Yoğun çalıştığım bir sırada kendimi geriye yaslayıp kafamı çeviriyorum.
Pencereden Haliç manzarasına bakıyorum.
İşte deniz. Güneşin altın demleri vuruyor.
İşte gökyüzü. Bir tek bulut yok bugün.
Sonra pencere önündeki saksılara gözüm ilişiyor.
İşte sardunya. Kaç tane çoğalttım bundan.
İşte zeytin ağacı. Yeni geldi. Büyütebilecek miyim acaba?
İşte (...)
Adını bilmediğim bir çiçek. Yılda bir açar sarı sarı.
Topraklarına bakıyorum kurumuş mu diye.
Evet gözümün iliştiği toprak düşündürüyor beni.
Toprağı unutanlarız biz.
Hayır bunu bu kahrolası şehrin beton yığınlarına bakarak söylemiyorum.
Denize ve gökyüzüne bakarak söylüyorum.
Kimi tanısam, kimle konuşsam isteklerini anlatıyor.
“Ben hep yüzmek istiyorum.” diyor biri.
Öteki kanatlanıp uçmak istiyor.
Ayaklarımız kesilsin yeryüzünden…
Göçebeliği aşamadık mı yoksa kökleşemedik mi?
Kök… Evet…
Niye yalanlar söylüyoruz?
Kökleşemediğimiz için.
Niye kendimize sahte gerçeklikler yaratıyoruz?
Toprağa tutunamadığımız için.
Böyle düşününce yüzmenin ve uçmanın kaçmak anlamına geldiği çıkarımını yapıyorum.
Yoksa kökleşmeyi çok önemseyip ben mi tutuculaştım?
Yüzmenin tehlikeleri var: Boğulmak.
Uçmanın irtifa kaybı var: Çakılmak.
Kökleşmenin statükosu var: Durağanlaşmak.
Haliç’te gün batarken anlıyorum.
Niye denk gelemiyoruz.
Ben toprağı unutmadım, sen yüzmeyi özledin, öteki uçmaya heveslendi.