Tumgik
#Türk okulu
algeyapi · 2 years
Text
"İran'da cemaat okulu var mı?"
“İran’da cemaat okulu var mı?”
MİT’in Orta Asya Masası Sorumlusu Kaşif Kozinoğlu, Oda TV’ye belge sızdırdığı savıyla tutuklandı. Kozinoğlu, sekiz ay tutuklu kaldıktan sonra, duruşmaya günler kala yaşamını yitirdi. (more…)
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
altinovaguncel · 2 years
Text
Astsubaylar, ant içti
Yalova’nın Altınova İlçesinde bulunan Karamürselbey Eğitim Merkezi Komutanlığı’nda ant içme töreni düzenlendi. Milli savunma Bakanlığının resmi sosyal medya hesaplarından yapılan açıklamaya göre, “2022-2’nci Dönem Temel Askerlik ve Deniz Astsubaylığı Anlayışı Kazandırma Eğitimi”nin ant içme töreni, Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanı Tuğamiral Bülent Turan’ın katılımıyla yapıldı. Törene katılan…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
tablolar · 1 year
Text
Kriptokulu - Platin
Kripto okulu sitesi 2022 senesinde başladığı yayın hayatı birçok kişi tarafından sevilerek takip edilmektedir. Kripto haberleri ile ilgili olan her şeyi bu site içerisinde bulabileceğinizi garanti ederiz. Türkiye’nin en doğru altcoin haberleri bülteni olma yolunda emin adımlar ile hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Sitede bulunan kripto analiz İçerikleri tamamen sitenin tecrübeli ekibine özgündür. Türkiye’de insanların kripto paralar deryasından maddi veya manevi olarak hiçbir şekilde büyük kayıplar yaşamamaları için büyük bir titizlik ile çalışmalarını sürdürmektedir. Dijitalleşen ve her gün gelişen dünyada Türkiye’nin ve Türk halkının yararına bilgiler sunuyor. Herhangi bir sorunuz olması durumunda sitenin tecrübeli kripto ekibi ile [email protected] adresinden iletişim sağlayabilirsiniz.
1K notes · View notes
hfzikra78 · 18 days
Text
Tumblr media
OYUMU KİME VERECEĞİM?
Oyumu, doğduğu yıl kuran öğretimi yasaklandığı için, gizli kapaklı samanlık köşelerinde kuran öğrenen babama vereceğim.
Ezanın aslına uygun okunmasının yasak olduğu yıllarda minarenin merdivenlerinde ezan okumak zorunda kalan dedeme vereceğim...
Oyumu, okuyamayan kız kardeşlerime vereceğim.
Liseyi yarım bırakmak zorunda kalan eşime vereceğim,
Oyumu, daha İmam Hatip Orta okulunda iken başını açmamak için okulu terketmek zorunda kalan yeğenime vereceğim.
Oyumu İmam Hatipli olduğum için askeri okula alınmadığım,
Üniversitede önüne takoz konduğu için kaybolan yıllarıma vereceğim.
Meclise baş örtüsü ile girdiği için HADDİ BİLDİRİLEN KADINA vereceğim oyumu...
...
Huzur içinde başını örterek okuluna devam etme imkanı yakalayan kızlarıma vereceğim...
Oyumu huzura, barışa vereceğim.
...
Oyumu, "Nerede kaldınız! Neden bu kadar geciktiniz?" diyen Afrikalı aça...
"Yüz yıldır sizin geleceğiniz günü bekliyorduk" diyen Bosnalı teyzeye vereceğim.
"Onlar Türk askeridir kızım, korkma! Onlar kimsenin namusuna ilişmez" diyen Afrin'li anneye vereceğim oyumu.
Oyumu, 15 Temmuz gecesi Tank egzozunu tişörtü ile tıkayan mucit gençlere vereceğim...
Apartmanın tepesinden, F16 nın üzerine atlayan yiğide vereceğim oyumu...
Genelkurmay karargahını işgal eden teröristlere müdahale için, yanındaki polis amirine: "Abi beş yüz kişiyiz. Dalalım içeriye... En fazla yüzümüz ölür." diyen matematikçiye vereceğim.
Kurşunlara göğsünü siper ederek son uykuya yatan ve özgür bir sabaha uyanmamızı sağlayan ölümsüz ÖMER HALİSDEMİR’e, FETHİ SEKİN’e vereceğim oyumu...
Ben oyumu, çalınmış geçmişimi geri alabileceğimi gösteren, geleceğimizi kaptırmamayı vaad edenlere vereceğim.
Ben oyumu çocuklarımın geleceğine vereceğim.
Not:Bu paylaşımı yayalım lütfen.
80 notes · View notes
iinaniiel · 2 months
Text
//////
meral, liseden arkadaşım. akıllı kızdı, ta o zamanlardan yalnızlığı överdi. hiç yakın arkadaşı yoktu. sevgilisi de yoktu. aşkı yererdi.
arada sırada, canı çekerse, bir tek bizim eve gelirdi. türk kahvesi severdi, biz o zamanlar hep kola içerdik. kocaman salonumuz varken benim minicik odamda oturmak isterdi. yatağın, peteğe yakın ucuna bağdaş kurar, pencereden dışarıya bakarak hayatından ne kadar memnuniyetsiz olduğunu, geleceğinden umutsuz olduğunu anlatırdı. elinde gitarı, arada bir tıngırdatırdı. hep kahve fincanını ters çevirir, falda hep aynı şeyi görürdü ‘’bak yüreğim kararmış’’
diğerleri bunalım meral adını takmıştı ona. o da bilirdi bu takma ismi ama ses etmezdi. içten içe severdi bu ismi. öyle görünmek hoşuna giderdi sanki. emin değilim, ben hep öyle hissettim. sormadım ona. ona soru sorulmazdı çünkü. kalın, siyah hırkasına iyice sarınır, ellerini, sadece parmak uçları görünecek şekilde içeri çeker, bir şey anlatmak ister gibi bakardı.
lise bitip de şehri terk ettiğimde, bana mektup yazmıştı meral. ilk yıl kazanamamıştı üniversiteyi. tam yedi mektup yazdı bana. hepsi karamsar, hepsi küskün… bir yandan yeni bir hayatım olduğu için sevinirken bir yandan suçluluk duyardım. gözden ırak gönülden de ırak olur ya, zamanla çıktı hayatımdan meral.
birkaç ay önce, sevgilim maça gittiği için evde sıkılıp, bir filme gittim. tek başıma filme gitmem pek, o gün öyle oldu. salona girip en yakınımdaki kişiyle iki koltuk boş bırakarak izledim filmi. ara verildiğinde ön, çaprazımda oturan birinin bana baktığını fark ettim. o’nun meral olduğunu fark ettiğimde ‘’allahım ben de mi böyle yaşlanmış görünüyorum’’ diye geçti içimden. bencilceydi belki ama ilk bunu düşündüm.
ağır ağır yanıma geldi, koltuğu açıp oturdu. sarılmak istedim ben, ama o eliyle şöyle bir yüzümü tuttu, uzun uzun baktı. sonra da’’hadi kalk bir şeyler içelim, film pek iyi değil zaten’’ dedi.
hemen topladım eşyalarımı, çıktık. heyecanla, istanbul’da ne işi olduğunu, ne zamandır burada olduğunu, neler yaptığını sordum ona. yine sessiz durdu bir süre, ‘’önce bir içki isteyelim de konuşuruz nasılsa’’ dedi.
içkiler gelene kadar masadaki peçeteleri, minik vazoyu, içindeki beş dal papatyayı evirip çevirdi. içkiden ilk yudumunu alınca ‘’hiç değişmemişsin’’ dedi ilk önce. içimde bir rahatlama hissettim önce, sonra kızdım ona. hakaret miydi bu iltifat mı anlayamadım. bu kız ne zaman dolambaçsız konuşacaktı.
ben hızla hayatımı özet geçerek, onunkini dinlemek istediğimi söyledim. ilk kez, beni uğraştırmadan, sanki odamdaki yatağın ucunda oturmuş da fal kapattığı fincanın soğumasını bekler gibi başladı anlatmaya
‘’bugün hastanedeydim. aslında bakarsan son bir buçuk aydır ordaydım. hani hep ölmekten bahsederdim ya, ölmek kolaymış be, ölümü beklemek zoruymuş.
dur olmadı böyle, sondan başlanmaz. başa döneyim, biliyorsun ankara’ya gittim üniversite için. tam bana göre bir şehirdi aslında. yalnız kalmak için dünyanın hangi şehri en idealdir deseler, ankara derim. öyle severim. ilk üç yıl aynı lisedeki gibiydim. tek eksiğim senin gibi biriydi. ilk kez seni sevdiğimi fark ettim biliyor musun, komik. ama söylemedim sana işte, bilirsin söyleyemem böyle şeyleri. o sıralarda serdar diye biriyle tanıştım. aşk kaltaktır derdim ya, kaltakmış. beni düşünsene bir adamın peşinden dünyayı dolaştım. okulu unuttum, kendimi unuttum, dünyayı unuttum. varsa yoksa serdar. kendime aynada bakmadım o zamanlar. aslında baktım, ruj bile sürdüm hatta. ama başka biriydim. hani sen ilk aşkını anlatırken klişeleri kullanıyorsun diye kızıyordum ya sana, klişenin dibine vurdum.
uzatmayayım daha fazla. sonunda istanbul’a geldik. zaten doğru düzgün paramız da yoktu. sokaklarda müzik çalarak kazanıyorduk paramızı. bazen de orda burada çıkıyorduk işte. tünelde bir ev tuttuk. bir oda bir teras. köpek bağlasan durmaz. ama güzeldi be. daha kötülerinde de kaldık. altı yıl aynı adamın yüzüne baktım. her bakışımda nasıl olur da daha önce fark etmem dediğim güzellikler gördüm.
neyse, yine aynı konulara girmeyeyim. bir akşam eve döndüm. kapıyı açtım, kapımız direkt terasa açılıyor. tırabzana oturmuş bana bakıyordu. gülümsedi, ellerini iki yana açtı, sen güzelsin hayat değil diyerek geriye bıraktı kendini. ‘’
meral öyle bir söyledi ki bunu, sanki ‘’eve girdim, sular kesikti’’ der gibi. göğsüm hızla inip çıkmaya başladı, ellerim titredi, nefes almakta zorlandım. böyle bir hastalığım vardır benim, meral de bilir. hemen su uzattı bana. hafifçe gülümsedi, saçımı gözümün önünden çekti. adamla ilgili hissettiklerini anlatırken ilk kez onun ağzından böyle şeyler duyduğum için zaten heyecanlanmıştım. aniden bunu söyleyince allak bullak oldum. sadece ‘’sonra?’’ diyebildim. sanki sonrasını anlamamışım gibi.
‘’o kapının önünde ne kadar kaldım bilmiyorum. demek ben hayata tutunmak için serdar’a yapışmışken o yavaş yavaş kopuyormuş. ve bana hiçbir şey söylememiş. çok kızdım ona. inip bakmadım bir süre. bir bağırış sesi, beni kendime getirdi. ağır ağır indim beş katı, apartman kapısı sıkışmıştı yine, zorlandım açarken. başında birileri vardı, ambülâns yolda dediler. ölmedi adam. tam kırk üç gün daha yaşadı. yaşamak denirse buna.
hiç ağlamadım, öfkemden sıra gelmedi kedere. ölmek kurtuluş da, intihar aşağılıkça be kızım. geride kalana yapılan bir zulüm, işkence. başka bir şey değil. geride kimse kalmadıysa yap tabi, çek fişi kurtul. ama ben vardım, ben varım sanıyordum.
diyeceğim o ki, gözyaşı dökmedim belki ama her yerim kanadı günler boyunca. her fotoğraf, her şarkı, her anı kanattı beni.
neyse, bir içki daha içer miyiz?’’
‘’şimdi ne yapacaksın, nerde kalıyorsun, bana gel, bir şeye ihtiyacın var mı’’ gibi şeyler söyledim. muhtemelen ben bunları söylerken onun kafasının içinden kamyonlar geçiyordu. ‘’yapılacak işlerim var, kalkalım’’ dedi. hesabı ödemek için uzandım, elime sertçe vurdu. cebinden buruş buruş olmuş paralar çıkardı. geriye beş lira ve birkaç bozukluk kaldı elinde. paraya baktım, bakarken yakaladı. gülümsedi. telefonunu istedim. verdi. benimki hala vardı onda. bir kere bile aramamıştı ama. söyledim bunu, güldü. ‘’sen de bir kere bile telefonunu değiştirmemişsin be kızım’’ dedi.
ayrılırken sarıldı bana. ‘’arayacağım seni, bir sonraki içkiler benden olacak’’ dedim. ‘’ara’’ dedi. anlattıklarında bazı boşluklar vardı. atlamış mıydı, unutmuş muydu bilmiyorum. uzun uzun sessiz kal��yordu anlatırken. yol boyu bunları düşündüm. tam apartmanın kapısını açarken bir cümle patladı kafamda
‘’ ölmek kurtuluş da, intihar aşağılıkça be kızım. geride kalana yapılan bir zulüm, işkence. başka bir şey değil. geride kimse kalmadıysa yap tabi, çek fişi kurtul’’
ellerim titreyerek telefona sarıldım. m harfi ne kadar uzaktaymış. buldum, aradım. bir kadın çıktı, ‘’meral’’ dedim. ‘’yanlış sanırım ben selin’’ dedi. sesi meral olamayacak kadar neşeliydi.
//////
30 notes · View notes
eylences-blog · 9 months
Text
Genç Misafirimiz Bölüm 2
Hava alanına giderken karım oldukça heyecanlıydı. Selim'i karşılamamız daha çoşkulu oldu bu sefer. Ne de olsa daha yakınlaşmıştık ilk ziyaretinde. Sarılıp öpüştük. Dilek'in davranışlarında pek çekimserlik hissetmedim. Konuştuklarımız bir şey değiştirmemişti.
Bir kaç gün geçmiş bu durumu kabul etmeye başlamıştım. Selim eve alışmıştı. Okulu yoktu. Gündüzleri çıkıp dolaşıyor daha kendi hayatı olmadığı için akşamları genellikle beraber yemek yiyorduk. Bir akşam eve geldiğinde Dilek de işten dönmüştü. Selim’in elinde kocaman bir çiçek Buket'i vardı.
-Dilek ablacığım, bunlar sana.
-Nerden çıktı bunla böyle?
-Bir neden mi olması lazım abla. Görünce seni düşündüm. Aldım.
Dilek, çiçekleri bir eliyle alırken ötekiyle de Selim'e sarıldı. Yanağından öptü. Selim de ona sımsıkı sarılıverdi. Bir eli karımın belinde, bedenleri tamamiyle bir birine değiyordu. Dilek’in üstünde incecik bir ev elbisesi vardı. Sütyensiz olgun göğülerinin aralarında ezildiğini gördüm. Selim de onu kulağının biraz altıdan öptü. Bir iki saniye kokusunu içine çeti. Bu çocuk gerçekten hissettiriyordu karıma onu istediğini. Benden de çekinmiyordu açıkçası. Rahattı. Prens gibi yetiştirilmişti zengin piç kurusu.
Yemek yerken aklıma Türk arkadaşlarımızın kızı geldi. Selim’le yaşıtlardı. Tanıştırmayı teklif ettim. Güzel bir kız olduğunu söyledim. Selim’in hoşuna gitti fikir. Açıkçası beni de çok tahrik giderdi Sibel. Tam bir afetti. Belki Selim'in sayesinde daha çok görürdüm kızı ben de. Karım kendisine ilginin azalacağını düşünüp istemese de belli etmedi. “Çok Iyi olur “ dedi.
Ertesi gün bir fırsat yaratıp gençleri tanıştırdık. Uyuştular. Bir iki kere dışarda buluştuktan sonra bir öğleden sonra Selim Sibel’i eve getirdi. Çoğu günler evden çalıştığım için evdeydim. Benimle biraz havadan sudan görüştükten sonra Selim bir şey gösterme bahanesiyle Sibel’i kendi bölümündeki odasına götürdü. Niyetleri belliydi. Ben de heyecanlandım açıkçası. 
 Aradan biraz vakit geçince dayanamadım. Ayaklarımın ucuna basa basa onun bölümüne gittim. Kapısı aralıktı. Yatak odasında değillerdi. Salonda kanepeye oturmuş konuşuyorlardı. İkisi de birazdan yapacaklarını biliyor, olayların o tarafa doğru gitmesi için yakınlaşıyorlar, şakalaşıyorlardı. Sonunda Selim ona sarılıp öptü. Ondan sonra her şey kendiliğinden hızla gelişti. Sibel de tahmin ettiğim kadar ateşli bir kızdı. Divanda alt alta, üst üste sevişir hale gelmeleri sadece saniyeler aldı. Hala elbiseleri üstündeydi. Ben heyecanla onları dikizlerken yatak odasına gitmesinler diye dua ediyordum. Teker teker elbiseler çıkıp yere atılmaya başladığında elim bacak arama gitmişti bile. 
 Bu yaşımda, gencecik çocukları dikizlemek utandırsa da nasıl olsa farketmezler dedim. Hele Sibel’in görmeyi hayal bile edemeyeceğim çıldırtıcı güzellikteki vücudu ortaya çıktıkça çakılıp kaldım yerimde. Dip diri taze göğüsleri, yuvarlacık kalçası ve incecik beli muhteşemdi. Uzun sarı saçları, narin omuzları… Selim de aşağı kalır değildi. Uzun boylu, atletik ve kaslı vücuduyla harika görünüyordu. Üstünde hala boxer ı vardi. Öylece sevişmeye başladılar. Nasıl enerji dolu, nasıl şehvetle sevişiyorlardı gençliklerini kıskandım. Selim birazdan boxer ını indirdi ve Sibel in bacak arasına girdi. göremiyordum erkekliğini. Sibel’e dayadı ve yavaşça girmeye başladı. Sibel irkildi. “Dur! Dur! “ diye ittirdi Selim’i refleksle. Selim geri çekilince onun bacak arasına bakıp şaşkın ve korkmuş bir ifadeyle,
-Oha! Bu ne ya?, dedi. Göremediğim için merak ediyordum. Selim,
-Büyük mü ?, diye sordu sanki bilmiyormuş gibi. “Delimisin? Hayatta alamam ben bunu”
-Alıştıra alıştıra yaparız canim.
-Buna ben bir yılda alışmam Selim. Ağzımla boşaltayım seni. Selim kasıklarını Sibelin ağzına getirip dayadı hala tam göremiyordum ama ağzına bile zor alabiliyordu kızcağız. Ama şimdi amının güzelliğini seyredebiliyordum Sibel’in. Traşlı, pırıl pırıl bir am Elimi kilodumun icine sokup 31 çekmeye başladım. O kadar azgındım ki 2 saniye de geliverdim. Görmelerinden korktuğum icin Selim’in gelmesini beklenmeden kaçtım.
Banyoya girip temizlenirken kalbim heyecandan yerinden çıkacak gibiydi. Bir daha böyle bir şey yapmayacağım dedim kendi kendime. Tam bir rezalet olurdu yakalanırsam. Ama bir kaç gün sonra Sibel tekrar geldiğinde yine dayanamadım kapının önünde dikildim. Kapı yine aralıktı şansıma. Bir kez daha Sibel ve Selim’in güzel vücutlarını sevişirken seyredip 31 çektim ve hemen uzaklaştım.
Hafta sonu Dilek’in 29uncu yaşgünüydü. Arkadaşlarımızla bir restaurantta kutladık. Kalabalık değildi gurubumuz. Ama nezih, eğlenceli bir parti oldu. Büyük partiyi 30uncu yaşa saklıyorduk. Selim de katıldı bize, tabii yeni kız arkadaşıyla. Yaş günü olduğunu son anda söylediğimiz için hediye alacak fırsatı olamamıştı. Buna çok üzülmüş. Bize farkettirmeden kasaya gidip bütün yemeğin hesabını ödemiş. Hepimiz şaşırdık. Özellikle yüklü bir hesap olduğunu düşünürsek yaptığı büyük bir jestti ama beni zor durumda bıraktı masanın erkeği ve partinin sahibi olarak. Neden yaptın diye sitem ettik ama sonunda tabii çok teşekkür ettim.
Ertesi akşam Selim, Dilek’ten çok sonra eve geldi. Bu arada Dilek’le onu konuştuk. Evimizin düzeninin değişmesinden biraz rahatsız olduğumu biraz hissettirmeye çalıştım. Karımsa bu durumdan çok hoşlanıyordu.
-Aşkım, böyle genç yakışıklı bir çocuğun bana gösterdiği ilgiyi nasıl engellerim. Çok hoşuma gidiyor ilgisi. Keşke daha fazla gösterse. Akşamları yatakta benim daha azgın olmam hoşuna gitmiyor mu?
-Gidiyor tabii. Ama kıskanıyorum da biliyorsun. Kontrolü kaçırmayalım diye diyorum.
-Hiç Merak etme aşkım. Her şey çok güzel olacak.
Bana sarılıp kulağıma,
-Seni çok seviyorum. diye fısıldadı.
Rahatlamıştım nedense. BIrazdan Selim geldi. Elinde bize göstermemeğe çalıştığı bir paket vardı. Sormadık. Sofra zaten hazırdı. Oturup yemeye başladık. Yemeğin sonunda selim ayağa kalktı elindeki küçük kutuyu Dilek’e uzattı.
-Dilek ablaciğim doğum gunun kutlu olsun.
Kutunun üstündeki markayı görünce ikimizde afalladık. Ünlü Fransız mücevhercisinin en ucuz takısının bile binlerce dolar olduğunu biliyorduk.
-Çok küçük bir şey.
Dilek şaşkınlık içinde aldı. Kutuyu açar açmaz, “İnanmıyorum sana” dedi heyecanla. Görebildiğim kadarıyla çok güzel iki elmas küpeydi. Bu değerde hiç bir mücevheri olmamıştı Dilek’in şimdiye kadar.
-Takabilirmiyim abla?
Masanın öteki tarafına geçti. Karım şaşkınlıktan daha teşekkür bile etmemişti. Ağzı kulaklarında, eliyle saçını yana çekip boynunu hafifçe eğdi. Öteki eliyle tuttuğu kutuyu Selim’e doğru uzattı. Selim küpenin birini alıp Dilek’e daha da yaklaştı karım onun nefesini boynunda hissediyor olmalıydı. Bir eliyle karımın kulak memesini tuttu. Küpeyi yaklaştırdı. Ucunu ağır ağır gezdirip deliği buldu. Ayni ağırlıkta ittirerek deliğe soktu. Sadece nefeslerinin sesi duyuluyordu. İtinayla arkasının kilidini taktı. Dilek öteki kulağını çevirdi. Ağır ağır öteki küpeyi de taktı. Ben sessizce izliyordum olanları. Selim, Uzaktan bakmak için bir adım geriye çekilirken son bir hareketle eliyle hafifçe karımın kulağını okşadı.
-Çok yakıştı Dilek abla. Hakikaten.
Dilek hemen aynaya koştu heyecanla. Çok mutluydu. Ellerini kulaklarına götürüyor. Kendine değişik açılardan bakıyordu.
-ÇOK GÜZELLER! ÇOOOOK GÜZELLER!
Sonra Hızla Selim’e koşup boynuna sarıldı.
-Çok teşekkür ederim Selim’ciğim! Çok teşekkür ederim! Canım benim! Muhteşem! Sen Bir Tanesin!
Selim’i öpücüğe boğmaya başladı yüzünün her yerini öpüyordu.Yanakları ruj içinde kalmıştı Selimin. Çenesi ve dudağının yanları da. Sonunda çoğu dudağının yanlarını hedefleyen öpücüklerle bıraktı Selim’i. Selim de çok mutlu görünüyordu. Ben ne diyeceğimi bilemedim. Kabul etmemek gerektiğini düşünüyordum böyle pahalı bir hediyeyi. Ama karım o kadar mutluydu ki şu anda birşey diyemezdim.
O akşam karım benimle kulaklarında yeni küpeleriyle sevişti. Selim’in ismi dudaklarından hiç eksik olmadı. Karımı yine ağzımla getirdim. Boşalırken Selim, sevgilim seninim” diyordu. Bunu ilk defa söylüyordu. Devamı var.
58 notes · View notes
baybaykus · 1 month
Text
Amerika’daki üstün zekalılar okulu Edison Regional Gifted Center’a ilk kez bir Türk tam bursla kabul aldı …Devletin yaptığı sadece ve sadece 28 öğrenci alınacak sınavda 3500 öğrenci yarıştı.153 IQ’suyla 5 yaşındaki Eren Akdoğan birinci oldu..
Keşke Yalı Çapkını kadar konuşsaydık,
Eren’i..
Tumblr media
5 notes · View notes
doriangray1789 · 1 year
Text
Çanakkale'de bir üniversite gömdük biz.. Dünya tarihinin en kahraman ve kanlı muharebelerine sahne olan Çanakkale Savaşları'nda, yeni kurulmakta olan birliklerin subay ihtiyacı İstanbul'daki üniversite ile Anadolu'daki liselerden karşılandı. Seferberlik başlangıcında ilk silah altına alınanların üniversite ve medrese öğrencileri olması nedeniyle, Çanakkale Savaşı için "Subaylar Savaşı" da denildi. Çanakkale Savaşı'nda 100 binden fazla okumuş ve aydın insan kaybedildi, bu kaybın olumsuz etkileri Türk İstiklal Harbi'nde ve Cumhuriyet Türkiye'sinde görüldü. Mustafa Kemal Atatürk bu kaybı şöyle ifade etmiştir: 'Biz Çanakkale'de bir dar-ül fünün (üniversite) gömdük' Savaşta yüz binden fazla okumuş ve aydın Türk kaybedildi. Atatürk, bu durumu "Biz, Çanakkale’de bir Dar-ülfünun (Üniversite) gömdük" diye anlatmıştır. Atatürk, ayrıca Çanakkale'yi şeyle özetlemiştir: Balkan harbinde alnımıza sürülen lekeyi Çanakkale’de temizleyebildik... Galatasaray'dan 5 mezun 1912’de 60 mezun veren Galatasaray Lisesi, 1915 yılında 18, 1916’da 4 ve 1917’de 5 öğrencisini mezun edebildi. Çanakkale’ye gönüllü olarak gitmek üzere başvuran İstanbul Lisesi öğrencileri, 13 Mayıs 1915’te Arıburnu’na sevk edilen ikinci tümene katıldılar. Lise öğrencilerinin kolunda sarı kurdele bağlıydı. 19 Mayıs Taarruzu’nda, “hedef olmamaları” için bu kurdeleleri çıkarmaları emredilmişti onlara... Ama sadece İstanbul Lisesi bu taarruzda 50 öğrencisini kaybetti. Yoklama: Şehit Bu haber duyulunca okuldaki öğrenciler, okulun kapılarını ve pervazlarını siyaha boyadılar ve Çanakkale Zaferi'nden sonra okulda yapılan yoklamada şehitlerin ismi okunduğunda “Şehit... Cennet-i Âlâ’da!” diye bağırdılar. Vefa Lisesi ve Çapa Erkek Öğretmen Okulu da bu yıllarda Çanakkale Savaşı’na katılan ve şehit düşen öğrencileri nedeniyle mezun verememişti. 1916-1917 öğretim yılında Balıkesir Lisesi, Çanakkale Savaşları’nda 94 şehit verdi. Balıkesir Erkek Muallim Mektebi’nden de büyük miktarda öğrenci harbe dâhil oldu ve bu okul, 1914-1918 yılları arasında yalnızca 2 mezun verebildi. Balıkesir’de yayınlanan Karesi Gazetesi’nin o günlerde verdiği bir habere göre, babaları Balkan Savaşı’nda şehit düşen ve Edirne Lisesi’nden Balıkesir Lisesi’ne yatılı olarak nakledilen 25 izci öğrencinin tamamı gönüllü olarak Çanakkale’ye gitmiş ve orada şehit olmuştu. Sivas mezun veremedi 17 yaşındaki öğrencilerini cepheye gönderen Sivas Lisesi’nde öğrenciler okuldan ayrılırken, hocalarına hitaben tahtalara; “Hocam biz Çanakkale’ye gidiyoruz. Hakkınızı helal edin.” diye yazdılar. Savaşa giden öğrencilerin geri dönmemesi nedeniyle 1915’te Sivas Lisesi’nde hiç mezun verilmedi. Edirne Lisesi’nin öğretmen ve öğrencileri de harbe katılmıştı, onlar da geri dönemedi. 1911’de 64 öğrencisini mezun eden Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi 1916- 1917’de cepheye gidenler nedeniyle hiç mezun veremedi. Trabzon, Erzurum ve Konya Gazi liselerinde de durum bundan farksızdı. Bu savaş “Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı” türküsündeki gibi ülkeye “gençliğim eyvah” dedirtti ama o öğrencilerin cesaret aşılayan mücadelesi hem Çanakkale’den zaferle dönenlerin hem de sonraki kuşakların vatanı müdafaa kararlılığını artırdı. 100 binden fazla aydını kaybettik - Çanakkale muharebelerine Türkler 310 bin, İngilizler 460 bin (yabancı kaynaklara göre 410 bin), Fransızlar 79 bin kişilik kuvvetlerle katıldı. - Bu muharebelerde İtilaf kuvvetleri, Türk kaynaklarına göre toplam 180 bin (İngilizler 155 bin, Fransızlar 25 bin), yabancı kaynaklara göre de toplam 252 bin (İngilizler 205 bin, Fransızlar 47 bin) zayiat verdi. Türkler ise kara muharebelerinde 57.084, deniz muharebelerinde 179, toplam 57.263'ü şehit, geri kalanı yaralı, esir ve kayıp olmak üzere 211 bin kayıp verdi. - İstanbul’un elden çıkma korkusu silindi. - 18 Mart Deniz Zaferi, Gelibolu Yarımadası’nda cereyan eden kara muharebelerinde, Türk askeri için büyük bir moral kaynağı oldu. - Çanakkale Zaferinin Türk ulusuna en büyük armağanı, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve onun askerî dehasını ortaya çıkardı. - İtilaf devletlerinin planı boşa çıktı, savaşın en az iki yıl daha uzamasına neden oldu. Çanakkale savaşlarında 100 binden fazla okumuş ve aydın Türk kaybedildi, bu kaybın olumsuz etkileri Türk İstiklal Harbi’nde ve Cumhuriyet Türkiyesi’nde görüldü. Mustafa Kemal Atatürk bu durumu şöyle ifade etmiştir: "Biz Çanakkale’de bir Dar-ülfünun (Üniversite) gömdük."
youtube
16 notes · View notes
cagdasyatirim · 2 months
Text
BU YAZIYI OKUMADAN TÜRK MİLLETİNİN YAŞADIĞI BİRÇOK OLAYI ANLAYAMAZSINIZ.
ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi Ermenistan'daki sözde soykırım anıtı önünde göz yaşı döktü. Çoğu insan bunu Oscarlık performans olarak görüyor ama Pelosi rol yapmıyordu. Gerçekten çok üzgündü. Çünkü bunun çok esaslı bir gerekçesi vardı:
ABD ile Ermeniler arasındaki bağ çıkarların çok ötesinde duygusaldır. Çünkü arada sarsılmaz bir "inanç" bağı vardır.
Bu bağı bilmek için 1800'lere gitmek gerekiyor. Boston'a...
Son vereceğim bilgiyi şimdi vereyim. Çoğumuz Amerikan-Türk ilişkilerinin 1945'ten sonra başladığını bilir. Büyük bir yanılgıdır.
Sıkı durun: 1914 yılında, Osmanlı toprakları içerisinde tam 426 Amerikan MİSYONER okulunda 25 bin ÖĞRENCİ eğitim görüyordu.
Osmanlı'da yüzlerce Amerikan misyoner okulu... Binlerce öğrenci... Eğitim veren yüzlerce Amerikan misyoneri... Pahalı binalar, lüks eğitim materyalleri...
Bunun nasıl olduğunu bilmezsek Osmanlı'nın nasıl çöktüğünü de tam olarak anlayamayız. Ve Ermeni tehcirini de... Ve içimizdeki FETO vb. hain yapıların nasıl yeserdigini de!!!
Hikaye 1820 yılında başlıyor. Boston merkezli American Board of Commissioners for Foreign Missions teşkilatı, Pliny Fisk ve Levi Parsons isimli iki misyonerle Osmanlı topraklarında faaliyete girişiyor.
Bu çalışmalarda Mısır, Lübnan ve pek çok ortadoğu bölgesi inceleniyor.
İlerleyen yıllarda BOARD teşkilatı Osmanlı'nın pek çok bölgesinin İngiliz ve Fransız misyoner okulları tarafından sarıldığını fark ediyor. Haliyle el değmemiş yeni bir bölge ve yeni bir toplum bulmak için arayışa giriyorlar. Ve buluyorlar:
Gregoryen Ermeni toplumu!
Ermenilere yönelik ilk ciddi teşkilatlanma William Goodell tarafından 1831'de başlıyor. İncil Ermenice'ye çevriliyor.
Buraya dikkat etmek lazım. BOARD teşkilatı kendi dini inancını kendi dilinde sunmuyor. Toplumun dilinde sunuyor ki başarılı olsun. (Birileri anlıyor mudur)
BOARD teşkilatı daha sonra bulduğu hemen her Ermeni yerleşim yerinde teşkilatlanıyor. Hatta hızlarını alamayıp Nesturiler, Süryaniler, Yezidiler, Keldaniler ve Yakubiler'in de bulunduğu bölgelere yayılıp misyoner teşkilatlarını "okullar" aracılığıyla kuruyorlar.
Kurulan okullar son derece güzel binalardan, lüks eğitim materyallerinden oluşuyor. Osmanlı hükümetini ürkütmemek için sadece Ermeni ve bazı etnik kimliklere yönelik faaliyet güdülüyor.
Okullardaki eğitimciler elbette Hristiyan misyonerlerden oluşuyor.
Attıkları her adımı kayıt altına aldıkları için detaylara hakimiz:
İlk etapta Batı Trakya’da 6, Kıbrıs’ta 3, Museviler için 4, Batı Anadolu’da 227, Orta Anadolu’da 98, Doğu Anadolu’da 102, Suriye’de 59 ve Balkanlar’da 41 misyoner görevlendiriliyor.
Amerikalıların Osmanlı topraklarında bu kadar rahat ve başına buyruk hareket edilebilmesinin nedeni ise çok hazin: KAPİTÜLASYONLAR!
Osmanlı yönetimi 1830'larda ABD'ye pek çok kapitülasyon verdiği için BOARD'un faaliyetleri son derece serbest ve denetimsiz kalıyor.
BOARD teşkilatı dilediği misyoneri Osmanlı topraklarına sokuyor, örgütün mülk edinmesine ve toprak almasına karşı çıkmıyor. Hatta Türkler yabancı yayınları okuyamazken Amerikalılar 60 yılda onlarca kitap, makale vs basıp Ermenilere dağıtabiliyor.
Bu süreçte Protestan BOARD teşkilatlı, Osmanlı bünyesindeki Ermenileri hızla devşirmeye başlıyor. İyi eğitimli ve ABD destekli Ermeniler kısa süre içerisinde Türklerden çok daha nitelikli, eğitimli ve zengin hale geliyor. Toplumdaki sınıf farklı belirginleşiyor.
Osmanlı'nın gidişata uyanması 1878'deki Rus savaşı'yla gerçekleşiyor. Yani yaklaşık 58 yıl sonra. Peki bu nasıl oluyor?
Rus savaşıyla birlikte Osmanlı neredeyse çökme noktasına gelince, BOARD tarafından teşkilatlandırılan Ermeniler çok ciddi bir ayrılıkçı hareket başlatıyor.
Hatta Ermenilerin rolü dış güçleri o kadar iştahlandırıyor ki İngiliz ve Ruslar da bir yandan Ermenileri devşirebilmek için ABD ile rekabete giriyor.
Mesela Ruslar, barış antlaşmasında Doğu'daki vilayetlerde yaşayan Ermenilerin yönetimi için özel madde koyduruyor.
BOARD teşkilat o kadar kusursuz bir sistem kurmuş ki şaşmamak elde değil. Mesela misyoner okulu açmak istedikleri her bölgeye önce konsolosluk kurmak istiyorlar. Padişah kabul etmezse güç gösterisi yaparak zorla, kopara kopara konsolosluk tavizini alıyorlar.
Özellikle ABD iç savaşı sona erdikten sonra . İzmir, Çanakkale, Sakız, Yafa, Kandiye, Şam, Port Said, Lazkiye, İstanköy, Kudüs ve daha pek çok yerde Amerikan konsoloslukları açılıyor.
Konsoloslar sahip oldukları gücü, bölgede misyoner okulu kurulması için kullanıyor.
Hatta iş öyle bir noktaya varıyor ki nerede konsolosluk açılacağını BOARD teşkilatı ABD hükümetine söylüyor, hükümet de Osmanlı'ya dayatarak açtırıyor.
En çarpıcı hadise 1895'te Bitlis'te yaşanmış.
BOARD teşkilatı önce Bitlis, sonra Sivas'ta konsolosluk talep ediyor. Osmanlı bu talebi reddedince ABD yönetimi 1830 tarihli kapitülasyonları göstererek talebinde ısrar ediyor. (Bu arada kapitülasyonlara göre böyle bir hakları vardı)
Tam 9 yıl boyunca bu konuda diretmişler.
Düşünebiliyor musunuz, tam 9 yıl boyunca ısrarla talep etmişler ve neticesinde "C. E. Clark" isimli şahıs bölgeye atanmış. Bu arada Clark BOARD bünyesindeki bir misyonerdi. Okuldan ayrılıp göreve başladı.
Harput Amerikan Koleji'ne ayrıca değinmek lazım.
Harput Amerikan Koleji 1859'da kuruluyor ve çok başarılı faaliyet güdüyor. Kolejin diploma törenleri bile konsoloslukta yapılıyor.
1901 yılına gelindiğinde hazırlanan bir raporda bölgedeki Ermeni nüfusun %30'unun ABD'ye göç etmek istediği yazılı...
Robert Kolej de BOARD teşkilatı tarafından kurulmuştu. Kurucusu Cyrus Hamlin'di ama arazi ve inşaat işlerini finanse ettiği için Christoper Rhinelander Robert'in ismi verildi.
Arazi, Abdülaziz'in özel izniyle 60 bin dolara satın alındı. Teme atma töreni dualarla yapıldı.
Abdülaziz aslında ilk başta bu fikre sıcak bakmıyordu ama ABD filosunun komutanı Farragut İstanbul'a gelip devreye girince izin verildi.
ABD'nin böyle "diplomatik olmayan" askeri baskıyla kopardığı çok taviz vardır. Biraz sonra onları da ele alacağım. Şaşıracaksınız.
BOARD'un kurduğu bir başka önemli okul da 1871'de faaliyete başlayan İstanbul Amerikan Kız Koleji'dir. Bu okulun özelliği, müslümanların da eğitim görebilmesidir.
Bu okulda saray çevrelerinden pek çok ismin kızı da okuyordu.
Yine de bana göre BOARD'un Osmanlı sınırlarındaki en gözde okulu Merzifon Amerikan Koleji'dir. Çoğumuz Merzifon'un yerini bile bilmeyiz belki ama BOARD ta 1863'te bölgede tam teşekküllü okul kurmuştur.
Ermeni nüfusun örgütlenmesi ve protestanlaştırılmasının merkez üssüydü.
BOARD'un 1887'deki bir raporuna göre bölgedeki Türk okulları son derece yetersiz. Buna karşın BOARD okulları hem nitelikli hem de düşük ücretli.
Bu okullar ileride Merzifon Pontus Teşkilatı'nı kuracak.
BOARD teşkilatı 1820'den itibaren özellikle Anadolu'da adeta örümcek gibi ağ ördü.
1840'larda 12 okul,
1870'lerde 220 okul,
1900'lerde 417 okul,
1914'te ise 426 okul ve 25 bin öğrenci...
BOARD kayıtlarına göre 1879'da teşkilatın ekonomik hacmi 100 milyon dolar civarındaydı. 1914 yılına dek okulların ABD'den aldığı yardım 40 milyon dolardı.
Ermeni örgütlerin kurulması, onca isyan, terör, ayrılıkçı faaliyetler... Bunlar kendi kendine olmadı.
Mesela 1924 yılında yayımlanan bir BOARD raporu şöyle söylüyor:
Hristiyan öğretmenler… Hristiyan düşünce ve yaşam temelinde yatan prensipleri öğrencilere aktaracaktır. Böylece misyonerlik, Türk öğrencilerinin hayatına Hristiyan karakterini sokma fırsatına kavuşacaktır.
Robert Kolej’de okuyan ve ileride CHP Genel Sekreterliği görevine gelecek olan Kasım Gülek, o dönemde yaşadıklarını şöyle ifade etmiş:
Robert Kolej o zamanlar misyoner mektebiydi. Her gün İncil okuturlardı. Kiliseye götürürlerdi. Biz dindar insanız. Ben isyan ediyordum.
Yıllarca süren misyonerlik faaliyetlerinden sonra Ermeni nüfus Türk nüfusa bariz bir nitelik üstünlüğü yakaladı. Üstelik zihinsel ve düşünsel olarak da Osmanlı bağlarından koptu.
Amerikan okullarında Ermeniler dillerini ve tarihsel geleneklerini üstün tutmayı öğrendiler. Batının siyasal, toplumsal ve ekonomik ilerleme ideallerini tanıdılar. Etkin bir hoşnutsuzluk duymayı ve köylü komşularına kesin üstün duygusu beslemeyi elde ettiler.
Mesela 1895-1896 yıllarında yaşanan Ermeni olayları büyük oranda BOARD okullarında yeşermişti. Board misyoneri Henry O. Dwight'ın Boston'a gönderdiği raporda ABD ordusundan yardım istenmiştir
Bunu da ben söylemiyorum. Prof. Earle söylüyor.
ABD hükümeti 1900 yılında Kentucky isimli savaş gemisini İzmir’e gönderdi. Sultan 2. Abdülhamit, gelişme üzerine gemi yetkililerini İstanbul’a görüşmeye davet etti ve kısa süre sonra misyonerlerin uğradığı zararlar karşılandı.
İşler böyle yürüyordu.
Mesela 1904 yılında bazı Ermeni suçlular BOARD okullarından birine sığındı. Osmanlı buraya müdahale etmek isteyince İstanbul’daki Amerikan elçisi John. G. A. Leishman, Avrupa'da bulunan ABD donanmasından yardım istedi. Donanma gövde gösterisi yapınca Osmanlı geri adım attı.
En acısı ise 1909'daki Adana İsyanı sırasında yaşandı. Ermenilerin başlattığı isyana Osmanlı tarafından müdahale edilince ABD herhangi diplomatik açıklama yapmadan donanmayı Mersin limanına gönderip devleti alenen tehdit etti.
BOARD teşkilatı asıl hamlesini 1. Dünya Savaşı başlayınca yaptı. Osmanlı savaşa katılıp ordusunu Kafkasya'ya gönderince Anadolu'daki Ermenilerin bir bölümü ayaklanıp savunmasız Türk köylerine sistemli bir katliama girişti.
Burada Merzifon ve Antep okullarının rolü büyüktür.
Bunu da ben söylemiyorum. Atatürk söylüyor. Nutuk'un 557. sayfasında Merzifon Amerikan Koleji'nin Pontus devleti kurmak için nasıl çabaladığını anlatmış.
Bu katliamlar sonrasında devlet tehcir kararı alarak tehlikeyi savuşturmaya çalıştı.
Peki tüm bunlar olurken Osmanlı hiçbir şey yapmadı mı?
Bazı şeyler yaptı. Ama çok cılız ve etkisiz hamlelerdi. Okulların ruhsatlandırılması, misyonerlerden belge talep edilmesi ve Türk okullarının güçlendirilmesi gibi şeyler. Ama kıymetsiz.
Osmanlı'nın hamleleri 1869'da başlıyor ama etki etmiyor. Mesela Abdülhamit'e sunulan bir raporda 392 okuldan yalnızca 51'inin ruhsatlı olduğu bilgisi mevcut.
Devlet öyle zayıflamış ve ipleri kaptırmış ki, yürürlüğe koyduğu düzenlemeyi uygulamaktan aciz duruma düşmüş.
Bunları da ben söylemiyorum. 1891 ve 1894 tarihli Zühtü Paşa raporları, 1892 tarihli Mihran Boyacıyan raporu ve 1898 tarihli Şakir Paşa raporu durumun vehametini açık açık yazmış.
Özetle bölgelerin elden gittiğini yazıp Türk okulu açılmasını talep etmişler.
Özellikle Beyrut tamamen Osmanlı'ya yabancılaşmış. Memurlar dışında Türkçe bilen yokmuş. Beyrut'un İstanbul'dan çok Paris'e benzediği ifade edilmiş.
Hani birileri diyor ki İttihatçılar geldi Osmanlı çöktü diye. Palavra. Osmanlı'nın çöküşünün tarihi benim anlattıklarımdır.
Artık yavaş yavaş sadede gelelim.
BOARD, 1. Dünya Savaşı'yla birlikte Anadolu'da ABD güdümlü bir Büyük Ermenistan hayaline çok yakındı. Hele 1918'de Osmanlı tamamen çöküp işgale uğradıklarında her şey neredeyse hazır gibiydi.
Ama 1919'da bambaşka şeyler oldu.
Mustafa Kemal direnişi tam da BOARD'un hayallerinin üstünde başlattı. Sivas Kongresi toplandığında hayallerin sallantıda olduğu anlaşıldı.
ABD yönetimi bölgeye General Harbord yönetiminde bir komisyon göndererek Ermeni devletinin fizibilitesini ölçmek istedi.
Harbord Ermeni lobisi tarafından güdüme alınmış biri değildi. İstanbul'a geldiğinde kendisine Türk tercümanlar da alarak meseleyi dosdoğru anlamak için çabaladı. Hatta Sivas'ta bulunan Mustafa Kemal'in yanına uğrayıp onunla da görüştü.
O görüşme de çok ilginçtir.
Harbord anılarında Mustafa Kemal'in çok sinirli olduğunu ve öfkeden titrediğini yazmış. Fakat daha sonra sıtma nöbeti geçirdiği için halinin kötü olduğunu anlamış.
Görüşmenin neticesinde de Mustafa Kemal'e "Sizin yerinizde olsam ben de aynını yapardım" diyerek ayrılmış.
Harbord raporu Anadolu'daki direnişin güçlü olduğunu ve Büyük Ermenistan hayalinin çöktüğünü büyük oranda kabullenmiş.
Yani Mustafa Kemal devreye girerek BOARD'un 100 yıllık hayalini çöp haline getirmiş. Pelosi'nin göz yaşlarının nedeni...
Nitekim Harbord'un tahminleri doğru çıktı. Kuvayi Milliye önce Doğu'daki Ermeni işgalini akabinde Güneydeki Fransız ve Batı'daki İngiliz/Yunan işgalini püskürttü ve Anadolu'nun yeniden Türkleşmesini sağladı.
BOARD'un 100 yılda ektiği tohumları 3 yılda söküp attık.
Mustafa Kemal daha sonra Lozan'da son 300 yıllık Türk tarihinin bana göre en görkemli başarısını elde ederek kapitülasyonların tamamını kayıtsız şartsız kaldırdı.
Böylece BOARD'un kalıntıları Türk devletinin hakimiyeti altına alındı.
Savaştan sonra Anadolu'daki Rum ve Ermeni nüfusun azalması nedeniyle BOARD politika değiştirerek Türk nüfusun hedefleyip yeni bir girişim başlattı.
Fakat Atatürk 1924'te Eğitimde Birlik İnkılabı (Tehvid-i Tedrisat) yaparak tüm eğitim kurumlarını hakimiyet altına aldı.
Artık Osmanlı'nın kapitülasyon düzeni bitmişti. Tüm okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlıydı. Okullar, öğretmenler, müfredat hatta okullardaki resimler ve büstler bile devletin mutlak denetimi altındaydı.
Cumhuriyet BOARD'un kalıntılarına göz açtırmadı.
Kemalist hükümet 1924, 1925 ve 1926 yıllarında çıkardığı genelgelerle yabancı okulların ilkokul düzeyinde eğitim vermesini yasakladı. Okullardaki Hristiyan Aziz tabloları ve büstleri kaldırıldı.
Hepsine Türk bayrağı ve Atatürk tablosu asıldı.
Mesela 1929 yılında Bursa'daki Kız Koleji'nin misyonerlik faaliyetine gizlice devam ettiği tespit edilince okul anında kapatıldı ve okuldaki misyoner öğretmen tutuklandı.
ABD elçisi J. Grew devreye girip yeni tavizler istese de boyunun ölçüsünü alması kısa sürdü.
Grew o kadar aciz duruma düşmüştü ki anılarında o dönemi şöyle yazmış:
Kapitülasyon günleri çoktan geride kalmıştı.
Sonuç olarak Kemalist hükümet okulların tamamını kontrol altına aldı. Zorunlu dersler getirdi. Kitaptaki konuları bile dizayn etti.
1930'ların sonuna gelindiğinde Türkiye genelinde sadece birkaç okulları kalmıştı ve orada da faaliyet sürdüremiyorlardı. BOARD rüyası bitmişti.
Amerikan misyoner teşkilatının Cumhuriyetle birlikte hezimete uğramasıyla Ermeni lobisi faaliyetini büyük oranda ABD'de sürdürdü ve sözde soykırım gündemi üzerinden kaybedilen toprakları geri almanın hayaliyle yaşadı.
Gelelim Pelosi'ye... Pelosi, 1958'de dini bir kız okulu olan Notre Dome Enstitüsü'nde okuyup akabinde yine Notre Dame de Namur Rahibeleri tarafından kurulan Trinity Kolej orijinli Trinity Washington Üniversitesi'nde eğitim gördü.
İlerleyen yıllarda Ermeni Ulusal Komitesi'yle (ANC) ciddi bağlar kurdu. Mesela 1997 yılında ANC üyesi Taline Sanasarian, Nancy Pelosi'yi "Amerikan Kongresi'de Ermeni meselelerine uzun süredir destek veren" kişi olarak tanıtıp bir de plaket verdi.
Pelosi 1997'deki toplantıda konuşma yapıp sözlerini "ABD Ermeni Soykırımı'nı resmi olarak tanımadan rahat edemeyiz" diyerek bitirdi.
Pelosi ilerleyen yıllarda Ermeni lobisinin de desteğiyle Temsilciler Meclisi başkanlığına getirildi.
Mesela 2007 yılında Ermeni lobisi tarafından hazırlanan bir raporda Pelosi'nin çabalarından özel olarak bahsedilmiş. "Pelosi'nin tüm çabalarına rağmen" denmiş.
Dediğim gibi Pelosi Ermeni Lobisi için sıradan bir isim değil. Gönülden destek veren ateşli bir savunucudur.
Yine lobi desteğiyle hazırlanan 2015 tarihli başka bir raporda Pelosi, Ermeni lobisinin meclisteki en güçlü destekçisi olarak tanımlanmış.
Nitekim Pelosi amacına 2021 yılında ulaştı ve Biden'ın sözde soykırımı tanımasını sağladı.
Sonuç olarak Pelosi pragramist bir siyasetçi değil. Ermenistan'da gözyaşı dökerken ciddiydi. Onu ağlatan şey, yüz yıl önce sönen yüz yıllık Büyük Ermenistan hayaliydi.
Kuva-yi Milliye sandığımızdan çok büyük işler yapmıştır. Bunu bilmemiz gerekiyor.
Atatürk’ün Ermeniler hakkında söylediği bu sözlerin anlamı daha iyi oturuyor şimdi.
“Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve sonsuza dek Türk olarak yaşayacaktır.”
Ah ATAM ahh! Senin vatan sevginin bir kısmına dahi sahip olmayanlar seni eleştiriyor ve Türk milleti sessizce izliyor. Gelde kahrolma!!!
Alıntıdır
4 notes · View notes
cicekbozugu · 1 year
Text
birinci sınıftayken sınıftan biri türk almanda üçüncü sınıfken -bir senede almanyada okumuş- okulu bırakmış psikolojiye geçmişti sonra umduğu gibi olmadığı için psikolojiyi de bıraktı şu an napıyo aşırı merak ediyorum
12 notes · View notes
e2i4-ud · 9 months
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Suna Kan, Türk keman virtüözü. "Harika Çocuk" olarak yeteneği küçük yaşta tespit edilen sanatçı, Türkiye'nin en iyi keman virtüözlerinden birisi olarak tanındı; uzun yıllar Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nda solist ve başkemancı olarak görev yaptı. 1971'den bu yana "devlet sanatçısı" unvanını taşır. Doğum tarihi: 21 Ekim 1936, Adana
Ölüm tarihi ve yeri: 11 Haziran 2023, Ankara
Aldığı ödüller: Türkiye Devlet Sanatçısı
Eğitim: Paris Konservatuvarı
Albümler: Violin Concerto no. 1 in B-flat major, K. 207 / Violin Concerto no. 2 in D major, K. 211 / Adagio in E major, K. 261 / Rondo in B-flat major, K. 269
Doğum: 21 Ekim 1936; Adana, Türkiye-Ölüm T: 11 Haziran 2023-Pazar-İstanbul
Suna Kan, 1936 yılında Adana’da doğdu. Babası, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Viyola sanatçısı Nuri Kan’dır. Beş yaşındayken babasından keman öğrenmeye başlayan Kan, daha sonra aile dostları Hulusi KARSEL’DEN keman dersleri aldı. Ankara Devlet Konservatuvarı sınavlarını kazanan Kan, bu okulda Avusturyalı eğitimci Walter Gerhardt ile başladığı temel keman öğrenimini İzzet Nezih Albayrak ve Gilbert Back ile sürdürdü; son olarak Liko Amar ile çağdaş müzik eserleri çalıştı.
İlk resitalini 18 Nisan 1946'da Ankara Devlet Konservatuarı’nın konser salonunda veren Kan, Mozart'ın 5. Keman Konçertosunu seslendirdiği bu resital nedeniyle “Harika Çocuk” olarak anıldı ve eğitimine Avrupa’da devam etmesi gerekliliği gündeme geldi. 1948’de isme-özel olarak çıkarılan “İdil Biret ve Suna Kan’ın yabancı memleketlere müzik tahsiline gönderilmesine dair kanun” (Harika Çocuk Yasası) ile yurt dışında öğrenim görmek için devlet bursu aldı. Yasanın çıkmasından bir süre sonra ailesiyle birlikte önce Roma’ya gitti; birlikte çalışacağı eğitimcinin hayatını kaybettiğini öğrenince Paris Konservatuarı’na gönderildi. Paris’te Gabriel Bouillon ile çalışan Suna Kan, 1952 yılında konservatuvarı birincilikle bitirdi.
Okulu bitirdikten sonra da Gabriel Bouillon ile repertuvar çalışmalarına devam etti ve uluslararası yarışmalara katıldı. Viotti Yarışması birincilik ödülünü (1955), Münih Yarışması İkincilik ödülünü (1956), Long-Thibaud Yarışması Paris Kenti ödülünü (1957) kazandı.
1957’de Türkiye'ye döndü ve Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası solist sanatçılığına atandı. 1960 yılında müzisyen ve müzik eleştirmeni Faruk Güvenç ile evlendi. 1960 yılında Türkiye'nin ilk konser piyanisti Ferhunde Erkin'le kurduğu keman-piyano ikilisi ile Türkiye'nin pek çok yerinde oda müziği konserleri ve resitaller verdi. İkili yurt dışında da çeşitli merkezlerde resitaller verdi. Daha sonra Almanya'da öğrenimini tamamlamış Gülay Uğurata ile bir ikili oluşturdu. Tam 29 yıl birlikte çaldılar.
Suna Kan, 1970'li yılların başında orkestra şefi Gürer Aykal ve eşi Faruk Güvenç ile Ankara Oda Orkestrası'nın kuruluşunda yer aldı. Orkestra, yurt dışında yüzün üzerinde konser verdi; çeşitli plaklar yaptı. Sanatçı, 1977-1986 arasında Ankara Oda Orkestrası'nda başkemancı ve solist sanatçı olarak yer aldı.
Dünyaca ünlü keman virtüözü Suna Kan yaşamını yitirdi
Geniş bir repertuvarı olan Kan, Türkiyeli bestecilerinin keman için ürettikleri repertuvarın önde gelen yorumcularından birisidir. Necil Kazım Akses'in Keman Konçertosu'nun ilk çalınışını gerçekleştiren sanatçı, sık sık yorumladığı Ulvi Cemal Erkin'in Keman Konçertosu'nun en iyi yorumcularından biri kabul edilir. Ahmet Adnan Saygun'un Keman Konçertosu'nu da birçok kez icra etti. 1971'de Devlet Sanatçısı unvanına layık görüldü. Türkiye'nin ilk kültür bakanı olan Talât Sait Halman'ın Cumhurbaşkanlığı Konser Salonu'nda düzenlemek istediği Itri konserine karşı çıkmış, hatta Başbakan Nihat Erim'e mektup göndererek 'alaturka müzik o salonda icra edilirse devlet sanatçısı unvanımı geri iade ederim' dedi. Talât Sait Halman'ın bütün çabalarını geri çevirerek Itri konserinin iptal edilmesine neden oldu, bu olay sonucunda Talât Sait Halman Kültür Bakanlığı görevinden istifa etti.
Suna Kan'sız Türkiye düşünemiyorum - AHMET SAY - www.sanattanyansimalar.com
1988 yılında diplomat Halit Güvener ile evlendi ve sefire olarak Macaristan’da bulundu. Sanatçı, 1996 yılında Sevda - Cenap And Müzik Vakfı Onur Altın Madalyası ile ödüllendirildi. 1997 yılında Müşerref Hekimoğlu'nun yazdığı "Suna Kan: Öz Şarkısını Duyuran Keman" adlı kitap Sevda - Cenap And Müzik Vakfı tarafından yayınlandı.
Suna KAN için,  Allah’tan sonsuz rahmet diliyorum. O’nun şu güzelim Adana-SEYHAN’DA dünyaya gelmesi bizim için en büyük onur kaynağıdır. Emin olun en büyük sanatkârlar şu güzelim Adana’dan çıkmıştır ve çıkacaktır.
Herkese sıhhat; huzur; neşe dolu sonsuz mutlu yarınlar temenni ederim.
10 TEMMUZ 2023-Pazartesi-Seyhan/ADANA  
2 notes · View notes
nesepalamudu · 1 year
Text
peking university yaz okulu türk parasıyla 40 bin küsür lira başvuru ücreti de bin lira dbnsnsnsnsn
2 notes · View notes
aynodndr · 1 year
Text
OYUMU KİME VERECEĞİM..?
Oyumu, doğduğu yıl kuran öğretimi yasaklandığı için, gizli kapaklı samanlık köşelerinde kuran öğrenen babama vereceğim,
Ezanın aslına uygun okunmasının yasak olduğu yıllarda minarenin merdivenlerinde ezan okumak zorunda kalan dedeme vereceğim,
Oyumu, okuyamayan kız kardeşlerime vereceğim,
Liseyi yarım bırakmak zorunda kalan eşime vereceğim,
Oyumu, daha İmam Hatip Orta okulunda iken başını açmamak için okulu terketmek zorunda kalan yeğenime vereceğim,
Oyumu İmam Hatipli olduğum için askeri okula alınmadığım,
Üniversitede önüne takoz konduğu için kaybolan yıllarıma vereceğim,
Meclise baş örtüsü ile girdiği için HADDİ BİLDİRİLEN KADINA vereceğim oyumu...
Huzur içinde başını örterek okuluna devam etme imkanı yakalayan kızlarıma vereceğim...
Oyumu huzura, barışa vereceğim,
Oyumu, "Nerede kaldınız..! Neden bu kadar geciktiniz..?" diyen Afrikalı aça...
"Yüz yıldır sizin geleceğiniz günü bekliyorduk" diyen Bosnalı teyzeye vereceğim,
"Onlar Türk askeridir kızım, korkma..! Onlar kimsenin namusuna ilişmez" diyen Afrin'li anneye vereceğim oyumu,
Oyumu, 15 Temmuz gecesi Tank egzozunu tişörtü ile tıkayan mucit gençlere vereceğim...
Apartmanın tepesinden, F16 nın üzerine atlayan yiğide vereceğim oyumu...
Genelkurmay karargahını işgal eden teröristlere müdahale için, yanındaki polis amirine: "Abi beş yüz kişiyiz. Dalalım içeriye... En fazla yüzümüz ölür." diyen matematikçiye vereceğim,
Kurşunlara göğsünü siper ederek son uykuya yatan ve özgür bir sabaha uyanmamızı sağlayan ölümsüz ÖMER HALİSDEMİR’e, FETHİ SEKİN’e vereceğim oyumu...
Ben oyumu, çalınmış geçmişimi geri alabileceğimi gösteren, geleceğimizi kaptırmamayı vaad edenlere vereceğim,
Ben oyumu çocuklarımın geleceğine vereceğim......
Alıntı..
Ergün küçüktopçu
3 notes · View notes
cihangir-uzunkaya · 2 years
Text
Tumblr media
📌Soner Yalçın'dan Bahçeli'ye tarihi mektup...
Bak sana ne anlatacağım..?
Bu yazacaklarımı MHP’nin “parti okulu“nda bulamazsın. Unutturdular sana çünkü…
Gagavuz Türk‘ü, Hıristiyan’dır.
Yunanistan’daki Karaman Türk’ü de, Hıristiyan’dır...
Karaim ya da Hazar Türk’ü, Yahudi‘dir…
Altaylar, Tengrici’dir...
Saha-Yakut Türkleri Şaman‘dır...
Uygur Türk‘ünün kimi Budist’tir...
Azerbaycan Türk’ü ya da İran’ın Azeri Türk’ü Şii‘dir...
Anadolu Türkmen‘i Alevi’dir...
Ne sandın?...
“Türk milliyetçisi” denilince aklına sadece Müslüman Sünni mi geliyor?...
“Türk milliyetçiyiz” diyerek kimin ahlakını kime dayatıyorsun?...
Bak kardeşim !...
Dünyada ilk “Türk Derneği”, Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında açıldı.
Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsü 1870 yılında Budapeşte’de kuruldu...
Macar Türklerini bilir misin?...
Turan fikrinin nereden doğduğunu sanıyorsun?...
Bugün...
Sadece Devlet Bahçeli‘yi bilmekle olmaz...
Gabor Vona‘yı da bileceksin!...
Hâlâ Necip Fazıl mı okuyorsun?...
Oysa Attila Jozsef‘i okumalısın!...
Hadi Yusuf Akçura’yı, Sultan Galiyev’i bildiğini düşüneyim; Turar Rıskulov‘u ya da Ethem Nejat‘ı bilir misin?...
Sahiden “sağ” nedir, “sol” nedir hiç kafa yordun mu?...
Tarihindeki Türk milliyetçi hareketler sömürgeciliğe karşı çıkarken, senin neoliberalizme/ vahşi kapatilizme karşı neden hiç sesin çıkmıyor?...
Evet sen kardeşim!...
“Türk milliyetçileri” adını kullanarak kimin ahlakını kime dayatıyorsun?...
Kızma bana !...
Bak sana bir Türk efsanesini hatırlatayım...
Cengiz Aytmatov’u bilirsin. Kırgız Türk’ü...
Türk birliğinin yılmaz savunucusu. Dünya edebiyatına armağan ettiğimiz Lenin ödüllü usta bir kalem...
1980 yılında yazdığı bir romanı var:
“Gün Olur Asra Bedel”.
Okudun mu?...
Kişinin, öz köküne yabancılaşmasını anlatır. Bunu Türk “Mankurt Efsanesi”ne dayandırır.
Şöyle...
Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri işe yarar köleler haline getirmek için belleklerini silerek “mankurt” haline getirirmiş !...
Bir insanı “mankurt” yapmak istediklerinde bak ne yaparlar:
- Tutsak kişinin saçları iyice kazınır,
- Kafasına devenin boyun derisi gerdirilerek geçirilir,
- Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır,
- Yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde sıcak güneş altında dört beş gün aç susuz bırakılır,
- Sıcağın etkisiyle deve derisi büzülür ve bir mengene gibi kafayı sıkıştırır,
- Deve derisinin artık kafa derisiyle bütünleşmeye başlamasıyla kazınan saçlar yeniden uzamaya başlar,
- Fakat, deri kafaya o kadar yapışır ki, zaten sert olan deve derisi sıcağın etkisiyle iyice sertleşir ve uzayan saçlar deriyi delip uzamasına devam edemez,
- Bu nedenle saçlar kafanın dışı yönünde değil, içine doğru uzamaya başlar,
- Sıcaktan büzüşen deve derisinin kafatasına yaptığı baskı ve kafanın içinde ters yönde uzayan saçların kafatasını delip, beyne doğru ilerlemesiyle tutsak kişi büyük acılar çeker,
- Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölür,
- Sağ kalan tutsak ise zamanla kendine gelir; yiyip içerek gücünü toparlar.
- Ama o artık bir insan değildir; ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olmuştur.
Artık hafızası yoktur...
Kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmez hale gelir.
Artık düşünemez...
İnsan olduğunun farkında değildir. Ağzı vardır, dili yoktur. Kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köledir sadece. Bilinci, benliği olmadığı için, sadece efendisine boyun eğen bir köle...
Evet...
Mankurt, için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmektir...
Akıl yoksunluğunu ifade eden “mankurtlaşma” artık bir kavram olarak kullanılmaktadır...
Anadolu’da “mankafa” derler !...
Kimbilir...
Belki de Cengiz Aytmatov “Bozkurtları” uyarmak istemektedir...
Anlayana...
* Türk Bayrağı’nın yakılmasını, göklerden/direklerden indirilmesini protesto ettin mi?
Hayır!...
* Atatürk heykellerinin parçalanmasını protesto ettin mi?
Hayır!...
* Bu ülkenin parsel parsel özelleştirme adı altında satılmasını protesto ettin mi?
Hayır!...
* Türk kimliğinin-kavramının Anayasa’dan çıkarılmak istenmesini protesto ettin mi?
Hayır!...
* Devlet nişanından, devlet kurumlarından Türkiye Cumhuriyeti ibaresi kaldırılmasını protesto ettin mi?
Hayır!...
* Andımızın kaldırılmasını protesto ettin mi?
Hayır!..
* 23 Nisan gibi, 19 Mayıs gibi milli bayramlarının kaldırılmasını protesto ettin mi?
Hayır!...
* Soma katliamını protesto ettin mi?
Hayır!...
* Doğa katliamlarını protesto ettin mi?
Hayır!...
* Kaçak Sarayı protesto ettin mi? Hayır!...
* Kuzey Irak’ta Türkmenlerin katledilmesini protesto ettin mi? Hayır!...
* Süleyman Şah Türbesi’nden kaçılmasını protesto ettin mi?
Hayır!...
* Ülkenin parçalanma projelerini protesto ettin mi? Hayır!...
Peki neyi protesto ettin?...
Sadece, bu ülkenin yüz akı sanatçısı Bedri Baykam‘ı protesto ettin !...
Beyoğlu Piramid Sanat Galerisi’nde Almanya, Fransa, Japonya ve ABD’den sanatçıların eserlerinin de yer aldığı “Çırılçıplak” başlıklı sergiyi “ahlaki değerlere” aykırı bulup Taksim‘e sokağa çıktın ve “Bizler; Türk Milliyetçileri, Türk İslam Ülkücüleri, Türk Milletinin ahlak değerleri ile ters düşen ve sanat adı altında perdelenmek istenen bu çirkin sergiyi kabul edemeyiz” dedin...
Demek: Türk kavramının yok edilmesi, Türk bayrağının yakılması, Atatürk heykelinin parçalanması, Andımız’ın, ulusal bayramlarımızın kaldırılması, “ahlaki değerlere” uygunmuş ki sesin çıkmadı!...
Türklüğün sadece “bacak arasına” indirgendiğinin farkında değil misin?...
Soner YALÇIN
11 notes · View notes
emirkutukk · 1 year
Photo
Tumblr media
2022 geride kalıyor. Biz;2023’te de doğru bildiğimizi söylemeye, İnandığımız değerleri savunmaya ve ; Büyük Türk Milleti’ne hizmet etmeye devam edeceğiz... Selam olsun inancından,davasından ve ideallerinden dönmeyen yiğitlere... 🇹🇷🇹🇷🇹🇷 (Şehit Kubilay Ilköğretim Okulu) https://www.instagram.com/p/Cm1CS9UtlroDMCC_ZuBoJAvA8kmL8moA15tQgc0/?igshid=NGJjMDIxMWI=
6 notes · View notes
anzacdaygallipoli · 2 years
Text
Çöldeki vaha Doha - Lutars Turizm
New Post has been published on https://www.lutarsturizm.com/coldeki-vaha-doha.html
Çöldeki vaha Doha
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Ortadoğu’nun son yıllarda öne çıkan ülkelerinden Katar, peş peşe yaptığı turizm, sanat ve spor yatırımlarıyla dikkatleri üzerine çekmeye devam ediyor. Tatil denince bölgede ilk akla gelen Dubai’ye alternatif olan bu Arap ülkesini geçen ay havalar çok ısınmadan ziyaret ettim. Ortadoğu’nun kültür ve sanat merkezi olması için büyük emek ve para harcanan Doha’da eğlence, sanat, spor ve yaz tatili iç içe. Devlet kurumu olan Katar Turizm’in hedefi yılda 6 milyondan fazla ziyaretçi çekmek. Hal böyle olunca dünyada tanınan birçok otel markası, restoran ve mağaza elbette Doha’da yerini çoktan almış. Ancak Katar’ı benim gözümde diğer Ortadoğu ülkelerinden ayıran şey sanata gösterdikleri yoğun ilgi oldu. Dünyanın en uzun binasını yaptırmak yerine dünyaca ünlü mimarlara cami ve müze inşaatını teslim edip ünlü sanat eserlerini şehre getirmek için çalışıyorlar.
Doha’nın farklı bölgelerindeki kültür merkezleri, müzeler ve sergiler arasında düzenli olarak tur yapan otobüslerle bir yerden diğerine gitmek de çok kolay. Ülkede her bir kültür merkezi için özel bir bölge oluşturulmuş durumda ve her biri özel mimarisiyle dikkat çekiyor. İslam Müzesi, Katar Ulusal Müzesi ve Katara Kültür Köyü görülmesi gereken yerler…
Şenlik var
Özellikle biz kışı yaşarken aynı dönemde bir yaz tatili vaat eden Katar’da bu kış FIFA Dünya Kupası düzenlenecek. Doha tam kapasite bu organizasyona hazır, oteller çoktan dolmuş, restoran rezervasyonları dahi yapılmış. Bir diğer önemli haberse Katar Turizm’in Küresel Uçurtma Sporları Birliği’nin (GKA) Uçurtma Dünya Turu’na üç yıllığına resmi turizm partneri olması. Yılın ilerleyen aylarında açılacak dünya standartlarında yeni bir Kite Beach içinse hazırlıklar sürüyor. Bu kış Katar’da şenlik var demek doğru olur.
Katar’ı ilk ziyaretim olan bu seyahatte Doha’da 3 gün geçirebildim ancak Katar’a gideceklere tavsiyem ortalama 1 hafta vakit ayırmaları. Benim şehirdeki favorim UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki Khor Al Adaid Çölü. Flamingolar, kaplumbağalar, tilkiler ve ülkenin ulusal hayvanı oriks (Arap antilobu) ile eşsiz bir ekosisteme sahip Khor Al Adaid, muhteşem kum tepelerine ev sahipliği yapıyor. Çöl safarisinde, geleneksel kıyafetli şoförünüz irili ufaklı kum tepelerine son hızla tırmanıp inerek, nefes kesici manevralarla heyecanı dorukta tutuyor. Çölde ayrıca kum sörfü de (sandboard) yapmanız mümkün fakat kolay olmadığını söyleyeyim.
Sade ve ferah şehir
Katar’ın yerel halkı Birleşik Arap Emirlikleri’nde olduğu gibi son derece zengin ve turistlere mesafeliler. Kadınlarla erkekler evli değillerse bir arada dolaşmıyorlar. Trafikte 5 yaşından büyük araç görmek mümkün değil. Ancak diğer Ortadoğu ülkelerinde görmeye alışık olduğumuz altınlar ve varakların aksine şehre ferahlık ve yalınlık hâkim. Doha’da yerel halkla birlikte çok fazla çalışmak için yurtdışından gelen insan yaşıyor. Kentte yaşayan Türklerin sayısı da bir hayli fazla… Öyle ki bir Türk okulu ve Türk hastanesi mevcut. Şehir ucuz ancak 1 Katar riyalinin 4 Türk lirası olduğunu unutmamakta fayda var.
Tumblr media
Katara Camisi Zeynep Fadıllıoğlu imzasını taşıyor
Katara, Doha’nın sanat, kültür ve farklı mutfak deneyimleri için gidilecek yerlerinden. Dev bir amfi tiyatronun yanında sanat galerileri, atölyeler, tiyatrolar ve performans mekânlarından oluşan kapsamlı bir sanat köyü. Hemen girişteki Katara Camisi’nde ünlü mimarımız Zeynep Fadıllıoğlu’nun imzası var. Dolmabahçe Sarayı’ndan ilham alan bir tasarıma sahip olan caminin minare, kubbe ve mihrabıysa İslam dünyasındaki farklı camilerden esintiler taşıyor.
NERELERİ GÖRMELİ?
Souq Waqıf: Doha’nın en eski ve hâlâ kullanılan pazaryeri. Baharat, giysi, antika, mücevher ve farklı yeme-içme tezgâhlarının olduğu ilgi çekici bir nokta.
Msheireb Downtown Doha: Sürdürülebilir kentsel dönüşüm projesinin hayata geçirildiği bölgedeki binalar, geleneksel Katar mimarisiyle modern tasarımın birleştiği bir sentez olarak dikkat çekiyor. Msheireb’de 4 eski eve dokunulmamış ve her biri Katar tarihinin farklı boyutlarını yansıtan birer müzeye dönüştürülmüş.
Katar Ulusal Müzesi: Dünyaca ünlü mimar Jean Nouvel’in tasarladığı Katar Ulusal Müzesi’nin mimarisi dışarıdan bakıldığında çöl gülünü (desert rose) anımsatıyor. Katar’ın geçmişini ve bugününü anlatan müze 11 galeriye ev sahipliği yapıyor.
Tumblr media
The Pearl Qatar
The Pearl Qatar: Devasa bir yapay ada olan Pearl-Qatar’da yatlarla dolu marinalar, rezidans kuleleri, villalar ve oteller var. Genelde ‘Arap Rivierası’ olarak adlandırılan adada jet ski ile gezmek, kürek sörfü (paddle board) ve kano gibi su sporları da turistler için ideal aktiviteler arasında. Ayrıca turistler lüks alışveriş için de adayı tercih ediyor.
2 notes · View notes