Harlem — Langston Hughes
Harlem
Ertelenen bir hayale ne olur?Kurur mugüneşin altındaki üzüm gibi?Ya da bir yara gibi iltihap mı tutar-sonra da akar gider mi?Çürümüş et gibi kokar mı?veya kabuk tutup şekerlenir mi-Şerbetli bir tatlı gibi?
Belki de sadece sarkarAğır bir yük gibi.Yoksa infilak mı eder tıpkı bir bomba gibi?
Harlem
What happens to a dream deferred?Does it dry uplike a raisin in the sun?Or fester like a…
View On WordPress
0 notes
"Bir kasabayı koruyan, içinde yaşayan erdemli insanlardan ziyade onu çevreleyen ormanlar ve bataklıklardır."
Henry David Thoreau / Yürümek
19 notes
·
View notes
Çavdar Tarlasında Çocuklar [Jerome David Salinger]
“Sahtekârlık”
diyor Holden Caulfield, etrafında gördüğü insanlar, yapmacık davranışlar,
ezberlenmiş kalıpları hakkında, sahtekârlık. Etrafını dolduran milyonlarca
sahtekâra bakıyor ve hepsinden nefret ediyor. Onlara uyup, onlar gibi
davranmaya alışmadıkça herkesin kendine garip bir yaratıkmış gibi
davranacaklarını umursamıyor bile. Büyümeye başlamış, 16 yaşına gelmiş ve
dünyanın ne menem bir yer olduğunu görmüş. Çocukluktan kopmuş ama büyümeye
başlayan insanların ve büyümüşlerin içerisine girmiş oldukları o kalıptan
nefret ediyor. Çocuklar ne güzel hâlbuki. Kardeşi Phoebe mesela, oturup bir
filmi saatlerce anlatabilir. Kardeşi diğerleri gibi zehirlenmiş değil henüz.
Çavdar tarlasında çocuklar şarkısını söylemek, onlar bir uçurumun kenarında
-bir çavdar tarlasında- oynarken hepsini tek tek yakalayıp o uçurumdan uzak
tutmak istiyor. Ama onların her biri büyüyecekler, o uçurumdan aşağı
yuvarlanacaklar, sahtekâr insanlar olacaklar, otomobillerden ve borsadan
bahsedecekler, sıkıcı insanlar haline gelecekler.
“Ama o müzedeki en iyi şey, her şeyin yerli yerinde kalmasıydı.
Hiç kimse kıpırdamazdı yerinden. Oraya yüz bin kez gidebilirdiniz, o Eskimo
hâlâ daha yeni iki balık tutmuş olur, kuşlar hâlâ güneye uçar, geyikler o narin
bacakları üstünde o pınardan su içer ve göğüsleri görünen o Kızılderili kadın
battaniyesini dokurdu. Kimse değişmezdi. Değişen tek şey siz olurdunuz. Çok
büyümüş olmanız filan değil demek istediğim. Tam olarak o değil yani. Yalnızca
değişmiş olurdunuz. Bu kez sırtınızda bir palto olurdu. Ya da son gelişinizde
sıradaki eşiniz kızıl çıkarırdı ve yeni bir eşiniz olurdu. Veya Bayan
Aigletinger’ın yerine başka biri getirirdi sizi. Veya o gün banyoda annenizle
babanız felaket bir kavgaya tutuşmuş olurdu. Veya üstünde gökkuşağı renkleri
oluşan bir su birikintisi görmüş olurdunuz. Diyeceğim, değişik bir şey olurdu
sizde; demek istediğim şeyi anlatamıyorum. Anlatabilsem de, anlatmayı
isteyeceğimden pek emin değilim.”
Kitabın
yazarı Jerome David Salinger Holden Caulfield karakteriyle kendini anlatıyor,
onun ağzından kendisi konuşuyor. Uzun yıllar boyunca münzevi bir hayat yaşamış
yazar. İnsanlardan uzak, tüm sahtekârlıklardan ve yalanlardan uzak bir şekilde
yaşamış. Kitabın bir yerinde yine Holden’in ağzından hayal ettiği dünyayı da
aktarıyor bize:
“Ne yaparım dedim, Holland Tüneli’nin oradan otostopla bir yere
kadar gider orada inerdim, sonra bir daha, sonra bir daha derken, birkaç gün
içinde batıda güneşli bir yerde, beni tanımayan insanların arasında bir iş
bulurdum. Bir yerlerde, bir benzin istasyonunda bir iş bulurum diyordum,
arabalara benzin, yağ filan doldururdum. Nasıl bir iş olursa olsun, fark
etmezdi zaten. Kimse beni tanımasın, ben kimseyi tanımayayım, bu yeterdi.
Düşündüm, sağır-dilsizmişim gibi numara yapardım. Böylece, hiç kimseyle o salak
konuşmaları yapmak zorunda kalmazdım. Biri bana bir şey demek istediğinde bir
kâğıda yazar, bana uzatırdı. Bundan bir süre sonra sıkılınca da, ömrümün sonuna
kadar insanlarla konuşmaktan kurtulurdum. Herkes beni sağır-dilsiz herifin teki
sanır, beni rahat bırakırdı. Salak arabalarına benzin, yağ filan doldururdum,
onlar da bana bir maaş verirlerdi. Kazandığım parayla bir yerlerde kendime
küçük bir kulübe yapar, ömrümün sonuna kadar orada yaşardım. Ormanın hemen
yakınında yapardım kulübeyi, fazla içerlere yapmazdım, çünkü daima güneşli bir
yerde olmak istiyordum.”
Kitabı
daha önce “Gönülçelen” adıyla okumuştum. Yirmi yıl kadar önceydi, Can
Yayınlarının baskısıydı. Şimdi ise Coşkun Yerli çevirisiyle Yapı Kredi
Yayınları’ndan okudum. Başucu kitabıymış da fark etmemişim o zamanlar. Herhalde
Salinger’in bahsettiği o sıkıcı heriflerden birisi olmak istiyordum o zamanlar,
o yüzden dikkatimi çekmemiş. Şimdi ise cidden sıkılıyorum o heriflerden.
“Yani liseden veya üniversiteden sonra. Herhalde çoğu, sersem
heriflerle evlenecek diyordunuz. Hep o lanet arabalarının mil başına kaç litre
benzin yaktığından bahseden herifler. Golfte ya da pingpong gibi salak bir
oyunda size yenildikleri için çocuk gibi kızan herifler. Çok ters herifler. Çok
sıkıcı herifler. Hiç kitap okumayan herifler –ama bu konuda çok dikkatli
olmalıyım. Yani, bazı heriflere sıkıcı demek konusunda. Bu sıkıcı herifleri hiç
anlamıyorum. Gerçekten hiç anlamıyorum.”
“Bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. Elinizde olsa da, onları büyük
cam vitrinlere koyup oldukları gibi kalmalarını sağlayabilseniz. Biliyorum,
olanaksız bir şey bu, ama yine de pek fena olmazdı.”
2010
yılında, upuzun yıllar boyunca geçirdiği münzevi hayatı sonlandırarak aramızdan
ayrılıyor Salinger. Geride birkaç öykü, Holden gibi insanların samimiyetsizliğinden,
sahtekârlıklarından, basmakalıp hayatlardan sıkılmış bir anti-küçükprens
ergenin üç gününü anlatan bir roman bırakıyor. Bazı insanları sevmekten
öldükleri için vazgeçmezsiniz. Ruhun şad olsun Salinger.
Read the full article
0 notes
and the sky smiled right back at you like it knew a little more about you each night. *** Illustration taken from @costachescu Poem taken from @rmdrk *** *** #RMDrake #RobertMDrake #Costachescu #Poem #Poet #Poetry #Şiir #Şair #Edebiyat #AmerikanEdebiyatı #AmericanLiterature #Gif #GIF #Illustration #İllustrasyon #TakenFrom #Repost #Regram #Quote #Quotation #Alıntı #Sky #Gökyüzü #Night #Gece
6 notes
·
View notes
Lolita bence pedofil bir yazımdan çok edebiyat şovu. Kitap boyunca küçük kızlara düşkünlüğü anlatıp nasıl teşvik edicilikten bu kadar uzak kalınabilir? Mükemmel yer kişi tasvirlerinin içinde bir aşkın tensel hazzı nasıl kitap boyunca canlı tutulabilir? 'Benim Hüzünlü Orospularım' da pedofilik aşkı anlattığı halde aynı kulvarda bile yarıştırmayacağım bu üstün anlatım neyin nesidir? Okuma niyetinin bile sapkın bir duyguya hizmet korkusu ile başladığım kitabı, "Var olan gerçekleri sunma biçimi mi bizi haksız ya da haklı yargılara götürüyor?" sorusu ile bitirdim. Tarihe mal olmuş kişilerin hayatlarını okurken gözümden kaçan aslında/bariz pedofilik evliliklerin sayısal çoğunluk olduğu zaman nasıl da hoş görüldüğünü farkettim. Toplumda çoğunluk 13/14 yaş evliliği yapıyorsa bu, o toplumda pedofiliden bambaşka anlam kazanıyor. Kitapta üstü kapalı geçen, bazı sapkın yaşantıların bile statü ve para ile görmezden gelindiği vurgularının eleştirisini yapmayacağım. Kitap, yazım sanatı ile ilgili derslerin mükemmel aracı olabilir. #kitap #okumak #lolita #vladımırnabokov #iletişimyayınları #pedofili #kaçak #erotizm #okudumbitti #neokudum #okumayıseviyorum #okuduklarım #kitapsever #amerikanedebiyatı #rusyazar https://www.instagram.com/p/BpmhUMqhRkQ/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1uz85hkbn5aiu
0 notes
"İnsanlar ve meşgaleleri kilise, devlet, okul, ticaret, alım satım işleri, imalat, tarım, hele ki tüm ürkütücülüğüyle politika; bunların tabiatta ne denli az yer kapladığını anladığıma o kadar memnunum ki."
Henry David Thoreau / Yürümek
4 notes
·
View notes
"Benim inancıma göre dağ havasının insan ruhunu besleyip ona ilham vermesi gibi, iklimin de insan üzerinde bir etkisi vardır. Bu etkilerle insan gerek entelektüel gerekse fiziksel olarak mükemmelliğe doğru yol almaz mı? Bir insanın hayatında kaç tane sisli gün olduğunun hiç mi önemi yoktur? İnanıyorum ki bizler daha yaratıcı olacağız; düşüncelerimiz göğümüz kadar berrak, zinde ve yüce; kavrayışımız tıpkı ovalarımız gibi kapsayıcı ve kuşatıcı olacak; zihnimiz o gök gürültüsü ve şimşek gibi, ırmaklar ve dağlarımız gibi muazzam ve yüreklerimiz iç denizlerimiz kadar derin, engin ve görkemli olacak. Bir bakmışsınız, gün gelmiş, gezgin her birimizin yüzünde læta ve glata, neşe ve huzurdan müteşekkil bir şey görür olmuş. Yoksa ne demeye dönüyor Dünya? Amerika neden keşfedildi ki?"
Henry David Thoreau / Yürümek
4 notes
·
View notes
"Kapıların ardında, güneşin altında rüzgârı soluyarak yaşamak hiç kuşku yok ki insanın karakterini bir miktar kabalaştıracak, tıpkı ağır işçiliğin ellerin narinliğinden çalması gibi, doğamızın daha ince niteliklerinin üzerinde kalınca bir üst deri oluşmasına neden olacaktır. Öte yandan evde kalmak ise elleri yumuşak, pürüzsüz ve narin kılarken, buna kimi etkilere karşı hassasiyetin artması eşlik eder. Güneş biraz daha az parlayıp rüzgar üzerimizde biraz daha az estiğinde, belki de entelektüel ve ahlaki gelişimimiz açısından bazı etkilere karşı daha hassas olmamız gerekiyordur; hiç şüphesiz kalın ve ince deriyi hakkıyla oranlamak da önemli. Fakat bana göre o ölü deri çabucak düşecek, doğal ilaç ise gecenin güne, kışın yaza, düşüncenin deneyime dönmesindeki oranda bulunacak. Düşüncelerimizde gün ışığı ve havanın etkisi de o ölçüde artacak. İşçilerin nasır tutmuş elleri haysiyetin ve kahramanlığın zarif dokusuna aşinadır, dokununca yürekleri titretir, aylaklığın cansız parmakları, o ellerin yerini tutamaz. Emeğin nasırlı ellerinden ve güneş yanığı yüzünden uzakta, tüm gün yatakta yatıp kendini arınmış sanmak düpedüz kendini aldatmaktır."
Henry David Thoreau / Yürümek
3 notes
·
View notes
Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater [Kurt Vonnegut]
Bay Rosewater ile tanıştığıma o kadar çok sevindim ki, kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Rosewater artık Oblomov gibi, Teğmen Drogo gibi, Turgutcuğum Özben gibi en değer verdiğim arkadaşlarımın arasına girmiş bulunuyor. Bu açıdan ben de Kurt Vonnegut’un bu romanındaki diğer karakterleri gibi “Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater” diyorum.
“Eliot’ı görür görmez sevdim.”
“Kullanabileceğin başka bir sözcük yok mu?”
“Neden başka?”
“Sevgiden başka.”
“Bundan daha iyi hangi sözcük olabilir ki?”
“Çok iyi bir sözcük idi –Eliot’ın diline düşene kadar. Suyu çıktı benim için. Ruslar demokrasi sözcüğüne ne yaptılarsa, Eliot da sevgi sözcüğüne aynı şeyi yapmıştır. Eliot, kim olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar herkesi sevecekse, belli kişileri belli nedenlerle seven bizlere başka bir sözcük bulmak kalıyor.” Başını kaldırıp ölmüş karısının yağlıboya tablosuna baktı. “Sözgelimi, onu çöpçümüzden daha çok severdim - demek çağımızın en korkunç suçunu işlemişim: ay-rım-cı-lık.”
Eliot Rosewater Amerika’nın en zengin ailelerinden birisine mensup. Klasik zengin davranışlarını benimseyemiyor. Çocukken geçirdiği travmalar olsun, ikinci dünya savaşında ordusunun bir binbaşısı olarak yaşadıkları olsun onu sürüden ayırıyor. Belki de karakteri böyledir, kim bilir.
“Aslında birçok kişinin komünist diye nitelendirebileceği düşüncelerim var,” dedi Eliot. “Ama Allah aşkına söyle baba, hem yoksullarla çalışıp hem de zaman zaman Karl Marx’la karşılaşmamak mümkün mü? Ya da İncil’le? Bu ülkede insanların hiçbir şey paylaşmamalarını korkunç buluyorum. Bebeğin biri, doğduğunda ülkenin büyük bir parçasına sahip olsun -benim gibi- bir başka bebeğin de hiçbir şeyi olmasın: Buna izin veren devleti vicdansız sayıyorum ben. Bana kalırsa, devlet hiç olmazsa bebekler arasında eşitçe bölmeli her şeyi. Yaşamak zaten güç, bir de durmadan parayla mı uğraşsın insanlar? Herkese yetecek kadarı var bu ülkede, biraz paylaşmak yeter.”
Düşünce şekli böyle sevgili kahramanımızın. Telefonu her açışında “Rosewater vakfı, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye soruyor. Paraysa para, dostluksa dostluk, sevgiyse sevgi. Kim olduğunuzun bir önemi yok. Nankör oluşunuz da sorun değil.
“Eliot’ın en sevdiği Kilgore Trout kitaplarından biri, tek konusu nankörlük olan bir romandı. Adı, Teşekkürederim Birinci Bölge Mahkemesi’ydi. Kendilerine yapılan bir iyiliğe yeteri kadar teşekkür etmedikleri sanılan insanlar çıkarılıyordu bu mahkemeye. Davalı duruşmayı kaybederse, mahkeme ona bir seçenek tanıyordu: Ya davacıya herkesin önünde teşekkür edecek ya da kuru ekmek ve sudan başka hiçbir gıda almaksızın bir ay kapalı hücre cezasına çarptırılacaktı. Trout’un anlattığına göre, hüküm giyenlerin yüzde sekseni hücreyi seçiyordu.”
Yine de tüm bunlara rağmen, karşılık görmeyeceğini bile bile hayatının tek kuralını “insanlara iyilik yapmak” olarak belirliyor Rosewater. Bir de muhatap olduğu insan tipine bakın: “Aydın bir kişi olduğuna içtenlikle inanıyor ama aslında hiçbir şey bilmiyordu; kafasından geçebilecek tüm sorunların bir tek çözümü vardı: para, hem de bol para. Berbat bir ev kadınıydı. Ev işlerini görürken ağlardı çünkü dünyaya daha iyi şeyler yapmak için geldiğine olan inancı sonsuzdu.”
Amerika ile o kadar güzel dalga geçmiş ki Vonnegut bu romanında. Her satırı incelikli bir kapitalizm eleştirisi gibi. Zenginlerin yaşam biçimleri kendilerinin seçilmiş kişiler olduğunu diğerlerine inandırmak üzerine kurulu. 1965 yılında yayımlanmış roman fakat bugün de genel itibariyle aynı eğilim söz konusu. Dünyada yönetenler ve yönetilenler var ve yönetenlerin tek amacı yönetilenlerin bir konuda ikna olmaları. O da kendilerinin yaşadıkları bu hayatın kaderleri olduğu. Kitabın bir bölümünde, yetimhane kuran zengin bir aileden bahsetmiş yazar. Yetimhanenin amacı kendi evlerine hizmetçi yetiştirmek. Bütün çocuklar Hıristiyan olarak yetiştirilecek, her sene bir tane hizmetçi gidecek zengin ailenin evine bir de yemin edecekler: “Başkalarının kutsal mülkiyetine saygı göstereceğime, yüce Tanrı’nın yaşamımda bana layık görebileceği toplumsal sınıfa uyacağıma namusum ve onurum üzerine ant içerim. Beni işe alacak patronlarıma minnet duyacağım, çalışma şartlarından ve ücretimden asla şikâyet etmeyeceğim, onun yerine kendime ‘Patronum, cumhuriyetim ve Tanrım için daha başka neler yapabilirim?” diye soracağım. Bu dünyaya mutlu olmak için getirilmediğimi anlıyorum. Buraya sınanmak için getirildim. Bu sınavı başarıyla geçmek istiyorsam, her zaman esirgemesiz, aklı başında ve doğru sözlü olacağım, düşüncelerim, bedenim ve davranışlarım hep temiz olacak ve Tanrı’nın tartışılmaz dirayetiyle benden yükseğe yerleştirdiği kişilere karşı saygılı olacağım. Bu sınavda başarılı olursam, öldüğümde cennetin sonsuz güzelliğine ulaşacağım. Başarısız olursam şeytan kahkahalar atıp Hazreti İsa gözyaşları dökerken, cehennem ateşinde kebap olacağım.”
Bu kadar güzel bir kapitalist sistem eleştirisi okumamıştım uzun zamandır. Buna karşın, o sırada hizmetçilik yapan kızın yanında çalıştığı aile hakkındaki düşünceleri de, zehirlenmemiş bir zihnin kapitalist dünya düzeni ile ilgili düşünmesi gerekenleri ifade ediyor: “Baba, bu insanlarda beni en çok kızdıran ne cahillikleri ne de çok içki içmeleri. Dünyada güzel olan her şeyin, kendilerinin ya da atalarının yoksullara bir armağanı olduğunu düşünmeleri. Buraya geldiğim ilk günün akşamı, Bayan Buntline beni arka terasa çıkarıp güneşin batışını gösterdi. Ben de bakıp çok güzel olduğunu söyledim ama daha başka bir şeyler dememi bekliyordu. Ne demem gerektiğini bir türlü kavrayamadım, o yüzden de o sırada bana çok salakça gelen bir şey söyledim. ‘çok teşekkür ederim,’ dedim. Meğer beklediği buymuş. ‘Bir şey değil,’ dedi. O günden beri ona okyanuslar için, ay için, gökyüzündeki yıldızlar ve Amerika Birleşik Devletleri Anayasası için teşekkür ettim.”
Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater romanı her yönüyle gerçek bir destan diye nitelendirilmeyi hak ediyor. Çevirmen, Sinan Fişek de hem “God Bless You Mr. Rosewater” olan orijinal ismi çevirirken hem de farklı yerlerde izini bırakmış romana. İyiliğin aptallık olarak görüldüğü, riyakârlığın kutsandığı bir çağın mükemmel bir fotoğrafını görmek istiyorsanız Can yayınlarının bastığı 208 sayfalık bu romanı okumanız gerekiyor.
Read the full article
0 notes
Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater [Kurt Vonnegut]
Bay Rosewater ile tanıştığıma o kadar çok sevindim ki, kelimelerle ifade etmem mümkün değil. Rosewater art��k Oblomov gibi, Teğmen Drogo gibi, Turgutcuğum Özben gibi en değer verdiğim arkadaşlarımın arasına girmiş bulunuyor. Bu açıdan ben de Kurt Vonnegut’un bu romanındaki diğer karakterleri gibi “Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater” diyorum.
“Eliot’ı görür görmez sevdim.”
“Kullanabileceğin başka bir sözcük yok mu?”
“Neden başka?”
“Sevgiden başka.”
“Bundan daha iyi hangi sözcük olabilir ki?”
“Çok iyi bir sözcük idi –Eliot’ın diline düşene kadar. Suyu çıktı benim için. Ruslar demokrasi sözcüğüne ne yaptılarsa, Eliot da sevgi sözcüğüne aynı şeyi yapmıştır. Eliot, kim olursa olsun, ne yaparlarsa yapsınlar herkesi sevecekse, belli kişileri belli nedenlerle seven bizlere başka bir sözcük bulmak kalıyor.” Başını kaldırıp ölmüş karısının yağlıboya tablosuna baktı. “Sözgelimi, onu çöpçümüzden daha çok severdim - demek çağımızın en korkunç suçunu işlemişim: ay-rım-cı-lık.”
Eliot Rosewater Amerika’nın en zengin ailelerinden birisine mensup. Klasik zengin davranışlarını benimseyemiyor. Çocukken geçirdiği travmalar olsun, ikinci dünya savaşında ordusunun bir binbaşısı olarak yaşadıkları olsun onu sürüden ayırıyor. Belki de karakteri böyledir, kim bilir.
“Aslında birçok kişinin komünist diye nitelendirebileceği düşüncelerim var,” dedi Eliot. “Ama Allah aşkına söyle baba, hem yoksullarla çalışıp hem de zaman zaman Karl Marx’la karşılaşmamak mümkün mü? Ya da İncil’le? Bu ülkede insanların hiçbir şey paylaşmamalarını korkunç buluyorum. Bebeğin biri, doğduğunda ülkenin büyük bir parçasına sahip olsun -benim gibi- bir başka bebeğin de hiçbir şeyi olmasın: Buna izin veren devleti vicdansız sayıyorum ben. Bana kalırsa, devlet hiç olmazsa bebekler arasında eşitçe bölmeli her şeyi. Yaşamak zaten güç, bir de durmadan parayla mı uğraşsın insanlar? Herkese yetecek kadarı var bu ülkede, biraz paylaşmak yeter.”
Düşünce şekli böyle sevgili kahramanımızın. Telefonu her açışında “Rosewater vakfı, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye soruyor. Paraysa para, dostluksa dostluk, sevgiyse sevgi. Kim olduğunuzun bir önemi yok. Nankör oluşunuz da sorun değil.
“Eliot’ın en sevdiği Kilgore Trout kitaplarından biri, tek konusu nankörlük olan bir romandı. Adı, Teşekkürederim Birinci Bölge Mahkemesi’ydi. Kendilerine yapılan bir iyiliğe yeteri kadar teşekkür etmedikleri sanılan insanlar çıkarılıyordu bu mahkemeye. Davalı duruşmayı kaybederse, mahkeme ona bir seçenek tanıyordu: Ya davacıya herkesin önünde teşekkür edecek ya da kuru ekmek ve sudan başka hiçbir gıda almaksızın bir ay kapalı hücre cezasına çarptırılacaktı. Trout’un anlattığına göre, hüküm giyenlerin yüzde sekseni hücreyi seçiyordu.”
Yine de tüm bunlara rağmen, karşılık görmeyeceğini bile bile hayatının tek kuralını “insanlara iyilik yapmak” olarak belirliyor Rosewater. Bir de muhatap olduğu insan tipine bakın: “Aydın bir kişi olduğuna içtenlikle inanıyor ama aslında hiçbir şey bilmiyordu; kafasından geçebilecek tüm sorunların bir tek çözümü vardı: para, hem de bol para. Berbat bir ev kadınıydı. Ev işlerini görürken ağlardı çünkü dünyaya daha iyi şeyler yapmak için geldiğine olan inancı sonsuzdu.”
Amerika ile o kadar güzel dalga geçmiş ki Vonnegut bu romanında. Her satırı incelikli bir kapitalizm eleştirisi gibi. Zenginlerin yaşam biçimleri kendilerinin seçilmiş kişiler olduğunu diğerlerine inandırmak üzerine kurulu. 1965 yılında yayımlanmış roman fakat bugün de genel itibariyle aynı eğilim söz konusu. Dünyada yönetenler ve yönetilenler var ve yönetenlerin tek amacı yönetilenlerin bir konuda ikna olmaları. O da kendilerinin yaşadıkları bu hayatın kaderleri olduğu. Kitabın bir bölümünde, yetimhane kuran zengin bir aileden bahsetmiş yazar. Yetimhanenin amacı kendi evlerine hizmetçi yetiştirmek. Bütün çocuklar Hıristiyan olarak yetiştirilecek, her sene bir tane hizmetçi gidecek zengin ailenin evine bir de yemin edecekler: “Başkalarının kutsal mülkiyetine saygı göstereceğime, yüce Tanrı’nın yaşamımda bana layık görebileceği toplumsal sınıfa uyacağıma namusum ve onurum üzerine ant içerim. Beni işe alacak patronlarıma minnet duyacağım, çalışma şartlarından ve ücretimden asla şikâyet etmeyeceğim, onun yerine kendime ‘Patronum, cumhuriyetim ve Tanrım için daha başka neler yapabilirim?” diye soracağım. Bu dünyaya mutlu olmak için getirilmediğimi anlıyorum. Buraya sınanmak için getirildim. Bu sınavı başarıyla geçmek istiyorsam, her zaman esirgemesiz, aklı başında ve doğru sözlü olacağım, düşüncelerim, bedenim ve davranışlarım hep temiz olacak ve Tanrı’nın tartışılmaz dirayetiyle benden yükseğe yerleştirdiği kişilere karşı saygılı olacağım. Bu sınavda başarılı olursam, öldüğümde cennetin sonsuz güzelliğine ulaşacağım. Başarısız olursam şeytan kahkahalar atıp Hazreti İsa gözyaşları dökerken, cehennem ateşinde kebap olacağım.”
Bu kadar güzel bir kapitalist sistem eleştirisi okumamıştım uzun zamandır. Buna karşın, o sırada hizmetçilik yapan kızın yanında çalıştığı aile hakkındaki düşünceleri de, zehirlenmemiş bir zihnin kapitalist dünya düzeni ile ilgili düşünmesi gerekenleri ifade ediyor: “Baba, bu insanlarda beni en çok kızdıran ne cahillikleri ne de çok içki içmeleri. Dünyada güzel olan her şeyin, kendilerinin ya da atalarının yoksullara bir armağanı olduğunu düşünmeleri. Buraya geldiğim ilk günün akşamı, Bayan Buntline beni arka terasa çıkarıp güneşin batışını gösterdi. Ben de bakıp çok güzel olduğunu söyledim ama daha başka bir şeyler dememi bekliyordu. Ne demem gerektiğini bir türlü kavrayamadım, o yüzden de o sırada bana çok salakça gelen bir şey söyledim. ‘çok teşekkür ederim,’ dedim. Meğer beklediği buymuş. ‘Bir şey değil,’ dedi. O günden beri ona okyanuslar için, ay için, gökyüzündeki yıldızlar ve Amerika Birleşik Devletleri Anayasası için teşekkür ettim.”
Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater romanı her yönüyle gerçek bir destan diye nitelendirilmeyi hak ediyor. Çevirmen, Sinan Fişek de hem “God Bless You Mr. Rosewater” olan orijinal ismi çevirirken hem de farklı yerlerde izini bırakmış romana. İyiliğin aptallık olarak görüldüğü, riyakârlığın kutsandığı bir çağın mükemmel bir fotoğrafını görmek istiyorsanız Can yayınlarının bastığı 208 sayfalık bu romanı okumanız gerekiyor.
Read the full article
0 notes
Factotum [Charles Bukowski]
Bukowki adını şimdiye kadar çok duymuştum fakat kim olduğunu bilmiyordum işin doğrusu. İsmini duyma aralığım azalan yazarları alır okurum. Birkaç kere arka arkaya adını duyunca bu kitabını aldım ve okumaya koyuldum. Okurken fark ettim ki otobiyografik bir kitabını almışım yazarın. Factotum kelime olarak birçok işle uğraşan kişi anlamına geliyormuş, kitapta da Bukowski’nin gençlik yıllarında oradan oraya savrulurken yaşadıkları, içki parası ve kalacak yer parası uğruna girdiği ayak işleri anlatılıyor. Tabi ki kitabın kahramanı yazarla aynı ismi taşımıyor. Henry Chinaski’nin maceraları anlatılıyor.
“Samimiyetle söylüyorum, yaşam beni dehşete düşürüyordu. Yemek, uyumak ve çıplak dolaşmamak için insanın yapmak zorunda olduğu şeyler ürkütücüydü. Ben de yatakta kalıp içiyordum. İçtiğin zaman dünya yine ordaydı, kaybolmuyordu ama boğazına sarılmıyordu en azından.”
Maddi durumu iyi olan bir babanın oğlu olan Henry ya da Hank ailesinden tiksinmişti her şeyden önce. Yaşadığı toplumdan da çağdan da tiksiniyordu. İkinci dünya savaşının sürdüğü yıllarda için nasıl olduğunu kitaptan çıkaramadığım bir bahaneyle savaşa katılmamış, değişik işlere girip çıkarak günden güne hayat sürdürüyordu.
“Otomobil yedek parçaları satan bir yerde iş buldum nihayet, Flower Caddesi’nde 11. Cadde yakınında. Ön tarafta perakende satıyorlar, arka taraftan dağıtımcı ve bayilere sevkiyat yapıyorlardı. İyice alçalmam gerekti o işi almak için -işyerini ikinci evim gibi hissettiğimi söyledim onlara. Hoşlarına gitmişti bu.”
Parasız kaldığı zamanlarda sokakta kalmak zorunda kalacağının farkında genç Chinaski. Bu yüzden bir yolunu bulup bir iş bulmak zorunda.
“Times Binası’nda gece vardiyası çalışan insanlar yaşlı, belleri b��külmüş, yenilmiş insanlardı.”
Kitabı çeviren Avi Pardo yukarıdaki “yenilmiş insanlar” sözlerini “loser” kelimesinden çevirmiş gibi hissettim. Güzel oturmuş yerine.
“Kimse dişçi veya otomobil tamircisi olabileceğinden emin değildir ama herkes yazar olabileceğinden emindir.”
Değişik değişik onlarca macera ile devam eden kitap 158 sayfa boyunca türlü sarhoşluklar ve mide bulandırıcı hadise ile sürüp gidiyor. Belli bir yaşın üzerine hitap eden bir kitap, 21 yaş öncesi okumasa daha iyi. Charles Bukowski’nin bu otobiyografi kokan eserini Avi Pardo Türkçe’ye kazandırmış ve Metis Yayınları da basmış.
Read the full article
0 notes
🇬🇧 James Baldwin’s Giovanni’s Room has been on my tbr for too long and even now I’m not sure if I’m ready for it. I feel like it will blow my mind and won’t let me read another book for days. Ever feel like this about a book? And have you read this? . 🇹🇷 James Baldwin’in Giovanni’nin Odası o kadar uzun zamandır kitaplığımda okunmayı bekliyordu ki... Şimdi bile okumaya hazır mıyım emin değilim. Aklımı başımdan alıp bana günlerce başka kitap okutmayacak sanki. Sizin de böyle hissettiğiniz kitaplar oldu mu? Ve bu kitabı okudunuz mu? . . . #jamesbaldwin #giovannisroom #americanliterature #amerikanedebiyatı #giovannininodası #bookssetinparis #yapıkrediyayınları #bookselfie #booksbooksbooks #kitap #okumahalleri #kitapkurdu #kitapaşkı #readersofinstagram #1001booksyoumustreadbeforeyoudie #bookshelves #kitaplık #readdiversebooks #diversebooks #gaylove #queerliterature #modernclassics #selfiewithbook #lovebooks #readtolearn #mustread #booklr (at London, United Kingdom) https://www.instagram.com/p/BxPsxF-pqz4/?igshid=1o8j4lcdkhrcf
0 notes
🇬🇧 I’ve just finished Rebecca Solnit’s A Field Guide to Getting Lost. I’ve chosen it for my book club, thinking that it would be amazing if we read a nonfiction from a woman writer. But, this book disappointed me in many ways. It is disconnected, incoherent in many parts, prose is just okay, hard to follow and way too American. I mean there is nothing wrong with it being way too American unless you are not an American or familiar with that culture or in love with it. There were good parts, yes but not so that I would recommend it to anyone. Have you read Solnit before? Should I read another book or just leave it at that? . 🇹🇷 Rebecca Solnit’in Kaybolma Kılavuzu’nu şimdi bitirdim. Kitap kulübüm için özenle seçtiğim bir kitaptı. Hepimizin kadın bir yazar tarafından yazılmış iyi bir kurgu dışı kitap okuyacağını düşünmek beni heyecanlandırmıştı açıkçası. Ancak bu kitap beni müthiş bir hayal kırıklığına uğrattı. Bölük pörçük, bağlantısız bir kitap bu. Yazarın kaleminin de çok güçlü olduğu ve okuru okumaya ittiği söylenemez. Ah bir de benim için (ve aslında okuyacak olan herkes katılır) fazlasıyla Amerikan bir kitaptı bu. Bunda elbette br sakınca yok ama Amerikalı değilseniz ya da bu kültüre aşinalığınız yoksa ya da Amerikan kültürüne ait her şeyi tüketmek peşinde değilseniz sizi hiç sarmayabilir. Kitapta elbette iyi bölümler vardı ancak insanlara önerebileceğim kadar değil. Daha önce Solnit okudunuz mu? Başka bir kitabını okuyayım mı yoksa bu son mu olsun? . . . . . . . . . #rebeccasolnit #afieldguidetogettinglost #kaybolmakılavuzu #womenwriters #nonfiction #kurgudışı #readwomenwriters #kadınyazar #okudumbitti #justfinished #americanliterature #amerikanedebiyatı #bookstagram #ebook #bookish #okumahalleri #kitap #igkitap #readersofinstagram #booklr #kitapaşkı #kitapkurdu #nonfictionbooks (at London, United Kingdom) https://www.instagram.com/p/Bs6Jc8BlgPk/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1mn9dw3uh537n
0 notes
at some point, you've got to realize when it's time to heal. you've got to look at your hands and know that they are capable of mending all kinds of broken things. *** Ps: teşekkür ederim, hepinizin ellerine sağlık 💜 @moonshinekuafor *** *** #RMDrake #RobertMDrake #Poem #Poet #Poetry #Şiir #Şair #Edebiyat #Literature #NewHair #BlackHair #Black #Hair #NewStyle #New #Style #BrandNew #YeniSaç #YeniSaçım #SiyahSaç #Kahkül #NewDay #NewDawn #NewLife #FeelingGood #AmericanLiterature #AmerikanEdebiyatı (Moon Shine Kuafor)
1 note
·
View note