Tumgik
#Çocukça ama büyük hayaller.
beyzben · 9 months
Text
Hayatımız iyi dönemlerden ve kötü dönemlerden oluşuyor. Bunlar sırayla geliyorlar, zaten iki seçenek varsa başka yol yoktur. Fakat kötü dönemler daha uzun, daha şiddetli geçer o yüzden biz birkaç tane kötü dönem üst üste gelmiş gibi hissederiz. Her kötü dönemin içinde bazı iyi şeyler olur. Biz bunları fark etmeyiz ya da fark eder ama değerini bilmeyiz. Hatta hayat aşırı kötü giderken en büyük hayalimiz gerçekleşse "bi zahmet, o kadar sıkıntı çektik olsun bir şeyler" diyebiliriz. İyi dönemlerimizde de tam tersi söz konusu, yok artık dedirtecek bahtsızlıklar olabilir ama biz bunlara "halllederiz be, nazara geldik nazara" diyebiliriz.
İyi döneminde içini kıpır kıpır eden şarkıyı kötü döneminde dinleyince salakça gelir. Kötü döneminde dinleyip cigerini söktüğün şarkıyı iyi döneminde duymaya katlanamazsın, zor günleri gözünün önünden geçirtir böyle.
İyi döneminde yanına yakışmış, birlikte paha biçilemez anılar topladığınız bir arkadaşın vardır. Genelde kötü döneminde yanında olmaz. Ya da olmaya çalışır ama beceremez. Eski güzel anıların fotoğraflarına da bakamaz olursun. Aklına yanında olmayan arkadaşını getirir. Kötü döneminde genelde yanında kimse olmaz tam anlamıyla. Diyelim ki şanslı birisin ve kötü gün dostun var. O da "sadece" kötü gün dostu olur. Güzel geçirdiğin hiçbir günde denk gelemezsiniz niyeyse.
Atlattığın her kötü dönemi eskiden "asla yapmam" dediğin bir şeyi daha yapmış olarak bitirirsin. Prensiplerin mi var? Hayatta kalmaya çalışırken o prensipleri korumak kolay değil. Bir bir parçalanır tabuların.
Böyle böyle şekilleniyor insanın karakteri. Sonunda olmayı hayal ettiğin kişi olamadığını fark edersin genelde. Dünyadaki yanlışlıklara hassas biri olamamışsındır mesela. Adaletsizlikere dur diyebilecek biri olamamışsındır. Kimseden çekinmeyen, özgüveni ayarında biri olamamışsındır. Mücadeleci biri olamamışsındır, gelişine yaşarsın çoğunlukla çünkü hep yorgun hissedersin. Zamanında en büyük hayal olarak gördüğün şeyler çocukça zırvalar gibi gelmeye başlamış olabilir. Hep pencerenin önünü renkli saksılarla ve sevdiği çiçeklerle süslemiş, bakanlara ümit vermek isteyen birisindir ama gün gelir perdeni açmak istemezsin. Karanlıkta oturmak ve orada unutulmak istersin. Kedilerimle yaşayacağım küçük bir evim olsun demişsindir gençken ama şimdi sana biraz yalnızlık sağlayabilecek her şeye razısındır.
Her şey çürümüştür. Dünya, ülke, insanlar, hayallerin, sen.
Niye uyandığımı bilmediğim kaç sabaha daha uyanmak zorunda kalacağım bilmiyorum. Lütfen çok uzun sürmesin Allah'ım. Nolur.
2 notes · View notes
mevann · 1 year
Text
Hep merak etmişimdir.
Hayatımın herhangi bir yerinden benden hoşlanıp da gelip de bunu benimle paylaşmayan olmuş mudur, diye. Belki çocukça, ergence bir düşünce gibi geliyor ama ara sıra düşünmeden edemiyorum.
Uzaktan sevilmiş miyimdir, beni görünce, sırf var olduğum için, sevinmiş midir, akşam benimle ilgili onu mutlu edecek hayaller kurmuş mudur?
Bu hislerini benimle paylaşmayıp kendisiyle yaşamış. Kendine sır gibi saklamış. Kimselere hatta gerçek muhatabına bilel söylememiş. Ne kadar mutlu etmiştir kendisini. Bana normal gelen bir davranışa o kendi gönlünde büyük anlamlara sarmalaşmıtır. Gerçek bir duyguyla karşındakine vermeden iki kişilik mutluluk yaşamıştır.
Şaçma gelebilir ama herkesin başına gelmiş olabilir.
6 notes · View notes
doscozycats · 1 year
Text
Deli ve Dahi
Tumblr media
Evet hayatımda ilk defa bir film reviewsı yapacağım. Daha önceden sözlü olarak çok defa bir şeyler hakkında yorumlar yapıp onlar hakkında konuşmuşumdur. Bir şeyler hakkındaki yorumlarımı duyurumak hoşuma gidiyor, bu sözlü olsun veya yazı şeklinde olsun. Bahsedeceğim film başta izlemek istediğim bir film değildi doğruyu söyleyecek olursam. Bunun sebebi ise sıkıcı olacağını sanmam. Tarihi olayları içeren bir film o sırada ne kadar ilgimi çekip kendini seyrettirebilirdi emin değildim çünkü o sırada izlemek istediğim film daha komik ve çocukça bir filmdi. Eşim bu filmi önerdi ve fragmanını izlemeye karar verdik filme çok sıcak bakmadığım için. O fragmanı izledikten sonra film beni direkt çekti. İki dakikalık bir video ile çok güzel ilgimi çekmeyi ve beni izle demeyi başardı. Filmin adi "Deli ve Dahi" İnglizce'de de "The Professor and The Madman". Bu film 1800'lerde geçiyor ve başlığı üzere ana karakterlerimiz bir dahi ve bir delidir. Bu iki ana karakterin birbiriyle bağlanma şekli ise bir sözlük kitabı üzerindendir. Filmde benim en çok hoşuma giden şeylerden biri insanın hayatındaki büyük olayların ve darbelerin onların üstünde farklı psikolojik etkilerinin üzerinde yoğunlaşmasıydı. Hayatında birini kaybetmek olsun, işin için yaşadiğin yeri terk edip tamamen yeni bir yere taşınmak, hayatında hiç işleyeceğini düşünemediğin bir suç işlemek olsun. Bunları günlük hayatımızda çok duyuyoruz ama bunları yaşadığımızda nasıl bir hal alacağımızı tahmin bile edemiyoruz. O durumlarda hissedilen duyguları çok güzel bir şekilde yansıtıyorlar ve adeta orada aynı hisleri yaşıyormuşcasına izliyorsun filmi. Her karakterle ayrı ayrı empati kurup her birinin açısından bakabiliyorsun olaylara. Film İngiltere'de yer alıyor ve o dönemde Oxford üniversitesinde yer alan akademisyenler tüm İnglizce konuşanları birleştirmekle beraber tüm sözcükleri içeren bir sözlük çıkarmak için çaba sarf ediyorlar. Bunun sonucunda topladıkları akademisyenlerden bir başari elde edemediklerinden dolayi kendisini yetiştiren ve dil konusunda olağanüstü bir başarı gösteren öğretmenden yani Dahiden yardım istiyorlar başarılı bir görüşmenin sonucunda. Dahi gençliğinden beri meslek hayatında böyle büyük bir adımı atmayı hayal etmişti hep ve sonunda elde etmek istediği, unutulmaz bir başarı içim bir adim atmıştı. Dahi hayali için bir adım daha yaklaşırken Deli gerçek dünyadan adım adım uzaklaşıyordu. Deli diye bahsettiğimiz adam aslında Amerika'da harp cerrahisiydi. Savaş sırasında yaşadigi zor zamanlardan kaynaklı "Stres Sonrası Travma Bozukluğu" geliştirmişti. Aklında duyduğu seslerden dolayı, bu seslerden kurtulmaya çalışırken Deli kendini kolay bir şekilde kurtaramayacağı bir durumda buldu. Bunun sonucunda son durağı bir psikiyatri merkezi oldu. Bu psikiyatri merkezinde yaptığı hataların ana kaynağı ve savaş sırasında geliştirdiği bozukluk sonucunda olan etkileri derin bir şekilde farklı uygulamar ile araştırıldı. Deli bu merkezde araştırmalar adı altında çok fazla şiddete maruz kaldı. Bu yaşanılan şiddetler yetmiyormuş gibi yaşadığı halusinasyonlar ve duyduğu seslerden dolayı kendisine de zarar vermiştir. Psikiyatri merkezinde gittikçe yorulan ruhun bir gazete ilanında Oxford sözlüğü için kelime ve kelimelerin tarihçesini bulmak için yardima ihtiyaçlarının olduğunu gördükten sonra kendini kitaplara vermistir Deli. Kitapları okuyup kelimeleri bulmanın duyduğu sesleri ve geçmişe dair anıları düşünmesini engellediğini paylaşmıştı. İkisinin bu zorlu dönemde aynı hedefi paylaşmalarının ve birbirlerini sözlüğü çıkarmak adına destekledikleri arkadaşlıkta Dahi deliye sonsuz müteşekkür besliyordu ve onu şiddet sonrasında olan halini görmeye dayanamıyordu. Hiçbir insanoğlunun bunu hak etmediğini düşünerek arkadaşını ordan kurtarmak için bir kampanya yaparak arkadaşını tekrar ülkesine özgür olmak üzere göndermişti. Deli kendi ülkesindeki hastanede şizofreni tanısı ile hayatının kalanınıorda geçirdi.
Dahi ise hiç yılmadan hayatının son anlarına kadar sözlüğün tamamlanması için uğraşıyordu.
Öğretmenliği ve hayatındaki her şeyi bırakıp kendini sözlük bilimine adamıştı. Bir saniye bile kendini geri çekmeyerek tutkulu bir şekilde kendine inandığı ve başardığı şey için zamanını harcadı. Bu film bana hayat hakkında çok şey öğretti. O zamanların zorlukları karşısında tutkulu olduğu şeyler için harcanan emeğin ve insanların kendi içinde yaşadıkları derin acılarını.
Tarih ve psikoloji ilginizi çekiyorsa kesinlikle bu filmi öneririm. İki saattin bir saniyesinde bile sıkılmadım. Eşime teşekkürr ederim kendisi gibi hayatıma güzel şeyler kattığı için. Seni çok seviyorum.
0 notes
barankaracan · 1 year
Text
Telgrafın Tellerine Duygular mı Konar? -4 4-)Senin Ben Olma Zamanın, Benim Sana Karışmam Lazım! Ahparig Mavi! Hayır hayır ağlamıyorum. Gözlerime çocukluğum kaçtı sanırım... Çoçukluk arkadaşımız Beratpitt’le denkleştik geçenlerde. Hani sapsarı saçlarına bakıp, yeşil gözlerine düşerdik. Sonra bir insanın nasıl kaşı olmaz diye sorardık kendimize. Hatırlıyor olmanı şuan çok istiyorum, bir seferinde babası kaşlarını aldırtmıştı berbere, sırf kaş oluşsun diye. Espiriler yapar eğlenirdik çocukla, çocukça. Birinde sormuştum ona; sende olmayıpta Antalya’da olan şey nedir? Afallayıp, suratlarımızda gezinmişti. Antalya’da Kaş diye bir ilçe var, ama sende kaş yok dediğimde attığın kahkahaların da etkisiyle nasıl da kovalamıştı bizi, senin şimdi huzuru kovaladığın gibi... Beratpitt ile epey muhabbetleştik, seni sorduktan sonra, konu hiç sapmadan tamamen sen oluverdin. Bütün detaylarıyla fizibiliteler yaptık. Sorduk durduk kendimize Mavi’nin borcu ne diye? Anlattığı bir hikaye çok hoşuma gitti. Anlattıklarını olduğu gibi aktarıyorum sana “Gül öğretmen bana bir hikaye anlatmıştı. Esaslı hikayelerden ama, öğretmenimin kendisi gibi. Ormanın birinde yaşlanan aslan oğluna tahtı devretmiş. Genç aslan bir takım reformlardan sonra ormanda daha çok sevilmek adına herkese bir dileğini yerine getireceğini söylemiş. Ve böylece akınlar gerçekleşmiş kraliyet gölgeliğine. Genç aslan istenen dilekleri yerine getirip popülerliğini epey ilerilere taşımış. Günün birinde küçük bir kuş çıkagelmiş. Kendisinden büyük kanatlar istemiş. Genç aslan dileğini yerine getirmiş. Epey zaman sonra küçük kuş geri gelmiş genç aslana. Kendisine verilen kanatların büyük geldiğini, onları hareket ettirebilmek için çok fazla efor sarfettiğini, bu yüzden çabuk yorulup düştüğünü,istediği, hayal ettiği konforu bir türlü yakalayamadığını anlatmış. Genç aslandan eski küçük kanatlarını istemiş. Eski kanatlarını alınca, kanatlarının gövdesiyle beraber büyümediği için küçük geldiğini farketmiş. Kanadının ve gövdesinin beraber büyüyüp gelişmesine engel olduğu için sabırsızlığına epey çemkirmiş. Gerçi günümüzde psikologlar bu koca hikayeyi ‘her şey anını bekler’ şeklinde özetliyor.” Beratpittle oturup sana borç defteri hazırladık. Senin borcun ne bilioyor musun Mavi Mantık? Senin borcun ben olman. Benim borcum ise sana karışmam. Mavi Mantık, Yeşil Duygu ile ortak hareket etmek zorundasın, küçük kuşun kanadı ve gövdesi gibi birlik olmak, zamanla büyüyüp serpilmek zorundasın! Aramıza genç aslan rolünde giren Beko sadece ve sadece istenmeyen kahramandır, ormanda olduğu gibi. Ne doğa ana ister düzeni bozan genç aslanı, nede huzuru kovalayan mantığın Beko’yu! Sana bir şarkı ısmarlayayım da, dostluğumuz pekişsin; “Seni anan benim için doğurmuş canım Hamurunu benim için yoğurmuş canım”. Sevgili Mavi, biz bambaşka iki insan mıyız, bir insanda mantık ve duyguyu mu temsil ediyoruz bilmiyorum, aslında çok önemi de yok. Önemli olan ne? Dücane Cündioğlu “kendisini meşgül edemeyeni, başkaları işgal eder” der. Beko’nun işgal kuvvetlerini geri itip, karşılıklı meşgul eden perilerimizi salmalıyız. Henüz son şeklimizi almamışken, (ki bilirsin son şekil mezara en çok yakışır), son şeklimize birlikte katkı sağlayalım. Yeşil
0 notes
sadecesirena · 3 years
Text
Tumblr media
Bu gece iyi olmaya çalışıyorum. Bu zor fakat deniyorum, bu bile iyi. Her şeye rağmen, her şey üzerine üzerine gelirken iyi olmak için çabalamak büyük bir iyilik. Kendim için... ama bu gece denesem bile olmuyor. Bir şeyler farkettim. Sevgilim, üzgünüm artık sana sevgilim diyemem. Çünkü artık bizzat sana 'sevgilim' diyecek bir kız var. Bunu yapamam. Belki ben kuruyorum. Umarım ben kuruyorumdur. Bu beni kırdı. Bana en son "hayatımda kimseyi istemiyorum" deyişinin üzerinden aylar geçti fakat senin hayatında şuan bir kız var... beni kıran buydu. Senin hiç bir şeyin olmasam bile, bana yalan söyledin. Sen hayatin da kimseyi değil beni istemiyordun. Keşke bana "kimseyi" demek yerine "seni" deseydin. 'Seni istemiyorum' deseydin. En azından yalan söylemiş olmana kırılmazdım. Ben seninle hayaller kurarken, sen şimdi başka bir kıza "sevgilim" diyeceksin. Onunla belki fotoğraflar paylaşacaksınız, bir parkta çocukça eğleneceksiniz, birlikte yemek yiyeceksiniz... seninle yapmayı planladığım, hayalini kurduğum her şeyi o kızla yapacaksın. Bunları kalbimde ki sancı ile yazmak ne kadar zor olsa da yutkunup devam ediyorum. Yoksa yaşayamam bu içimdeki boğucu düşünceler ile. Keşke beni sevseydin, tekrar sevseydin. Her şey çok farklı olabilirdi değil, olacaktı! Ama sonumuz bu. Sana aşkı yaşamak bana ise kendi aşkımda boğulmak düşer. Mutlu ol 'sevdiğim' mutlu ol.
r/d 3.6.21'
44 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
GANDİ VE TOLSTOY
”Sevgi tek yoldur” Gandi ile Tolstoy’un Etkileyici Mektuplaşmaları Yirminci asrın başlarında, kış ortasında evini terk edip gittiği tren istasyonunda ölen Tolstoy (1828 – 1910) ve aynı yüzyılın ortasında suikasta kurban giden Gandi (1869 – 1948). İlki edebiyatçı, diğeri insan hakları savunucusu. Ancak eylemlerini, görüş ve geride bıraktıklarını hesaba katarsak birçok tanım gibi bu da oldukça yavan kalıyor. Aynı devirde yaşamış tarihî kişiliklerin birbirleriyle tanışsalar nasıl olacağını merak eder dururuz. Kafamızda bir hayal kurarız. O fanteziye Tolstoy ile Gandi’de gerek kalmıyor. Gandi doğduğunda Tolstoy 41 yaşındadır, ancak bu fark bu büyük ruhların önünde sohbete, fikir tartışmasına mani olmaz. İnsanlık hakkında bugün de vazgeçilmez hakikatler ortaya atan bu iki ismin mektuplaşmalarına bakmak gerek.... Gandi’nin Tolstoy’dan etkilendiği bilinir, yazarın sıkı bir okuru olan Gandi ahlak, siyaset, din gibi konular üzerine yazarla mektuplaşır Yirminci asrın başlarında, kış ortasında evini terk edip gittiği tren istasyonunda ölen Tolstoy (1828 – 1910) ve aynı yüzyılın ortasında suikasta kurban giden Gandi (1869 – 1948). İlki edebiyatçı, diğeri insan hakları-bağımsızlık savunucusu. Gandi’den Tolstoy’a. 4 Nisan 1910: Bu mektupla birlikte size Gujatari dilinden çevirdiğim toplu yazılarımı gönderiyorum, küçük bir hitap. Hindistan hükümeti orijinaline el koymuştu. Çevirisini yayımlamakta bu nedenle tereddüt ettim. Sanırım size yük olmam; sağlığınız izin verir de kitaba bir göz atabilirseniz eleştirilerinizin benim için ne kadar önemli, ne kadar değerli olduğunu anlayacaksınız… Tolstoy Gandi’ye ideolojilerin sevgiyi nasıl ele geçirdiğini anlatıyor Her bir bireyden var olan her şeye hayat veren ruhsal bir unsur olarak ortaya çıkar ve bu ruhsal öge, benzer bir doğanın her şeyiyle birleşmeye çalışır ve bu hedefe kavuşur. Farklı milletler ve farklı zamanlarda insan doğasında olduğu için ve gerçekleri içerdiğini belirtir. Fakat bu hakikat, bir topluluğun yalnızca bir başkasının diğerlerini kısıtladığı zaman bir arada tutabileceğini düşünen insanlar tarafından biliniyordu ve bu yüzden toplumun mevcut düzeniyle uzlaşmaz bir şekilde ortaya çıktı. *Tolstoy’dan küresel felaketlere dair İngilizler, Fransızlar, Almanlar ve Ruslar için Hintliler için aranan şey, Anayasa ve Devrimler, ne de her türlü Konferans ve Kongreler, ne denizaltı navigasyonu, hava seyrüseferleri, ne de güçlü patlayıcılar için çok zeki araçlar değildir. Zengin, egemen sınıfların zevkine katkıda bulunacak her türlü kolaylık; ne de sayısız bilim fakültesine sahip üniversiteler, ne kağıtlar, kitaplar, ne gramafonlar, sinematograflar, ne de çocukça ve çoğu zaman sanat olarak adlandırılan yozlaşmış aptallıkların çoğalmasıdır.
Tumblr media
*Yine Tolstoy’dan Gandi’ye sevgi üzerine Sevginin en yüksek ahlakı temsil ettiği kabul edilmedi, ya reddedildi ya da çelişti, ama bu hakikat, her yerde, onu çarpıtan her türlü yalanlarla o kadar iç içe geçmişti ki, sonunda hiçbir şey kalmadı. Bu en yüksek ahlakın sadece özel hayat için geçerli olduğu öğretildi. Fakat kamusal hayatta hapsetme, infazlar ve savaşlar gibi her türlü şiddet, çoğunluğun korunması için kullanıldı. Her ne kadar sağduyu, bazı kimselerin başkalarının yararına her türlü şiddete maruz kalmaya karar verdiklerini iddia etseler de, şiddet uygulayan bu erkekleri, kendilerine şiddet uygulayanlara benzer bir sonuca vardılar. İnsanları ileriye götüren her şeye rağmen, uyuşmazlıkları birleştirmeye çalışmak: aşkın erdemi ve seviye karşı olan, yani karşıt olan şiddete göre kötülüktür.
Tumblr media
*Gandi’den Tolstoy’a pasif direniş üzerine Sevgi, insanlığı tüm hastalıklardan kurtarmanın tek yoludur ve onun içinde de insanlarınızı köleleştirmekten kurtarmanın tek yolu vardır… Sevgi ve kötülük yapanlara karşı zorlu direniş, tümüyle duyuları yok etmek için böyle bir karşılıklı çelişkiyi içerir. Açıklama yazısından ikisinin de fikirlerinin özüne dair: ”Edebiyat dünyasının baş tacı Tolstoy’un en büyük hayranlarından birinin Gandhi olduğunu biliyor muydunuz? Pasif direnişçilerle beraber kurduğu kırsal yaşam topluluğuna “Tolstoy Çiftliği” adını verdiğini? Gandhi’nin Tolstoy’a yazdığı ilk mektubunun nedeninin, onun Hintli bir devrimciye yazdığı, Hindistan’ın özgürleşmesi için tek yolun şiddeti reddetmek ve sevginin yasasına boyun eğmek olduğunu söyleyen mektubunu tercüme etmek ve yayımlamak için izin istemek olduğunu? Peki Gandhi mektup yayımlanırken hangi bölümlerin çıkartılmasını istedi? Tolstoy ile Gandhi’nin mektuplaşmalarını okurken, ahlaki mükemmeliyetçilikten ödün vermeden nasıl mücadele edilebileceğini göreceksiniz. Tolstoy’un dediği gibi kesinlikle direnmemek mi, yoksa Gandhi’nin öğütlediği gibi pasif direniş mi doğrusuydu?”
Tumblr media
4 notes · View notes
avutuldum · 3 years
Text
Merhaba ben Çoban Yıldızı. Birazcık kafa yorup kendimden bahsedip kaybolucam . Ben oturup şarkı dinlemeye bayılırım zaten tüm günü şarkılara sığınmam ile geçer hatta çoğu kişi beni sadece şarkı dinleyen birisi olarak bile tanıdı. Bir şarkıyı beğendiysem ondan bıkana kadar defalarca kez dinlerim . Bir yazı gördüysem defalarca ne hissettiriyor acaba diye sayısız kez okurum . eğer bir şeyi çok beğendiysem markete her gittiğimde onu alırım . Eğer yürümek istiyorsam bilmediğim yollara girer yolu uzatırım. Çizimi çoğu şeyden çok severim ama kalemi elime aldığımda ilk başta direk göz çizerim. Birisi benle konuşurken ona odaklanamam utanır gerilir ellerimle oynarım . Çok yürüdüğümde tanımadığım birisi ile konuşunca alışkan olmadığım bir şeyi yaparken nefesim daralır kelimeler ile cümleler kuramam her şey karışır diye sessizliğe sığınırım. Sinirlendiğim an direk gözlerim dolar engel olamam bir anda sanki orda günlerce durmuş gibi akmaya başlarlar. Aklıma bir şey geldiyse defterimi çıkarım bir anda yazılara dökerim içimdekileri. Defterlere bayılırım. Onlarda sanki sonsuzluk varmış gibi gelir yazdıkça içimdekileri döktükçe zihnimdekileri sebepsiz yere hapsediyorlar ne kadar yazarsam yazayım beni bırakmayacaklarını biliyorum ta ki son sayfasına kadar bu yüzden asla son sayfasına yazı yazmıyorum diğer defter oymuş gibi devam ederim yazmaya. Ve hayal kurmak . Asla vazgeçmem hayal kurmaktan ne yaşarsam yaşayım hep hayallere sığınırım sanırım en büyük korkum da hayallerimim bir kaçını kaybettim kaybettirmek zorunda kaldılar elimden aldılar ama hala benimleler hala ben kurabilirim onları bu yüzden ben hayalperestim çünkü hayallerimdeki imkansızlığı seviyorum hayallerimdeki mutluluğu görebiliyorum gerçek olsa da olmasa da onların yanımda olduğunu kolayca hissedebiliyorum . Mesela kış evet kış mevsimine de aşığım . Etrafın bembeyaz olmasını oturup saatlerce izleyebilecek kadar seviyorum. kar yağmaya başladığında çocukça sevinebilecek kadar fazla seviyorum. Şimdi şöyle bir okudum da yazdıklarımı ne kadar heyecanlıymışım daha çok şey var sığdıramadıklarım mesela ramazan pidesi, papatyalar , yeni kitap kokusu , eski defterler, nostalji , gökyüzü, mantı, uçurtmalar, yıldızlar ,boyalar...
Ama ben sona gelmiş gibi hissediyorum. Fazlasıyla yorgunum. Yapacak hiç bir şey bulamıyorum bulsam bile onu yapacak gücü bulamadığım için yine sadece oturup şarkılara sığınıyorum. Hislerimi kaybetmiş o heyecanım gitmiş gibi hissediyorum ben nefes alırken zorlanıyorum yaşamaktan nefret ediyorum bazen hayallerim bile ayakta tutmuyor ne demiştim hayallerime sığınıyorum ama artık yapamıyorum . Ben yok oluyorum . Savaştaydım . Bir çok savaş gibi bir savaşa daha girmiştim ama bu sefer gücüm yok. Kaybettim . Yenilişimi izliyorum...
7 notes · View notes
aygultopal35 · 4 years
Text
Ben Ezeli Bir Mağlubum…
Mektuplarını üzülerek okudum. Sen ki son liman, son ümit, son dost, ilk ve son sevgilisin. Sen ki yıldızım, sen ki annem, sen ki çocuğumsun… Acılarımla hırçınlaştığına üzüldüm. Istıraplarım çok mu çirkin, çok mu çocukça? Onları senden mi gizleyeceğim?
Sahneye maskeyle çıkmak! Ben aktör değilim. Sesinin tonunda minnacık bir soğuyuş hissettiğim an yokum. Acılarımın kaynağı sensin, evet ama hayatımın kaynağı da sensin, senin için ve seninle yaşıyorum. Sen uçuruma yuvarlanırken tutunulan dal, sen vaha, sen bütün hayal kırıklıklarımın dudaklarında ümitleştiği kadın…
Sen bütün kitaplardan daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku… BİLİYORUM Kİ BENİMSİN. Ve gece bir deniz kızı gibiydi. Şarkılarla başladı yıldız yıldız; köpük köpük. Kah bir çöl rüzgarı gibi yakıcı, kah bir çöl gecesi kadar serin. Hangi beste sözün musikisiyle, sözün füsunuyla boy ölçüşebilir. Kelime kanattır, kelime buse. Ve gece bir deniz kızı gibi başladı. Harikulade gözleri vardı gecenin.
Ve saçları bir kucak alevdiler ve dudaklarında bütün yaraları kapayan, bütün zilletlerin hatırasını silen bir iksir… Salzburg tuzlalarına atılan kuru dallar, bir zaman sonra bir kristal hevengi olarak çıkartılırmış; artık dal kaybolurmuş, gözleri kamaşırmış insanın. Kainatta farkına vardığımız her yeni güzellik, bizi hayrete düşüren bir keşif olup çıkar. Aa, deriz, tıpkı onun sesi, tıpkı onun bakışı, tıpkı onun kahkahası. Kristalizasyon yüzünden günün birinde kendi yarattığımız bir hayale aşık olduğumuzu, hayretler içinde görürüz. Tecrübe güvensizlik yaratır.
Gittikçe kristalizasyon kabiliyetimiz azalır. Aşkın hazları, ilham ettiği korkular ölçüsünde büyüktür… Yalnız seninim. Ve yalnız beni düşündüğün müddetçe aşkımızın ömrü ebedidir. Büyüyü ancak ihanetin bozar. Manevi ihanetin. Bir an için gözbebeklerinde raksedecek herhangi bir yabancı hayal, o zaman bu rüya bir kabusa döner ve bir uçurumun kıyısında uyanırsın… MEKTUPLARIN BÜYÜLÜ BİR AYNA Karanlıklardayım. Ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor; bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı…
Karanlıklardayım. Zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. Yıldızım benim. Ve uzaklardasınız… Çöldeki kumlar gibi susuzum, canım benim, çatlayan topraklar gibi susuzum. Ve mektupların nisan yağmuru. Hind’in turnaları gökkubbeden dökülen damlaları toprağa düşmeden içerlermiş. Kelimeler alnımı, ruhumu serinleten birer buse. Onları senin ellerin yazmış, güzel ellerin. Bir afyonkeş gibi akşamı bekliyorum. Postacı geç uğruyor… Bu acılar saadetin gölgesi, bu acılar vuslatın dikenli yolu. Bu acılar araf… Arzın bütün mevsimleri vardı mektuplarında, göğün bütün ışıkları vardı.
Şimdi yıldız yıldızdı kelimeler, şimdi şimşek şimşek. Arada gök kararıyordu. Sonra vuslat gibi güzel bir fecir. Mektupların fırtınayla doluydu, meltemle doluydu, lema ile doluydu, yani Lamia’mla doluydu. Kuşlar tarlada mı şakıyorlardı, içimde mi? … Merhaba canım benim. Sen aşkın bütün hazinelerini büyük bir titizlikle fatihine saklayan gerçek kadın. Yalnız kelimelerin değil, rüyaların bile bakir… Rüyalarını ver bana, kendini değil. Olmak istediğin gibi görün, olduğun gibi değil…Cemil Meriç
5 notes · View notes
olumsuzsozler · 4 years
Photo
Tumblr media
Bazı insanların cana yakınlığı kaba insanların saldığanlığından daha ölümcüldür. 
Arthur C. Doyle
Tumblr media
╚► Sözler Gif:
Tumblr media
Arthur Conan Doyle Sözleri:  (1859-1930) Her an hayatımız kararıyor.   Arthur C. Doyle Oku, gerçekten okumalısın!   Arthur C. Doyle Hasta bir insan çocuk gibidir.   Arthur C. Doyle     Üzüntünün en iyi ilacı çalışmaktır.  Arthur C. Doyle İnsanın asıl çalışma alanı insandır.   Arthur C. Doyle Sanırım hiçbir zaman geç değildir.    Arthur C. Doyle Ah,ah kötü bir dünyada yaşıyoruz.   Arthur C. Doyle   Önümüzde gidecek daha çok yol var.   Arthur C. Doyle Kötülükten hiçbir yarar gelmez anne!    Arthur C. Doyle Gerçeğin en kötüsü bile şüpheden iyidir.   Arthur C. Doyle Hoşa gitmeyen gerçekler kabul görmez.    Arthur C. Doyle Suç evrenseldir. Mantık ise nadir görülür.    Arthur C. Doyle Oturdum ve hayal kurmaya devam ettim.   Arthur C. Doyle Sıradan vakalar genelde daha ilginç olurlar.   Arthur C. Doyle   Büyük bir zihin için hiçbir şey küçük değildir.     Arthur C. Doyle İnsanlar işlerine gelmeyen gerçekleri sevmezler.   Arthur C. Doyle   Her şey olup bittikten sonra akıl vermek kolaydır.   Arthur C. Doyle İçgüdülerim bir yöne, gerçekler ayrı yöne gidiyor.    Arthur C. Doyle Bu geniş topraklarda bir parçacık umut bile yoktu.   Arthur C. Doyle   İmkansızı çıkardığında elinde kalan şey gerçeklerdir.   Arthur C. Doyle   Yarım şahitlik etmek hiç etmemekten daha kötüdür.   Arthur C. Doyle Ben hiçbir zaman sosyal bir insan olmadım Watson.   Arthur C. Doyle Bir kadının gözlerinde, sözden daha güçlü ışık vardır.   Arthur C. Doyle Ben Korku Vadisi'ndeyim. Hala da çıkabilmiş değilim.   Arthur C. Doyle Basit bir konu böylesine büyük bir nefrete yol açmaz.   Arthur C. Doyle Olayların sonradan nasıl bir hal alacağı asla bilinmez.   Arthur C. Doyle Hiçbir zaman istisna yapmam. İstisnalar kaideyi bozar.   Arthur C. Doyle Ama her zincir ancak en güçsüz halkası kadar güçlüdür.   Arthur C. Doyle Fakat, insan hayatta her türlü sıkıntıya alışıyor zamanla.   Arthur C. Doyle   Gözden kaçırılmaya en yatkın şeyler, en aşikar şeylerdir.   Arthur C. Doyle Ama zaten genellikle hayal de gerçeğin annesi değilmidir.  Arthur C. Doyle Dünyada adalet var mı yoksa rastgele mi yaşamaktayız?   Arthur C. Doyle Bir kez açıklandıktan sonra her sorun insana çocukça gelir.   Arthur C. Doyle Keşfedilmemiş bir dünyanın kıyılarında dolaşıyoruz şimdi.   Arthur C. Doyle Doyle Duygusal şeyler düzgün muhakemenin düşmanıdır.   Arthur C. Doyle Kelimelere dökülemeyecek şeyleri anlatmak kolay değildir.   Arthur C. Doyle Her kadının günlük davranışlarının altında bir roman yatar.   Arthur C. Doyle Hayat, insan aklının düşünebileceginden çok daha gariptir.   Arthur C. Doyle   İnsanoğlunu incelemek isteyen biri için, burası ideal bir yer.   Arthur C. Doyle Şunu unutmayın ki cevap vermemek de aslında bir cevaptır.   Arthur C. Doyle İnsanın hobisi varsa, diğer işleri ne olursa olsun zaman ayırır.   Arthur C. Doyle   Bir süre daha sabretmek zorundasın, sonra herşey düzelecek.   Arthur C. Doyle Biliyorsun: 'İnsanoğlunu anlamak yine insanoğlunun görevidir.'  Arthur C. Doyle   İyi bir nedenleri olmazsa hiç kimse aklını küçük şeylerle yormaz.    Arthur C. Doyle Size önereceğim tek şey var bayım, o da yalan söylememenizdir.   Arthur C. Doyle   Korkarım tek sorun, suçluyu cezalandıracak bir kanun olmaması.   Arthur C. Doyle Acı çeken bir hasta, sabırsızlıklarla dolu bir dünya için iyi bir derstir.   Arthur C. Doyle   Bir aptal her zaman kendisine hayran kalacak daha aptal birini bulur.   Arthur C. Doyle     Değerli Beyefendi, maalesef çıkarların konuştuğu bir dönemde yaşıyoruz.   Arthur C. Doyle     Kendini küçük görmek de, yeteneklerini abartmak da gerçeklerden kaçmaktır.   Arthur C. Doyle Bazı insanların cana yakınlığı kaba insanların saldığanlığından daha ölümcüldür.   Arthur C. Doyle (-)Hayatımda çok inişler, çıkışlar oldu, fakat gidenin ardından ağlamamayı öğrendim.   Arthur C. Doyle Doğanın sıradan güçleri karşısında bizim aciz hırslarımız ne kadar da küçük kalıyor!   Arthur C. Doyle Bu dünyada sayılı kişide rastlanacak insanüstü bir sabrımın olduğunu düşünüyorum.   Arthur C. Doyle   Yeteri kadar bilgi olmadan kafayı çalıştırmak, bir motoru mazotsuz zorlamaya benzer.   Arthur C. Doyle   Peşinde olduğumuz şey tutarlılık ve onu bulana kadar şüphe etmeye devam etmeliyiz.   Arthur C. Doyle   En güvenli planın yalnız başına yapılan plan olduğu savını hiç bu kadar ileri götürmemişti.   Arthur C. Doyle   Ne yaptığın hiç önemli değil bu dünyada. Önemli olan insanları ne yaptığına inandırdığın.  Arthur C. Doyle Veda etmenin zamanı geldi artık. Geçmişte gösterdiğin sadakat için sana teşekkür ederim.  Arthur C. Doyle İki kişinin birlikte yaşamaya başlamadan önce birbirlerinin en kötü yönlerini bilmesi iyi olur!   Arthur C. Doyle Biz hepimiz kendi doğrularımızı ortaya koymak için uğraşan kendi yolunda zavallı adamlarız.   Arthur C. Doyle     Hayat herhangi bir insanın içinde en yüksek mükemmele ulaştırabilecek kadar uzun değildir!  Arthur C. Doyle Kanunların yenilgiye uğradığı her durumda, adalet kılıcı intikamını almak için bekliyor olacak.   Arthur C. Doyle Bakış açın bir kez değişti mi, en aleyhte görünen şey gerçeğe ulaşmanda bir ipucu haline gelir.   Arthur C. Doyle   Bayağı bir insan kendisinden iyisini tanımaz, fakat yetenekli bir insan dehayı anında fark eder.   Arthur C. Doyle Odama kapanıp kendi düşünce dünyamın içine gömülmek her zaman en büyük tutkum oldu.   Arthur C. Doyle   Ben dahi değilim, sadece önyargısız bir şekilde gerçeklerin beni götürdüğü yere gitmeyi öğrendim.  Arthur C. Doyle İyi bir gözlemci tek bir ipucuna ulaştığında sadece olanları değil, ileride olabilecekleri de görmelidir.  Arthur C. Doyle Bir insan, eğer doğa üzerine yorumlarda bulunacaksa düşünceleri de en az doğa kadar geniş olmalı.  Arthur C. Doyle Düşüncesizce söylenmiş bir söz ya da aceleyle yapılmış bir hareketin sonunda insanlar yok oluyordu.   Arthur C. Doyle Kararımı verdim.Bu vakada kurbandan çok suçlulara sempatim var; davayı ele almam mümkün değil.   Arthur C. Doyle Dünya kötüdür azizim. Ve bir insan zekâsını cürüm işlemek için işletirse, yeryüzünün en kötü mahlûku olur!   Arthur C. Doyle   Duyuları arındırmak için aç kalmak gerekir.. Sindirim sırasında beyine giden kanın büyük bir kısmı harcanıyor.   Arthur C. Doyle Mümkün olan her şeyi elediğinizde geriye ne kalıyorsa, ne kadar imkansız gibi görünse de gerçeğin ta kendisidir.  Arthur C. Doyle Aklımı yitirebilirdim ama her zaman çok inatçı olmuşumdur. Bu yüzden sabrettim ve vaktin gelmesini bekledim.   Arthur C. Doyle Bazen yıldızlarla, burçlarla uğraşırız. Sonunda ne geçer elimize peki? Bir gölge ya da gölgeden de kötüsü: sefalet.   Arthur C. Doyle   Tuhaf ama derin bir açıklaması var. İnsanın gerçek büyüklüğünün kanıtının kendi küçüklüğünü fark etmesinde yattığını söylüyor.   Arthur C. Doyle Bir vakanın benzersiz olması her zaman iyi bir ipucudur. Fakat olay ne kadar özelliksiz ve sıradansa onu çözmek de o kadar zor olur.   Arthur C. Doyle Ben hiçbir zaman ön yargılarla hareket etmemek gerektiğini öğrendim, sadece sağlam bir temele oturmuş bilgilerin peşinden giderim.   Arthur C. Doyle Dikkatli olmak lazım bayım. Kim kimden nasıl intikam alır, belli olmuyor. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki insan kime güveneceğini bilemiyor.   Arthur C. Doyle Bir suç, soğukkanlı bir şekilde önceden tasarlandığı zaman, o suçu saklamak için gereken her şey de aynı soğukkanlılıkla önceden tasarlanır.   Arthur C. Doyle   Bence bir insanın beyni boş bir oda gibidir. İnsan kendi seçtiği eşyaları oraya dizebilmelidir. Ancak bir ahmak bulabildiği tüm eşyaları oraya depolar.  Arthur C. Doyle Pencereden dışarıya bir bak. Dünya ne kadar iç karartıcı, umutsuz, amaçsız ve anlamsız. Suç sıradan, varoluş sıradan ve bu sıradanlıktan kaçış yok.  Arthur C. Doyle Ortalama bir zeka, kendinden yüksekte duranları hiçbir zaman göremez; oysa gerçek bir yetenek, dehayı nerede görse tanır ve ona saygıda kusur etmez.   Arthur C. Doyle   Bir insan, beynindeki odaları kullanabileceği eşyalarla döşemeli ve geri kalanları da istediği zaman çıkarıp kullanabileceği bir yere, kütüphanesine yerleştirmelidir.   Arthur C. Doyle   Kadının kalbi ve zihni erkekler için çözülmez bir bilmecedir. Bazen bir cinayet bile açıklanabilir ve mazur görülebilir; ama bazen küçücük bir saygısızlık bile affedilmeyebilir.   Arthur C. Doyle
Tumblr media
youtube
……………………………………… ╚► Facebook: https://www.facebook.com/Pusulasoz ╚► Tumblr: http://pusulasozler.tumblr.com/ ╚► Twitter: https://twitter.com/pusula1sozler ╚► Pinterest: https://tr.pinterest.com/szler/ ╚► Site arşiv: https://pusulasozler.tr.gg/ ╚► Sözler Gif:    https://i.ibb.co/WnC2dqf/Arthur-Conan-Doyle-S-zleri.gif ……………………………………  
1 note · View note
kafamdakikedilere · 4 years
Text
Ne yazacağımı bilmiyorum. Ne hissedeceğimi de. Açıkcası ne senin ne de yaşadıklarımız hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Emin olduğum sayılı şeylerden biri içimi dökmem gerektiği. Diğeri de bana ne kadar değersiz hissettirdiğin. Sen benim için seni özlediğim ama beklediğimi bulamadığım gecelerde döktüğüm göz yaşısın. Bu kadarsın. Tek bir güzel his bile gelmiyor aklıma. Sadece acı var. Değersizlik var. Artık seni düşünürken kendime çok kızıyorum ve eminim şaşırmayacaksın ama çok fazla acı çekiyorum. Bu alışkanlık olduğun için değil. Aksine öyle dahi olsan bu kadar tartışma bu kadar uzaklıktan sonra yokluğun bana basit gelmeli. Ama gelmiyor. O basitlik bir yere kadar. Bi yerden sonra on dakika tenefüsün on dakikasında da kendimi hiçbi şey yapmadan aklımda sen ve kalbimde bir ağırlıkla buluyorum. İçten içe çürüyorum sanki. Sanki kendimi imha ediyorum sen olmadan. Sen bana çok değersiz hissettirmiş de olsan kimsenin hissettirmediği kadar güvende ve mutlu da hissettirdin. Ama her şey bir yere kadar. Gerçek hayatta da kocaman bir yanlış kocaman bir doğruyu götürebiliyor. Geriye de içimde hissettiğim bu boşluk kalıyor. Gerçekten çok boş hissediyorum. Bugüne kadar güvendiğim seviyor beni değer veriyor dediğim çabaladığım kızdığım ağladığım konuşmak için kendime binbir bahaneler uydurduğum insan şimdi yok. Kendimi kandırılmış hissediyorum. Şimdiye kadar değer verdiğim o anlar çok boş anlarmış. Aslında bomboş bir şey için uğraşmışım ve aslında kendi kendimi değersizleştirmişim. Ona olan sevgimin tükendiği bir zaman vardı. Aslında her şeyin orada bitmesi gerekirdi. Ama açık konuşmak gerekirse hayatımın en yalnız en kötü en depresif dönemindeydim ve bana iyi hissettiren şey o insandı ki ondan beklediğim şeyi almak için bile resmen ter dökmem gerekiyordu bazen. Bu demek değil ki onu hiç sevmedim ve bana verdiği güvenin peşinden koştum. Ben de öyle sanıyordum. Geceleri farkında olmadan birlikte mutlu olduğumuzu hayal etmeye başladığımda ve her şey yolunda giderken bazı anlarda durup boşluğa baktığımda gerçek olduğuna emin oldum. İşin komik tarafı -ki bu benim için artık önemli değil- sen benim hissettiğim duygunun kırıntısını hissediyorsundur. Senin için hayat devam ediyordur. Çünkü senin için her şey çok sığ. Bana hissettiğin sevgi de verdiğin değer de hep minimum. Kişiliğin böyleymiş öyle diyorsun. Sevgini belli edemiyormuşsun. Kendine sakladığın sevginin kime ne yararı var? Ben seni çok sevdim. Hala azalarak devam eden bir sevgim var. Azaldıkça arkasında boşluk bırakıyor. Ve ben ilerde o boşluğu güzel şeylerle dolduracağım zamanları düşünüp mutlu olmaya çalışıyorum. 
Beni sevmediğine emin olduğum aslında o kadar zaman oldu ki. Aynı şeyleri hissetmediğimizi anladığım o kadar zaman... Bunu söyleyeceğimi hiç düşünmezdim ama keşke seni hiç tanımasaydım. Keşke o acıları hiç yaşamasaydım. Keşke sevgimin karşılığı olmayan birine bu kadar emek vermeseydim bu kadar gözyaşı dökmeseydim. Yine de biliyorum hiçbir şey boşuna yaşanmaz. Bana şimdiye kadar çok şey öğrettin. En son öğrettiğin de bir insandan vazgeçmek oldu. 
Benim için belki kimsenin yapmayacağı şeyler yaptın, belki de bunları zaten yapmalıydın ama bana karşı o kadar duygusuzdun ki ben bu yaptıklarını büyük bir şey gibi algıladım. Kimsenin beni senin gibi sevemeyeceğini ve senin benim için doğru insan olduğunu düşündüm. Ne kadar çocukça. Çok pişmanım. Çok fazla yanlış yaptım. Ama artık bitti. Sen vazgeçilmez değildin. Ben senin bu dünyada tek olduğunu ve benim bunu hak ettiğimi düşündüm. Aslında sorun bendeydi. Ben kendimi buna layık gördüm. Belki de gerçekten dediğin gibi karakterin böyledir belki başka bir şeydir bu saatten sonra umrumda değil ama umarım kendine uygun birini bulup mutlu olursun. Umarım benim gibi hiçbi zaman kendini en kötüsüne layık görmez ve sevgini kimseye harcatmazsın. Beni kindar birisi sanıyorsun ama üzgünüm. Değilim. Sen iyi birisin. Biz sadece arasında uçurum olan iki insanız. İstesek de birbirimizin elini tutamayacağız.
Hoşçakal.
3 notes · View notes
mustafasalihbozok · 5 years
Text
Tumblr media
Atatürk’ün sandalına takılıp yüzen veletlerden biriydim
En çok fırça yediğim ve bir o kadar da keyif aldığım röportajlardan biriydi bu haftaki. Bütün ezberleri bozan, bunu sadece söyledikleriyle değil, hayatıyla da ortaya koyan, kendisini asla bir sanatçı olarak görmeyen dünya çapında bir sanatçıyla karşılıklı üç saat geçirdim. Değil üç saat, üç gün anlatsa yine nefes almadan dinlerdim. O yüzden de lafı hiç uzatmadan sözü ona, sanatın simyacısı Ara Usta’ya bırakıyorum...
Ara Abi sen kim bilir şimdi neler anlatacaksın da ben nereden başlayacağımı bilemiyorum...
- O zaman ne demeye gelip karşıma oturdun ulan!
Dakika 1 Gol 1! Ne soracağımı da unuttum. Bari gazetecilik ezberinden gidelim; çocukluğunuzdan başlarsak efendim.
- Bir yaz günüymüş, 16 Ağustos perşembe... Anamın sancıları tutmuş ve altıyı çeyrek geçe de ben doğmuşum. O günden bugüne kadar da yaşıyoruz işte.
Allah daha çok ömür versin. Anne babandan bahsedelim mi biraz?
- Babam aslen Şebinkarahisarlı, annemse İstanbullu. İkisi de Ermeni. Dedemin yalnız Kadıköy’de altı tane evi vardı, o yüzden annemlerin İstanbul’da tam nerede oturduğunu bilmiyorum.
Annen zengin bir ailenin kızı yani...
- Evet öyleydiler.
Peki ya baba tarafı?
- Baba tarafında kimse yoktu ki! 1915 Ermeni Tehciri sırasında sürüldükten sonra bir daha ailesinden haber alamamış. Kalmış mı adam yetim! Bizimkini yatılı Ermeni mektebine yollamışlar da o yüzden ölmemiş. O mektebe gitmese, bunu da öldüreceklerdi. Büyük facialar vardır bu memlekette! Allah’ın belası bir memleketti, ne zaman ne olacağı da belli değildi.
Neyse biz ülkeyi bırakıp babana geri dönelim...
- Eczane sahibi zengin bir herifti. Bakma o zamanlar zaten 4, bilemedin 5 eczane vardı İstanbul’da. Ayrıca öyle şimdiki gibi bakkaldan alışveriş eder misali “Bana bilmem ne ilacını ver” falan yoktu. İlaçlar dükkanın arkasında yapılırdı. Büyük kimyacıydı benimki. Eczacıbaşı’nın kurucusu Süleyman Ferit Bey de sınıf arkadaşıydı.
Eczacıbaşı sonradan aldı yürüdü ama...
- Babamın yanında çoluk çocuk gibi kalıyordu aslında. Fakat 1956’da Adnan Menderes kalkınma fonundan Türk sanayici ve eczacılara büyük yardımlar etti. İşte ondan sonra Eczacıbaşı da Eczacıbaşı oldu.
Nasıl bir ortam vardı evde?
- O zamanlar buradaki Ermeniler, Fransız aileleri gibi yaşardı. Entelektüel bir yapımız vardı. Her birimiz en az 2-3 lisan konuşurduk. Beni de en iyi mekteplerde okuttular hep.
Sen kaç lisan biliyorsun peki?
- Türkçe, Fransızca, İngilizce, Ermenice biliyorum. Gerisini saymayayım, s*ktir et.
SINIFTA KALMAYAN HERİF ADAM OLAMAZ
Seni sınıfta oturmuş öğretmeni dinleyen bir çocuk olarak hayal bile edemiyorum Ara Abi. Hakikaten nasıl bir öğrenciydin?
- Nasıl olacağım, haylazın tekiydim. 3 kere sınıfta kaldım. Zaten bana sorarsan, sınıfta kalmayan herif, adam olamaz. Hep bir korku vardır dersleri iyi olan öğrencilerde, o korkudan dolayı da sürekli çalışırlar.
Evdekiler ne diyordu senin bu adam olma “stratejine”?
- Sokaklarda serserilik yapmayayım diye babam ortaokulun sonunda İpek Film’de işe koydu. Sinema şirketlerinin patronu, İsmail Cem’in babası İhsan Bey eczaneden arkadaşıydı.
Ne iş yapıyordun film şirketinde?
- Ne yapacağım ulan? Verdikleri her işe koşuyordum.
Çekirdekten sinemacısın yani...
- Benden başka orada çalışan herkes sinemacı oldu ama benim macera yarım kaldı.
O niye?
- Yeni bir filmin fragmanını göstermek için onlarca insanı şirkete davet etmişlerdi. Gösterim sırasında odanın kapısını bir açtım, baktım her taraf yanıyor. Ama öyle böyle değil, çok büyük bir yangın çıkmıştı binada. İtfaiyenin damdan en son kurtardığı adam bendim. Anam üzüntüden şeker hastası oldu o gün. Babam da bir daha izin vermedi sinema yapmama.
Sen de “sinema olamazsa tiyatro yaparım” mı dedin?
- Muhsin Ertuğrul babamın arkadaşıydı zaten. Oyunlar için gerekli bütün makyaj malzemeleri bizim eczanede yapılırdı. Tiyatroyla hep ayrı bir bağım vardı. Her akşam piyesleri sahne arkasından izlerdim. Tahsilim de tiyatro üzerinedir zaten.
Oyun da yazmışsın duyduğum kadarıyla...
- Dokuz tane bir boka yaramaz piyes yazdım. Her şiir yazan kendini şair zanneder ya... Çocukça bir hevesti benimkisi, öyle çıkıp da oyun yazarıyım diyemem. Hikayeler falan da yazıyordum ayrıca. Hatta Ali İhsan Aygün takma adıyla Yeni İstanbul gazetesinin öykü yarışmasına katılmışlığım bile var.
Neden takma isim kullandın Ara Abi?
- Ermeni olduğumdan işin içine kamış koymasınlar diye, neden olacak? Ama kazandıktan sonra gittim dedim ki benim adım Ara Güler’dir.
1950’DE MUHABİR OLDUM 64 YILLIK MUHABİRİM’
Küçükken Atatürk’le tanıştığın doğru mu?
- Florya Köşkü’nün yanındaki halk plajının üstünde evimiz vardı. Atatürk de zaman zaman oraya gelir, denize girerdi. Atatürk’ü görmüşümdür. Çünkü hep orada otururdu, çizgili mayosuyla. Öyle barikat falan da yoktu. O geldiğinde biz de bütün veletler toplanırdık. Daha küçücüğüz tabii, Atatürk’ün kim olduğunu bilmezdik bile.
Sonra tanıştın mı bari?
- Ulan ne tanışması? Küçücüğüm diyorum, kafan mı basmıyor. Arkası kesik bir sandalı vardı. İşte ben de o sandalın arkasına takılıp yüzen veletlerden biriydim. Olay bundan ibaret!
Gelelim o zaman muhabirlik “virüsünü” kapmana!
- Sinema şirketi yanınca babam beni hikaye yazıyorum diye Yeni İstanbul Gazetesi’nde işe soktu. 1950’de muhabir oldum. Ondan sonra da boku yedim; işte bugüne kadar geldim.
6-7 Eylül Olayları sırasında muhabirdin öyleyse...
- Tabii, o günleri çok iyi hatırlıyorum. Yıl 1955. Halk Oyunlarını Yayma ve Yaşatma Kurumu vardı. Açıkhava Tiyatrosu’nda bir gösterileri olacaktı. Benim vazifem de gidip fotoğraflarını çekmekti. Neyse ben çıktım yola, İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Bir de ne göreyim? Camı çerçeveyi indiriyorlar her yerde.
Ne yaptın peki?
- Taksim Sineması’nın karşısında balkonu olan bir kahvehane vardı. Hemen oraya sığındım. Dışarıda o ona bağırıyor, camlar kırılıyor, tüm dükkanlar yağmalanıyor, anlayacağın tam bir kaos. Millet dükkanların vitrinlerinden içeri dalıp, yeni elbiseleri giyip çıkıyordu.
Kocaman herifler üç paltoyu birden üstlerine geçiriyorlardı. Soygun oldu, resmen soygun!
Tam bir rezillik...
- Mehmet Cemal’in anasının Gilda diye bir dükkanı var, süs eşyaları satılıyordu. Gittiğimizde “Cemal Paşa’nın dükkanıdır burası” diye engel olmaya çalışıyorlardı. “Gilda Türk değildir. Gilda ne demek?” diye başladılar yıkmaya. O zihniyet bugün olsa bütün Türkiye yıkılır, bir tane dükkan kalmaz çünkü gavur isminden geçilmiyor.
Aklın sizin eczanede kalmıştır...
- 6 Eylül öğleden sonra başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren olaylarda 73 kilise, 7 ayazma, 2 manastır, bir fabrika ile 5538 gayrimenkul tahrip edildi ama bu olayda Beyoğlu’nda tek dokunulmayan dükkan babamın dükkanıdır.
Şanslı adammış baban...
- Ne şanslısı ulan? Bizim eczaneyi ilkyardım kliniğine çevirmişlerdi de ondan yıkmamışlar. Yaralananların hepsi oradaymış. Bu da işlerine geldiği için dokunmamışlar. Yoksa etraftaki tüm dükkanları talan etmişler. İptidai bir memleketti burası, iptidai!
ADNAN MENDERES, O DÖNEM CANIMA OKUDU
Dönemin başbakanı Adnan Menderes’le çok vakit geçirmişsin...
- Sorma, Adnan Menderes benim canıma okumuştur o dönem.
Hayrola niye?
- İstimlaklar yapılırken devamlı yanında olmamı isterdi de ondan.
Sen pek istemediğin yerde duracak bir adama benzemiyorsun halbuki...
- O zamanlar Hayat Dergisi’nde çalışıyordum. Mecmua ilk çıkacağı zaman 100 bin satar diye hesap etmiştik. Ona göre kağıt stoğu yaptık, fakat 400 bin satınca boku yedik. Düşün bir, kağıt ta Macaristan’dan geliyor.
Yeni kağıt siparişi verseydiniz siz de...
- Ulan sen hangi dönemden bahsettiğimin farkında mısın? Matbaada baskı yapılacak kağıdın dağıtımı hükümete bağlıydı. İstedikleri haberleri basmayanlara kağıt mağıt vermiyorlardı. Biz de mecbur kalıyorduk bu p*zevenkin suyuna gitmeye. Beni sevdiği için Adnan
Menderes’e yağ çekme görevi de bana verilmişti. O yüzden her gittiği yerde peşindeydim.
O çalkantılı dönemde meslektaşlarının çoğu ya gözaltına alındı ya da hapse girdi. Senin var mı böyle bir tecrüben?
- Bu memleketin çalkantısız dönemi mi var sanki? 27 Mayıs İhtilali olduğunda gittim çektim, tankları falan... O sırada Time Life, Stern ve Paris Match’ın buradaki temsilcisiyim.
Hemen içeri aldılar tabii...
- Sorduğun suale cevap mı vereyim, yoksa sen mi anlatırsın?
Tamam hocam sustum, dinliyorum.
- Neyse ihtilal oldu, fotoğrafları çektim. Filmleri yıkamadan beş rulo hazırladım, yurtdışına göndermek için üzerine etiketlerini yapıştırdım. Filmleri gören gümrükçü “Abi her gün buradasın. Seni tanıyoruz. Ama bu tank resimlerini nasıl göndeririz? Bizim ağzımıza sıçarlar” dedi.
Sen ne yaptın peki?
- Ne yapacağım? Resimleri tasdik ettirmek için Radyoevi’ne gittim. Sonuçta her şey orada bitiyor. Kenan diye bir albay resimlere bakıp “Bunlar ne?” diye sordu. Ulan sanki p*zevenk bu memlekette yaşamıyor. Başladı beğenmediklerini atmaya. Aklı sıra bana sansür uyguluyor. “Hepsini atıyorsun, ben Time muhabiriyim. Adamlara kartpostal mı göndereyim? Sen istediğin kadar ihtilal yap, ben o resimleri göndermezsem, dünyanın hiçbir şeyden haberi olmaz” dedim, o da yanındakilere “Çok konuşuyor, alın şu ib*eyi” diye bağırdı.
Nereye götürdüler seni?
- Daha bir gün önce makineli tüfekle o radyoevini basan herifler, tutup kolumdan beni genel müdürün boş odasına götürdü. Kapının önüne de kaçmayayım diye bir er koydular. Arada gidip çocuğa “Bana sigara ver ulan” falan diyorum. Sabaha karşı aşağıdaki beni çağırdı, resimleri verdi, “S*ktir git” dedi.
Sonuçta yurtdışına yollayabildin fotoğrafları...
- Yolladım yollamasına da bu olay yüzünden Türkiye’deki ihtilal dünyada 24 saat “rötarlı” çıktı.
SOPHIA LOREN BENİ ARKADAŞI SANIP POZ VERDİ
Biraz havayı yumuşatalım... Fotoğrafını çektiğin en güzel kadın kimdi?
- Kesinlikle Antonella Rinaldi! Müthiş bir İtalyan hatundu.
Sophia Loren’den de mi güzeldi?
- Yahu bırak onu bunu, Antonella muazzamdı.
Sophia’yı da çektin ama değil mi?
- Hem de ne çekmek! 11 kere gittim Cannes Film Festivali’ne. Bir keresinde Sophia, kocası Carlo Ponti’yle gelecekmiş. Otelin önünde müthiş bir kalabalık, her taraf fotoğrafçı kaynıyor. Hiç ipimde değil, ben milyon kere çekmişim Sophia Loren’i... Ben o fotoğrafçıların arasına girmiyorum, lüks muhabirim randevuyla çalışıyorum anladın mı? Neyse “Kim bekler bunları?” deyip asansöre doğru yürüdüm. Arkamdan kim geldi dersin?
Albay Kenan mı?
- Zevzeklik etme. Bir baktım Sophia ve Carlo da asansöre doğru yürüyor. Hop ben de otel müşterisi gibi bindim arkalarından. Suratımı tanıyorlar ama kim olduğumu bilmiyorlar. Gazeteci olduğumu bilseler anında atarlar. Dokuzuncu katta indiler. Takibe devam ettim. Hep birlikte yürüyoruz, zannedersin aynı ailedeniz. Neyse süitlerine geldik, “Oh be patırtıdan kurtulduk” dediler. Makinemi bir kenara bıraktım, bunlarla sohbet etmeye başladım.
Sen, Carlo ve Sophia mı var sadece odada?
- Birkaç kişi daha vardı canım. Ben de aralarında kaynayıverdim işte. Baktım Sophia yatak odasına geçti. Ayakkabılarını çıkarttı rahat etmek için, yatağın üzerine oturdu. Hemen “Böyle birkaç kare resmini çekeyim mi senin” dedim, o da “Çeeek” dedi. Beni hâlâ arkadaşlarından biri zannediyor (gülüyor).
Ara istedi bir göz, Sophia verdi badem göz...
- Fotoğrafları çektim, İstanbul’a yolladım. Rezalete bakar mısın, gazete “Muhabirimiz Sophia Loren’in yatak odasında” diye manşet yapmış. Karıyı düzmüş gibi olduk iyi mi?
FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN AKIL HASTANESİNE YATTIM
Her ünlü bu kadar kolay “Çeeek” dememiştir herhalde...
- Ne kolayı? Resim çekmek uğruna akıl hastanesinde bile yattım.
Neden, yaşadıkların yüzünden sinirlerin mi bozuldu?
- Yok ulan o kadar da değil! Ürdün Kralı Talal akıl hastanesinde yatıyordu. Adamın öyle bir karısı vardı ki, kafayı üşütmemesi işten bile değildi. Tüm dünya basını devrik kralın bir kare fotoğrafını çekmek için yarış halindeydi ama başaran yoktu. Neyse ben bunun resmini çekmek için hastaneye gittim. Tabii almıyorlar içeri. Başladım garip garip hareketler yapmaya, “Hastayım” falan demeye. Maksat hastaneye deli olarak girip fotoğraf çekebilmek!
Çekebildin mi bari?
- Gittiğimin ilk günü bana bir iğne yapmazlar mı, feleğim şaştı. Fotoğraf çekmeye teşebbüs edince Talal’in korumaları “Bir daha seni görürsek vururuz” dediler. O gece hastaneden kaçtım.
İçinde ukte kalmış, fotoğrafını çekemediğin başka kimler var?
- Bir tane çok zorlamama rağmen çekemediğim, bir de fırsat olmasına rağmen bile bile çekmediğim var.
Senin gibi adam fırsatını bulup deklanşöre basmaz mı?
- Pire gibi dolanarak dünyanın en cevval tipini yaratmış Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı da ondan. Chaplin, benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam... O zamanlar İsviçre’de bir şatoda yaşıyordu. Karısı da
Amerikalı ünlü tiyatro yazarı Eugene O’Neill’ın kızı Oona’ydı. Bunların şatosunun önünde 3 gün kar kıyamet demeden bekledim. Sonunda Oona donmamdan korkup, “Konuşursan konuş ama resim çekme” dedi.
E yine de çaktırmadan çekseydin, son fotoğrafları olurdu...
- Adam yürüyen iskemlede felçli resimlerini çektirip akıllarda böyle bir imaj bırakmak istemiyordu. Çünkü o da benim gibi elimdeki fotoğraf makinesinin acımaz olduğunu biliyordu.
Objektifinden kaçan diğer isim kimdi?
- Jean Paul Sartre! Tam ayağının altına alıp dövmelik, şımarık Fransız Rosif diye bir sekreteri vardı herifin. Gece sokakta görsem de karanlıkta benzetsem şu pezevengi diye içimden çok geçirdim ama yapmadım. Aslında kazığı şuradan yiyorsun; Türk olduğun için... Türk gazeteci olduğunu duyduklarında yarı yarıya kaybediyorsun. Bir de o it araya kamış koydu. Sonunda birkaç resmini çektim Sartre’ın ama kendisiyle konuşma fırsatım olmadı.
Sağlık olsun, sen de gidip koskoca Picasso’yu çektin!
- Ulan çektim ama çekene kadar neler çektim sen gel onu bana sor. Herkes adamı tanımak istiyor fakat bir o kadar da çekiniyor. Oğlu benim arkadaşımdı. Bir gün yemeğe davet etti, gittim. Masada muhabbet ederken “Babamla seni bir araya getirmemi istiyorsun ama o beni hiç sevmez” dedi.
Neden sevmezmiş?
- Yahu Picasso kaç çocuğu olduğunu bile bilmezdi. Mahallede herkese atlamış durmuş işte. Antika bir herif...
Sonunda nasıl kesişti peki yollarınız?
- Fotoğrafçılığını yaptığım Skira Yayınevi, Picasso’nun kitabını basacaktı. Patron da arkadaşım. “Beni yanında götürmezsen senin için ne bir fotoğraf çekerim ne de bir daha seninle konuşurum” dedim. Ev atmosferindeki fotoğrafları çekme görevini kaptım.
Tehditle ulaştın Picasso’ya yani...
- Gittim, üç gün evinde kaldım. Bir ara bana dönüp “Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin resmini çizeyim” demez mi! Düşünsene çağın en büyük ressamı Picasso beni çizecekti, ama herif 90 küsur yaşında ulan. Verdiği sözü beş dakika sonra unutur diye başladım etrafta boş kağıt aramaya. Her yere baktım, bir temiz sayfa bulamadım. En sonunda çektim kütüphanesinden bir kitap, açtım kapağını, uzattım Picasso’ya. İçimden de “Nasıl olsa sonra sayfayı yırtıp alırım” diye geçiriyorum.
Sözünü unutmadan, çizdi mi resmini?
- Çizdi tabii. İmzasını da attı. Türkiye’de bir tane orijinal Picasso vardır, o da benim evimde.
Kitabını geri verseydin bari adamın?
- Ulan sonra baktım kitap da antika. Sayfasını yırtmam imkansız. Onu da öylece alıp yanımda getirdim.
DALİ 10 DAKİKALIK POZ İÇİN 25 BİN DOLAR İSTEDİ
Ressamlarla devam edelim... Salvador Dali desem...
- Herif Dali değil bildiğin deli. O da az uğraştırmadı beni. İlk tanışmamız Paris Meurice Otel’de kaldığı süitte oldu. Kapısını çaldım, içeri girdim. Burun burunayız herifle. Öfkeli gözlerle bana baktı, “Niye fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” diye sordu. Benden “Ünlü bir kişisiniz de ondan” cevabını aldıktan sonra şöyle bir baktı; “Peki. 10 dakika poz veririm ve 25 bin dolar isterim” dedi.
Pamuk eller cebe...
- “Yanımda nakit yok gidip alayım” diye ayrıldım otelden. Parayı bırak, istediğim gibi çekim yapmam için en az bir saat lazım. Neyse biz hem vakit hem de nakit konusunda pazarlığımızı yaptık. Tekrar gittim bunun yanına. Fakat herif yerinde durmuyor, zannedersin makineyle eskrim yapıyor.
Neymiş derdi?
- Dali günlük yaşamında da gerçeküstü öğelerin peşinde bir adamdı. Öyle bir hava yaratıyordu işte. Bir ay boyunca böyle uğraştırdı beni, sonunda “Ya dosdoğru çekeriz fotoğrafları ya da çeker giderim” dedim.
Dali’ye resti çektikten sonra ne oldu?
- Ertesi gün için söz verdi. Bir gittim, bu sefer odada üç Fransız gazeteci var. “Bunların gözü önünde çalışamam” dedim. Onları göndereceğine söz verdi.
Fotoğraf değil rest çekiyorsun adama...
- Bu aldı gazetecileri karşısına; “Katranın kimyasal formülünü bilir misiniz?” diye sordu. Ulan nereden bilsin adamlar? Neyse baktı hiçbirinden ses yok, Dali kendisi verdi formülü. Sonra da “Ben bastonumu bir kazan katranın içine soksam, o baston 25 bin dolar eder. Siz aynısını yapsanız, hepinize aptal derler. Anladınız mı?” dedi. Gazeteciler başlarını sallayınca da “İyi o zaman gidip yazın ne anladıysanız” diye adamları gönderdi. İşte ben de o gün Salvador Dali’nin fotoğraflarını çektim. Resimlerden birini de imzalattım. Herif ne kullandıysa 24 saat kurumadı attığı imza. Ee haydi artık keselim, yoruldum ulan!
Tamam tamam son bir soru... Genelde huysuz ve aksi bir izlenimin var.
- Enayiliğe kızıyorum da ondan. Herif enayi bir şey soruyor, azarlıyorum. O zaman da aksi olmuş oluyorum. Anladın mı? Bitti mi şimdi?
Yok devamı yarın... Senin hikayen bir güne sığmaz...
- (Gülüyor)...
Yarın...
Politikacı olmak bir şey mi? Olsana Picasso göreyim.
Nazım’ın birkaç resmini çekip pır oldum. Onu okumak bile suçtu.
İzzet Çapa.27.09.2014
7 notes · View notes
eskibiresyayimben · 5 years
Text
23:47
İçimde hüzünlü bir sevinç var. Nasıl oluyor bilmiyorum ama dilim ancak bu kadarına dönüyor. Ancak bu kadarını aktarabiliyorum, dilim yetersiz kalıyor. Gecenin karanlığında, balkonda, defterime vuran sokak lambasının hafif ışığında bu kadarını yazmak geliyor elimden. İçimin ümitle dolup taştığı ama yetersizliğimi hissettiğimde oluşan hüzünle birlikte duygu karmaşası yaşadığım geç vakitlerden birindeyim yine. Sanki her şeyi yapmaya gücümün yeteceğini hissettiğim, her şeyi güzelleştirdiğimi düşlediğim ama mantığımın beni bir güzel sarsıp gerçeği yüzüme yüzüme vurduğu geç vakitlerden birindeyim yine. Hem acı duyuyorum halime hem de büyük bir sevinç. Bir şeylerin olacağını umutla, çocuksu bir sabırsızlıkla beklediğim ama yetişkinlere özgü tavırlarla bu hallerime gülerek kendimi kandırmaya çalıştığım geç vakitlerden birindeyim yine. Haykırmak istiyorum herkese, her şeye. İnsanlara, ağaçlara, arabalara, yıldızlara, binalara... Ne yapıyoruz demek istiyorum, nereye gidiyoruz böyle, ne bu halimiz , bir şeyler yapalım demek istiyorum. Her ne olursa işte yeter ki bir şeyler yapalım. Elimizden ne geliyorsa yapalım işte. Yeter ki bırakalım bu tavırları, bu huysuzlukları, bu tahammülsüzlükleri, gerginliği, kini, öfkeyi, sıkıcılığı. Gökyüzüne bakmayı öğrenmek için geç değil daha diye haykırmak istiyorum, sevmeyi, hayal kurmayı, çocukça davranmayı, oturup bir manzarayı doyuma ulaşana kadar izlemeyi öğrenmek için geç değil daha. Sonra ya geçse? Diye sorarken buluyorum kendimi. Ya geçse? Daha sonra siniyorum içime, suskunlaşıyorum. Ama içimdeki bu çocuk hiç yalnız bırakmıyor beni. Hep kafasını uzatıp gülümsüyor bana yine böyle geç vakitlerden birinde.
4 notes · View notes
Text
Severus Snape’le büyümek
     Bir kaç yıl ara verdikten sonra yeniden Harry Potter batağına düştüğüm şu günlerde, (hani "Wizarding World ile yatıp kalktığım, onu yiyip içtiğim, onu soluduğum" demek istiyorum.) Snape kafamı kurcalıyordu günlerdir. Ki kendisi dünya üzerinde en sevdiğim kurgu karakterdir. Hala bir çok insanın ondan nefret edebilmesine oldukça şaşırmakla birlikte, benim gibi ona karşılıksız bir aşkla bağlı olan kişilerin sayısı da az değil. "Neyini bu kadar seviyorum?" diye düşünüyordum. Bir yandan da bazı insanların nasıl "fantastik şeyler hiç sevmem, çocuk kitabı." diyebildiğini. Ki yıllardır da çocuk kitabı olduğunu kabul etmem, ana karakterlerden birinin kendi hırsları için kız kardeşini feda ettiği (Dumbledore), o kız kardeşin de sırf farklı olduğu için 3 muggle tarafından taciz edilerek kafayı yediği, yine Dumbledore'un "Çoğunluğun iyiliği için" Harry'yi yıllarca doğru anda ölebilmesi için koruyup kolladığı, hatta belki manipüle ederek kafasına fikirler, idealler yerleştirdiği bir dünyadan bahsediyoruz, bu nasıl bir çocukluk?
     Sonunda idrak ettim ki, evet çocuk kitabı kesinlikle, ama Burnuklar, Testraller ve tek boynuzlu atlar, sihir yapmak, iksirler ve zihin okumak falan yüzünden değil. Bunların çoğu içinde yaşadığımız dünyada artık mümkün, gerçekleştirilebilir şeyler. Genetiğiyle oynanmış farklı türler yaratmak, adeta "sihirli bir yaratık" diyebileceğimiz canlılar yaratmak mümkün mesela. İnsana doğruyu söyleten kimyasallar mümkün, iradeyi yok eden kimyasallar mümkün. Belki Cisimlenmek ve Buharlaşmak henüz mümkün değil, ama hologramlarla neredeyse "aynı anda başka bir yerde" olabilmek mümkün. Harry Potter'ı bir çocuk kitabı, fantastik-gerçek dünyada olamayacak bir şey yapan asıl öğe, Severus Snape.
     Düşün ki, çocukluğundan tanıdığın, çok farklı ideallere, çok farklı dünya görüşlerine sahip olduğun bir insan var. Büyüdükçe senin duyguların aşka dönmüş ama, bu kişi seninle aynı duygulara sahip olmadığı gibi, gitmiş bir de seninle zerre alakası olmayan, gıcık kaptığın bir hödüğe aşık olmuş. Yetmemiş o kişiyle evlenmiş, çocuk yapmış, bu arada kişisel görüşlerinizin farklılığı sebebiyle yollarınız ayrılmış.  Senin hayatta savunduğun,inandığın her şey, bu kişinin bırak görüşlerini, fikirlerini, varlığına bile aykırı. Buna rağmen içinde ona olan tüm o çocukça, safça duygularını korumuşsun. Hiç bir karşılığı olmayan tüm o şeyleri. Senin inandığın şeyler, o yüce amaçların, bu kişinin hayatını tehlikeye atınca, uğruna uğraşıp didindiğin her şeye sırt çevirmişsin düşünmeden, kendine ihanet etmişsin onu korumak adına. Seni sevsin diye değil,sonunda kıymetini anlasın falan filan diye değil, bir şekilde en ufak hayatında yer almayan bir insan çünkü. Sadece var olsun, bir yerlerde yaşasın diye. Yetmemiş ve koruyamamışsın bu insanı, senin ideallerin ve amaçların, dolaylı da olsa öldürmüş onu.
     Bu noktada belki içini azıcık soğutacak tek şey intikam, bunu yapan kişiden, buna dolaylı da olsa hizmet eden her bir kişiden intikam almak. Bu gene çok fantastik bir şey değil, ne de olsa içinde bulunduğumuz dünyada en güçlü motivasyon araçlarından biri intikam. Bir de tabi yüzünü görmeye tahammül edemediğin, sana o nefret ettiğin hödüğü hatırlatan çocuk var, ama naparsın o da senin sevdiğin insanın çocuğu ve o hayatını onun için feda etmiş. Onu hayatta tutmak istiyorsun çünkü ancak o zaman o  boşuna ölmemiş olacak.
     E böyle olunca sen hayatını herkesin korktuğu bir güce sahip, hayal dahi edilemeyecek kötülüklerle dolu bir kişiyi kandırmaya adıyorsun. İronik kısmı bu kişinin savunduğu çoğu şey aslında senin de inandığın, gerçekleştirmek istediğin şeylerdi bir noktada, ama tek bir kişiye olan çocukça bağlılığın tüm bunların önüne geçmiş. Yıllarını herkes senden nefret ederken, yaptığın hiç bir şey en ufak çaba, takdir ve değer görmezken, o çocuk hayatta kalsın diye yalan söylemek, çalmak, öldürmekle harcamışsın. Beyinsiz çocuk bir de sürekli "ay taktı bana bu öldüresi var beni" diye mızıldanarak dolanmış. Senin bu süreçteki rolün öyle kritik ki, hani sen olmasan hiç biri gerçekleşemeyecek tüm bu planların. Ona rağmen tek bir kişi hariç bundan kimsenin haberi bile yok.                   Sonunda öğreniyorsun ki meğer o kişi de kandırmış seni, senin hayatta tutmak için hayatını ortaya koyduğun çocuğun ölebilmesi için onun kuklası olmuşsun.
     İşte bu arkadaşlar, bu dünyada kurulabilecek en ütopik, en gerçek dışı, en uçuk hayaldir.  Bu kadar çıkarsız ve saf bir sevgi dünyada hiçbir zaman var olamaz. İnsanlar sevdikleri kişilerle beraber olmak, ya da sadece değer görmek, bazen takdir görmek, belki hiç değilse iyi bir imaj çizmek için çok çeşitli fedakarlıklara katlanabilirler. Ama ortaya bile çıkmayacak, hiç kimsenin haberdar olmayacağı, hiç kimsenin sevgisini ya da saygısını kazanamayacakları bir senaryo için kimse parmağını kıpırdatmaz, Harry Potter'ı çocuk kitabı yapan da bu hayal.
     Bu aslında bize Holywood filmlerinde bile yıllardır benzerleri pazarlanan bir hikaye. Hani klasik, çok kötü olduğu düşünülen bir karakter vardır ama sonunda ortaya çıkar ki her şeyi iyi bir amaçla yapmıştır, bazen ana karaktere aşıktır, bazen aslında gizli bir akrabasıdır falan filan...Ama hiçbiri bu kadar uçuk ama bir o kadar gerçekçi değildi, en azından bana göre.
     Sonra düşündüm "Bu beni neden bu kadar derin etkiledi?" diye, anladım ki hayatımı resmen bu hayalin ışığında yaşamışım. Eylemlerimin çoğunu bu fikrin gerçekliği ihtimaliyle gerçekleştirmişim. Belki bir kısmınız da öyle yapmıştır, bilemem. Öyle değilse bu paragraftan sonra yollarımız ayrılıyor, harcadığınız zaman için teşekkür ederiz ama sen çok yanlış gelmişsin sayın okuyucu.
     Bugün benim doğum günüm. Ve ilk defa, 28 yaşımda, artık bu inancımı kaybettiğimi hissettim. Belki de nihayet "büyümek" de budur?
     Bununla ilgili iyi mi hissediyorum kötü mü, şu anda pek bilemiyorum. Karışık, orası kesin. Bir yandan güzel çünkü, çok güçlü hissettiriyor. Çünkü bu inanç (eylemleri "çok kötü" olarak adlandırabilecek bir kişinin aslında çok daha "yüce ve iyi" bir amaca hizmet ettiği", kötü olmadığı inancı) beni kırılgan kılan şeydi. Kimi zaman beni tek bir darbeyle paramparça olabilecek kadar, önüne gelenin öylesine yere atıp parçalarını seyredebileceği kadar kırılgan yapıyordu. Bunu kaybederek kırılan her bir yerinden metalle yapıştırılmış bir nesne gibi oldum. Artık "yama"lar o kadar fazlaydı ki, esas yapıldığım maddem her neydiyse, geriye pek azı kalmıştı onun, sanki kompozit bir şeye dönüştüm ve artık bazen istesem bile kırılamıyor, esneyemiyorum. Kafamı bulandıran ütopyalar olmayınca, kendime, hayatıma ve ideallerime daha çok odaklanıyorum. Bu da bizi, bu inancı kaybetmenin çok da güzel olmayan kısmına getiriyor.
     Çünkü ben o inanca sahip olmanın, o kırılganlıkla var olmanın ne kadar özgürleştirici bir şey olduğunu biliyorum. Çoğu insanın bu duyguyu hiç hissetmeden, hissedemeden ömürlerini tamamladığını da. Onlar zaten öyle "kırılamaz" doğmuşlar, belki de öyle doğmamışlar ama çok küçük yaşlarında "kırılamaz" hale gelmişler. Bu da çoğunlukla hayatlarını kolaylaştırmış, hedeflerine giden yollarda daha hızlı ilerleyebilmelerini sağlamış. Ne de olsa paramparça bir şeyin parçalarını toplayıp yapıştırmaya çalışmak insanı yavaşlatıyor. Doğru parçayı doğru yere mi koydum, bu yapıştırmadı, başka bir şeyle deneyeyim falan filan... Bunlar çok yorucu, zaman geçiyor.
     Öte yandan, nasıl bir şey biliyor musun, öyle bir dünyaya inanmak? Sanırım sahiden tamamen kendin olabilmek gibi bir şey. Hiç bir eyleminin sonuçlarına katlanmasaydın, dünyada sınırsız zamanın olsaydı, yorulmasaydın, acıkmasaydın, hastalanmasaydın, canın yanmasaydı, hayatınla neler yapardın? Kısacası hayatının simülasyonunda nasıl oynardın? Hiçbir kural yok çünkü, hiçbir sınır yok.
     Bir kere insanlara limitsiz kredi veriyorsun, çünkü inanıyorsun ki şu an canın yanıyor gibi ama bir şekilde bunun böyle olması gerekiyor ve oyunun sonunda zaten "can"ların yenilenecek. Fark etmiyorsun yıprandığını, yorulduğunu, seni kıran her insana, her olaya, "Al bir de buradan kır." diyebiliyorsun. İlaç olduğuna inanıyorsan eğer, sunulan her zehri sorgusuz sualsiz içebiliyorsun, hem de ölmeden. Öyle bir özgürlük ki hiç kimsenin seni kötü bir amaçla kırmadığına, yormadığına inanmak, hiç bir koşulda kendini sakınma ihtiyacı duymuyorsun. Şöyle yaparsam ne olur, böyle dersem kaybeder miyim gibi kısıtlamaların yok. Çünkü kendinde de yok herhangi bir insanın seni kaybedebileceği, geri döndürülemez ve affedilemez herhangi bir eylem. Ne hissediyorsan ortada, ne düşünüyorsan ortada.Sanki hepsi zaten biliniyor ve anlaşılıyormuş gibi. Sanki sen hayatındaki her bir kişiye dair her şeyi biliyor ve anlıyormuşsun gibi. Bir şekilde hissedilen hiçbir bağlılık, hiç bir duygu sona etmiyor gibi, sevgi, saygı, sadakat, dostluk, hatta aşk. Hep "After all this time? Always." olmuş ve olacak gibi. "Asla" ve "Sonsuza kadar"ların gerçek anlamıyla kullanıldığı bir dünya. Dedim ya, bu çok uçuk bir ütopya ve gerçek olduğuna inandığında hayatında tadabileceğin en büyük özgürlük bu. Sanki her şeyi yapabilir, her şeyi olabilirsin gibi. Ve yapmak istediğin hiçbir şeyi yapamazsan, olmak istediklerini olamazsan, yine de hep orada olan ve sonsuza kadar da orada olacak olan bir dünya var, canının istediği zaman yine her şeyi sil baştan deneyebileceğin.
     Bugün çok edebiyat kasmak istemiyorum, arabeskleşmek de istemiyorum. Öyle ya, bugün doğumgünüm ve uzun zamandır ilk kez mutlu olduğum bir doğum günüm. Ama hatırı sayılır ölçüde acı yaşadım, ihanet yaşadım. Bazıları ancak filmlerde olabilir diyeceğim cinsten.  Bazıları kendi uçuk beklentilerimle kendi kendimi kırmam yüzünden. Aile, sevgililer, eski dostlar, bazen ikisi birden ya da tamamen dış kapının mandalı insanlar. İnsanlar bunu yapıyorlar çünkü, bazen kendi değerlerini ölçebilmek için, bazen farkında olmadıkları için, bazen farkında oldukları ama umurlarında olmadığı için, bazen de sırf yapabildikleri için incitiyorlar, başka bir amacı olmadan.
     Hayatta herkesin bir açlığı var, benimki dostluktu. Dostluğa aşırı büyük anlamlar yükledim, öyle ya kitaplarda, filmlerde, dizilerde ve gündelik konuşmalarda bize pompalanan da buydu. Belki bunca anlam yüklediğim için de hiç bir zaman hayalimdeki gibi bir "dostluk"a sahip olamadım. Son bir kaç yıl artık onca anlam yüklemeyi bırakınca, neredeyse hayalimdekine yakın, az ama öz dostluklara kavuştum, hali hazırda sahip olduğum ama kıymetini anlayamadığım dostluklarımı yeniden keşfettim. Ama o süreçte çok sayıda kişiyle bu hayali yürütmeye çalıştım, bu da ihanetlere ve çok farklı boyutlarda acılara sebep oldu.
     İnsan beyni güzel anıları parlatıp dantelli raflara koymaya, kötü olan her şeyi halının altına süpürmeye programlanmış. Belki benimki herkesten biraz daha fazla, çünkü dediğim gibi benim yukarıdaki gibi bir inancım vardı kendimi bildim bileli. Biraz da uzak geçmişi sanki dün gibi hatırlayabildiğin bir hafızan varsa, hayatına girip çıkmış, belli bir yer edinmiş her insandan kalan anıları taşımak zorunda kalıyorsun zihninde. Çoğu da çarpıtılmış ya da eksik anılar. Dediğim gibi, çok sayıda önem verdiğim insan oldu, bu insanlarla geçirdiğim güzel zamanlar, hatıralar, bu kişilerin hayatlarına ve kişiliklerine dair detayları omzumda taşıyarak yaşadım, muhtemelen de hep öyle olacağını kabul ettim bu noktada. Kayıt cihazı gibi çalışan bir beynim var ve bir şekilde hayatımda yer edinmiş insanlara dair detaylar elimde olmadan beynime kazınıyor. 10 yıl önceki bir gün, biriyle uydurarak kahve falı bakıp güldüğümüz gün gibi, başka birinin en sevdiği ama benim nefret ettiğim bir yemek önüme her geldiğinde hâlâ hatırlamam gibi. Kokular, renkler, gün batımları, bazen o anda esen rüzgarın uğultusu, yüzüme yağan yağmur damlaları... Bir sürü, bir sürü anı parçacığı. Sanki birilerinin bir yerlerde unuttuğu bir eldiven teki, bir anahtarlık, bir atkı, tarihi geçmiş biletler, böyle nesnelerle dolu bir çuval taşıyor gibi hissettiriyor insana. Hiç biri de senin için önemi olan ya da kullanılabilir nesneler değil, sadece yük. Böyle anlatınca, aşktan bahsediyorum gibi anlaşılıyor değil mi, ona da aşağılarda değineceğim, hayır hiç alakası yok.
     Bu nesneleri arada eşeliyorsun ister istemez. Artık öyle hissedemeyince, artık öyle inanamayınca, hâlâ inanabildiğim o zamanların özlemini duydum. Öyle olunca bir süredir nostaljik hissediyordum kendimi, geçmişime özlem duyuyordum. Öyle ya en boktan insanın bile iyi yanları var kendine özgü, bende hep bu iyi yanların hatırası vardı ve onlara özlem duyuyordum bir süredir, artık hayatımda olmayan çok sayıda kişiye dair. Onlara bağlı olarak yaşadığım diğer her şeyi unutarak.
     Şöyle bir şansım vardı ki, hep seviyordum çenem düşmüş şekilde konuşmayı ve bunun önemli bir kısmını da yazarak yapıyordum, günlük tutuyordum. Gün içerisinde yaşadığım her olayın, kafamdan geçen her bir düşüncenin yer aldığı günlükler. Dolayısıyla elimde neredeyse 3 yılın eksiksiz bir kaydı vardı.  Tüm bunları açıp okuyunca, halının altına süpürdüğüm her bir şeyi gördüm. Bir nevi kendi Düşünseli'me eriştim yani. Bana o hatıraları bırakan insanların çoğuna dair belki de tek güzel şeylerin o minik nesneler olduğunu, kalanının bombok olduğunu gördüm mesela. Ne kadar çok şeyi unutmuşum, ne kadar çok şeyi, en ufak bir özür, pişmanlık, vicdan kırıntısı, insani herhangi bir duygu parçacığı bile almadan, tamamen bedelsiz, tamamen karşılıksız,kendi içimde affetmişim bunu gördüm. Ne kadar uzun süreler ne çok insandan vazgeçmediğimi, çok sayıda zorluğa gerçek anlamıyla bir hiç uğruna tahammül ettiğimi gördüm. Aylarca, yıllarca, hiç gelmeyecek özürleri, hiç hissedilmemiş pişmanlıkları, aslında hiç var olmamış sevgileri beklediğimi gördüm, aslında çok bir şey değil, sadece herkesin kendi kırdığı parçaları yapıştırmasını beklediğimi. Hiç değilse içlerinden biri, sadece bir tanesi sonunda çıkıp da "öyle değildi Aybike böyleydi." desin de bana, işte tıpkı 7. kitabın sonundaki Snape'in anılarını inceleyip de ters köşe olduğumuz o bölümdeki gibi hissedebileyim istediğimi gördüm.
     Sadece bir kişiyle bile şu an hâlâ bu inancımı koruyabilirdim, hâlâ daha bir parça kırılgan kalabilirdim. Ama öyle ya, gerçek dünyada çıkarıp da düşüncelerimizi veremiyoruz birbirimize. Cümlelerimizi verebiliyoruz sadece, yetmediği yerlerde de eylemlerimizi, eğer sahiden kararlıysak anlamaya ve anlatmaya ki bana cümleler bile verilmemişti. Cümleler de yeterince güçlü aslında ama, pek azı gerçeğin tamamını yansıtıyor. Cümleler yaralıyor,cümleler iyileştiriyor. İnanmak için bu kadar çabalayan bir insana yalan söylemek çok daha kolay tabi ki. Öyle olunca gördüm ki, hayatımda yer edinmiş bir çok insana "beni sen inandır" demişim, ben kendim kandırılmak, yalanlar, hikayeler dinlemek istemişim gibi. Öyle hikayeler uydurulmuş ki kimi zaman, yaratıcılığını takdir etmişim gerçeğinin boktanlığına rağmen. Bu inancımı korumak uğruna, tekrar tekrar aynı insanlar tarafından aynı yerlerden kırılmışım. Yine de her seferinde, sanki hiç bir şey olmamış gibi, "Al bir de buradan kır." diyebilmişim. Bu da ufacık bile değerli olmamış çünkü herkes kendini bir kar tanesi kadar falan eşsiz ve özel hissetmek istiyor. Seni kaybetmeden zorlayabileceği son noktayı görmek ama, başka kimsenin bunu yapamamış olmasını istiyor. Çok komikti, çünkü, kimi zaman sevgililerim tarafından bir dosttan daha özel olmamakla suçlandım, dostluk kavramım kıskanıldı. Dost denilenler tarafındansa, ancak bir sevgili tarafından yapılsa hazmedilecek durumlara maruz bırakıldım ve hazmettim de, ama benim beklediğim incelik ve anlayış, "anca bir sevgiliden beklenebilecek" şeyler olarak nitelendirildi. Ve yaptığım hiç bir şeyin anlamı yoktu çünkü ben herkese böyle yapıyordum zaten, ben öyle yaşıyordum, "Sen busun zaten."di. Sonra ilk defa, hâlâ devam eden ilişkilerimi elime aldım, ıvır zıvırla dolu o çuvalı bırakıp. Bu insanların hiçbirine dair küçük anı parçacıkları bulamadım, onlara dair zihnimdeki imgeden, içimdeki duygudan ufak bir parça seçemediğimi fark ettim. Hiçbirini "3 cümleyle anlat" diyince anlatamadığımı fark ettim. Çünkü geçmişimde ve bugünümde her şeyleriyle varlardı onlar, 150 kitaplık bir seriyi bir sayfayla anlatabilir misin? Hatırlatıcı anı parçacıklarına ihtiyacım yoktu bu insanlarla, çünkü insanın yer çekimini ya da gökyüzünün mavi olduğunu hatırlamaya ihtiyacı olmuyor.
     İnsanlar her yerde dostluğa methiyeler düzüyor ama, gerçek hayatta dostluk namına yaşadıkları çoğu ilişkinin içi boş, yüzeysel ve anlamsız. Benim kastettiğim House-Wilson ilişkisi gibi bir şeydi, "canım ben de özledim bir ara bir şeyler yapalım" gibi bir şey değil. Bazen aynı mekan ve zamanda kesişerek başlayan ilişkilerin, sadece zaman ve mekan paylaşım�� değiştiği için bitmesi değil mesela.Her koşulda yanında olmak bir insanın, bazen en karanlık yanlarına şahit olmak ve gitmemek. Bazen kovulmak ve gitmemek, bazen kaçmak isteyerek orada kalmak. Hayata senden bambaşka bir pencereden bakan birine, kendi pencereni gösterebilmek, seninkiyle tamamen zıt olsa da onunkini gördüğünde bunu anlayabilmek. Kendi pencerenden bakarken, onun kendi yolunda, kendi algısıyla bazen göremediği kestirme yolları ona gösterebilmek, yol arkadaşı olabilmek. Bir insanın önüne sermek her yaranı, en zayıf, en utanç verici anlarını, en büyük korkularını. Ve onunkileri görmek ve anlamak. Ve yine, yukarıda bahsettiğim gibi, onun bunları hiç bir zaman sana karşı kullanmayacağına sonsuz güvenmek, inanmak. Böyle bir inançtan daha güçlü bir öfori hali olabilir mi? Şu an sürdürdüğüm tüm ilişkilerimin bendeki değerinin bu kadar büyük olmasının en büyük sebebi de, henüz hâlâ kırılabilir olduğum zamanlarda, hâlâ inancım varken önlerine en zayıf noktalarımı, beni tamamen bitirebilecekleri noktalarımı sermiş olmam, onların da bunu yapmamış olmalarıdır. Şimdi biliyorum ki bu kadar eksiksiz dökmeseydim kendimi, şu anda, artık olduğum insan olarak, anlamı olan herhangi bir ilişkim olmayacaktı. Çünkü asla bilemeyecektim uygun koşullar gerçekleştiğinde, o güce sahip olduklarında beni parçalamayı seçip seçmeyeceklerini.
     Ama insanlar böyle yapmıyor, en yakınlarına karşı bile her zaman arkayı kolluyor. Herkese bir parçasını gösteriyor kendinin, ama asla tamamını değil. Önüne koyduğun her bir zayıflığını, "koz olarak kullanılacaklar" listesine alıyor, iyileştirebilir diye gösterdiğin yaraların, zamanı geldiğinde işte oradan vuruyor seni çünkü biliyor ki oradan daha çok acıyacak. Senin de böyle yapacağını varsayarken sana kendi zayıf noktalarını gösterebilir mi? Her şey bir güç savaşı, sürekli akıl oyunları. Bir an bile kendini kaybedemediğin, asla gardını indiremediğin, beraber yiyip içtiğin, hayatta dönüm noktalarını beraber deneyimlediğin, bazen aynı yatağı paylaştığın birine karşı bile hep az da olsa rol yapmak, sürekli tetikte olmak zorunda olduğun böyle bir dünya fikri çok dehşet verici, hatta daha kötüsü sıkıcı. Ama gerçek olan bu.
     Ben bunları hiç yapmadım çünkü o özgürlük duygusunu kaybetmek istemedim. Bazen yapmak isteyip yapamadım, çünkü hâlâ bazen "ne olursa olsun sonunda her şey iyi bir sebeptenmiş işte, hiç bir şey öyle değilmiş, kötü sandıklarım öyle değilmiş" gibi bir dünyaya beni inandırabilecek insanlarla hayatım kesişiyordu. Sonunda hep de ortaya çıktı ki her şey göründüğünden kat kat daha bombokmuş :) Hayal bile edemeyeceğim kadar çok pislik varmış dünyada. Son noktaya kadar öyle inanmakta inat ettim yine de. Ne kadar örselendiğimin, kendimi ne kadar çiğnediğimin farkında bile olmadan. Harcadığım şeylerin oyundaki canlar değil, kendi hayatım olduğunu fark etmeden. Bazen düşülebilecek en dip noktalara düştüm, öz saygı ve benliğin kırıntısının kalmadığı noktalara, çünkü dediğim gibi, o ütopik fikirlere inanırken yapabileceklerinin, katlanabileceklerinin, kaldırabilceklerinin sınırı yok. Öyle bir noktaya geliyorsun ki, senden geriye sadece, ama sadece o inanç kalmış. O noktada da onu da alsalar senden, yok olacaksın tamamen. Bunları gördüm o defterde ve kaybettim o inancımın son kırıntısını da.
     Şimdi ben daha hâlâ hayatımı kendimi kırılmaktan koruyarak yaşamıyorum, mesela hâlâ bu kadar suistimale açık ortamlarda hayatımı paylaşabiliyorum bu yazıdaki gibi.Eskiden sonuçlarını öngöremediğim için yapmıyordum, artık sonuçlarını öngördüğüm ama umurumda olamadığı için yapmıyorum. Arkamı kollamakla  uğraşmak istemediğim için. Uğraşacağım çok daha başka şeyler var çünkü, o zaman ve enerjiyi kendimi kollamaya harcamak istemiyorum. Milyarlarca hayat ve farklı hikayenin olduğu bir evrende benim toz zerresi kadar küçük hayatımın saklamaya değer olacak kadar mahrem ve önemli olduğuna inanmıyorum. Sanki eskiden bungee jumping yapardım ve her seferinde adrenalin patlamasıydı çünkü yine de bilmiyordum yüzde yüz güvende miyim? Şimdi sanki aşağıdaki o "Safety net" denen şeyi görmüş gibiyim, hâlâ keyifli ama eskisi gibi değil, artık biliyorum zaten kırılamadığımı. Geçen yıl bu zamanlar, daha hâlâ o kırılabilme potansiyeline sahiptim, o şekilde dahil edebiliyordum insanları hayatıma. O kırılganlığı hâlâ taşıyabilip, karşıya emanet edebiliyordum kırmayacağı inancıyla. Artık bunu yapamıyorum, çünkü kırılabilirliğim kalmadı. Dediğim gibi, görmediğim, şahit olmadığım çok az sayıda çirkinlik kaldı, ben artık hiçbir şeye şaşıramıyorum. Kuralları artık kabul ettim, ama ben bu kurallarla herhangi bir oyun oynamak istemiyorum. Bu da beni, bu defa kendi tercihimle çeşitli insan ilişkilerinden soyutlandığım bir noktaya getirdi, her biri çok özel az ve öz insanlarla paylaşılan daha mutlu bir hayat.
     Dedim ya, dostluğa bu kadar uçuk anlamlar yükleyince, bu hayatın her alanını etkiliyor. Çünkü diğer insanların bu konudaki algısı seninle aynı değil, onların hayatta farklı açlıkları var. Kimi zaman bir dost olarak, kimi zaman romantik ilişki olarak, kendi isteklerine giden yolda seninle bu dostluğu paylaşıyorlar, bir şekilde nihai hedefe hizmet etmesi amacıyla. Sonunda iki taraf da istediğini almıyor. Hele hele bu kişi karşı cinsse, işler daha da sarpasarıyor çünkü, insanlar başka cinsten bir kişiye duyulabilecek her çeşit duyguyu, merhameti, saygıyı ve sevgiyi "aşk" olarak nitelendirmeye eğilimli. Bu kadar derin bir bağlılık olsa olsa aşk olabilir çünkü onlara göre, oysa ki aşk tüm bunları kapsayan ama bambaşka bir frekansta varolan bir şeyken. Duygu skalaları o kadar dar çünkü, sadece ana renklerin olduğu bir palet gibi. Sonuçta dostluğa yüklediğin her anlam, aşk, sevgi, tutku, her neyse, bunlara yüklediğin anlamları da etkiliyor, ve bu anlamlar renk körü insanlar tarafından algılanabilecek şeyler değil.
     Eskiden öz saygım o kadar düşüktü ki, birilerinin en azından bendeki kendi değerini görebilmek için beni incitebilmesine göz yumabiliyordum. Bunu bir sevgi ölçütü olarak görmeye razı olabiliyordum, gerek dostluk, gerek aşk bağlamında. "You always hurt the one you love" gibi bakıyordum belki, ne biliyim. Eylem ne kadar iğrenç olursa olsun, "Sevdiğinden yapmıştır, iyiliğimi düşündüğü için yapmıştır."diyebilmek sadece acıklı bir avuntu. Belki kendim de incitilmeye izin vermek dışında sevgi göstermeyi bilmediğimdendi. Mesele şu ki, karşıdaki kişiler, sıfatları ne olursa olsun, benim tarafımdan incitilmeye benim kadar toleranslı değildi, hâlâ da çoğu değil. Ama ben öğrendim sevgiyi göstermeyi, incinmeye katlanmak dışında da yapabileceklerimi, bana cümleler verilince ihtiyaç duyulduğum yerde o anda o kişi için dayanak noktası olabilmeyi. Bana olan ihtiyacını talep etmeyen, cümlelere dökmeyen, sayfalarca döktüğüm cümlelerimi dinlemeden anlamak ve anlaşılmak isteyen kişiler için orada durmaya çabalamamayı. Bunu bilinçli bile yapmıyorum çünkü artık tahammülüm kalmamış üstü örtülü ya da dolaylı en ufacık bir iletişime. Zaten hissetmekte çok zorlandığım duygularım bunun kırıntısını gördüğüm anda tamamen tükeniyor artık.
     Ne yapalım, ne zaman öyle bir dünyaya özlem duysak açıp Harry Potter okuyabiliriz hâlâ en azından.
4 notes · View notes
silaninguncesi · 3 years
Text
"Anılar"
Size biraz kendi çocukluğumdan bahsetmek istiyorum. Ve bu hikayenin baş kahramanından.
Çocukluğumdan beri güçlü bir karaktere sahip olmam gerektiğini düşündüm hep , oldum da. Herkes "Sıla çok güçlü " dedi hep peki ben böyle olmak istedim mi ? bunu hiç kimse sormadı. Güçlü olduğum için pişman değilim yanlış anlamayın ben lütfen. Hep güçlü oldum diyemem yeri geldi oturup ağladım , korkularımdan sorunlarımdan kaçtım. Kendimi çok güçsüz hissettim. Bu maç buradan dönmez dediğimde bile yanımda olan iki kişi vardı. Her olayımı bilen ve yanımda olan en yakın arkadaşım diğeri de her konuda sırtımı rahatlıkla yasladığım annem. Annem benim hayatımda tanıdığım en güçlü kadın. Her zaman bir çıkış yolu vardır diyen ve o çıkış yolunu aramaktan asla vazgeçmeyen mükemmel kadın. Bir diğer bahsedeceğim ve yavaş yavaş çocukluğuma giden insan ise en yakın arkadaşım Emir.
Biz küçükken bütün yazı emirle beraber geçirirdik. Köyde evlerimiz karşılıklıydı. Her çarşamba ve cuma dondurma arabası gelirdi akşam 7 de onu o kadar büyük bir heyecanla beklerdik ki size bu hissi tarif edemem. Emirlerin traktör koydukları bir garaj gibi tahtadan bir yer vardı. Küçükken bizim buluşma noktamız orasıydı. Oraya evimiz diyorduk neden bilmiyorum ama cidden orayı ev yapmaya çalışıyorduk. Evden minderler , örtüler , sandalye hatta masa götürüyorduk. Tabi evde eksik bir şey olunca hemen fark ediliyordu. Bozuk odadan eşya alabilirsin sadece diyorlardı. Orda da fare olduğunu düşünüp korkuyordum ve annem olmadan giremiyordum. Kendimize ev olarak seçtiğimiz yerin bir kapısı , penceresi yoktu. Fındık toplama bittikten sonra hep orada buluşurduk. Bunu hala yapıyoruz. O küçükken ev olarak seçtiğimiz yer hala bizim evimiz. Evimizin önündeki bahçeye kilim serip gökyüzünü izliyorduk . Kendimi kötü hissettiğimde hep o evde düşünüyorum . Çocukluğumu düşünüyorum. Mükemmel geçirdiğim yaz tatillerimi ve diyorum ki iyi ki benim böyle bir kaçış noktam ve iyi ki böyle mükemmel bir arkadaşım var.
Neden bu saatte bunları yazdın? Bu aklından geçiyor olabilir. Emirle az önce konuştuk kendini kötü hissettiği için küçükken olduğu gibi kendimizi evimizde düşünerek beraber hayal kurduk ben o güzel zamanlarımı hatırlayınca nedense yazmak istedim. O çocukken kurduğumuz hayaller gibi çocukça , minik bir dondurmadan bile mutlu olan çocuklar gibi...
0 notes
netbilgikilavuzu · 6 years
Text
Her Şeyin Başı Çocukluk Ve Çocuk
Tumblr media
Psikoloklar, sorunlarımızın çözümü için çocukluğumuza inmek isterler,
Çiftler, çok zor bir sorumluluk olmasına rağmen aklı beş karış havada olan bu canlılardan (çocuk) ister ve çocuklar da bizim düzenimizi değiştirmek ister..
Her şeye rağmen bu çocuk, çocukluk veya çocukça dan neden vazgeçemiyoruz?
Bir evde çocuk varsa,
o ev evrenseldir, mutludur, huzurludur aynı zamanda streslidir de elbet. Ben size çocuk masumiyetinden evrenselliğinden ve çocuğun, çocukluğun, çocukların bir çok şeyin açıklayıcığından bahsetmek istiyorum.
Dünyadaki ideolojilere sahip olan insanlar mesela Irkçısı, Faşisti, Hümanisti, Ateisti, Teisti, Deisti.. hepsinin çocukları ve çocuklukları saf, ideolojisiz, temiz ve masumdur, tarafsızdır. Bu ideolojilerin kirli olduğundan veya kirli olmadığından bahsetmiyorum elbet! Her ne olursa olsun bütün ideolojilerin çocukları içlerinden geldiği gibi temiz davranırlar, doğaldırlar, kimseyle dertleri yoktur, kimseyi kırmazlar. Süper egoları, egoları gelişmediklerinden dolayı sinirlendirebilirler de bizi. İd’leri tavandır. Fütursüzce üzerler bazen. Güçsüz olduklarından dolayı korunma ihtiyaçları en büyük gereksinimleridir. Lakin en güzel yanı, hepsi iyidir.
Çocukların hepsi aynıdır ama bir okadar da farklıdırlar elbet. Evet şuan çok çelişkili bir cümle kurduğumun farkındayım. Bunlar nasıl hem aynı hem de çok farklı olabiliyorlar değil mi?
Düşünsenize!
Hangi eve giderseniz gidin en zararsızı onlardır. Yine hangi eve giderseniz gidin yüzünüzü ilk onlar güldürebilir, onlarla yeni girdiğiniz bir ev de yabancılık çekmezsiniz, Mesela yabani yaşamdaki “Mo” kabilesine bile gitseniz orada bir çocukla karşılaşırsanız, çocuklar fıtrarına göre davrandığından dolayı az çok tanırız onu ve yine yabancılık çekmeyiz o kabilede..
Zekaları çok ayrıdır.
Aynı ortamda bulunan yetişkinlerin neredeyse aynı kuralları ve ideolojik düşünceleri vardır. Çoğu yetişkin sorgulamadan hareket eder ama çocuklar öyle değildir. Öyle basit bir laf ederler ki, işte o zaman bir çok şeyi zorlaştırdığımızı farkederiz.
Bir çocuğu veya bebeği düşünün!
Özgürce dilediğini yapmaya çalışır. Dünyasında, hayallerinde özgür olduğu için gerçek dünyada da özgür olduğunu sanır. Ta ki kurallarla karşılaşana kadar, kurallar ona tehdit gibi gelir. Ve elbette tehditi hiç kimse sevmez.
Dünya çocukların ve bebeklerin etrafında dönüyor.
Hani çocuklar, dünya kendilerinin etrafında dönüyor sanıyorlar ya! evet onların etraflarında dönüyor aslında!
Çocukların veya bebeklerin yakınları onların saat kaçta yattığını, nelerden hoşlandığını, nasıl huyları olduklarını, okula kaçta gideceğini vs her şeylerini biliyor. Onlara göre hayatlarını düzene sokuyorlar, onlara göre alışkanlıklarını değiştirebiliyorlar.
Herşeyin başı çocukluk demiştik!
Psikolojimizin en hassas noktası olan çocukluğumuzda uğradığımız kötü psikolojik etkenler sebebiyle yaşamımız cehenneme dönebiliyor. Psikoloklar çaresizliğimiz, üzerimizdeki bastırılmış kötülüğümüzü çocukluğumuza giderek çözebiliyorlar. Bazen neden “Çocukça davranma”, “çocukluk etme” diyoruz? Belki de en çok çocuklar zarar gördüğü için belki de başka sebepler..
Ya çocukça eğlenmek! Eğlenmek deyince Çocuklar gibi eğlenmek geliyor akla, bu da şunu gösteriyor ki en çok çocuklar gibi eğlenmek seviliyor. İçimizdeki çocuk yani çocuk yanımızın katili olursak hayatımız da bitiyor. Yaşarken ölüye dönüyoruz.
Çocuklar gibi hayal kurarak bulmuş İzafiyet teorisini, Kütle çekimini Einstein. Çocuk gibi her yere gitme isteğimiz bizi Ay’a çıkarmış. Çocuk gibi düşünerek kolaylıkla bulmuşuz en zor denen birçok şeyi, o zaman neden çccukluğa gitmiyoruz ki dimi? Bazen neden çocuk gibi davranmayalım ki? Neden yanımızda bir çocuk olsun isteriz ki, dimi?
Her Şeyin Başı Çocukluk Ve Çocuk
0 notes
elektrobiyat · 7 years
Photo
Tumblr media
Şık
Şık’ın yazılmış yarısını büyük bir zarfa doldurarak Ahmet Mithat Efendi’ye gönderdim. Efendi merhumun eserlerini okurum. En büyük tutkunu, hayranıyım. Ama kendini yüzce tanımakla şeref bulmuş değilim. Ne yaradılışta ve ahlakta bir kimsedir, onu da bilmem. Eseri gönderdikten sonra bana korkunç bir pişmanlık geldi. Hiç öyle büyük bir adama böyle çocukça, budalaca, saçma yazılar gönderilir mi? Eyvah... Ben ne yaptım?!..
O gece üzüntümden, utancımdan uyuyamadım. Düşündükçe utançtan terler döküyordum. Eserin iyi bir kabul göreceğine binde bir ihtimal vermiyordum.
Ertesi günü arkadaşlarımdan biri elinde bir Tercüman-ı Hakikat gazetesiyle karşıma çıkarak:
-Müjde... Eserin beğenilmiş. Ahmet Mithat Efendi Hazretleri seni matbaaya çağırıyor.
-Alay etme. Ben zaten utancımdan yerlere geçiyorum.
-Vallahi alay değil... İşte, nah... Al oku...
Gazeteyi aldım. Birinci sayfanın ortasında:
<Açık haberleşme> başlığı altında şu satırları okudum.
<Matbaamıza gönderilen ŞIK adlı hikâye gerçekten takdire değer görülmekle yazarı Hüseyin Rahmi Beyefendi’nin lütfen idarehanemizi teşrifleri rica olunur.>
Gözlerime inanamıyorum...
“Ey okuyucu! Şık’ın bu bilgisizliğini, bu aptallığını romancının muhayyilesinde canlanmış bir abartma olarak kabul etmeyiniz. Ben bu satırları yalnız hayalimde yazmıyorum. Modelim, görüp işittiğim gerçeklerdir. Bu gerçeklere rastlayışımdan ben  de kuşkulandım. Fakat mihenge vurdum. Doğru buldum. Hayal ne kadar hayal olsa, yine az çok gerçekten doğar. Gerçeği hayalden, hayali gerçekten ayırt edebilmek yeteneğini kazanmak pek çok derin düşünceye ve deneylere bağlıdır. Bunun için gerçeğe benzer çok hayaller, hayale benzer çok gerçekler bulunduğunu hiçbir vakit dikkatten uzak tutmamalıdır.
23 notes · View notes