
Ne ilginçtir ki; Ankara’daki ilk meclis açılışını da Topal Osman ve Çetesi yapmıştır. Ulus’taki ilk meclis binasına gidilirse bu şahısların resimleri rahatlıkla görülebilir. Daha da gerilere gitmek gerekirse; İngilizler Çanakkale’de Alman komutası sayesinde geri püskürtülmüştür. Lakin; Almanların Fransız cephesi düşünce, Almanlar Osmanlı’dan geri çekilmek zorunda kalmışlardır. İşte o zaman “geçilmez!” denilen Çanakkale’den İngiliz gemileri geçerek Osmanlı Payitahtını işgal etmişlerdir. Artık Osmanlı bir İngiliz mandası olmuştur. Bu süreçte; İstanbul hükümeti aracılığı ile Ankara hükümeti kurulup “ılgaya-mülga” oluşturulmuştur. Yeni kurulan Ankara hükümetinin mebusları İstanbul hükümetinin bir kısım mebuslarıdır. Tabii ki bu meclis İngilizlerin onayı ile kurulmuştur. Resmi tarihin iddialarının askine; asıl kurtuluş savaşı Yunan işgal kuvvetlerine karşı Kuvayi-seyyare birlikleri tarafından verilmiştir. Örneğin, Doğu’da Karayılan-Şahin Bey ve birlikleri (kürtler, Araplar vs.) Fransızlara karşı, Batı’da Çerkes Ethem ve birlikleri (Efeler ve Yörükler) Yunanlılara karşı silahlı bir mukavemet/gerilla savaşı yürütmüşlerdir. Ne trajiktir ki; yine aynı isimler resmi tarih yazımı tarafından da "hain" ilan edilmişlerdir.
Öte yandan, Bolşevik kızıl birlikler Çarlık’tan geriye kalan beyaz askerleri ezip T.C’nin kuruluşuna yardım ettikleri gibi, T.C’yi tanıyan ile devlette Sovyetler Birliği olmuştur. Erzincan Uluç (İlyiç) kasabasının adı Atatürk tarafından Lenin’e ithaf edilerek verilmiştir. Lenin tarafından bu dönemde altın, silah ve para yardımı yapılmıştır. Özellikle de ağır silahlar Kuvayi-Milliye’ye teslim edilmiştir. Öte yandan, Karadeniz’de 1919-1923 aralığında gerçekleştirilen katliamlar (özellikle de Pontos Rum katliamı) Sovyet generallerinin raporlarına kadar yansımıştır. Bu raporlardan bazılarını yazan iki Sovyet generalinin heykeli bugün Taksim meydanı’nda bulunmaktadır. Aslında olup biten kabaca şudur; İngilizler ve Fransızlar işgal ettikleri tüm Osmanlı bakiyesi üzerinde yeni bir “Cumhuriyet”in kuruluşuna ön ayak olarak geri çekilmişlerdir. Dolayısıyla; resmi tarihte iddia edildiği gibi İngilizler yenilmemiş T.C’nin kuruluşunu sağlayıp geri çekilmişlerdir. Giderken de işi garantiye almak için padişahı/halifeyi esir alarak gemiye bindirip İngiltere’ye götürmüşlerdir. Bugün bile hanedan soyundan Osmanlı torunlarının bir çoğunun İngiliz vatandaşı olması da tesadüf değildir.
İstanbul’da kalan en son İngiliz gemisi 1941 yılında ülkeden ayrılmıştır. Yine kurtuluş savaşı sırasında Fransızlar onbinlerce silahı ve cephaneyi Kürt kuvayicilerine teslim etmiştir. İstanbul ve Marmara bölgesinde İngiliz işgaline karşı mukavemet eden TKP (Türkiye Komünist Partisi) dahil, diğer Rum ve Ermeni milliyetçi-devrimci gruplarından resmi tarih hiç bahsetmez. O dönem için Osmanlı bakiyesinde ve genel olarak Ortadoğu’da hangi taşın altı kaldırılsa İngilizler çıkar. Yine İngiliz Başbakan’ı Churchill ile Mustafa Kemal’in Kastamonu’da buluşmasından resmi tarihte hiç söz edilmez. İttihatçılar ne derece Alman yanlısı olsalar da, İttihatçılığın içinden çıkan Kemalistler de bir o kadar İngiliz yanlısı bir siyaset yürütmüşlerdir. Resmi tarih yazımında yok sayılan bir gerçek olarak; İttihatçılar ve Mustafa Kemal İngiliz Başbakan’ı Churchill ile birlikte Doğu, Batı ve Orta Karadeniz’i dolaşmıştır. Karadeniz’deki Pontos Rum katliamı da yine hamicilik politikası ile yetiştirilmiş “kripto-rumlar” tarafından gerçekleştirilmiştir. Topal Osman ve çetesi de kripto-rum çeteciliğinin bir uzantısıdır.
Ermeni katliamlarında da yine bu kripto Rum, Çerkez, Kürt vs. kimlikler ön plandadır. Dahası; kimilerine “çılgınca” gelecek olsa da; padişah/halife Ali Osman’ın İngiltere’ye götürülmesi neticesinde Osmanlı devlet geleneğinden devralma “vezirlik” ve “ulemalık” makamlarına denk düşen yarı-feodal ön-modern kurumlarda bu devşirme-kripto-rumlara kalmıştır. Bugün bile dikkatli bir şekilde araştırıldığında bu kripto-ailelerin devlet ve bürokrasi içindeki “torunları” görülebilir. Yalçın Küçük ve benzeri kimi yazarlar “sebatayistlik” ile uğraşacağına “kripto-rumlarla” uğraşsaydı belki bir arpa boyu yol alabilirlerdi. Keza; bu kriptolar resmi bir kurtuluş savaşı tarihi üreterek, İngilizlerin ve Rusların-sovyetlerin himayesinde bir “cumhuriyet” kurmuşlar ve bu sürecin sonunda ülke dönemin “en zeki politikacısı” konumunda olan Mustafa Kemal Paşa’ya teslim edilmiştir. Kısacası olup biten bundan ibarettir.
Bazılarına “abartılı” bir çıkarsama gibi gelse de, bugün Topal Osman’ın “torunları” (“Trabzon Cumhuriyeti”) hala “Türk derin devleti”nin başındadır. Keza; Türkiye’de asıl sorulması gereken soru şudur: “Devlet mi çeteleşmiştir? Yoksa çeteler mi devletleşmiştir?” Kuşkusuz bu sorunun Türkiye Cumhuriyeti’ndeki karşılığı/cevabı “çeteler devletleşmiştir!” olacaktır. Zira; Topal Osman ve çetesi de dahil olmak üzere “gayri nizami hukuk cemiyetlerinin”, müdafai hukuk cemiyetlerinin altına alınması, gerçekte tüm çeteleri birleştirme kararı olup; müdafai hukuk cemiyetlerinden kuvayi-milliye oluşturma adımları da çetelerin devletleşmesinin temellerinin atılması manasına gelmektedir. Elbette ki kendi özgünlüklerini ve tarihselliklerini gözardı etmeden söylemek gerekir ki, dünya üzerindeki tüm kapitalist devletler ister Batı’da olsun, ister Doğu’da olsun benzer şekillerde oluşmuştur. Batı’da da ister İngiliz, ister Fransız, ister Amerikan vs. ön-burjuva-çeteleri olsun, hepsi benzer yollardan geçerek devletleşmişlerdir. Hemen hemen bütün ülkelerde feodal yapının tasfiyesi ve sanayi emeğine dayalı kapitalist devletlerin ve ulusal pazarların inşası çatışmalı ve kanlı süreçlerden geçilerek tamamlanmıştır.
Ne tesadüf ki; (bu tespit kimi proletaryan-marksistleri kızdıracak olsa da!) Sovyetler Birliği’ninde de benzer bir şekilde proletaryan-efendici-devletleşme sürecinin tamamlandığı düşünülürse (Sovyetlere ilişkin bürokratik yozlaşma ve çürüme eleştirileri anımsayalım!), burjuva devlet teorisinin/felsefesinin doruk noktası olan Hegel’in yasama, yargı ve yürütme erklerine dayalı “üç bacaklı” devletiyle bağlantılı olarak, kapitalizmin kendisini bir devlet formuna dönüştürmek için çeteleşme/kastlaşma yoluna gittiğini de peşinen söylememiz gerekir. Dolayısıyla; sosyalist devletin kapitalist devlet gibi “çeteleşmemesi/kastlaşmaması” için en temel panzehir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde toplumsal/vatandaş denetim/ağı kurumundan başka da bir şey değildir. Aşağıdan yukarıya doğru yükselen bireysel ve toplumsal denetimin olmadığı bir yerde sosyalizmin yeşermesi de asla mümkün olmayacaktır.
Ayrıca; Topal Osman konusunda şu ekleri de yapmakta yarar vardır: kripto-hamici bir “rum” olan Topal Osman Ankara hükümetinin oluşumunda ve kurulmasında yer aldığı gibi, meclis muhafız alayının da komutanı idi. Bir emsal olarak Topal Osman neden önemlidir? Keza; Topal Osman bugün için devletleşmiş olan çetelerin ön proto-tipolojisi’dir. Bazılarına saçma gelecek olsa da; çetelerin devletleşmesi süreci Topal Osman’la başlamıştır. Dolayısıyla; Cumhuriyet’te bugüne kadar masa başında kurulmuş olan bürokratik bir yapı olarak kalmıştır. Bu yüzden de demokratik bir cumhuriyet bu topraklarda şimdiye kadar yeşerememiştir. Pontos rumlarını katleden devşirme kripto hamiciler devletleşmiş çete geleneğinin de temellerini atmışlardır. Hatta Kürtleri “gavurlara karşı savaş” adı altında Ermenilere karşı örgütleyenler de yine aynı kripto-hamiciler olmuştur. Lakin; bu gerçekler hiçbir zaman (sollar içinde bile) tam manasıyla tartışılamamıştır. Keza; konuların “ürkütücülüğü” (başımıza iş alırız/tepki çekeriz/taraftar kaybederiz düşüncesi!) bu türden konuların tartışılmasını da geçiktirmiştir.
Bu yaşananlar dönemin ruhu açısından aslında “doğal” bir durumdur da. Keza; feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, feodal döneme özgü dinsel kimliklerin ve inançların ulusal pazar ve ulus devlet yaratma sürecine girmiş olan “Türk burjuvazi” tarafından modern ve seküler kimliklere dönüştürülmeye çalışılması, yalnızca T.C’ye değil, benzer kapitalistleşme süreçlerini yaşayan hemen hemen tüm toplumlarda da görülmüş olan bir “ideolojik kırılma” durumudur. Bu yüzden çok milletli, çok etnisiteli bir feodal imparatorluktan (resmi ideoloji gereği) tek uluslu bir yapıya geçişte “ulusal kimliğin” çimentosu olarak Şaman Tanrısı olan Türklüğün öne çıkarılması ve geri kalan tüm kimliklerin baskılanması da yine sanayi emeğinin monist (tekçi/birci) yapısının bir sonucudur. Başka bir deyişle, Osmanlı’dan devri miras alınan yapının tek bir potata eritilerek ortak bir “ulusal bilincin” inşa edilebileceğine ilişkin kanaat tarım emeğinden sanayi emeğine geçiş koşullarının tekleştirici/bircileştirici özelliklerini de taşımaktadır. Dolayısıyla; bu tekleştirici/bircileştirici hedefe (hristiyan toplulukları bu çoğrafyadan silerek homojen/kaynaşmış türk-müslüman bir ulus yaratma hedefine) ulaşılabilmesi içinde yüksek dozda katliamcılığa, ırkçılığa, şovenizme, ayrımcılığa vs. başvurulmuştur.
Bu nokta da Osmanlı millet sistemi içinde yer alan “Türk dışı” kimliklerin; örneğin Ermeni ve Rum kimliğinin (hristiyan toplulukların) ya da yeni Türk kimliğinin “bekası” için gerekli görülen “sünni-müslüman” kimliğinin dışında kalan Kızılbaş-Alevilik ve benzeri inanç gruplarının Cumnuriyet tarihi boyunca baskılandırılması, asimilasyona tabi tutulması ve aşağalanması da, yine bu sürecin bir parçası olmuştur. Lakin; böylesi bir hamicilik anlayışı kendi kökenlerindeki “müslümanlaşmış rumluk” izini silmek pahasına ya da bu geçmişi unutturmak pahasına, oluşturmaya çalıştığı Türk kimliğini dahi, “Türklüğe karşı Türklük”, “Müslümanlığa karşı Müslümanlık” vs. biçiminde kurguladığı içindir ki; oluşturulmak istenen yeni yapının (dar kalıbın) açmazlarından dolayı da ortaya patalojik bir kimlik bunalımı (“Beka sorunu”) çıkmıştır.
Bugün bile Türk kimliği etrafında şekillenmiş olan neredeyse tüm sol/sağ politik-ideolojik hareketlerin “bölünme ve parçalanma korkusuna” dayalı savunmacı bir refleks içinde olması da elbette ki bir raslantı değildir. Bu nedenlerden dolayıdır ki; aynı kesimler için Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler vs. daima “potansiyel bir iç tehdit” (mahzemesi!) olarak algılana gelmiştir.
Günümüze kadar süre gelen bütün bu “Türklük”, “Kürtlük”, “Müslümanlık”, “Rumluk/Pontosçuluk”, “Kızılbaşlık-Alevilik”, vs. tartışmaları aslında bugünün tartışmaları olsa da, kökü itibariyle dünün çözüme erdirilememiş olan “demokratizm” sorunlarının devlet ve toplum yaşamındaki gerilimli fay hatları olmaya bugünde devam etmektedir. Ne yazık ki genel olarak sol cenahta da bütün bu tarih ağırlıklı olarak burjuva popülizmi ve Batı tipi moderniteye/ilerlemeci/aydınlanmacı düşünceye dayalı bir şekilde okunduğu içindir ki; aslında bu “sol” tarihçiliğin burjuva tarihçiliğinden içerik ve biçim açısından pekte bir farkı yoktur.
Son dönemde T.C’nin bir “reis-cumhuriyeti”ne geçiş yapmaya çalışması da hiçte tesadüf değildir. Keza; glokal-kapitalist-restorasyonun ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir tarzda gelişen “reis/şaman cumhuriyeti” bunun en somut kanıtıdır. “Türk tipi başkanlık” olarak cilalanan ve sözde toplumdan rıza(lık) alınarak (dayatmalı/plebisiten referandum/seçimler yoluyla) kurulmaya çalışılan bu sistem, tam da bu tarihsel mirasın bakiyesine uygun olarak gelişmektedir. Türk-reis-başkanlığı ya da Türk-reis-memur-sultası şeklinde gelişen bu sistem; “memur şaman tanrılarının yeryüzündeki krallığını” kurmaya çalışırcasına, Bay-ülgen’in elindeki Tuğ-ran asasını toplumun üzerinde sallayarak hegemonyanın/rızanın yeniden üretimini sağlamaya çalışmaktadır.
Gökteki baş(kan)-tıngrı-tengri-tanrı misali; glokalizmin asası olmaya soyunan bu memur-çetesi, yasamadaki oligarşik, yürütmedeki aristokratik ve yargıdaki jülistokratik kast yapılanmalarının bir devamı olarak, mevcut usul, koruma ve dokunulmazlık zırhlarının/yasalarının arkasına saklanmakta ve vatandaşın ister atanmış olsun ister seçilmiş olsun devlet memurlarını aşağıdan yukarıya doğru denetleme hakkını gasp etmeyi sürdürmektedir. Şayet cumhuriyet adı üzerinde; bir “cumhur-iyet” ise, yani (teori de) yetkiyi halktan aldığını iddia eden bir sistem ise, bu cumhuriyetin demokratik bir yapıya kavuşabilmesi ancak toplumsal bir denetim kurumunun inşası ile mümkün olacaktır.
Vatandaşın; seçme, seçilme, geri çağırma, hesap sorma ve denetleme hakkının olmadığı bir yerde ne bir cumhuriyetten ne de bir demokrasiden söz edilebilir. Bunların olmadığı yerde yalnızca çetelerin sözde “demokrasisi” ve “cumhuriyeti” vardır. Toplumsal denetim savunulmadan demokrat olunamayacağı gibi, vatandaş denetiminin olmadığı bir yerde memur-çetelerine ve onların bürokratik usul/yetki diktatörlüklerine karşı da mücadele edilemez.
Şayet her vatandaş/emekçi sınıflar bireysel ve toplumsal olarak memur-çetelerinin gücünün asıl kaynağı olan usul yasalarına ve kanunlarına karşı mücadele ederse; bu sayede çetelerin vatandaşı ezmek için kullandığı burjuva bürokratizmi gerileyeceği gibi, denetimin aşağıdan yukarıya doğru, özellikle de en alttan/muhtarlıklardan başlayarak en üstte/cumhur’un başına kadar uzanan eli, şimdilik kapitalizmin sınırları içinde de olsa vatandaşa/emekçi sınıflara doğrudan demokrasi ilişkilerine dayalı bir sisteme geçiş yapma yolunda önemli bir mevzi de kazandıracaktır.
Kuşkusuz bu mücadele tek başına sosyalizm mücadelesi anlamına gelmese de, yalnızca bu şekliyle bile denetim mücadelesi sosyalizme giden yolda yürütülmesi gereken demokrasi mücadelesinin de en ileri ve en radikal biçimi olma özelliğine sahiptir. Bu sebepledir ki; denetim mücadelesi tek başına sosyalizm mücadelesi olmasa da, bu mücadele sosyalizme giden yolda engel oluşturan taşların kısmi olarak temizlenmesi ve devrimci güçler için yolun açılması anlamına da gelmektedir.
Kapitalizme ve onun memur-çetelerine karşı mücadele de öz-denetim kurumları mücadelesi demokratizmin olmazsa olmaz mücadele biçimlerinden yalnızca biridir. Aksi takdirde; burjuva devletlerin hiçbir şekilde “demokratikleştirilemeyeceği” ön kabulunden hareketle (ki bu açıkcası metafizik bir önermedir!), sosyalist devletin çekirdeğini/zeminini oluşturacak olan toplumsal denetim fikrinin, yine kapitalizmin içinde gerçekleşecek olan bir dizi mücadeleler sonucunda maddi ve somut bir biçim alacağı gerçeği de göz ardı edilmiş olacaktır.
Bu yüzden emekçi sınıfların demokratik alanda yürütecekleri her türden mücadelenin merkezinde yer alması gereken asıl perspektif toplumsal denetim hareketinin her yönüyle örgütlenmesi meselesidir de. Böylesi bir bakış açısı emekçi kitleler arasında yaygınlaşmadığı müddetçe, sosyalizm mücadelesi de dahil olmak üzere diğer mücadele alanlarında ilerleme kaydedilebilmesi de mümkün olmayacaktır.
Dipnot
[1] Feodal dönemde kralın/padişahın tebası olan halk, kapitalist dönemde “ulus” mertebesine yükseltilmiştir. Lakin; geçmişte (feodal/teolojik din devletinde) padişah/kral tanrının yeryüzündeki vekili iken, modern dönemde seçimle gelen burjuva “kral/padişah” bu defa ulusun vekili-hamisi haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, ulus/emekçi sınıflar seçimle (temsiliyetçi-faşizm ile) gelen “padişahın/kralın” tebaasıdır. Gerçekte ise, tanrı, ulus, seçim vb. gibi kavramlar her daim burjuvazinin ve yönetici sınıfların elinde kullanışlı birer ideolojik hegemonya aracı olarak kalmıştır.
25.05.2019
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
haberyeri · 3 years
Text
Almanya'da 4 farklı ameliyat önerilen kanser hastası Türkiye'de tek ameliyat ile şifa buldu
Tumblr media
Almanya'da 4 farklı ameliyat önerilen kanser hastası Türkiye'de tek ameliyat ile şifa bulduAlmanya'da 4 farklı ameliyat önerilen kanser hastası Türkiye'de tek ameliyat ile şifa buldu Alman hekimler Türk tabiplerin ameliyatını duyunca ...Almanya'da 4 farklı ameliyat önerilen kanser hastası Türkiye'de tek ameliyat ile şifa buldu Alman hekimler Türk tabiplerin ameliyatını duyunca şok geçirdi Safra yollarında klatskin tümörü tespit edilen gurbetçi devayı Türkiye'de buldu İZMİR - Almanya'da yaşayan Sinan Kaplan'ın karaciğerinin ortasında klatskin tümörü tespit edilmesi üzerine Alman hekimler ALPPS tekniği denen 4 farklı ameliyat ile kitleyi çıkarma planı yaptı. Sinan Kaplan, bu süreci kabul etmeyip devayı Türkiye'de buldu. Türkiye'de yapılan 6 saatlik başarılı bir ameliyatın akabinde 3 gün sonra taburcu olarak Almanya'ya döndü. Kaplan, Türkiye'de ameliyat olduğunu Alman hekimlere söyleyince tabiplerin şok geçirdiğini tabir etti. Ameliyatı gerçekleştiren Genel Cerrah Prof. Dr. Ünal Aydın, tıp konusunda Türkiye ile Avrupa ortasında olan farkın kapandığını belirterek, "Haftada ortalama Avrupa'dan gelen hastalar için 2-3 büyük ameliyat gerçekleştiriyoruz" dedi. Almanya'nın Lübeck kentinde yaşayan araba tamircisi ve satıcısı Sinan Kaplan (46), tümör baskılayıcı gen eksiliğinden ötürü 2020 yılında kalın bağırsak kanseri 'kolon kanseri'ne yakalandı ve ameliyat oldu. Ameliyat sonrası rutin takipler sırasında Sinan Kaplan'a Almanya'da yapılan tetkiklerde yeniden tıpkı gen eksikliği nedeniyle karaciğerinin ortasında klatskin tümörü tespit edildiği söylendi; fakat burada Sinan Kaplan'a ameliyatın çabucak yapılamayacağı, öncesinde 3-4 aylık bir süreç izleneceği ve yapılacak ameliyatların da kesin tahlil olmayacağı bildirildi. Daha sonra hastalığı için internet üzerinde araştırma yapan Sinan Kaplan, İzmir'de bu bahiste ameliyatlar yapan Genel Cerrah Prof. Dr. Ünal Aydın'ı bularak bağlantıya geçti. Almanya'dan İzmir'e gelen Sinan Kaplan, yaklaşık 3 hafta evvel bir başarılı bir ameliyat geçirdi. "Değerlendirmeler sonrasında ameliyat kararı aldık" Prof. Dr. Ünal Aydın, Sinan Kaplan'ın karaciğerin ortasında safra yollarından kaynaklanan klatskin tümörü 'kolanjiokarsinoma' şikayetiyle kendisine geldiğini belirterek, "Almanya'daki hekimler ALPPS tekniği ile birlikte dört farklı ameliyatla kitleyi çıkarma planı yapmışlar. Bunun üzerine hasta araştırmaya başlamış ve araştırmalar sonucu benim adıma ulaşmış. Sonrasında randevu alarak İzmir'e geldi ve birinci randevuda sinemalarını süratli bir biçimde çektirdik. İnteraktif olarak kurulumuza danıştık. Değerlendirmeler sonucu dört başka ameliyat yerine tek bir karaciğer ameliyatı ile klatskin tümörünün opere edilebileceğini söyledik ve ameliyata aldık. Ameliyat sırasında karaciğerin yüzde 60'ını çıkardık ve dört safra kanalına ince bağırsaktan yeni yol yaptık. Başarılı geçen safra kanalları tümörü ameliyatından sonra üçüncü gün taburcu oldu ve beşinci gün uçağa binip Almanya'ya geri döndü. Bugün de denetimlerine geldi. Sahiden de başarılı bir ameliyat oldu" dedi. "Alman tabipler şok geçirdi" Alman hekimlerin verdiği tedavi ve ameliyat müddetini uzun bulduğunu söyleyen Sinan Kaplan, "Ben onların dediği şeyi onaylamadım. Dört farklı vakitlerde yapılacak ameliyattan korktum ve internetten araştırma yapmaya başladım. Google'da hastalığımın ismini Almanca 'Gallengangskarzinom' ve İngilizce 'cholangiocarcinoma, klatskin tumor' sözleri ile araştırma yaparken bu alanda başarılı bir Türk hekim olarak Ünal Aydın karşıma çıktığında çok etkilendim ve 'Prof. Dr. Ünal Aydın'ın YouTube kanalındaki görüntüleri izlemeye başladım. Ameliyatların çok daha kolay ve başarılı bir halde yapılabildiğini gördüm. Daha sonra telefon edip randevu aldım. Almanya'dan getirdiğim sinemalar ile Türkiye'de çekilen sinema ortasında büyük fark vardı. Dikkat ettiğimde iki ülkede de tıpkı makinenin kullanıldığını; fakat sonuçların Türkiye'de daha uygun belirli olduğunu gördüm. Bir mekaniker olarak muvaffakiyetin detayda zımnî olduğunu biliyorum. Türkiye'deki insan bağlantılarının sıcaklığının sinema çekilmeyi bile etkilediğini gördüm ve sinema çekimi esnasında teknisyenler makinede nefesimi nasıl tutacağımı ve duracağımı uzun uzun anlatarak beni rahatlattı. Böylece MR aygıtında daha hareketsiz durabildim. Tabibim çekilen MR sinemalarını değerlendirirken sinemalardaki netliği de görünce kararım netleşti. Çabucak masaya yatabileceğimi söyledim. Sonraki gün ameliyata alındım. Ameliyattan 2 saat sonra birinci yürüyüşümü yaptım. Karaciğerimin yarısını verdikten sonra bile ayağa kalkabildim. Ablam yanımdaydı, o da buna şaşırdı. 3 gün sonra taburcu oldum. Kendimi çok âlâ hissediyordum. Ameliyattan sonra 5. günde uçağa binip Almanya'ya geri döndüm ve 7.gün Almanya'da ameliyatımı ve tedavi sürecimi planlayan hekimlerin yanına gittim, '7 gün evvel ameliyat olduğumu ve karaciğerimin yarısını aldırdığımı' söyledim. Hekimlerim şok geçirdi. Ameliyat olduğuma inanmadılar. Ben de onlara ameliyat görüntümü gösterdim; lakin görüntüyü gördükten sonra bana inandılar. Ameliyat görüntüsünü izleyen hekimlerim, 'O hekimin güya 8 tane kolu var üzere. Bu türlü bir ameliyat yapan tabipten tahminen bir tane daha bulursunuz; ancak ameliyat sırasında müzik söyleyeni bulamazsınız' dedi. "Pandemi şartları kanserle uğraşımızı etkilemiyor" Ünal Aydın, "Tüm dünyada tıp, gelişen teknoloji ile birlikte çok ilerledi. Bilhassa Avrupa ve Batı'da teknolojik üstünlük sayesinde daha ileri süreçler yapılmaktaydı; lakin son periyotta Türkiye'de de teknolojinin ilerlemesiyle ve buna Türk hekimlerinin marifeti ve hamaseti eklenince Türkiye'de dünyaya nazaran çok daha başarılı ameliyatlar gerçekleştiriliyor. Almanya, İngiltere, Hollanda ve Belçika üzere ülkelerden de çok hasta kabul ediyoruz. Hastalarımız bütüncül tedavi sürecine İzmir'de devam etmek istiyor. Bu manada Oncolivehealth Clinic bünyesinde oluşturduğumuz İzmir Onkoloji Grubu bilhassa onkolojik cerrahi ve kanserin bütüncül tedavisinde başarılı işler yapıyor. Son devirde tüm takımımız bu güç pandemi şartlarında 'Su uyur düşman uyumaz' ideolojisi ile aralıksız kanser ile uğraşını sürdürmekte. Günde neredeyse 2 ameliyatla hem yurt içi hem de yurt dışından gelen hastalarımıza yardım etmeye çalışıyoruz" halinde konuştu.
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Kaynak: İhlas Haber Ajansı / SALİH YILMAZSOY Read the full article
0 notes
yorgunherakles · 13 days
Text
mükemmelleşme arayışımızın aslında negatif bir temeli vardır: kavrayış eksikliği.
spinoza - anlama yetisinin düzeltilmesi üzerine inceleme
6 notes · View notes
dusunumsel · 4 years
Text
Kent Kimliği Üzerine Mülahazalar
Tumblr media
Teorik bir iki saptamayla başlayalım. Kentin bir ideoloji içerdiği iddiasındayım. Ünlü sosyal tarihçi Lefebvre aynı iddiayı benden çok daha önce dile getirmiş ve mekanın toplumsal üretimin sonucu meydana geldiğini söylemiş dolayısıyla mekan politik ve ideolojiktir diye sürdürmüştü. Mekanın ideolojik oluşuna bu metin kapsamında tekrar tekrar döneceğiz. Çünkü ideoloji her yerdedir. Kent özelinde ideolojinin çeşit çeşit temsili söz konusudur. Şehrin yapısından tutun şehrin içerisindeki sanat eserlerine kadar geniş bir yelpazede ideolojinin izi sürülebilir, sürmeye çalışacağız. Örneğin; Aziz Augustinus, Roma’nın yağmalanmasından sonra insan etkinliğiyle oluşan kentlerin, insanoğlunun kendi günahları altında yok olduğunu ve Hristiyanlık düzeninin bir “tanrı kenti” olduğunu söylemektedir. İşte ideoloji bu Aziz Augustinus’un bu yorumunun kentin içinde yankılanmasıdır. Bir diğer Annales Ekolü üyesi tarihçi Henri Pirenne’ye göre kent öncelikle ekonomik yapısı ile tanımlanmalıdır. Bu özellik onu “kırsal” olandan ayıran özelliktir. Dolayısıyla sosyal tarihin kente yaklaşımında başat olan üretimdir. Kökensel olarak daha eskiye gitmek mümkün. Elbette yerleşik hayata geçiş ile beraber kentin gelişim süreci şekillenmeye başladı. Antik döneme ve öncesine, tarihte bilinen ilk kentlere ileride göz atacağız. Fakat Pirenne’in aktardığına göre modern anlamda kentin oluşumu 10. yüzyıla dayanmakta. 10. yüzyıl sonrası ve ilerleyen devirlerde kenti kent yapan sosyal yapı, tüccar, burjuva ve beledi örgütlenmeler şekillenmektedir. Yani modern anlamda kentin oluşum süreci burjuvazinin gelişim süreci ile paralel ilerlemekte. Bu noktada önemli bir konuyu tartışmamız gerektiğini buraya not düşelim ve devam edelim; kapitalizm ve kent ilişkisini nasıl okumamız gerekir, kapitalizm kentin oluşumunda ne kadar başat bir rol oynamakta? Bazı kuramcılar, kentin onun içerisinde yaşayan ve algılayan bireyler üzerinde etkin mesajlar içerdiğini belirtmişlerdir. Düşüncenin özünün mekansal olduğunu dile getirerek mekanın yalnızca insanların toplumsal ilişkiler kurduğu bir yer olmadığını, mekanın hem içinde var olan bedenler tarafından biçimlenen hem de bedenlerin algılarını ve ilişkilerini biçimlendiren dinamik bir organizmaya benzediğini söylemek gerekir. Dolayısıyla karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Mesajları bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde üreten insanlar aynı zamanda mesajlardan bilinçli veya bilinçsiz bir biçimde etkilenirler. İdeoloji tam da burada başlar, insanların aslında ne yaptıklarını bilmemelerinden. İnsanların ait oldukları toplumsal gerçekliğe ilişkin yanlış bir tasarıma sahip olmaları, ideolojiyi besler. İdeoloji, arzularımızı da şekillendirir. Hitler’in ünlü mimarı Albert Speer’in, Nazizmin sahiplendiği Roma-Germen geleneğine istinaden Berlin’i bir Roma kenti olarak modellediği meşhur çalışmasına bu açıdan bakılabilir. Marx ve Engels, Alman İdeolojisi’nde şöyle demişlerdir: “Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, zihinsel üretim araçlarını da elinde bulundurur… Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir.” Egemenin, erkin, iktidarın izi kentin her yanında sürülebilir. Cumhuriyetin ilanı ile beraber Ankara bu temayüller doğrultusunda kurulmuştur. Bugün siyasal iktidar, kanaatleri doğrultusunda farklı mimari üsluplar ile kentleri yeniden dizayn etmektedir. Metnin ilerleyen bölümlerinde modern mimari ve postmodern mimariye ideolojik yaklaşımlar temelinde değinmeye çalışacağım, Cumhuriyet ideolojisi ve siyasal İslam’ın kente yaklaşımlarını detaylandırmayı o bölüme bırakıyorum. Kent, potansiyel olarak karmaşık bir toplumun güçlü bir sembolüdür. Bütün bu karmaşanın izini sürmek adına tarihsel olarak kentin gelişimini incelemek icap eder. İnsanların birçok gereksinimini karşılamak için karşılıklı ilişkilerde bulunmaları bir mecburiyettir. Tarihin ilk çağlarından beri üretim, dağıtım ve tüketim işlevlerinin merkezileştiği uygarlık beşikleri giderek daha fazla işlev kazanarak kente dönüşmüştür. 18. Yüzyıldan itibaren Latin dillerinde uygarlık (civilization) ve kent (city, civitas), Arapçadaki medeniyet, medeni ve kent (medine) gibi sözcükler arasında köken benzerliği uygarlıkların kentlerden kaynaklandığına dair bir akıl yürütme yapmamıza sebep olabilir. Yunanca’daki kent (polis) sözcüğünün de siyaset (politiae) ile aynı kökten kaynaklandığı bilinmektedir. Kentsel yaşamın uygarlığın beşiği olarak algılanması, kibarlık (civilite) ve görgü (urbanite) sözcüklerinin de kent kökünden türetilmelerine yol açmıştır. Batı dillerindeki “citizen” sözcüğü, hem yurttaşı, hem de kenttaşı (hemşehri) anlatmak üzere kullanılmaktadır. Kent ile uygarlık arasındaki bu ilişki çarpıcıdır. Kent, beraberinde tarihi serüveni de düşünmemizi gerektirir. Her kent bir geçmişi şimdiye taşır. Dolayısıyla ilerde söz edeceğimiz bütün dönemsel yaklaşımlar kendinden öncekini içererek homojen bir yapı sergiler. Günümüz kenti ise globalleşme ile birlikte birçok ortaklıklara ev sahipliği eder. Tokyo’da, New York’ta, Berlin’de veya Ankara’da aynı gıda üreticisinin panolarını görebilir, aynı teknoloji markasının ledleri gözünüzü alabilir veya aynı kahvecinin kahvesinin içildiği birbirinin benzer mekan tasarımları görebilirsiniz. İletişim kuramlarının öncü birtakım çalışmalarında bu aynılaşmanın kentin ‘kimliksizleşme’sine kapı araladığı noktasında tartışmalar yürütülmüştür. Ekonomik üretim sürecinin değişimi ve ilişkilerin değişmesi, hayatın hızlı yaşanır oluşu, prodüktivitenin artışı, sürekli bir yerlere yetişme telaşının baş göstermesi vs. gibi müşterek kaygılara sahip ve benzer ürünlerin (kültürel veya maddi) tüketicisi haline gelmiş olan insanların tek tipleşmesi küreselleşen kentlerin ürettiği kentsel kültürün birer parçası olmuştur. Dolayısıyla kent bir tüketim mekanına dönüşerek, tüketime yönelik arzuyu sürekli kılmıştır. Baudrillard’a göre bütün bu tüketime dönük mekanlar sadece nesnelerin tüketimine dair gösterenlere sahip değildir aynı zamanda sınıf, statü, ırk, cinsiyet gibi sosyal belirleyicilere de sahiptir. Bulunulan mekanın, giyilen kıyafetin, okuduğun dergilerin vs. sembolik olarak işaret ettiği bir yer vardır. Mekanın tüketimi, salt maddi, nesnel, bir şeye karşılık gelmez, aksine, tüketimci kapitalizmin yükselişiyle birlikte büyük ölçüde simgesel, göstergesel bir boyut da kazanmış olur. Lefebvre’nin bahsettiği üzere kent bir yandan “tüketim yeri” diğer yandan da “tüketilen bir yer” haline gelmiştir. İletişim teorisyenleri ve sosyologlar tarafından yapılan bu değerlendirmelerde kentin ‘kimliksizleşmesi’ üzerine tartışılmıştır. Bugün bu ‘kimliksizleşmeye’ koşut birçok gözlem yapılabilir fakat kent, bünyesindeki değişimleri ve aynılıkları yeniden üretebilmesine yarar sağlayan bir tarihsel serüvenin içerisinden geçmiştir. Dolayısıyla Turgut Özal’ın İstanbul’dan Manhattan yaratma düşünün biçare oluşu kentin kendi tarihini içerecek nüvelere hep sahip oluşuna koşuttur. Kent kimliğini belirleyen ve bir kenti öteki kentlerden ayıran özellikler kurumsallaşır fakat bu kurumsallaşmanın katı ve statik olmadığı, aksine oldukça dinamik, sürekli değişen ve kent kimliğinin yeniden tanımlanmasını gerektiren bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Kent kimliği kapsamında bir diğer önemli nokta 1980’li yıllardan sonra kentlerin aynı zamanda bir ‘marka’ya dönüşümüdür. Kent bahsettiğimiz üzere ‘tüketilen bir yer‘e dönüşmüştür, bu tüketim kentin kendini değerli kılacak taraflarını ön plana çıkartması gerekliliğini doğurur. Globalleşen dünyada kentlerin reklamı her türlü tüketime olanak sağlar. New York kenti giyim kuşam ürünlerinden filmlere, filmlerden ticari sahaya kadar birçok alanda “I Love NY” sloganı ile bir ürün olarak markalaşmıştır. Benzer çalışmalar birçok kent için yürütülmektedir. “I Amsterdam” sloganı ile Amsterdam yakın zamanda bu reklamı yapan daha küçük bir kent olarak birçok alanda bir marka olarak kendine yer bulmuştur. Burada temel mesele yaratılan marka ile kentin özgünlüklerinin ve aynı zamanda evrenselliğinin bir arada vurgulanabilmesindedir. Kentlerin dönüşümleri, kent mimarisinin estetik formları, kentlerin doku ve kimlikleri ideolojiler, paradigma dönüşümlerine bağlı olarak yaşanmaktadır. Bugün kentlerin mimari dokusunda belirgin olarak modernizm ve postmodernizmin tesirleri vardır. Ortaçağ ve öncesinde, mimarinin daha kapalı bir kent tasarımına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Dokuzuncu asrın harikulade mimari ürünlerine sahip olan İspanya’nın Granada kentinde veya İtalya’nın Floransa ve Venedik gibi kentlerinde bu kapalılığı görmek mümkündür. Modernite ile birlikte kentin tasarımına dair bambaşka bir üslup doğmuştur. Modernist düşünce ile beraber kentler bir ‘ideal kent ütopyası’ üzerinden inşa edilmeye başlanmıştır. Modern mimari, ideal kent kavramı ekseninde mükemmellik, netlik, kesinlik ve çelişkisizlik arayışındadır. Estetik zevki ikinci planda tutarak işlevsel ilkeler doğrultusunda bir tasarıma başvurur. Modern mimarinin önemli temsilcilerinde Le Corbusier’e göre konutlar bir barınma makinesidir, eğri sokaklar keçi yollarıdır, düz caddeler ise insanlar içindir. Dolayısıyla bir mimarın yaratıcılık düzeyi ve yapının estetik değeri, insana ve topluma sağladığı faydaya göre değerlendirilir. Sanayi devrimi sonrasında işlevsel kent tasarımları daha büyük bir önem kazanmıştır. David Harvey “evlerin ve kentlerin açık açık ‘içinde yaşanacak makineler’ olarak düşünülebildiği bir dönemdi” diyerek özetler 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ilk yarısına uzanan süreci. Temel olarak “evrensellik ve yöreselliğin ortadan kaldırılması, mevcut teknolojinin maksimum yarar sağlayacak şekilde değerlendirilmesi, kentin işlevlerine uygun yapılara ayrılması” gibi hususlar modern kent mimarisinin üslup ve esaslarıdır. 19. yüzyıl ile beraber mimarlar imparatorların desteğiyle Avrupa'nın büyük kentlerinin üzerinden silindir gibi geçmişler, ortaçağdan kalma eski mahalleleri yerle bir etmişler, geniş bulvarlar açarak parklar, meydanlar inşa etmişlerdir. Liberaller buna "modernleşme", Engels ise "Haussmannlaşma" demiştir. Geniş ve süslü bulvarlar, görkemli anıtlarla süslenen meydanlar, havuzlu parklar kent hayatına estetik, ferahlık ve kolay ulaşım imkânları sağlamıştır. Fakat 1848'in barikat savaşlarına katılan Engels bu modern kent mimarisine baktığında farklı bir şey görüyordu. Engels, III. Napoleon döneminin ünlü mimarı Georges Eugène Hausmann'la başlayan bu sürecin burjuvazinin kentsel alana hâkimiyetini sağlamak gibi özel bir amacı olduğunu keşfetmişti. Topların yerleştirilemediği, süvarilerin rahat hareket edemediği karman çorman işçi mahallelerinin orta yerinde açılan geniş yollar barikat savaşlarını stratejik anlamda önlüyordu. Ayrıca proletaryanın önemli bir bölümü bu inşaat faaliyeti sayesinde doğrudan imparatorlara ve saray nazırlarına bağlanıyordu. 19. asır boyunca bütün büyük kentler dönüştürüldü. Engels’in bu mimari üslubun ardında gördüğü ideolojik yaklaşım bugün hala başka biçimlerde mevcudiyetini sürdürmektedir. Özetle modern mimari, modernizm ile tanımlanan rasyonalitenin doğrudan bir ürünüdür. Postmodernite ise bütün bu ‘büyük anlatı’lara kültürel sahada olduğu gibi mimaride de karşı çıkmıştır. Üsluba dair doğrudan bir tavır takınmak yerine eklektik olmayı, pastiche, kolaj ve ironiye, işlevden daha çok görselliğe önem vermeyi merkeze almıştır. Postmodernite malın veya hizmetin emek ve fayda üzerinden değil semboller üzerinden tüketilmesini ön planda tutar. Dolayısıyla kentler sembolleri ile tüketime uygun hale gelmektedir fakat bu semboller büyük bir anlamı içermemektedirler. Postmodern kent hayatı, sürekli değişmeyi ve farklılaşmayı ön planda tutar. Günümüz kapitalizmi markalar, reklamlar, hızlı yaşam, fast food kültürü vs. ile kenti kuşatırken, postmodern mimari kentin bütün kaosundan ‘anlam kaygısı yaşamadan’ ve ‘idealize etmeden’, zaman zaman tarihten bir kesiti, zaman zaman bir reklam afişinin kolajlandığı bir çalışmayı kendi üslubuna eklemler. Günümüz kentleri bu iki paradigmanın esinlerini de sunmaktadır. Türkiye’de kentlerin gelişimi modernist bir proje olan Kemalizm ile hız kazanmıştır. Bu projenin ilk etabı geniş bir ova olan Ankara’yı modern bir kente dönüştürmek teşebbüsüdür. Savaş sonrası yaşanan değişimin ile birlikte Ankara, cumhuriyetin başkenti ilan edilmiş ve yeni rejimin tahayyüllerini Türkiye’ye ve dünyaya aktarma işlevini üstlenmiştir. Modern bir kent yaratılması adına yurtdışından getirtilen kent planlamacıları ve mimarlardan yardım alınmış, çağdaş, cumhuriyet değerlerini yansıtan bir kent tasarlanmıştır. Yeşil alanlar, parklar ve geniş meydanlara bakarak modern mimarinin işlevsel yanı gözlenebilir. Osmanlı yönetimiyle özdeşleşmiş, kozmopolit yaşantının simgesi bir liman kent oluşu dolayısıyla İstanbul cazibesini yitirmiş, yeni bir ulusun ideallerini temsil edecek olan yeni bir başkent seçilmiştir. Simgesel olarak hem modern ulusun “temsili mekanı” hem de yeni oluşacak gündelik yaşam örüntülerinin, yani “kamusal kültürün mekanı” kurgulanmaktadır. Osmanlı’da, Tanzimat Dönemi reformlarına uzanan modernleşme sürecinin, o dönemde çıkartılan kent planlaması ile ilgili ilk nizamnamelerin bize gösterdiği, modern mimariye dair esinlenmelerin o yıllara dayandığıdır. Yeni rejim bu fikirsel birikimi de arkasına alarak bu projeyi hayata geçirmiştir. Bugün Türkiye içinde bulunduğu siyasal vaziyet gereği yeni düzenlemeler ve mimari üsluplar ile tanışmaktadır. Bütün bu değişimin ardında da ideoloji yatmaktadır. Toparlamak gerekirse kent kimliği, bireyin bilinçli ya da bilinçsiz olarak maruz kaldığı ideolojik kanaatler, dönemsel paradigmalar, imajlar, üretim ilişkileri, tarihsel serüven vs. ile birlikte şekillenmektedir. Mekan, ideoloji ya da politikadan ayrılabilecek bilimsel bir obje değildir. Kendi tarihimizde kentin her yanı aşklarımız, hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, tutunamamışlıklarımız, umutlarımız ile doludur fakat biz kendi tarihimizi yazarken aynı zamanda kentin de kendi tarihini yazdığını ve bu tarihin fatihler, bürokratlar, idealler, savaşlar, eylemler, yağmalar, zafer geçitleri ve düşler ile bezeli olduğunu unutmayalım... Read the full article
0 notes
korayaker · 11 months
Text
SİYASET Lenin Sol komünizm Lenin Nisan tezleri Lenin Proleter devrim dönek kuattscki Lenin devlet ve devrim Lenin Emperyalizm Lenin Burjuva demokrasisi ve proleterya diktatörlüğü Lenin Ne yapmalı Lenin Materyalizm ve Ampiryokritisizm Lenin Bir Adim Ileri Iki Adim Geri Lenin Din Üzerine Lenin Ssosyalizm ve Savaş Marx Engels Komünist manifesto Yahudi Sorunu Alman İdeolojisi Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Ücretli Emek ve Sermaye Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Konut Sorunu Mao Zedong Çelişki Üzerine Uzatmalı Savaş Üzerine Seçme Eserler -ı-ıı-ııı Kızıl Kitap Josef Stalin Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm Marksizm, Ulusal Sorun Leninizmin İlkeleri Anarşizmi mi Sosyalizm mi Bolşevik parti Tarihi Muhalefet Üzerine Georgi Dimitrov Faşizme Karşı Birleşik Cephe Leo huberman Sosyalizmin alfabesi Politzer Felsefenin başlangıç ilkeleri Politzer Felsefenin Temel İlkeleri Nikitin Ekonomi politik Maksim Gorki Küçük burjuva ideolojisinin eleştirisi Kalinin Devrimci Eğitim Devrimci Ahlak Che Guevara Ekonomi ce sosyalist ahlak Paul lafargue Tembellik hakkı A.Şnurov Türkiye proleteryası John Reed Dünyayı Sarsan On Gün Ellen Meiksins Wood Sınıftan Kaçış İbrahim kaypakkaya Seçme eserler Mahir çayan Bütün Yazıları Hikmet kıvılcımlı Türkiyede kapitalizmin gelişimi Emrah cilasun - Mustafa suphi ve yoldaşlarını kim öldürdü Kapitalizm, Arzu ve Kölelik, Frederic Lordon Yeryüzünün Lanetlileri - Frantz Fanon Terry Eagleton Marx Neden Haklıydı Jhon Zerzan Gelecekteki ilkel Paulo Freire Ezilenlerin Pedagojisi Kropotkin- Ekmeğin Fethi Ivan Illich'in Okulsuz Toplum Hüseyin Can Sosvyetler ve Kürtler A.Kollontai Komünizm ve Aile N. kruspkaya Halk eğitimi Platon Socratesin Savunması Arthur Schopenhauer- Eristik Diyalektik
TOPLUMSAL CİNSİYET
Friedrich EngelsAilenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni Clara Zetkin Kadın Sorunun Üzerine – Clara Zetkin Lenin'in Bütün Dünya Kadınlarına Vasiyetleri Auguste Bebel Kadın ve Sosyalizm Alexandra Kollontai Marksizm ve Cinsel Devrim Alexandra Kollontai Komünizm ve Aile Alexandra Kollontai Bir çok hayat yaşadım Sibel Özbudun Marksizm ve Kadın Emek, Aşk, Aile Sibel Özbudun Küreselleşme , Kadın ve Yeni - Ataerki Ricardo Coler Kadın Krallığı Elisabeth Badinter Biri Ötekidir Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği Diana Gittins Aile Sorgulanıyor Simon de beauvoir ikinci cins Valeri solanes -Erkek doğrama cemiyeti Judith Butler- Cinsiyet Belası
PSİKOLOJİ
Sigmund Freud Totem ve tabu Sigmund Freud uygarlığın huzursuzluğu Sigmund Freud Düşlerin Yorumu Joel Kovel Tarih ve Tin Michel Foucault Deliliğin Tarihi Jean Twenge Ben nesli Rollo May Kendini Arayan İnsan Pascale Chapaux-Morelli İkili İlişkilerde Duygusal Manipülasyon Erich Fromm Sevme Sanatı Eric Fromm- Özgürlükten Kaçış Caren Horney Çağın Nevrotik kişiliği  POSTMODERN FELSEFE john zerzan- Gelecekteki ilkel Terry Eagleton Postmodernizmin Yanılsamaları Fredric Jameson, Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı Jean Baudrillard Simülakrlar ve Simülasyon Jean Baudrillard Tüketim Toplumu Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı Jean Baudrillard baştan çıkarma üzerine Jean Baudrillard Neden herşey hala yok olup gitmedi Rainer Funk Ben ve Biz Postmodern İnsanın Psikanalizi - Zygmunt Bauman Akışkan Aşk / İnsan İlişkilerinin Kırılganlığına Dair Zygmunt Bauman  Akışkan Modernite Jean François Lyotard Postmodern Durum Michel Foucault Özne ve İktidar / Seçme Yazılar Michel Foucault Cinselliğin Tarihi Karakter Aşınması - Richard Sennett Kamusal insanın Çöküşü Richart Sennet Guy Debort- Gösteri toplumu
VAROLUŞÇU FELSEFE
Arthur Schopenhauer Cinsel Aşkın Metafiziği Arthur Schopenhauer ,Hayatın Anlamı Arthur Schopenhauer İsteme ve Tasarım Olarak Dünya Emil Michel Cioran Çürümenin Kitabı Terry Eagleton Hayatın anlamı Fernando Pessoa Huzursuzluğun Kitabı Ferdinand celine gecenin sonuna yolculuk Jean Paul Sartre Bunaltı Cesare Pavese Yaşama Uğraşı Franz Kafka Dönüşüm Samuel Beckett Godot'yu Beklerken Hermann Hesse Siddhartha Dostoyevski Yeraltından Notlar Dostoyevski Suç Ve ceza Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt Nietzsche Ecce homo Nietzsche Decal Candide - Voltaire Albert CamusYabancı Jhon fante toza zor Terry Eagleton Kötülük Üzerine Bir Deneme
ROMAN VE KLASİKLER
Maksim Gorki Ana Maksim Gorki Benim üniversitelerim Dimitır Dimov Tütün Kropotkin Ekmeğin Fethi Jack London’ Demir ökçe John Steinbeck Fareler ve İnsanlar Harper Lee Bülbülü Öldürmek Victor Hugo Sefiller Goethe Genç Werther'in Acıları Balzac vadideki zambak Dostoyevski Suç ve Ceza Dostoyevski Kumarbaz Dostoyevski Budala Dostoyevski Ev sahibem Dostoyevski Yeraltından notlar Stefan Zweig Satranç Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Irvin D. Yalom Nietzsche Ağladığında Lev Tolstoy Anna Karenina Vladimir Bartol Fedailerin Kalesi Alamut Amin Maalouf Doğunun Limanları Harper Lee Bülbülü Öldürmek George Orwel Hayvan Çiftliği Jhon Steinbeck Fareler ve İnsanlar
Türk Edebiyatı
Sabahattin Ali Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali Kuyucaklı yusuf Sabahattin Ali İçimizdeki Şeytan Ahmet Hamdi Tanpınar Huzur Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri ayarlama enstitüsü Yaşar kemal İnce memed Recaizade Mahmut Ekrem Araba Sevdası Mehmet Rauf Eylül Peyami Safa Yanlızız Peyami Safa Fatih-Harbiye Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye koğuşu Peyami Safa Bir teredüdün Romanı Namık Kemal İntibah Orhan Pamuk Orhan pamuk kırmızı saçlı kadın Yusuf atılgan Aylak adam Ahmet Ümit İstanbul Hatırası Yakup Kadri Karaosmanoğlu Kiralık Konak
Yakup Kadri Karaosmanoğlu Yaban
Distopya-Ütopya
Aldous Huxley Cesur Yeni Dünya 1984 - George Orwell Ursula K. Le Guin Mülksüzler Damızlık Kızın Öyküsü
Din Tarih ve Antropoloji
Tanrı'nın Tarihi - Karen Armstrong
Ludwig Feuerbach-Hristiyanlığın Özü Marx Engels- Ailenin ve özel mülkiyetin kökeni Lewis Henry Morgan-Eski toplum Wilhelm Reich- Cinsel ahlakın boy göstermesi Freud totem ve tabu Claude Levi – Strauss  Yapısal Antropoloji Samuel NoahbKramer Tarih Sümerlerle Başlar Samuel noah Kramer Sümer mitolojisi M. İlin-İnsan Nasıl İnsan Oldu Darwin Türlerin kökeni Turan Dursun Din bu Dine Karşı Din - Ali Şerati Ataların Hikayesi Richard Dawkins Sibel özbudun -Antropoloji: Kuramlar, Kuramcilar Lenin Din Üzerine Karl -Marx Yahudilik Üzerine Hayvanlardan Tanrılara - Sapiens , Yuval Noah Harari Deccal - Friedrich Nietzsche Ahlakın Soykütüğü- Friedrich Nietzsche Peter Hopkirk İstanbulun Doğusunda Bitmeyen oyun Hans Lukaks kieser- Iskalanmış Barış
Martin Van Bruinessen Kürtlük Türklük Alevilik
Nuri Dersimi Kürdistan Tarihinde Dersim
Erdoğan Çınar Kayıp Bir Alevi efsanesi
Erdoğan Çınar Aleviliğin Kayıp Bin yılı
Ahmet Taşağıgil Gök Tengrinin Çocukları
Jena Paul Roux. Türklerin Tarihi
Tori Bir Kürt Düşüncesi Yezidilik
İrene Melikoff Uyur idik uyardılar
Hamza Aksüt Aleviler
Jean Hamilton Aanadoluda Heretik Hareketler
Faik Bulut Dersim Raporları
Mehmet Bayrak Dersim Koçgiri
Mehmet Bayrak Alevilik Kürdoloji Türkoloji Belge.
Hakkı Naşit Uluğ Dersim Medeniyete Açılıyor
4 notes · View notes
polemik · 6 years
Quote
Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadır ki, kendilerine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir, egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki, bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağların egemen düşünceleridir.
Karl Marx, Frederich Engels - Alman İdeolojisi (Feuerbach Üzerine Tezler), 1845
5 notes · View notes
Quote
“Devrim kendi şiirini geçmişten hareketle yaratamaz; tersine o, şiirini gelecekten çıkarır ve geçmişe duyulan tüm yanlış inançları silip atar.”
Karl Marx, Alman İdeolojisi
33 notes · View notes
hbedebiyatsanat · 7 years
Photo
Tumblr media
ERDOĞAN'IN KÜLTÜR İKTİDARI VE KATAR !
Erdoğan metafizik kafa yapısına sahip, gerici yobaz bir politikacı, lider, başkan ya da hem parti hem de devlet başkanı bir kişilik sergiliyor. Bu kişiliğinden dolayı kendi ve insanlık tarihine diyalektik bir bakış açısı, bilimsel soyutlama yolu ile bakamadığı için gelecek açısından tutarlı hiçbir öngörüde bulunamıyor. “Ecdâdım” dediği Osmanlı tarihinden de, İslam dininin yaşanmış ve yaşanmakta olanlarından da, düşman olarak görmüş olduğu bizim, yani reel sosyalizm tarihinden de hiç ama hiçbir ders çıkartmamış.
Osmanlı'nın anadilsiz, anavatansız imparatorluk kurmasını, Erdoğan’ın onu bir “kültür iktidarı” olarak görüp nitelemesi ile uğramış olduğu akıbetini analiz edemiyor. Düşman olarak gördüğü reel sosyalizmin sayfalarından birisi olan Mao’nun sosyalizm yolunda yaptığı “kültür devriminin”, Çin’in kapitalist dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna gelmesi sonucu nasıl ve neden çöktüğünü algılayamıyor. Ha keza Lenin’ in hem devlet hem parti başkanı sistemi, Komsomol gençlik, Kızıl Ordu, işçi sendikaları, Sovyetler Birliği vb. yapılanmaları ile yaratmış olduğu kültür devrimi ile sosyalizmi sağlama bağladığını sandığı Rusya’nın emperyalist dünyanın iki süper gücünden birisi konumuna gelmesini ne görebilmiş ne de bu tarihi gerçeklere kafa yormuştur.
Yormadığı için de “kültür iktidarı kurmayı” amaçladığını söylemiştir. Kiminle? Kendi metafizik kafa yapısı, aynı kafa yapısına sahip, sorgulamacı, şüpheci olmayan yandaşlar çağ ve insanlık dışı sistemin meliki Katar meliki, Mısır Hizbullah’ı, Filistin Hamas’ı, El Kaide, El Nusra gibi cihatçı ve şeriatçı yapılarla… Bu müttefik ve partnerleri ile Türkiye’de “kültür iktidarı” kuracak(!) Aslında yukarıda örnek vermiş olduğum, Mao’nun “Kültür devrimi” ile Lenin’in Sovyet devrimini kalıcılaştıracağına inandığı “sosyalist“ devrim örneklerinin, Erdoğan’ın yapmak istediği “Kültür iktidarı” konusu ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. Olmadığı gibi Erdoğan’ın cehaletin cüreti ile “kültür iktidarı” dediği hayal dünyasında bir milyon kat daha ikna edici espriye sahip olmalarına rağmen Mao ve Lenin’in söz konusu devrimleri bile hayatta yer bulup tutunamadığı halde Erdoğan’ın “kültür iktidarı” hayatın hiçbir kenarında yer alabilir mi?
Erdoğan “kültür iktidarı” diye “ecdadım” dediği Osmanlı kültüründen söz ediyorsa anadili, anavatanı olmayan Osmanlı’nın sözü edilecek bir kültürü yoktu. Kültür bir üst yapı kurumudur. Ekonomik altyapıya göre oluşur ve ona denk bir düzlemde gelişir. Osmanlı bir çok uygar ülke ya da ülkeleri işgal edip, ilhak ederek vergi adı altında haraca bağlayarak bir ekonomik altyapı oluşturuyordu. İşgal etmiş olduğu ülkeye B. Britanya, Rusya imparatorlukları gibi kendi anadilini, kültürünü taşıyamıyordu. Çünkü ne anadili ne de kültürü vardı. İşgal ettiği bazı ülkelere İslam kültürünü taşıyordu. İslam kültürü bir Osmanlı kültürü değildi. Arap-İslam kültürü idi. Anadili olmayanın doğal olarak kültürü de olmaz. Çünkü kültür ekonomik altyapı ve onun üst yapısı olan dilin bir ürünü olarak oluşur. Osmanlı'nın ana dili olmadığı için üst yapı kurumu olarak Arap alfabesi, Arap-İslam kültürü ile “Osmanlıca” diye sahte bir dil yaratıldı. Osmanlı çökünce “Osmanlıca” da onunla birlikte tarihin çöplüğünde kayboldu. Mao’nun yapmış olduğu “kültür devriminin” anadili vardı, ama Mao’nun altyapı kurumu olarak görüp sandığı ekonomik yapı sosyalist ekonomi değildi. Mao o dönemin Çin'inde egemen olan feodal üretim ilişkisine sosyalist üretim ilişkisi egemenmiş gibi sosyalist bir “kültür devrimi” yaptı. O nedenle Mao’nun sosyalizm sandığı ekonomik altyapının sosyalist olmaması, buna rağmen sosyalizm olarak niteleyerek, tabir yerindeyse olmayan çocuğa don biçerek yapmış olduğu “kültür devrimi” Mao ölünce, olmayan bir ekonomik altyapı ile birlikte tarihe karıştı.
Lenin’in: Sosyalist devrim ve sosyalist iktidarı da öyleydi. Lenin “proletarya diktatörlüğü” adına devletin zoru ile kurmuş olduğu bir nevi devlet kapitalizmi denebilecek devlet sosyalizmi olan ekonomik altyapıyı sosyalist ekonomik yapı olarak sanıp, devrim ve iktidarı bu altyapı üzerine inşa etti. Söz konusu ekonomik altyapı Boris Yeltsin'ler, Putin'ler üretince devrim ve sosyalizm de tarihe karıştı. Bütün bunlar bir yana, T. Cumhuriyeti'nin yakın tarihi olan Kemalizm’e bakın. Mustafa Kemal hem parti, hem de devlet başkanı yani Cumhurbaşkanı oldu. Kemalist ideoloji ile birlikte amaç edindiği “Batı medeniyeti” temelli laisizm kültürünü çarpıtarak da olsa iktidar yaptı. Bu kültürü gerçek anlamı ile değil sahte yöntemlerle uygulamaya çalıştığı için Türkiye yarım asırdır AB’nin kapısında bekliyor.
Kemalizm’le oluşan devlet yapısı, ideolojisi, iktidar olan kültürü Erdoğan’ı üretti. Erdoğan Kemalizm’i ulusal modernizenin “muasır medeniyetler“ amacından kopartıp, ideolojisini, iktidardaki kültür ile birlikte çöpe attı. Şimdi de kendisi Mustafa Kemal’in “muasır medeniyetlerden” taklit etmiş olduğu ulusal modernizenin ismini “Rabia” olarak değiştirip, siyaseti: Katar, El Kaide, El Nusra, Mısır Hizbullah’ı, Filistin Hamas’ı gibi çağ ve insanlık dışı kültür ve ideolojilere çevirerek bir “kültür” yaratıp onu da “iktidar” yapmaya çalışıyor.
Devletin istikametini Mustafa Kemal’in çevirmiş olduğu “Batı medeniyetlerinden” doğuya, Katar’a, Suudi Arabistan’a çeviriyor. Bu kültürü "iktidar" yapmak istiyor. Söz konusu ”kültür iktidarını” kurabilmek için 'arena', 'kupa' vb. gibi batı isimlerini yasaklayıp, yerine Arap kavramlarını koyarak yapmak istiyor. Bir şeyin ismini değiştirerek o şeyin değişeceğini sanıyor. Arapların dil şovenizmi hastalığı ile kendi ürünleri olmayan televizyon, telefon gibi teknik araçların ismini değiştirip, yerine Arapça isimler koyarak egolarını yüksek tutmaya çalışıyorlar. Böylece söz konusu teknik araç ve gereçleri kendi ürünleri saydıkları gibi Erdoğan da aynı kafayla Batı’nın ürettiği, onun ürünü olan mal, meta kültür ve sanatların ismini değiştirerek "kültür iktidarı" kurdum diye egosunu yükseltmek istiyor. Tam bir psikopat gibi kendini kompleksten kurtarmaya çalışıyor. “Mustafa Kemal de yapmadı mı” diyerek onu taklit edip hem parti, hem devlet başkanı olmayı kafaya koyduktan sonra devletin istikametini de Mustafa Kemal’in çevirmiş olduğu “Muasır medeniyetlerden” Körfez medeniyetine, Arap İslam medeniyetine çevirdi.
Avrupa medeniyeti Türkiye’ye sanayi taşıma harekatı ile sanayi ve teknoloji taşırken Arap-İslam Körfez medeniyeti ise petro-dolarların ürünü olan beton binalar taşıdı. Batı’nın Kopenhag kriterleri yerine Arap-İslam medeniyeti: Erdoğan’la birlikte kurnazlık, yalan, dolan, hırsızlık, çalıp çırpmak, dolandırmak, kadına, çocuğa tecavüz etmek, tecavüzün adını “bademleme” olarak değiştirmek gibi kriterler taşıdı. Erdoğan devletin istikametini “Batı medeniyetlerinden”, iktidarını kurmak istediği, kendisinin çakma kültürü olan Arap-İslam medeniyetlerine çevirdikten sonra tecavüzün yerine “bademlemeyi” koyarken, “kriterlerin” yerine de İslam ya da Müslüman “kardeşliğini” koydu.
Bir zamanlar Beşar Esat’la “kardeş” oldu, sonra da bugünkü hale getirdi, Kuveyt Emiri'nin küçük oğlunun elini öptü, Suudi Arabistan’la Müslüman-İslam kardeşliği kurdu, Katar’a asker konuşlandırdı. NATO üyesi olan Alman askerlerini İncirlik'ten kovdu. Katar’la bozuştuğu Arap ülkeleri arasında arabuluculuğa soyundu. Buna karşın: BAE Katar’ı eleştirirken İran’ın yanında Türkiye’nin ismini de zikrederek Katar’ı: Yabancılar “Arap olmayan yabancılarla” işbirliği yapmakla, ülkesinde “Türk askerini” barındırmakla suçladı. “Biz kendi aramızda anlaşalım, sorunlarımızı kendimiz çözelim” diye açıklama yaptı. Üstelik bu haber yandaş basında yer aldı.
Söz konusu olay: Erdoğan’ın “Müslüman kardeşliği” ayağı ile Arap-İslam dünyasını uyutacağını sanarken, Arapların kendisini -boş ver Müslümanı- adam olarak bile görmediklerini net olarak gösteriyor. Tıpkı Arapların Osmanlı'yı Farsların baskısından korunmak için Arabistan’a davet edip, sonra da “Etrak be idrak” diyerek alay edip aşağılayarak İngilizlerle işbirliği yapıp, “Arabistanlı Lawrence”ın öncülüğünde Osmanlı'yı çökerttikleri gibi bir tarihi sürecin benzeri yaşanıyor.
Erdoğan kadar öngörüsüz, perspektifsiz, ideolojik, teorik yetenekten yoksun bir lider görülmemiştir. Önce AB ve ABD ile “ılımlı İslam” konusunda anlaşan, bu bağlamda BOP eş başkanlığını üstlenen, süreç içerisinde yapmış olduğu hırsızlıklar, yolsuzluklar, irtikap vb. ile korkunç bir servet yapan Erdoğan, biriktirmiş olduğu servetini kolay hazmedebilmek, Batı'nın: demokrasi, insan hakları gibi yüzeysel baskısından uzaklaşmak için kendi çakma kültürü olan Arap-İslam kültürüne yanaştı, yetmedi; onu “iktidar” yapmaya başladı.
Osmanlı, imparatorluk için Arap-İslam dünyasına sığınırken Erdoğan da çaldıklarını yutmak için sığınmaya çalışıyor. Arap-İslam dünyası ya da Erdoğan’ın deyimi ile “medeniyeti”, Osmanlı'ya yapmış olduğunun aynısını Erdoğan’a da tekrarlıyor. Görülerek bilindiği gibi Suriye konusunda kara çulun üstüne oturdu, Irak'ta da öyle, Mısır’dan söz etmek bile gereksiz. Libya ha keza. Yeryüzünde kalakala: Katar, Mısır Müslüman Kardeşler'i, Filistin Hamas’ı gibi çağdışı güçlerle birlikte kaldı. Erdoğan’ın dört elle sarılmış olduğu Katar olayında görüldüğü gibi şimdi BAE’de Erdoğan’ı “yabancı” olarak niteleyip dışlıyor. Tabi ki tarih tekerrür etmiyor, fakat Erdoğan’ın “iktidar” yapmak istediği Arap-İslam kültüründe Osmanlı benzeri bir tarih yaşanacak gibi gözüküyor.
Teslim Töre 10 Haziran 2017
7 notes · View notes
hetesiya · 2 years
Link
0 notes